29 Mart 2013 Cuma

Sn. ATİLLA KART’ın KABUL ve REDLERİ (7)

Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv. 

CHP Konya Milletvekili Sn. Atilla KART, Radikal adlı gazetede 15 Mart 2013 günü “Ne Mutlu Eşitim Diyene” başlıklı bir yazıyla, vatandaşlık kurumuna ilişkin görüşlerini kamuoyuna duyurdu.

Yazar tarihsel yargılarını şöyle dile getirmektedir:
(1) Atatürk 1920’lerde ‘Türkiye Ahalisi’ kavramını kullanmıştı ve bu 1924 Anayasası’nın özünü teşkil etti.

(2) Cumhuriyet tarihi boyunca ‘Türk kimliği’ resmi ve tartışılmaz kimlik olmuştur. Kürt kimliği olgusu, yalnızca 1920’lerin başında ve 1990’lardan itibaren açıkça kabul edilmiştir. Cumhuriyet boyunca asimilasyon uygulanmıştır; ‘Türkiye Kürtlerinin Türkleştirilmesi’ politikalarından vazgeçilmelidir.

(3) Hala sivil anayasamız yoktur; şimdi önümüzde önemli bir fırsat vardır.
Bilindiği gibi bu saptamalar, AKP – BDP ve bu kesimi destekleyen neoliberal yazarlar tarafından önceden beri dile getirilen siyasal değerlendirmelerdir. Yazarın bu savları içinde belki şimdilik üzerinde durulabilecek nokta, “sivil anayasa için önümüzdeki fırsat” değerlendirmesi olabilir. Hukuk devletinin tüm göstergelerini kırmış bir çoğunluk partisinin baskısı altında ve sürekli bir güven bunalımı ortamında ‘sivil anayasa fırsatı’ndan söz edebilmek, aşırı iyimserlik olsa gerektir.

Yazarın çözüme ilişkin olarak belirttiği görüşü ise şöyledir:
(1) Kürtlerin Türkiyeli oldukları duygusunu hissetmelerini sağlayacak politikalar üretilmelidir.
(2) “Eşit yurttaşlık” anlayışı benimsenmelidir.
(3) Eşit yurttaşlık anlayışı, anadil eğitimi – öğretimi başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerde yapılacak anayasal düzenlemeler, aidiyet duygusunun güçlü hale gelmesini sağlayacak, Türkiye’yi herkesin Türkiyesi yapacaktır. 
“Eşit vatandaşlık” anlayışı, bireysel temel hak ve özgürlüklerle ilgili değildir. Bireysel haklarla ilgili kavram “yurttaşların eşitliği”dir. Yazarın sözünü ettiği terim ise, farklı kimliklerin kültürel haklarının siyasallaştırılması ile ilgilidir. Bu durumda Sayın Atilla Kart “anayasal vatandaşlık sistemi”ni benimsiyor; bireysel değil kolektif kimlik hakları temelinde bir anayasa yaklaşımıyla hareket ediyor demektir.

Dolayısıyla yazı, sayın milletvekilinin “ulusal devlet ilkesi”ne karşı olduğunu gösteriyor.

Nitekim kendisi de, “laiklik ve üniter devlet temeldir” diyor. Ama ortadaki sorunun “ulus devlet ve ulus devletin şahsında ‘etnik bir üst kimliğe’ odaklılık olduğunu dile getiriyor. Adını açıkça yazmasa da, yazının bütününden açıkça anlaşılıyor ki, bu ‘etnik üst kimlik’ ulusal devletin yapıtaşı olan Türk vatandaşlığıdır. Yazıda “Türkiye kamuoyu”, “Türkiye Toplumu”, “Türkiyeli Kürtler”, “Türkiyeli olma duygusu” sözcüklerinin oldukça sık kullanımı, bu sonucu pekiştiriyor.

Ulusal devlet ilkesi, Anayasa’nın değiştirilmez maddelerinden biri olan 3. Madde konusudur: “Türkiye devleti… milletiyle bölünmez bütündür.” Bu ilkenin mekanizmaları, bireysel temel hak ve özgürlükler temelinde siyasal kimlik olarak Türk vatandaşlığı; kolektif kimliklerle ilgili konuların siyasal değil toplumsal – kültürel düzlemde korunması ve geliştirilmesi üzerine kuruludur.

Yazar, BDP ve AKP arasındaki anlaşmayı uygun görüyor; anayasada Türk vatandaşlığından vazgeçilmesini savunuyor. Onlardan farklı olarak ise, “Türk Milleti sözü kalsın ve Atatürk’ün kurucu rolünün kabulü olsun” diyor. Ne var ki, her iki unsuru da bir ‘hatıra’ olarak korumayı öngörüyor; bunların anayasanın kurucu ilkeleri olarak temele yerleştirilmesini arzu etmiyor.

Demek ki Türk Milleti ile Atatürk, anayasanın başlangıç bölümünde anılacaklardır; hüküm maddelerinde değil. Böylece Madde 3’teki ‘ulusal devlet ilkesi’ kaldırılmadan içi boşaltılacaktır. Bu ise, CHP’nin ‘Anayasa’nın ilk dört maddesi kırmızı çizgimizdir’ duruşunu göstermelik kılmak anlamına gelir.

Birkaç Söz…

Sayın Atilla Kart’ın Mustafa Kemal Atatürk’e ve ülkesine olan sevgisinde şiddetle samimi olduğunu, kendisini tanıyan ya da çalışmalarını izlemiş olan herkes, hepimiz biliriz. Buna karşın, bütün bir Cumhuriyet’i “asimilasyon”la suçlaması, tarihsel gerçeklere aykırıdır ve kabul edilemez. Türk ulusal kimliğinin, zamanımızın etkili ve uygun bir tarihsel entegrasyon – bütünleşme aracı olduğu, halkımızın ezici çoğunluğunun bunu gönülle ve sevgiyle kabul etmiş bulunduğu gerçeklerini es geçmemek gerekir.

Anayasa temelinde yapılması gereken tercih iki seçenekten ibarettir:
  • Bireysel temel hak ve özgürlükler temelinde “yurttaşların eşitliği”ni gelir dağılımı adaletini de içerecek biçimde genişletip güçlendiren bir ulusal vatandaşlık sistemi mi? 
  • Kolektif kültürel hakları siyasallaştırmayı ve bireylerin eşitliğini değil, ait oldukları milliyetlerin/etnisitelerin/alt kimliklerin eşitliğini (eşit yurttaşlık) öngören bir anayasal vatandaşlık sistemi mi? 
Bizim tercihimiz birincisidir.

Yazarın tercihi ise ikincisidir; belki daha doğrusu ikincisine ya(t)kındır. [BAG, 29 Mart 2013]

 


25 Mart 2013 Pazartesi

ANAYASAL VATANDAŞLIK ve Sn. RIZA TÜRMEN'in DÜŞÜNCESİ (6)

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.

R. Türmen, anayasaya "Türk vatandaşlığı" yazmak, etnik temelli anayasa yapmak demektir diyor; oysa tam tersine anayasaya AK(P)KK ittifakının "TC vatandaşlığı" terimini yerleştirmek, açıkça ve düpedüz etnikçi bir anayasa yapmak demektir. 


10 Şubat 2013 Pazar günü Milliyet Gazetesi’nin 28. Sayfasında ‘düşünenlerin düşüncesi’ köşesinde CHP İzmir Milletvekili Sayın Rıza TÜRMEN’in bir yazısı yayımlandı. Yazı “etnik kimliğe dayalı vatandaşlık yanlış” başlığı taşıyor.

12 Şubat 2013 günlü “Anayasa geniş uzlaşmayla olmalı” başlıklı yazısında Fikret BİLA bu düşünceyi Genel Başkan Kemal KILIÇDAROĞLU’na sorduğunda şu yanıtı almıştır:
“Anayasa çalışmaları konusunda tartışma konularından biri de vatandaşlık maddesinde yaşanıyor. Bu bağlam yeni anayasada, “Türk milleti, Türk vatandaşı, Türk vatandaşlığı” gibi kavramların bulunmasına BDP karşı çıkıyor. Bu konu, CHP içinde de tartışılmıştı. Kılıçdaroğlu, bu konudaki görüşünü de şöyle özetledi: “Türk milleti kavramı yeni anayasada da yer almalı. Bizim önerimiz, yeni anayasanın başlangıcında Türk milleti olgusuna yer verilmesi yönünde. Türk milleti elbette anayasada yer alacak.”
Kılıçdaroğlu’na, CHP’nin Uzlaşma Komisyonu üyesi ve eski AİHM Yargıcı Rıza Türmen’in, 'vatandaşlık tanımının anayasada yer alması gerekmiyor' biçimindeki açıklamasını anımsattığımda şu karşılığı verdi: “Bizim, parti olarak bu konudaki görüşümüz belli. Komisyona bu maddeyle ilgili önerimizi de verdik. CHP’nin önerisinde ‘Türk vatandaşlığı’ ifadesi ve tanımı yer alıyor.”
Milletvekili TÜRMEN, CHP’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda kendisini temsilen görevlendirdiği üç üyeden biridir. CHP’nin bu Komisyon’a önerisi ise, “Türk vatandaşlığı” biçiminde sunulmuş bulunuyor. Demek ki kendisi, CHP’nin bu önerisinin doğru olmadığını düşünüyor. İşin bu yönü, parti açısından değerlendirilmesi gereken bir boyuttur.

Bu değerlendirme, yazının yayımlandığı gazetenin “düşünenlerin düşüncesi” köşesinde yer aldığı da göz önünde tutularak, yazının yalnızca düşünce boyutuyla ilgilidir.

“TÜRK VATANDAŞLIĞI” NEDEN YANLIŞ ve NEDEN YANLIŞ DEĞİL?

Yazar, Türk vatandaşlığının, bir “etnik köken”e dayandığı için kabul edilemeyeceği görüşündedir:
1. İkinci dünya savaşının ardından vatandaşlık ve ulus devlet arasındaki bağ kopmuştur. Temel hak ve özgürlüklerden yararlanmak için bir ulusa mensup olma koşul olmaktan çıkmıştır.
2. “Türk” sözcüğünün etnik anlamı olmayan bir ortak üst kimlik olabilmesi için her şeyden önce başka etnik grupların da bunu kabul etmesi gerekir. Oysa böyle bir kabul yok. 
3. “Türk” sözcüğü etnik anlam taşır. “Bu örnekler de… bu topraklarda yaşayan ve farklı etnik kökenlerden gelen bütün yurttaşları kapsamadığını; belli bir etnik kökene karşılık gelecek şekilde anlaşıldığını gösteriyor.
4. Farklılık içinde birlik ve bütünlük yaratan bir anayasa istiyorsak, etnik bir üst kimliğe dayanan bir vatandaşlık tanımından vazgeçmemiz gerekiyor. 
Bu savlardan ilki, tarihsel gerçeklere aykırıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası, sömürgeciliğe karşı verilen ulusal kurtuluş savaşlarıyla dolu. Azgelişmiş ülkeler dünyası, bu tarihten başlayarak “yaşasın bağımsızlık ve ulusal egemenlik” dediler. Sömürgeciliğin kanlı tarihi o yıllarda ulusal direnişlerle kapandı. Diplomasi adı verilen uluslar arası ilişkiler, tarihte hiç olmadığı kadar çok sayıda ülkeyi İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapladı.

İkinci sav kısmen doğrudur. Türk vatandaşlığı siyasal kurumunu, yurttaşların büyük bir bölümü severek içselleştirmiştir. Genel kabul vardır. Durumun istisnası, Güneydoğu Anadolu merkezli etnik kimlik siyaseti güden gruplar ve 30 yıla yayılmış terörle yaratılan kanlı ortamdır. Bu kısmi ve kendine özgü reddiye, sorun çözülsün diye ‘Türk sorunu’ yaratmaya yetmez. Böyle yapılırsa sorun ile çözüm arasındaki dengesizlik, asimetri, mevcut sorunu çözemeyeceği gibi altından kalkılması çok güç bambaşka sorunlar doğurur. Kaldı ki, köklü bir tarihsel geçmişten gelen kurucu-birleştirici kavramların tarihsel temeller göz ardı edilerek ‘isteksizlik’ gerekçesiyle reddinin mümkün olduğu nasıl düşünülebilir?

Üçüncüsü, Türk sözü etnik anlam taşımaz. Elbette bir toplumsal anlamı vardır; ama Türk adıyla hiçbir etnik grup yoktur. Türkmen, Yörük, Tahtacı…. etnik gruplar vardır. Oğuz boylarının toplulukları, bin yıllık Anadolu tarihi ve yüz yıllık uluslaşma süreci içinde, kendi renklerini kurulan siyasal birliğe vermişlerdir. Renklerini, yani dil ve kültürlerini vermişler ve geri çekilmişlerdir. Cumhuriyet tarihi boyunca ve şimdi, bu etnik gruplar ben “egemen unsur”um diyerek hiçbir toplum ve devlet mekanizmasında tekel ya da kast olmamışlardır. Aksine, bu etnik gruplar ülkemizin gelişmesinden belki de en az payı alanlardır. Üstelik, içlerinden bir bölümünün Alevilik inancı nedeniyle Osmanlı’dan bugüne pek çok haksız saldırıya hedef oldukları da açık bir gerçektir.

Türk vatandaşlığı, her etnik kökenden insanımızı kucaklayabilen esnek ve gelişkin bir toplumsal bağdır. Türk kavramının İkinci Dünya Savaşı arifesinde kimilerince soy-bağlı tanımlanmaya gayret gösterilmiş olması, kimilerince de 12 Eylül rejimindeki gibi başka etnik grupları inkar aracı olarak kullanılmaya çalışılmış olması, kavramın kendinden doğan bir sorun değildir.

Dördüncü sav, “farklılık içinde birlik ve bütünlük istiyorsak etnik üst kimlik olmaz” görüşü tuhaftır. Elbette kültürel farklılıkların korunup geliştirilmesini istiyoruz. Etnik kimlik ana-baba demektir. Onun reddi, ana-babanın reddi anlamına gelir ki, bunu hiç kimse kabul etmez. Ama bu farklılıkları koruyarak birlik sağlamanın yamalı bohça gibi bir milliyetler devleti yaratmakla da hiçbir ilişkisi yoktur. Ulusal devlet, farklılıklarla uzlaşır-çelişkili bütünlüğünü yaratmanın en elverişli araçlarından biri olma yeteneğine sahiptir. Milliyetler devleti ise, çağımızda farklılıkları birbirlerinden uzaklaşmaya zorlayan yapısı nedeniyle bütünlük sağlama yeteneğinde değildir.

NEDEN BAŞKA BİR TANIM GEREKİR?

Yazar “aslında Anayasa’da vatandaşlık başlıklı bir madde yer alması gerekmiyor” görüşündedir. Ama bir düzenleme madem ki yer alsın isteniyor, o zaman adını söylemediği başka bir tanım [örneğin TC vatandaşlığı] getirilsin diyor.

Peki neden? Yazıya göre:
1. Soğuk savaşın sona ermesinin ardından, etnik ve dinsel kimlikler öne çıkmaya başlamıştır. Farklılıklara dayanan kimlikler siyasal taleplere dönüştü.
2. Artık ‘bir ulus devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, farklılıkları dikkate alınmaksızın eşittir’ demek yetmiyor” diyor. Bireyler “iyi ama, benim kimliğimi oluşturan farklılığım ne olacak, ben farklılığımla birlikte eşit olmak istiyorum” diyorlar.
3. Bu, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve anayasanın gerçek anlamda bir toplum sözleşmesi [olması] bakımından gerekir.
Tartışma Türkiye’ye ve bugüne ilişkindir. Oysa sıralanan üç gerekçenin Türkiye ile ilişkisi yoktur. Başka bir deyişle sıralanan üç gerekçe, dünyanın herhangi bir ülkesi içinde geçerli sayılabilir. İlki “zamanın ruhu böyle!” anlamına gelmektedir. İkincisi “bireyler öyle istiyor” diye özetlenebilir. Üçüncüsü de bir tür “iyi anayasa ruhu” ile ilgilidir.

Türkiye ile ilişkisi kurulmamış, herhangi bir ülke için kullanılabilecek nitelikte olan bu gerekçeler doyurucu olmasa da, bir an için kabul edelim. Asıl büyük sorun bu noktada karşımıza çıkıyor.

KİMLİKLER SOĞUK SAVAŞ SONRASINDA MI ÖNE ÇIKTI?

Yazar, “başka bir vatandaşlık tanımı gerekir” savını, “soğuk savaşın sona ermesinin ardından, etnik ve dinsel kimlikler öne çıkmaya başlamıştır. Farklılıklara dayanan kimlikler siyasal taleplere dönüştü” sözleriyle bir zorunluluk hali olarak ortaya koyuyor.

Oysa, ‘kültürel kimlikli vatandaşlık” önerisi, ilk kez soğuk savaşın ardından, yani 1990’lı yıllarda ortaya atılmış bir formül değildir. Bu öneri günümüzde resmi olarak tam 114 yaşındadır. Yani doğumu hemen 20. yüzyılın başına, Avusturyalılara ve kişi olarak da Otto Bauer’e aittir. O zamanlarda hem kuram hem yaşam tarafından reddedilerek 1918’de ‘olmazlar’ arasına atılmış eski bir öneri.

Avusturya’da 1899 yılında sosyal demokrat partinin Brünn Kongresi’nde dile getirilmiş, buradan Rusya’ya sıçramış ve her iki yerde de çetin tartışmaların ardından reddedilmiş olan bu önerinin kuramcısı Otto BAUER, ‘milliyetlerin kültürel özerkliği’ yanlısıdır. Bauer’in savunduğu şey, tek tek ülkelerde yaşayan farklı etnik-dinsel topluluklara coğrafya üzerinde bölgesel özerklik değil, “topluluklara kültürel özerklik” tanınmasıdır.

Etnik ve dinsel kimlikler, öyle anlaşılıyor ki, Avrupa Birliği’nin kurulma çabalarıyla birlikte eskiler karıştırılınca yeniden keşfedilmiş durumdadır. Ama günümüzde, bizlerin sorunlarına değil de, “Avrupa birlikleşmesinde karşılaşılan sorunlara çare olur mu?” diye elde evirilip çevrilmiş henüz ham bir fikirdir. Yaklaşık 100 yıl önce terk edilmiş olan bu fikri 1990’larda Alman Jürgen Habermas işlemeye girişmiş. Habermas’ın kitaplarının Türkçe yayımlanmasında en çok çaba gösteren çevrelerden biri, siyasal İslamcı yayınevleridir.

Kısacası farklı kimlikler konusu, “bu zaman”ın ürünü olmadığı gibi, getirilen ‘çözüm’ de yeni değildir.

BU “BAŞKA BİR TANIM” NASIL BİR SİSTEM GETİRECEK?

Başka bir vatandaşlık tanımı, nasıl bir toplum ve devlet sistemi kurmayı gündeme getirecek? Sayın Türmen’in yazısında bu soruya karşılık gelen paragraflar şunlardır:
“Bu talepler, ancak hak temelinde bir vatandaşlığın kabul edilmesiyle karşılanabilir. Bu haklar, temel hak ve özgürlükler yanında farklı olmaya ilişkin kültürel hakları da kapsıyor. Bireyin farklılığını koruyup geliştirebildiği bu haklara sahip olması, bunların anayasa ve yasalarla güvence altına alınması, azınlığın çoğunluğa karşı korunması yanında tüm vatandaşların birlikte yaşayabilecekleri ortak bir zemin yaratabilmek bakımından da önemli. Bu nedenle, kültürel hakların tanınması toplumda bölünmeyi değil bütünleşmeyi öngörür.”
Buna göre anayasa, “bireyin/yurttaşın temel hak ve özgürlükleri” üzerine yükselmeyecektir. Bu olacak, ama bireysel haklara ek olarak bir de “topluluk hakları” inşa edilecektir. Yani şimdiki “devlet – birey” arasındaki doğrudan ikili ilişki, “devlet – milliyet (kültürel topluluk) – birey” biçiminde aracılı üçlü ilişkiye dönüştürülecektir.

Önerilen “başka bir vatandaşlık tanımı”nın TC vatandaşlığı ya da Türkiye vatandaşlığı olduğunu artık biliyoruz. Bilmediğimiz ve bu düşüncede olanların açıklamadığı şey, “kültürel hakları tanımak” işleminin ne anlama geldiğidir. Kolektif kültürel haklar, devlet ve toplum sisteminde nasıl kurulacak ve işletilecektir?

Şimdiki gibi etnik kimliklere kör bir devlet değil, bireylere etnik topluluklar ya da milliyetler huzmesinden bakan bir devlet inşa edilecektir. Şimdiki vatandaşlık sistemi doğrudan doğruya bireysel hak ve özgürlüklere dayanmaktadır. Önerilen sistemde ise, devlet ile birey arasına kolektif kültürel kimlik (Otto Bauer’in diliyle milliyetlere kültürel özerklik), yani etnik grup/milliyet halkası yerleştirilecektir.

Şimdiki ulusal devlet ilkesi, bu tür bir mantığı reddeder. Bu sistemde devlet – birey ilişkisi ulusal kimlik (Türk vatandaşlığı) sayesinde doğrudan kurulur. Eğer herhangi bir birey, sinsice, kör kalınması gereken ‘etnik kimliği’ bahane edilerek temel hak ve özgürlüklerden yoksun bırakılırsa, bunun sonucu meşruiyetin yıkımı, yönetebilirliğin bunalıma düşmesi olur. Bu nedenle, bu tür uygulamalar genel kamuoyu süreçlerinin yanı sıra idare hukuku, - medeni hukuk – ceza hukuku hükümleriyle yasak kılınmıştır.

Önerilen formül ise, toplumdaki tüm “kültürel topluluklar”ın kendi hukuksal varlıklarına kavuşturulmasını ister. Bu, yazarın da belirttiği gibi “siyasal bir talep”tir; dolayısıyla ilk sonucu devlet – birey ilişkisinin yeniden kurulmasıdır. Bu formülde bireyler devletin karşısında bir yandan “birey olarak gerçek kişi”liğe, ama aynı zamanda ait olduğu kültürel topluluğun –milliyetin hukuksal kişiliğine de sahiptir. Devlet, bireyler arası eşitliği, milliyetler arası eşitlik süzgeci üzerinden sağlayacaktır.

Bu nasıl yapılabilir?

İki örnek düşünebiliriz: Örneğin, ‘kolektif kültürel haklar’ bağlamında, etnik grup ya da milliyetlerin dillerinin de resmi dil sayılması gerekir. Demek ki yalnızca mahalledeki gündelik yaşam değil, asıl önemlisi siyasal ve yönetsel yaşam “çok dilli” hale gelecektir. Eğitim, savunma, bürokratik işlemler… , birden fazla resmi dille yürütülecektir.

Yine örneğin, bürokrasiye atamalar ve elbette genel ve yerel seçimler sisteminin de buna göre düzenlenmesi gerekir. Diyelim ki kamu yönetimine personel alımı, yönetici ataması yapılacak. “Eşit anayasal vatandaşlık” yani farklılıkların eşitliği ilkesi gereğince, işe alımlarda, her milliyete ülke nüfusunun içindeki payına uygun oranda kota ayrılması zorunlu olacaktır. Benzer biçimde, siyasal seçimlerde de her etnik topluluk/milliyet, ülke nüfusunun ne kadarını oluşturuyorsa, TBMM ve belediye meclisi sandalyelerinin o kadarlık yüzdesi bu gruplara ayrılacaktır.

Aksi halde, böyle düzenlemeler yapılmazsa, “etnik gruplar arasında anayasal eşitlik” emri nasıl sağlanabilir?

Böyle bir devlet işleyişinde merak edilmeye değer boyutlar vardır. Birkaçını şöyle dile getirebiliriz:

(1) Bireysel temel hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi görevinin ne kadarı devlete, ne kadarı ‘kolektif kültürel hak sahibi milliyete’ bırakılacaktır?

(2) Devlet bireyler arasında eşitliği sağlamaktan mı, yoksa etnik gruplar/milliyetler arası eşitliği sağlamaktan mı sorumlu olacaktır?

(3) ‘Kolektif kültürel hak’ toplulukları, yani milliyetler arasında ortak bağ ne üzerinden ve nasıl kurulacaktır?

(4) Uygarlığın en önemli işareti olan ‘entegrasyon/bütünleşme’, farklılıklar sürekli derinleştirilirken hangi mekanizmayla sağlanacaktır?

Yoksa ‘kolektif kültürel hakları tanımak’ yukarıda belirttiklerimizden başka bir siyasal sistem mi öngörmektedir?

SONUÇ

Bu yaklaşımın, Yugoslavya’nın Birleşmiş Milletler ve “uluslararası toplum” mandasında altı devlete bölünmesinden sonra ortaya çıkan Makedonya ve Kosova gibi örneklerde yaratılmış olan ‘etnik topluluklar demeti” modelinden başka bir sistem vaat etmediğini söyleyebiliriz. Böyle bir sistemin, Türkiye gibi coğrafya, nüfus, ekonomi bakımından büyük ve Asya – Avrupa arasında Orta Doğu ile sarmalanmış bir ülkeyi geleceğe taşıma gücü yoktur.

“Türk vatandaşlığı” değil, ama “TC vatandaşlığı” etnik temellere dayanan bir anayasa getirir. Çünkü anayasal vatandaşlık denen bu formül, anayasanın yalnızca yurttaşların temel hak ve özgürlüklerine dayanan değil; aynı zamanda milliyetlerin / etnisitelerin / kolektif kimliklerin haklarına dayanmasını öngörür. Böylece, vatandaşlık etnik olmasın derken, tüm toplum ve devlet sistemi etnikçiliğe dayandırılmış olur.

Bizler, ulusal vatandaşlık temelinde bir anayasa olsun diyoruz. Anayasa geniş ve güçlü bireysel temel hak ve özgürlüklere dayansın diyoruz. Etnik – dinsel toplulukların kimlik hakları vatandaşlıkla, yani siyasal olarak değil; sosyal – kültürel alanda özgürleştirilsin diyoruz.

Söz konusu yaklaşımı savunanların, en önemli soruyu duymazdan gelmelerine son vermek ve açıklamalarını istemek gerekir:
  • Anayasal vatandaşlık (TC) çerçevesinde tanınacak olan “kolektif kültürel haklar’ nasıl bir siyasal – yönetsel sistem kurulmasını gerektirmektedir? 
  • Bu hakların kullanılmasını sağlayacak kural ve kurumlar nelerdir? 
Kimsenin bu soruları duymazdan gelme hakkı yoktur. Aksi halde, ne “etnikçi değil özgürlükçü olalım” sözleri, ne de “silahlar sussun fikirler konuşsun” sözleri kimseye inandırıcı gelmeyecektir. [BAG, 11 Şubat/Yayın 25 Mart 2013]

21 Mart 2013 Perşembe

21 Mart 2013, NEVRUZ KUTLU OLSUN!


Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv. 

"Orta Doğu ve Orta Asya coğrafyasında, hem orada hem Türkiye'de tüm halkların kendi öz eşitlikleriyle, İslami Kürtler ve Türklerin öncülüğünde; Musevilik - Hristiyanlık - İslamiyet müjdelerini ve Batı'yı temel alan yeni bir düzen kurmak için"... 

Nevruz kutlu olsun. Yeniden doğuş ve yaşama şölen, 21 Mart 2013'te hiç kuşkumuz yok küllerinden doğacaktır. Bu doğumu, Öcalan'ın sözleri sağlayacaktır; çünkü bu sözler gerçekte yapılmak istenenleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.

TV haberleri ile yorumcuları, sözlerin hamasi tarafları üzerinde duruyorlar. Sözlerin özünü gizleme gayretine düşmüş gibi görünüyorlar. Sözlerden Misakı Milli'yi, eşitlik-özgürlüğü, kardeşliği seçip; "ama Türk bayrağı olmaması ne ayıp!" diye dile getirdikleri bir sözde hoşnutsuzluğu köpürtüp duruyorlar. 

Oysa bu konuşmadaki sözlerin özünü iyi anlamak gerek.

İyi anlamak gerek, çünkü, TC Başbakanı bu sözler için “bizim dediklerimizle örtüşüyor” değerlendirmesi yaptı. Demek ki bu sözleri iyi anlarsak, Başbakan ve Eşbaşbakan’ın ne yapmak istediklerini kendi seslerinden anlamış olacağız.

BU KONUŞMA NE DİYOR?

Bu konuşmanın özü, herhangi bir yorum eklenmeden, beş maddede aşağıdaki gibidir.

1. İlk selam, “Orta Doğu ve Orta Asya halkları”na, ikincisi “kardeş halklara”, üçüncüsü “Kürtler sizlere”..

2. Bugün “yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Orta Doğu’ya uyanıyoruz.”

a) “Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.”
b) Mücadeleyi bırakmıyoruz; daha farklı bir mücadele başlatıyoruz.

3. Etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak yanlıştır.

a) Kürdistan ve Anadolu’da tüm halkların ve kültürlerin ülkesi oluşturulacak.
b) Kürtler kadar Ermeniler, Türkmenler, Asurlar, Araplar, diğer halklar kendi öz eşitlikleriyle var olacaklar.

4. Türk halkı Kürt halkıyla bin yıldır İslam bayrağı altında beraberdir.

a) Bu iki güç, Orta Doğu’nun temel iki stratejik gücüdür.
b) Bu ikisi kendi öz-kültür ve uygarlıklarına uygun şekilde yeni bir devlet inşa etmelidir.
c) Kürtlerin “kardeşleri” Sakarya ve Meriç; “dostları” Kaçkar ve Erciyes; “hısım-akrabası” da Horon ve Zeybek …
d) Ezilen halklar, ezilen sınıflar, ezilen kültürler, kadınlar, ezilen mezhepler, tarikatlar ve diğer kültürel varlık sahipleri, işçi sınıfı, sistemden dışlanan herkes Demokratik Modernite Sistemi’ni kabul etsinler.
e) Bu toprakların “biz” kavramı geniş ve kapsayıcıdır; “tek” değildir; “biz” kavramına eski ruhunu ve pratiğini verme zamanıdır.

5. Orta Doğu ve Orta Asya kendi öz tarihine uygun düzen aramaktadır.

a) Buna Anadolu ve Mezopotamya öncülük edecek ve inşa edecektir; bu kaçınılmazdır.
b) Son iki yüzyılda “Arabi, Türki, Farisi, Kürdi toplulukları ulus devletçiklere” mahkum edilmişlerdi. Bunlar “kendine ve aslına dönüyor.”
c) Suriye ve Irak’taki Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları “Milli Dayanışma ve Barış Konferansı” toplamaya çağırıyorum.
d) Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed’in müjdelerini gerçekleştiriyoruz.
e) Batı’nın değerlerini de kabul ediyoruz.

KISA SONUÇ

Sayınaponun aklı, Geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Ortak bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık adlı projenin aklıdır. Bu akıl, yalnızca Türkiye'ye değil, koskocaman Eski Dünya'ya elbise biçmeye girişmiş çürük bir akıldır.

Bu proje, 2004 Haziran ayında İstanbul’da yapılan NATO toplantısında adıyla birlikte yenilenmişti.

Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL 14 Mart 2006 tarihli Radikal gazetesinde demişti ki: "Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye'nin dış politika ilkelerine uygundur. ABD ile hareket ediyouz. Amacımız islam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek."

TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da “Türkiye’nin Orta Doğu’da bir görevi var; nedir o görev? Biz Geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin eş başkanlarından bir tanesiyiz. Ve bu görevi yapıyoruz biz!” demişti. http://www.youtube.com/watch?v=ZlGJe5QbDgU

Epey zamandır sorduğumuz bir soruyu yine soralım:

  • Ortadaki şeyi hala, gözlerimizi asıl aktöre kapatıp, “sen-ben meselesi” diye konuşmaya devam edecek miyiz?
  • Yoksa, hem ülkemize hem komşu halklara savaştan başka bir şey vaat etmeyen bu oyunu bozmak için büyük ulusal birliğimizi inşa mı edeceğiz?

* Bu mantık http://baguler.blogspot.com/2013_02_01_archive.html adresindeki "Anayasal vatandaşlık ve işgal ve il(ti)hak" yazısındaki mantıkla ne kadar da yakın! hatta aynı!

20 Mart 2013 Çarşamba

Başkanlık Rejiminin Yönetim Sistemi

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.

Günümüzde, 2013 yılında iktidarda bulunan AKP, anayasayı değiştirmek ve başkanlık rejimini kurmak isteğini anayasa önerisi olarak vermiş bulunuyor.

Bu istek, yani parlamenter rejim yerine başkanlık rejimi kurma isteği, ilk olarak 21 Ekim 2007 günü yapılan referandumla ortaya çıkmıştı. Referandumun sorusu özünde şuydu: "ABD’deki gibi başkanlık sistemine geçelim mi?"[1]

Aşağıda, referandum süreciyle başlanarak, başkanlık rejiminin devlet örgütlenmesinde hem merkezi hem taşra yönetimi bakımından ne tür değişiklikler getireceği ele alınmaktadır.

Yazının alt başlıkları şunlardır:
21 Ekim Referandumu
Halk Cumhurbaşkanını Nasıl Seçecek?
Cumhurbaşkanını Halk Seçerse Ne Olur? 
Yetkinin Gücü Kaynağından Gelir ; Yürütmenin Gücü Kurul'dan Kişi'ye Geçer ; Başkanlık Rejimi Eyalet Sistemi Gerektirir
21 EKİM REFERANDUMU

21 Ekim Referandumu, 5678 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun halk oylamasına sunulması işidir. Bu yasa TBMM Genel Kurulunda 10 Mayıs 2007 tarihinde kabul edilmişti. Yasaya neden olan en yakın olay, 6 Mayıs 2007 günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi birinci turunda toplantı yeter sayısı olan 367 oyun sağlanamamasıydı. Anılan yasa, ANAP’ın desteğiyle çok sayıda siyasal manevradan biri olarak doğmuştu.

Bu yasada düzenlenen ve halkoylamasına götürülmesi hedeflenen konular şunlardı:

a) Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi
b) Cumhurbaşkanı görev süresinin yedi yıldan beş yıla indirilmesi
c) Aynı kişinin iki kez üst üste cumhurbaşkanlığı yapamaması kuralının yerine ikinci kez beş yıllık süreyle bu göreve getirilmesi (5+5 olarak dile getirilen formül)
d) Milletvekili seçim döneminin beş yıldan dört yıla indirilmesi
e) TBMM'nce yapılacak “bütün işlerde” tamsayının üçte birinin toplantı için yeterli sayılması.

Bu yasa, 11. Cumhurbaşkanı seçimi için ayrı bir madde içeriyordu. Madde 6, Anayasaya “geçici madde 16” ile bir ek getirmekte, 11. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini düzenlemekteydi.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yasayı veto etmiş ve Anayasa Mahkemesine göndermişti. TBMM Genel Kurulu yasayı yeniden görüşerek, hiçbir değişiklik yapmadan 31 Mayıs 2007 günü yine kabul edince, yasa 16 Haziran 2007 günlü Resmi Gazetede yayımlandı.

Cumhurbaşkanı ve CHP bu kez Anayasa Mahkemesine başvurmuştu. Anayasa Mahkemesi iptal başvurularını reddedince süreç işlemesini sürdürdü.

Anayasaya göre referanduma gidiş süresi 120 gündür. Bu süreyi kısaltıp 45 gün olarak belirlemek ve referandum sandığını 22 Temmuzda kurmak isteyen siyasal iktidar bir adım daha atmıştı. 2 Haziran 2007 günü TBMM 5682 sayılı Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunu çıkarmış, Cumhurbaşkanı bu yasayı da geri gönderince, takvimin 22 Temmuza yetişmeyeceği belli oldu. Süreç kesildi ve mevcut yasa hükümleri yürürlükte kaldı. Buna göre halkoylaması Anayasa değişikliğinin Resmi Gazetede yayımlandığı günü izleyen 120. günden sonraki ilk Pazar günü yapılmalıdır. Söz konusu yasanın Resmi Gazetede 16 Haziranda yayımlandığı göz önüne alınarak referandum tarihi 21 Ekim 2007 olarak kesinlik kazandı.

22 Temmuz 2007 günü yapılan seçimler, AKP’nin 340 milletvekili sandalyesi almasıyla sonuçlandı. Cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilmesi için toplantı yeter sayısı 367 olarak devam ediyordu. MHP, DSP ve DTP milletvekilleri AKP’ye destek oldular. CHP hariç tümü Genel Kurulda yer aldılar ve 11. Cumhurbaşkanının yedi yıl görev yapmak üzere seçilmesini sağladılar.

Ne var ki, takvimi işleyen anayasa değişikliği yasasında 11. Cumhurbaşkanı seçiminin halkoyu ile gerçekleşmesi öngörülmüş ve ortaya çözüm bekleyen büyük sorular düşmüştü:

1. TBMM’nin seçtiği 11. Cumhurbaşkanı ne olacak? Anayasa ve halkoyu “onbirinci halk tarafından seçilir” diye emrettiğine göre, TBMM’nin seçmiş bulunduğu onbirinci cumhurbaşkanı anayasal temelden yoksun kalmış olmayacak mıydı?

2. Bugünkü durumda seçildiği için anayasa hükmü gözardı edilecekse, hukuk temeli karışık "onbirinci" ne kadar görev yapacaktı? Beş yıl yapacaksa, aynı makam için biri eski biri yeni iki farklı kuralın aynı makama uygulanması nasıl mümkün olacaktı?

3. Bugünkü durumda seçilmiş TBMM beş yıl mı yoksa dört yıl mı görev yapacaktı? Halihazırda beş yıllığına seçilmiş bu parlamentoya “yeni” kural -dört yıl görev süresi- uygulanacaksa, halihazırda yedi yıllığına seçilmiş cumhurbaşkanına “yeni” kuralın uygulanmaması nasıl açıklanacaktı?

4. Kısacası tek oyla paket olarak oylanan konulardan birkaçı şimdi, birkaçı sonraki dönemde uygulanabilir miydi?

Nereden bakılırsa bakılsın tuhaf görünen bu durum, en yüksek devlet organlarının dar siyasal hesap ve manevralara sorumsuzca kurban edilmelerinin sonucu olmuştur. Dar siyasal hesaplarla davranma dönemi, bu acınası örneğe karşın kapanmamıştır.

Referandumda, tek oyla yanıt verilmesi istenen beş soru vardı. Bu sorular bir araya getirildiğinde bir "sistem" kurmadıkları, moda deyimle "bir paket" oluşturmadıkları için her biri ayrı ayrı ve farklı yanıtlanabilirdi. Nitekim, sürelerle ilgili sorular, oy kullanacak çok büyük çoğunluk için uygun olabilirdi. Ama aynı şeyi cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve TBMM toplantı yeter sayısının düşürülmesi konularında söylemek hiç kolay değildi.

Gerçekte TBMM toplanarak bu süreci durdurma, anayasa değişikliği “paket”ini kaldırma olanağına sahipti. Böylece, siyasal iktidarca yürütüldüğü görülen hiçbir ciddi devlette görülmesi beklenemeyecek bu saçma durum ortadan kaldırılabilirdi. Ne var ki bu yola başvurulmamış, 21 Ekim 2007 referandum sandığı süreci durdurulmamıştır. Hezeyan sandığı, halkın önünden yine dar siyaset uğruna kaldırılmamıştır.

HALK CUMHURBAŞKANINI NASIL SEÇECEK?

21 Ekimde oylanacak olan öneriye göre, 11. cumhurbaşkanından başlamak üzere, bundan böyle cumhurbaşkanlarını doğrudan halk seçecektir. Ancak, “doğrudan halk tarafından seçilmek”, gerçekte bağlı bir sözdür.

Çünkü gerekli şartları taşıyan her yurttaş serbestçe aday olamaz; herhangi bir toplumsal kesim birini kendi adayı olarak çıkaramaz. Adaylık, ancak TBMM’deki en az yirmi milletvekilinin önermesine bağlıdır. Dolayısıyla, halk cumhurbaşkanı oylamasına parlamentoya girmiş olan partilerin temsilcilerince karar verilmiş kişiler için gidebilecektir. Yeterli koşullara sahip yurttaşların adaylığı sözkonusu olmadığı gibi, çeşitli yurttaş gruplarının desteğiyle aday olmak gibi bir şans da yoktur.

Milletvekillerince gösterilecek adaylar yarışacak, ilk turda “geçerli oyların (tüm seçmenin değil) salt çoğunluğunu (yüzde 51’ini)” alan aday cumhurbaşkanı seçilecektir. Bu sağlanamazsa, seçimi izleyen ikinci Pazar günü (15 gün sonra) ikinci oylama yapılacaktır; buna ilk turda en çok oy almış iki aday girecektir. Bu turda “geçerli oyların çoğunluğunu” almış olan aday seçilecektir.

Tüm seçmenin değil, seçime katılıp geçerli oy verenlerin yarısından çoğuna dayalı olarak seçilecek bir cumhurbaşkanı, “devleti temsil” gücüne sahip olabilir mi?

Seçmenin yüzde 70’inin sandığa gidip geçerli oy verdiğini kabul etsek, ilk turda bu oyların yarısından bir fazlasını alan kişi -tüm seçmenin üçte birinin kabulüyle geleceği bu koltuğu doldurabilir mi?

Makamın ağırlığıyla düşük halk desteği arasında doğabilecek bu tür uyumsuzluklar, ülke yönetiminde büyük tartışmaların kaynağı olur görünüyor.

CUMHURBAŞKANINI HALK SEÇERSE NE OLUR?

Cumhurbaşkanı TBMM değil halk tarafından seçilirse, Türkiye’nin “hükümet sistemi” değiştiriliyor demektir. Böyle bir tasarruf, hükümet sistemini parlamenter rejimden çıkarıp devlet başkanlığı rejimine çevirmek anlamı taşır. Bu basit bir değişiklik değildir, tüm devlet organları ve kurumları arasındaki konum, denge ve ilişkide köklü değişiklikler yapılmasını gerektirir.

Referandum sandığını ortaya koyanların “meclisi - başbakanı halk seçiyorsa cumhurbaşkanını da seçsin, halka güvenmek gerekir” biçiminde ortaya koymakla yetinmeleri kabul edilemez bir ciddiyetsizlik örneğidir. Gerçekten de sandıkçılar nasıl bir hükümet sistemi kurmak istiyorlar?

1. Parlamenter sistemi temel alıp, bu sistem içinde 12 Eylülde yapılan “güçlü yürütme” düzenini cumhurbaşkanını daha da güçlendirerek pekiştirmek mi istiyorlar?

2. Fransa’daki gibi hem cumhurbaşkanı hem başbakanı olan yarı-başkanlık sistemi mi istiyorlar?

3. ABD’de olduğu gibi bir "başkanlık sistemi" kurmayı mı amaçlıyorlar?

Bu soruların yanıtları yoktur. Halk, getirilmek istenen yeni hükümet sistemi hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan oylamaya zorlanmaktadır. Bu nedenle gayrimeşru olan referandum sandığının büyük sorunların nedenlerinden biri olarak tarihe geçeceği şimdiden bellidir.

Ortada kalmış soruların yanıtlarını biz vermeye çalışalım.

1) YETKİNİN GÜCÜ KAYNAĞINDAN GELİR

Bir devlette her makamın gücü, o makamın kaynağını nerden aldığına göre belirlenir. Eğer devleti temsil eden kişi, o makamda Tanrı’nın emirlerinin taşıyıcısı olarak kabul ediliyorsa, Halife gibi, onun yeri her türlü kişi, kurum, makamın üstündedir. Tanrı’nın birliği nedeniyle o da tek ve mutlak yetkilidir. (Padişahlık sistemi, krallık sistemi, çarlık sistemi vb... )

Çağdaş devletlerde, devletin başındaki kişi ya da kurumun bu yetkiyi halktan aldığı kabul edilmiştir. Yönetim sistemindeki yerinin ne olacağı, halkın bu yetkiyi o makama hangi yolla verdiğine göre belirlenir. Eğer devleti temsil edecek kişi doğrudan halk tarafından seçiliyorsa, devletin sistemi “devlet başkanlığı”, halkın seçtiği meclis tarafından seçiliyorsa, devletin sistemi “meclis rejimi / parlamenter rejim” olur. Bu iki rejim arasındaki farkı tayin eden, makamların gücünü belirleyen “halk tercihi”dir. Sistemin kalbi, halk tarafından doğrudan seçilen organdır.

Meclis rejimi / parlamenter rejimde, halk doğrudan meclisi seçer. Hükümeti, halkın en çok oy vererek seçtiği partinin başkanı olan milletvekili kurar. Genellikle bakanlar meclisin içinden belirlenir. Hükümet programını meclise sunar, onun güvenoyu olmadan programı uygulayamaz. Hükümetin ve emrindeki idarenin işleyişi meclisin denetimi altındadır; bakanlar ve bakanlar kurulu meclise karşı sorumludur. Böylece meclis, bakanlıklar üzerinden tüm idari kuruluşların genel yöneticisi olarak iş görür. Meclisten doğan yalnızca hükümet de değildir. Hükümetin başı olan başbakandan ayrı olarak devletin başında cumhurbaşkanı vardır. Cumhurbaşkanını da seçen meclisin kendisidir.

Bu rejimde devletin temsili ile hükümetin temsili birbirinden ayrılmıştır. Dolayısıyla başkanlık işi iki ayrı kişi tarafından yerine getirilir. Cumhurbaşkanı devletin temsilcisi olarak tarafsızdır (siyasal partisizlik); simgeseldir (yetkileri çok sınırlıdır); sorumsuzdur (siyasi ve cezai bakımdan yargılama dışıdır). Bu özellikleri nedeniyle siyasal seçim kampanyası dışında kalır; siyasal nitelikli vaadler yüklenmez; toplumda en geniş kesimin en yüksek ideallerinin cismi olarak, halkın seçtiği meclis -TBMM- tarafından seçilir. Varlığını meclise borçludur.

Devlet başkanlığı rejiminde ise bu makamda oturan kişinin kendisi aynı zamanda hükümetin başıdır. Yürütme bölünmemiştir; devlet başkanı hem cumhurbaşkanı hem de başbakandır; hükümet doğrudan kendisinin yönetimindedir. Bu ağırlıklı konum, devlet başkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinden kaynaklanır. Devlet başkanı ile meclisin kaynağı, ayrı ayrı seçilmek üzere doğrudan halktır. Dolayısıyla devlet başkanı meclis karşısında son derece güçlü bir konuma sahiptir.

Bu sistemde, devletin başındaki kişi “siyaset” yapar; ülkenin savunma, sağlık, eğitim, ulaştırma, ticaret... tüm politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasından siyaseten sorumludur. Dolayısıyla, seçimler süresince kampanyasını, bizde milletvekillerinin ya da parti başkanlarının yürüttüğü türde yürütür.

Mevcut parlamenter rejimin en belirgin göstergelerinden biri, başkanlığın “devlet başkanı” ve “hükümet başkanı” şeklinde ikili olması ve bunların meclisten doğması olduğuna göre, demek ki, referandum sandığı onaylanırsa, Türkiye, hükümet sistemi bakımından bir değişiklik yaşamış olacaktır. Bu yeni hükümet sistemi “yarı-başkanlık rejimi” mi yoksa “başkanlık rejimi” mi olacaktır; ilgililer bu konuda sessizdir.

2) YÜRÜTME GÜCÜ “KURUL”DAN “KİŞİ”YE GEÇER

Parlamenter hükümet sisteminin başlıca göstergelerinden biri, meclise karşı sorumlu olan “bakanlık sistemi”dir. Bakanlar kurulu meclise karşı sorumlu değilse, o hükümet sistemi parlamenter rejim değil, “devlet başkanlığı” rejimidir. Bu rejimdeki “bakanlıklar” da kendine özgü başka bir idari sistemdir.

Devlet başkanlığı rejimlerinde, bakanlık görevlerine getirilecek olanların parlamentodan seçilmesi gerekmez. Bunlar, meclisin içinden ya da dışından, doğrudan devlet başkanı tarafından atanır ve onun tarafından görevden alınırlar. Bakanlar tek tek ya da kurul olarak parlamentoya karşı sorumlu değildir. Temsilcilik ve sorumluluk doğrudan başkanlık makamına aittir.

Bakanlıklar, devlet örgütlenmesinin tüm kurum ve kuruluşları bakımından doğduğu kaynak da değildir. Bakanlıkların dışında özerk olarak faaliyet gösteren ve bir bakanlıkla “bağlı” ya da “ilgili” kılınmamış çok sayıda ajans, komite, kurul, kurum oluşturulabilir. Çok parçalı idari yapılanmada üst kademe yöneticilerin büyük bölümü doğrudan ve yalnızca devlet başkanı tarafından atanır. (Parlamenter rejimde / bakanlık sisteminde bu yetki cumhurbaşkanı - başbakan - ilgili bakanın yer aldığı üçlü kararnameye dayanır.)

Meclis / parlamenter rejimlerde ise yürütme kuvveti “kurul” esasına dayanır. Kararlar “kurul” olarak alınır, sorumluluk “kurul” olarak paylaşılır. Kurulun yerleşmiş teknik adı “bakanlar kurulu” ve bunun organları “bakanlıklar”dır. İlke olarak bu kurulda yer alacak olanların da milletvekilleri arasından belirlenmesi, parlamentodan seçilmesi gerekir. (Türkiye’de başbakan için korunan bu şart, devlet bakanlıkları için kaldırılarak parlamenter rejimde bir gedik açılmış durumdadır.) Bu sistemde Bakanlar Kurulu topluca ve üyeleri tek tek meclise karşı sorumludur.

Bakanlık Sistemi "Ortadan Kalkar"

Bakanlık sistemi Türkiye tarihinde ilk olarak 1828 yılında II. Mahmut döneminde ortaya çıkmıştır. O tarihe kadar geçerli olan "veziri azam - sadrazam" unvanı yerini "başvekil" unvanına bırakmıştır. Tanrı’nın elçisi padişahın mutlak iktidarını “mutlak vekil” olarak kullanan sadrazamlığın ve danışma organı “divan”ın yerini, padişahın mutlak iktidarını “ortak sorumluluk”la paylaşan “bakanlar kurulu” almıştır. Bir önceki sisteme oranla yetkiler ve sorumluluklar dağıtılmıştır. Zaman içinde “mutlak iktidar” odağı Padişahın güç yitimine koşut olarak, bakanlık sistemi her türlü düzenleme ve denetleme gücünü kendine toplayan ana yapı haline gelmiştir. 20. yüzyıl boyunca hangi zaman dilimine baksak kolayca görebileceğimiz gibi, devlet sistemine ait tüm kurum ve kuruluşların kaynağı ya da odağı bakanlıklar olmuştur. Hemen tüm kamu kurum ve kuruluşları bu çekirdeğin çevresindedir. Bunların bazıları “bağlı kuruluş”, bazıları “ilgili kuruluş”tur. Ama her tür, sistem içinde bir bakanlığın uzantısı olarak yer bulur.

Günümüzde ise parlamenter rejimin yürütme kuvveti olan bakanlık sisteminde önemli değişiklikler vardır. Bakanlıkların, bundan on yıl öncesine dek olduğu gibi devletin ana çekirdeği olduğunu ileri sürmek güçtür. Enerji Bakanlığı “Enerji Piyasası Düzenleme ve Denetleme Kurumu”, Bayındırlık Bakanlığı “Kamu İhale Kurumu”, Ulaştırma Bakanlığı “Telekomünikasyon Üstkurulu”, Maliye Bakanlığı “Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu” kurularak etkisizleştirilmiştir. Genel bir hesaba göre, GSMH’nın %65‘i bu kurul ve kurumların kontrolü altındadır. Buna bir de, bakanlık bünyesi dışına çıkarılan Hazine Müsteşarlığı, özerk Gelir İdaresi Başkanlığı ve özellikle de "bağımsız" Merkez Bankası eklenirse, bakanlık sisteminden geriye kalanın pek de anlamlı olmadığı açıkça görülebilir.

Türkiye’de bakanlıklar tek tek kamu tüzelkişiliğine sahip değildir; hepsi birlikte "devlet tüzelkişiliği" içinde eriyiktir. O yüzden herhangi bir davalaşma olduğunda bakanlığı "Hazine Avukatı" temsil eder. Böyle bir yekparelik, parlamentoyla içli-dışlı çalışır. Böyle bir mekanizmayı, ulusal siyasal-hukuksal güdülerden uzakta hareket ettirmek olanak dışıdır.

Oysa ABD başkanlık sisteminde bakanlıklar "devlet tüzelkişiliği" gibi bir bütün ve ağır odaklık konumuna sahip değildir. Bu ülkede davalaşma, her bir idari kurumun kendisine karşı "kamu tüzelkişiliği" muhatap alınarak adli yargıda görülür. Parlamentoyla mesafesi "güçler ayrılığı" sayesinde iyice açılmış kurumlar dünyası, başkanlık sisteminin parlamenter bakanlık sisteminden farklılığına iyi bir kanıttır.

Türkiye’de ilk örneği 1984 yılında Hazine Müsteşarlığının Maliye Bakanlığından ayrılmasında görülen yeni kurul, kurum ve özerk başkanlık yapıları parçalanması, yürütme ve idare üzerinde meclis yönetimi ve denetimini büyük ölçüde boşa düşürmüştür. Ortaya çıkan yapı, hükümet ve bakanlık sisteminin "devlet başkanlığı" rejimine doğru hazırlandığına göstergedir.

Öneri sahipleri konuyu açıklığa kavuşturuncaya kadar, şu iddianın yerinde olduğunu gösteren bir durum vardır: Bu referandum, ülkenin hükümet sistemini "devlet başkanlığı" modeline göre kurmak amacına hizmet eden ilk adımdır.

Türkiye‘de, devlet tüzelkişiliği -bakanlıklar- içinde toplanmış kurum ve kuruluşlar sistemi, idarenin bütünlüğü ilkesinin yaşama geçmesini sağlar. ABD "devlet başkanlığı" sisteminin ayrı tüzelkişilikler sistemine dayanan idari örgütlenmesi, bu ilkenin uygulanma olanaklarını büyük ölçüde daraltır. Bu yönetsel model, tek tek ülkelerde doğrudan yönetme şansı arayan ve çabucak da bulan küresel kurum, şirket ve vakıfların baskısı nedeniyle Türkiye’nin Türkiye‘den yönetilmesini şimdi olduğundan daha da fazla güçleştirecektir.

3) BAŞKANLIK REJİMİ EYALET SİSTEMİ GEREKTİRİR

Kaynaklar, 2000 yılı rakamlarıyla, dünya genelinde ülke hükümetlerinin 78’inde "başkanlık", 56’sında "parlamenter" model uygulandığını belirtiyorlar. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu üniter siyasal sisteme sahipler. Ülkelerden yalnızca 21’i federal sisteme göre kurulmuş bulunuyorlar.

Örneklere bakılınca, başkanlık rejiminin federalizmi şart koşmadığı görülüyor. Ancak, federalizmin başkanlık sistemiyle daha uygun ilerlediği, buna karşılık parlamenter hükümet rejiminin federalizme önemli sınırlamalar getirdiği ileri sürülüyor. Bunun başlıca nedeninin hükümete ilişkin yetkileri kullanan meclisin eyaletler meclisi değil temsilciler meclisi olduğu belirtiliyor.

İkinci olarak, Türkiye’de yönetim sistemi yirmi yıldan bu yana, toplumun yönetiminde genel yetkiyi yerel yönetimlere tanımaya; bölge esasına uygun bir yapıya geçmeye zorlanıyor. Bunun ilk adımını 1981 yılında 12 Eylül hükümeti atmıştı. Ülkede sekiz bölge valiliği kurmaya girişmiş, büyükşehir belediye modelini hazırlamış, su-kanal yönetimini Dünya Bankası kredisi doğrultusunda İSKİ adı verilen modele göre düzenlemiş, yerel yönetim sistemini şimdi kurulan modele hazırlamaya başlamıştı. ANAP hükümetleri bu modeli ilerletmiş ve federal esaslara göre çalışacak yerel yönetim sistemi, AKP tarafından 2005 yılında çıkarılan yasalarla kurulmuştur.

Çıkarılan yasalarla devlet sisteminde "genel yetki" merkezi yönetimden alınıp yerel yönetimlere verilmiştir; merkezin "idari vesayet" yetkisi daraltılıp yerel yönetimler "özerklik" esasına göre kurulmuştur; Ağustos 2007 Anayasa Taslağı yerel yönetimlere vergi had ve oranlarında değişiklik yapma yetkisi tanımaktadır... Kısacası, üniter sistem içinde yerel yönetimler, bunları "güçlendirme"yi aşıp yerel birimlere federe konum ve nitelik kazandıran değişikliklere tabi tutulmaktadır.

SONUÇ

Şimdiye dek yaşanan süreç ve sahip olduğumuz bilgiler, Türkiye’de ABD tipi bir sistem kurulmak istendiğini göstermektedir. Bu, federal devlet başkanlığı sistemidir.

1. İçinde yuvarlandığımız küresel sömürgecilik çağında, "devlet başkanlığı" sisteminin öngördüğü kurumlar sistemi Türkiye’nin emperyalizme karşı direncini daha büyük oranda ve hızla kıracaktır.

2. Böyle bir hükümet sistemi, üniter yapıyı, bölgesel ve yerel yönetimlerin doğasını dönüştürerek kırmak amacıyla ilerleyen federalizme geçiş çabalarını kolaylaştırarak destekleyecektir.

Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda parlamenter hükümet sistemi doğru tercihtir; bu sistemde Cumhurbaşkanı yetkileri azaltılmalı; bu makama hak ettiği tartışılmazlık ve saygınlık kazandırılmalı; seçim sistemi "temsilde adalet" ilkesince düzeltilmeli; siyasal parti düzeni oligarşik sıkışmadan kurtarılarak TBMM üyeliği ülke yönetimini üstlenebilecek nitelikte adayların çalışma unvanı haline getirilmelidir.

Bakanlıklar sistemini etkisizleştirmiş olan mevcut dağılmaya son verilerek, devlet tüzelkişiliği ve kamu tüzelkişiliği yeniden kurulmalıdır.

Hem parlamento hem bakanlıklar ve idare, piyasaların çıkarlarına değil ülkenin bağımsızlığını ve yurttaşların toplumsal eşitliğini sağlamak amaçlarına odaklanmalıdır. [BAG, 19 Mart 2013/2 Ekim 2007]


[1] Bu yazı 2 Ekim 2007 tarihinde “21 Ekim 2007 Referandumu Nedir?” başlığıyla kaleme alınarak internet ortamında ve çoğaltma yoluyla dağıtılmış olan metin üzerinde birkaç değişiklik yapılarak hazırlanmıştır. O tarihte çalışmaların sloganı 21 Ekim Karşı-devrim Sandığın(d)a Hayır idi. Sloganla hem bu referandum sandığı reddedilmişti; hem de önlenemeyen referandum için kurulan sandıklarda ‘hayır’ oyu desteklenmişti.

13 Mart 2013 Çarşamba

BU 'YENİ MUTABAKAT' NEYİ ÇÖZÜYOR?

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.

Anayasaya "Türk vatandaşlığı" yazmak, etnik temelli anayasa yapmak değildir. Tam tersine, "TC vatandaşlığı" demek, etnik kimliklere dayanan, etnikçi bir anayasa yapmak demektir. Bu, ülkemizi "milleti bakımından" bölmek demektir. 

AKP – PKK anlaşmasında “silahlara veda”nın şartı Anayasa’nın değiştirilmesi …

'Yeni mutabakat', yeni anayasa demek. AKP anayasada birkaç değişiklik yaparsa, PKK silah bırakmaya gidebilecek. Ama silah bırakmak öyle kolay da değil. Bunun sırları Öcalan’ın kafasındaymış şimdi; gazetede öyle deniyor: [1] Öcalan “bu planın detaylarını bu aşamada değil üçüncü aşama geçildikten sonra açıklayacak”.

'Yeni Mutabakat'taki dört aşama ise şunlar: [Eskisi herhalde Habur Mutabakatı idi.]
(1) Çatışmasızlık,
(2) Sınır dışına çıkmak –ama önce TBMM 4. Yargı Paketi’ni çıkararak af sağlayacak,
(3) Silah bırakma görüşmeleri –ama önce Anayasa değiştirilecek-,
(4) Silah bırakmak –işte bunun olur’u Öcalan’ın kafasında, şimdi bilen yok-.
Yani bu müzakereye göre PKK’nın silah bırakması, Türkiye’nin anayasasının değiştirilmesine bağlı.

Peki Öcalan Anayasa’da ne olsun istiyor?
(1) “Nötr bir vatandaşlık tanımı. … Yeni tanım: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı.
(2) Anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması.
(3) Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi. Bu arada Türkiye, Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Sözleşmesine koyduğu şerhi kaldıracak.
Bazıları şimdilik “(1) genel af, (2) Öcalan’a ev hapsi, (3) PKK’nın silah bırakması ortada duruyor” dese de öyle değil. Genel af, 4 Yargı paketiyle hazırlanıyor; ev hapsi için uygun zaman kollanıyor; silah bırakma işi son aşamaya ve ‘dur bakalım’a atılmış durumda.

Mutabakatta söylenmeyenler de var. Söylenmediği için ‘tamamdır’ dediği anlaşılıyor. Öcalan, Erdoğan’ın “laiklik” anlayışına ve “başkanlık sistemi” isteğine destek vermiş bulunuyor.

Bu manzaraya bakarak memnun olanlar diyor ki; mutabakatta “bölünme, ayrı devlet, federasyon ve hatta demokratik özerklik bile yok”… Kısacası üniter devlet kurtarıldı!

Müzakereler “üniter devleti kurtardı” mı, tartışmalıdır. AKP’nin ulusal devleti teslim ettiği ise tartışmasız.

“Hele Önce Ulusal Devleti Bir Dağıtalım, Sonra Bakarız!"

Bugünkü Anayasa’da Madde 3, kısa birkaç cümleden oluşur.[2] “Türkiye devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir.” Buna göre Türkiye devleti üniter ve ulusal bir devlettir.

Ülkesiyle bölünmez; yani devletin coğrafyasında ayrı devlet – federe devlet – bölgeli devlet, kısaca toprak üzerinde federasyon olmaz. Tüm ÜLKE tek parlamento tek hükümet tek idareye sahiptir; devlet yapısı üniterdir.

Milletiyle bölünmez; yani devletin uyruğu olan insanlar, toplumun kendisi, “etnik kimliklere göre kolektif haklar tesis edilerek” milliyetler devletine dönüştürülemez. MİLLET, tek siyasal kimliğe sahiptir; uyrukları Türk vatandaşıdır; dolayısıyla insanların ulusal-resmi dili tektir; Türkçedir.

Öcalan ile Erdoğan, arkalarındaki petrol düşkünü yerli yabancı çıkar gruplarıyla birlikte, “Türk vatandaşı” yerine “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” diyerek işte bu ikinci kısmı ortadan kaldırmakta anlaşmış bulunuyorlar.

Bu iş gerçekleşsin diye uğraşan belli kesimler, uzun süredir “Anayasa’daki basit bir isim değişikliğinden bir şey olmaz” hafifliğini yaymaya çalışıyorlar. Ne var ki, Başbakan her türlü ulusal değeri “ayaklarının altına alıp" çiğnediğini ilan ettiğinden beri, hafiflik yayma işi etkisini yitirdi.

Aslında, “anadilde eğitim” talebinin önündeki birinci engel, vatandaşlığın “Türk” olarak tanımlanmış olmasıdır. Bunu silip yerine “nötr vatandaşlık” yani “TC vatandaşlığı” getirirseniz, PKK’nın 2. isteği de karşılanmış olacaktır.

Şöyle ki;

“Türk vatandaşlığı” yerine “TC vatandaşlığı” demek, Türkiye devletini “milletiyle bölünmez bir bütün” olmasına son vermek demektir. Bunun en somut uygulama alanı, ulusal-resmi dilin tek değil birden fazla olmasıdır. Resmi dil ikiye çıkar, yalnızca Kürtçe ve Türkçe mi olur? Yoksa başka etnik grup/milliyetler de kendi anadili resmi dil olsun isterlerse –böyle bir durumda elbette onların da haklarıdır- beşe ona mı çıkar?... bu sorular artık gelecekte yaşanacak çarpışmaların konusudur; şimdiden kim bilebilir?

Çok resmi dilli bir devlet ve toplum kurgusunun, bu toplumun bireylerini birlikte yaşatma amacımıza hizmet etmesi pek güçtür. Böyle bir kurgunun yaşama geçirilebilmesiyse, adeta birkaç sihirli değnek icadı gerektirir.

Ulusal Devlet Yoksa Üniter Devlet Olur mu?  

Olmaz... Toplum ile devlet tanımları birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Toplum ulusal değil milliyetler toplumu olarak kurgulanırsa, bu insanların yönetim örgütlenmesini de buna uygun kurmak eşyanın doğası gereğidir. Bu zorunluluk, üniter devletlere özgü bir “yerel yönetimleri güçlendirmek” politikasıyla karşılanamaz. Yönetilemezlik hali, adeta kendiliğinden, toprak üzerinde özerk yönetim sistemini zorlayacaktır.

Yani Öcalan, insan iradesiyle ilk düğümü çözerse bir sonraki düğümün sosyolojik yasalarca halledileceğini bilmektedir.

Başbakan Erdoğan da buna razıdır; çünkü o da toprak üzerinde ancak federal devlet sistemiyle sürdürülebilecek bir başkanlık sistemine vurulmuş durumdadır. O da ‘sosyolojik yasalar’ın göreceği işi memnuniyetle karşılayıp, gerekli önlemleri sevinçle alacaktır.

Demek ki;

Öcalan – Başbakan arasındaki “İmralı Mutabakatı” terör sorununu çözmeye değil, Türkiye’yi çözmeye yöneliktir.

Biz Türkiye’nin çözülmesini değil, terör sorununun çözülmesini istiyoruz. Çözümün tavizleri, Türkiye’nin ulusal ve üniter devlet yapısı olamaz diyoruz.

Sizce de yeterince açık değil mi?




[1] Eyüp Can, İşte Yeni İmralı Mutabakatı, Radikal Gazetesi, 8 Ocak 2013, s. 10-11.

[2] Anayasa’nın üçüncü maddesi tam olarak şöyledir: “Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti. MADDE 3– Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.”

3 Mart 2013 Pazar

SAYIN APO'NUN İSTEDİĞİ ........?


Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.


28 Şubat 2013 günlü Milliyet Gazetesi’nde İmralı Zabıtları yayınlandı. Bir bölümünde partim CHP ile ben de varım. İlgili bölüm şöyle:
“Anadolu İslamlaştıktan sonra bin yıllık Hristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar. Aslında Sırrı Sakık’ın Kafkaslardan geldiler sözü doğruldu ama açıklayamadı. Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, “Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz” diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir. Türklerin karşısına ne kadar Kürt çıkarırsak, o kadar Türk koparırız; Kürtlerle Türkler karşı karşıya gelirse, taviz alırız diyorlar. Türk Kürdü ezmeli, Kürt Türkü vurmalı. Birgül Ayman kimdir? MHP, CHP katı laik bir mezheptir. Faşist CHP olduğu gibi duruyor. CHP ve MHP ulusalcılığı, Hitler milliyetçiliğinin aynısıdır. Zaten kuruluş tarihi de aynıdır. Anayasanın önüne de bunlar dikilecekler.”
Kürtçü siyaset ile Başbakanın sahte ümmetçi siyaseti aynı zihinsel kodlarla sarmaş dolaş olmuş görünüyor.

SayınApo, Başbakan Erdoğan’dan sonra bizlerin konumunun tanımlanışına yeni “açılım” getirmiş.

Ulusalcılara SayınApo "açılım"ı... 

Başbakan ve bağlıları, “Türk ulusunu anayasadan ve tarihten silemezsiniz” itirazımıza, “Türk vatandaşlığı varlık zeminimizdir; ortadan kaldıramazsınız” sözümüze, “siz kafatasçısınız – ırkçısınız” diye saldırmışlardı. Bu saldırıdan Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyet’in büyük kurucuları, dünü ve bugünü ile Cumhuriyet Halk Partisi ve şahsım doğrudan açıkça zikredilerek payımızı almıştık.

Şimdi aynı hedeflere SayınApo saldırıyor. Ama bu sefer sayesinde, acayip bir hızla, “Türk ırkçılığı”ndan bin yıllık Hristiyanlığın Kürt ve dahi Türk varlığını sarsan Ermeni, Rum, Yahudi lobilerinin unsuru olmaya savrulduk.

SayınApo, Birgül Ayman kimdir? diyor. Başbakanın gazetelerinden bir köşe yazarı özel harekatçı olabileceğimi yazmıştı. Şimdi herhalde SayınApo’nun bu sorusunun gereği de yerine getiriliyordur. “Bu kimdir” araştırması, herhalde öz-savunma gücü eliyle yapılıyordur. Sonucu merakla bekliyoruz!

Şimdiki İsteği "Demokratik Ulus" ... 

İmralı Savunmaları'ndan öğreniyoruz ki, SayınApo demokratik esinlerini Leslie Lipson adlı yazarın Demokratik Uygarlık kitabından almış. İkinci Dünya Savaşı sonrasında 'sosyalizme karşı demokrasi' ideolojisinin temsilcileri, Türkiye’ye “demokratik birlik çözümü” için kaynak olmuş. Böyle bir temelden çözümler üreten SayınApo’yu ben de daha yakından araştırıyorum. Elbette öz-savunma gücüm eliyle değil; bir öğretim üyesi ve “Büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üstüne” and içmiş İzmir Milletvekili olarak!

Araştırıyorum, çünkü her kökenden binlerce Türk vatandaşını otuz yıldır yakıp, son on yıl içinde “Demokratik Cumhuriyet”, “Demokratik Konfederasyon”, “Ekolojik Toplum”, “Demokratik Özerklik” derken son aşamada “Demokratik Ulus” önerisine ulaşan bu zihin, üzerinde çalışılması gereken bir zihniyetin parçası!

SayınApo’nun istediği Demokratik Ulus'un tanımı, başlangıç olsun diye söyleyelim, “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” adlı kitabında aşağıdaki gibidir:
“Demokratik ulus, sadece zihniyet ve kültür ortaklığıyla yetinmeyen tüm üyelerini demokratik özerk kurumlarda birleştiren ve yöneten ulustur. Belirleyici olan yönü budur. Demokratik, özerk yönetim tarzı demokratik ulus olmanın başta gelen koşuludur. Bu yönüyle ulus-devletin alternatifidir. Devlet yönetimi yerine demokratik yönetim büyük bir özgürlük ve eşitlik imkânıdır. Demokratik ulusun vatandaşı, üyesi farklı olup, bu farkını farklı topluluklardan alır. Kabile ve aşiret varlıkları bile demokratik ulus için birer zenginliktir .... Dil, şüphesiz kültür kadar ulus için önemli olmakla birlikte zorunlu bir şart değildir. Farklı dillerden olmak aynı ulustan olmaya engel teşkil etmez. Her ulusa bir devlet ne kadar gereksizse her ulusa tek bir dil veya şive de gereksizdir. Ulusal dil gerekli olmakla birlikte olmazsa olmaz bir şart değildir.

En basit insan hakları olan Kürt çocuklarına anadil eğitimi ve kültürel geleneklerine göre adlanma ve yaşama olanaklarının sınırlandığı ortamlarda, 'Kürt parlamenterlerden' bahsetmek olası değildir. Diline ve kültürüne sahip çıkmayanın halk temsilcisi olarak adlandırılmasının hiçbir siyasi sözlükte yeri yoktur. ….. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte devlet geneli açısından olduğu kadar, ulusal temsil kurumları açısından da yeni biçim arayışları önem taşımaktadır.”
Kısacası :

SayınApo’nun istediği "demokratik ulus", Anayasa'da Başbakan Erdoğan’ın istediği ile aynıdır: Anayasal vatandaşlık.

Anayasa’dan Türk vatandaşlığı kurumunun silinmesi, yerine “TC vatandaşlığı” ya da “Türkiye vatandaşlığı” getirilmesi. Böylece o da aynı Başbakan Erdoğan gibi, her etnik topluluğu/milliyeti “kendi kültürü çevresinde” yaşar hale getirerek özgürleştireceğini söylüyor. Milliyetlere sıkışıp nasıl özgür olunacaksa!

Bu çözümün ne olduğunu çok somut görmek isteyenler, örneğin bugünkü Makedonya uygulamasına bakabilirler.

2 Mart 2013 Cumartesi

BAŞBAKANIN MİLLETİ .........?

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, İzmir Mv.

Başbakan Erdoğan, “Türk vatandaşlığı” ve “Türk milleti” kurumlarını Anayasa’dan silmeye karar verdi. Partisi, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na Ağustos 2012’de adsız bir vatandaşlık maddesi yazmış onu teslim etmişti. Ne olduysa, Ekim 2012’de ilk öneri geri çekildi ve AKP önerisi “TC vatandaşlığı” olarak yenilendi.

Ne var ki, hem Başbakan hem de yetkilileri, bunu partilerinden de seçmenlerinden de gizlemeyi tercih ettiler. Kanıt mı? En kolayı 23 Ocak 2013 günlü TBMM Genel Kurul tutanaklarından bir-iki satırı buraya almak:
“BİRGÜL AYMAN GÜLER - AKP'nin, Türk ulusunu tarihten silmeye, Türk vatandaşlığını tarihten silmeye dönük olan girişimlerinde BDP'yle nasıl iş birliği yaptıklarını onun [BDP milletvekili Ayla AKAT’ın] konuşmasında gördük. -MEHMET METİNER - Yok öyle bir şey. Ne alakası var? - BİRGÜL AYMAN GÜLER: Öyle bir şey nasıl yok? Anayasa Uzlaşma Komisyonuna vatandaşlık maddesi için partiniz ne önerdi arkadaşlar? "Türk vatandaşlığı"nı değil, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı"nı öneriyorsunuz. Başbakanınız salı günü "Bizim temelimiz Anasırı İslam'dır." diyor.
“Ulus ile millet aynı şey!” deyip….

Seçmenin iktidar mazbatası verdiği kişiler, TBMM’nde “büyük Türk Milleti önünde namus ve şeref”leri üstüne yemin etmişlerdi. Şimdi, huzurunda yemin ettikleri ulusu yok ediyorlardı. Bu gerçekten de çok ağır bir durum… Başbakan, böyle suçüstü yakalananınca, üç gün sonra 26 Ocak 2013 günü durumu açıklama gayretine değil de, suçüstü yapanları suçlama gayretine düştü:
“Bakın parlamentoda bir milletvekili sanıyorum kariyeri de var. Ulus ile millet kavramını birbirine karıştırıyor. Birisi için millet birisi için ulus diyor. İçeriğinden haberi yok. Birisi öz Türkçe birisi Arapça.”
Başbakan, “bunu bile bilmiyor, ulus-millet aynı şey!” dediyse de, birkaç gün içinde “Ulusa Sesleniş” adını taşıyan resmi TV programının adını değiştirip “Millete Hizmet Yolunda” yaptırdı. İlk ipucu! Hangisi doğru? Bunlar aynı şey mi değil mi? Aynı şey ise, programın adı neden “ulus” silinip “millet” yapıldı?[1] Başbakan Arapça’yı Türkçe’den daha çok seviyor da o yüzden mi bu değişiklik? Yoksa ulus – millet aynı şey değil mi?

Zaman içinde kavramların anlamı değişiyor. Genel olarak bakarsanız bu ikisi aynı şey. Ama Osmanlı’da “millet” denirdi de, “ulus” kavramı bilinmezdi. O zamanlar Osmanlı’nın tümüne millet denmezdi. “Millet”ten, Osmanlı tebaası olan farklı dinsel-etnik topluluklar anlaşılırdı.

Bugünlerde Başbakan’ın “millet”ten anladığı ise bambaşka bir şey. Kendisi “millet”ten ne anladığını bir iki gün sonra açıkladı, biraz aşağıda göreceğiz.

Artık biliniyor sanırım; orada sözünü ettiğim “ulus-millet” değildi; anayasal kuruluşa ait “ulus ve milliyetler”den söz ediyordum. Buna göre ulus siyasal, milliyetler ise kültürel kavramdır. Ulus, "kendi siyasal varlıkları olmayan" milliyetlerin ortak/tek siyasal çatısıdır. Buna üst-alt kimlik diyen çoktur; en başta da başbakanın dilindedir. Ne var ki, böyle demek doğru değildir; çünkü kimlik yaklaşımı neoliberalizmin en zehirli yaklaşımlarından biridir. Başbakanın konuşmasını hazırlayanlar ve kendisi, kibirleri öyle güçlü ki, duyduklarını değil kendi akıllarının sesini esas saydılar. Millet-milliyet farkını dahi ayırt edemeyenler, meseleyi en iyi bildikleri şeylerden birine, şeytana taşıdılar. Başbakan şöyle dedi:
“Kavramın özü de şeytanın ‘beni ateşten yarattın onu çamurdan’ diye kökene vurgu yaparak isyan etmesine dayanıyor. ...ecdadımız hiçbir zaman ötekine ırkıyla kavmiyle hitap etmemiştir… bir ırkın bir kavmin diğerlerine üstünlük sağlaması kabul edilmemiştir… Böyle bir kibir böyle bir böbürlenme insanlık dışıdır ırkçıdır faşizmdir…”
O gün konuşmasının son cümlesi şu oldu: “…ben Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığını çok önemsiyorum. Bunun dışında farklı bazı şeyleri ortaya koymak ayrışmaya neden olur.”

“Türklük, ırkçılık – kafatasçılıktır!” … Bak resimlere!


Başbakan konuyu 30 Ocak 2013 günlü AKP Grup Konuşması’nda yine ele aldı. Ama kendi önerilerini açıklayıp anlatmak yerine saldırıdaydı. Bana yönelik sözlerini CHP için de geçerli saydı:
“…güya profesör, güya bilim insanı. Düne kadar insanları sakallı-sakalsız, başörtülü-başörtüsüz diyerek tasnif ediyor, ayrımcılığa tabi tutuyordu, şimdi de çıktı insanları kafataslarına göre ayrımcılığa tabi tutmaya başladı….. [CHP’ye] Ya siz dün neyseniz bugün de aynısınız, bugün siz bugün neyseniz dün de aynen buydunuz.”
Ve dün – bugün aynılığını kanıtladı: 1941’de "Milli Şefimizle Führer arasında samimi tebrikler" başlıklı bir gazete haberini, 1932’de "Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam" başlıklı başka bir gazete haberini, TV’lerde artık harcıalem hale gelmiş Mahmut Esat Bozkurt’tan bir cümleyi, gazetelerin kupürlerini sallayarak herkese gösterdi! Oysa gazete manşetlerinde bir acayiplik yoktur. O tarihlerde İtalya’da Berlusconi, Almanya’da Merkel olmadığı için yapılacak bir şey yoktur. Öte yandan, Cumhuriyet’in bu konulara yaklaşımını görmek için Tarih Kongreleri vardır; bir iki yazar yerine öyle kapsayıcı resmi belgeler üzerinde çalışmak daha yerinde olmaz mı?

Başbakan bu konuyu 26 Şubat 2013 günlü AKP Grup konuşmasında, yüzünde tuhaf bir ifade ile bir kitabı açarak sürdürdü. “Tarihten bir vesika” gösterdi. Kitabın 5. Sayfasında bir enstitüdeki laboratuarda bulunan kafatasları! Raflarda yüzlerce kafatası! Kadınlar ve erkekler üzerinde ölçümler yapıyorlar!
“Olur mu öyle şey ya demeyin! … Şimdi soruyorum, bizim millet tarifimiz bu olabilir mi?”
Üstelik de bu resimlerin basıldığı “tarihten bir vesika”da Gazi Mustafa Kemal’in Reisicumhur ve İsmet Paşa’nın başbakan olarak imzası var. Enstitü doktoruna teşekkür var.
“Şimdi soruyorum; bu insani midir, bu vicdani midir? Bunun bizim dinimizde, bizim inanç dünyamızda, bizim ruh dünyamızda yeri var mıdır? Bu kürsüden daha önce de ifade ettim, şeytan kendisinin ateşten, insanın ise topraktan yaratıldığını söylemiş kibirlenmiş ve isyan etmiştir. Kendi ırkının, kendi soyunun diğerlerinden üstün olduğunu iddia eden hiç tartışmasız şeytanın izindedir; işte biz bunu ifade ediyoruz.”
Bu sözleri açıklamaya gerek var mı? Başbakan Cumhuriyet’in kurucularının “şeytanın izinde” olduklarını ilan ediyor; onların “bizim dinimizden, inancımızdan, ruhumuzdan olmadıkları”nı söylüyor. Hem de bu sözleri, onların kurdukları TBMM çatısının altında sarf ediyor.

Yer yerinden oynamadı; salondakiler ürküp alkış tuttular yalnızca.

İşin önemiyse, kameralara tuttuğu kitapta gizliydi. Kitap, 1925 yılında kurulan, önce İstanbul sonra Ankara Üniversiteleri bünyesinde çalışan “Antropoloji Enstitüsü”nün kurumsal ve akademik tarihçesi. 1940 yılında İngilizce ve Fransızca basılmış.

Enstitü, Batılı devletlerin liselerde okul kitaplarına kadar girmiş “Türkler aşağı sarı ırktandır” suçlaması ve aşağılamasıyla baş etmek için kurulmuştu. Aynı yıllarda Fuat Köprülü gibi tarihçiler de “Türkler her türlü medeni teşkilattan mahrum ve göçebe ananelerinden kurtulamamış basit askerlerdir; idari ve siyasi teşkilatlarını bile başkalarından almışlar ve mağlup ettikleri kavimlere mensup fertler sayesinde bu teşkilatı tatbik edebilmişlerdir” türünden savlara karşı tarih çalışmaları yapıyorlardı.[2]

Antropoloji Enstitüsü ABD, Berlin, Fransa, İsviçre antropoloji kurumlarıyla işbirliği yaparak yürüttüğü araştırmalar sonunda, Batılı ırkçı önyargıyı ortadan kaldırmayı başarmıştı. Bu kuruluş ve çalışmalar, Türkiye’de bilimlerin kuruluşu kapsamındaydı ve Batı bilimlerinin içinde uluslararası ilişkileri doğrudan etkileyen sonuçlarıyla antropoloji (insanbilimi) de alması gereken yeri almıştı.

Yusuf Akçura Türk Tarih Tetkik Cemiyeti başkanı olarak 1932 yılında “ırkçı kuramlar sömürgeci ülkeler ve emperyalist güçler tarafından icat edilmiştir” diyordu; dönemin ders kitaplarında “ırk ayrımının içtimai değeri yoktur; farklılıklar ırkların üstünlük ya da geriliğini göstermez” yargıları yer alıyordu.[3]

Biraz emek verilirse, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının “kafatasçı ırkçılık” ile hiçbir yakınlıklarının olmadığını görmek hiç zor değildir. Ama 21. yüzyıl gibi bir zamanda yöneticileriyle seçmenlerini çocuk yerine koyabilen böyle içi boş bir kibirle başa çıkmak ise pek zordur.

“Biz Millet derken…..”

Başbakan, 17 Şubat 2013 günü Mardin’in Midyat İlçesi’nde ruhunun özünü adeta kustu:
“Bizde ayrım yok, bölücülük yok, bölgesel milliyetçilik yok, etnik milliyetçilik yok, dinsel milliyetçilik de yok. Kimse bizim karşımıza Kürtlükle, Türklükle çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız.”
Bu sözler, “Büyük Türk Milleti önünde” üç kez yemin etmiş ve Başbakanlık yetkileri kullanmış biri için açıklanması çok güç sözlerdi. Başbakan genellikle yaptığı gibi kendisini kutsal din duygularımızın örtüsü altına gizlemiş, öyle konuşuyordu. Ama bu kez, Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’nde sarf ettiği “cahiliye döneminin gelenek-görenekleri ayaklarımın altındadır” cümlesinden esinlendiği izlenimi, on yıl boyunca gizlice “yeminini yeme gerçeği” karşısında onu kurtarmaya yetmedi. Çünkü Hz. Muhammed cahiliye dönemini gerçekten kırıp atmıştı; kitlelerle birlikte gerçekleştirdiği şeyi dile getirmişti. Oysa Başbakan yeminini çiğnediğini ve kendisini destekleyenlerin dahi açık onayını almadığı gizli gündemini ilan etti.

Başbakan, 26 Şubat 2013 günü AKP Grup Toplantısı’nda zor durumdaydı: “Şimdi bakın değerli milletvekili arkadaşlarım, aziz milletimin de bu noktaya özellikle dikkatlerini rica ediyorum” diyordu:
“.. gerek benim, gerek yol arkadaşlarımın siyasi tarihimiz boyunca en çok, en sık kullandığımız kavram, altını çizerek söylüyorum, millet kavramıdır. AMA BİZ, millet kavramıyla hiçbir zaman bir etnik grubu, bir bölgeyi, bir kavmi, bir kabileyi kastetmedik…… Tarihimiz boyunca millet kavramına nasıl bakıldıysa, ecdadımız millet kavramıyla neyi kastettiyse, biz de öyle bakıyor, onu o şekilde kastediyorduk.”
Peki ama "o" nedir? Başbakan “bu millet” diyor, “tek millet” diyor, ama bu milletin adını bir türlü söylemiyor. Aynı konuşmada Türk Antropoloji Enstitüsü’nün çalışmalarını bir korku filmi edasıyla araya sokuşturup, “Türk Milleti” demenin kafatasçılık olduğu anlamına gelen bir şeyler söyledi ve sonra sözü şuraya getirdi:
“Türk, Türk kültürüyle elbette ki varlığını sürdürecek, Kürt kendi kültürüyle, Arap, Laz, Çerkez, Boşnak, Gürcü, Pomak, velhasıl hepsi kendi kültürüyle varlığını idame ettirecektir… Hepsi tek bir millet olarak, tek bir çatının altında, tek bir bayrağın altında, bir beraber olacak kardeşçe yaşayacaktır.”
Başbakan, bu “tek millet”in ne olduğunu, bu kez de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bambaşka bir bağlamda söylediği sözlerin zırhına bürünerek dil altından söylüyordu: “anasır-ı İslamiye”, yani İslami inanca bağlı unsurların toplamı…
“...biz milliyetçilik ayaklarımızın altındadır derken, elbette ki böyle kucaklayıcı bir milliyetçiliği [kastetmiyoruz]… kucaklayıcı bir millet anlayışıyla yolumuza devam ediyoruz…. Biz, milliyetçiliği anlatan değil, yaşatan bir partiyiz… milliyetçiliği millete hizmetle özdeşleştiren bir partiyiz……vb. vb...”
Artık şunları biliyoruz:

(1) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a göre Türk, bir “etnik grup, bir kavim, bir kabile”dir. Aynı Çerkez, Kürt, Boşnak asıllılık gibi bir de Türk asıllılık vardır.

(2) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türk Ulusu olamayacağını kabul etmektedir; dolayısıyla Türk Ulusu’nun varlığına son vermek ve ulusal devleti tasfiye etmek amacını gütmektedir.

(3) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ülkemizde İslam inancındaki unsurlardan oluşan bir “tek millet”, terimleri doğru kullanırsak ümmet yapısı yaratmayı amaçlamaktadır.

(4) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, devleti dini esaslara göre örgütlemeyi amaçladığını göstermiş bulunmaktadır.

(5) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, laiklik ilkesinden vazgeçmiştir. Çünkü, toplumsal tabanı ulus değil, dini esasa göre ümmet olarak belirlenmiş bir ülkede devlet, laiklik ilkesine göre kurulamaz ve işleyemez.

Ve hala bilmiyoruz:

(1) Ümmet anlamındaki bu “tek millet”te farklı ‘etnisite, kavim, kabileler’, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın deyişiyle, “hepsi kendi kültürleriyle varlıklarını idame ettirecekler”dir. Nasıl?

(2) Bakanlar Kurulu toplantısında, 22 Şubat 2013 günü Başbakan “Cemevleri ibadethane değil kültürel mekan” buyurdular. Bu ümmet anlamındaki millet içinde Sünni-İslam dışında kalan İslam ve İslam dışında kalan dinlerden gruplar “kendi kültürleriyle varlıklarını idame” ettirecekler mi; Nasıl?

KENDİ BİLDİKLERİMİZE GELİNCE:  

Ümmet, farklı milliyetlerin feodal yapı üzerinde din esasına göre oluşturdukları topluma verilen addır. “Ecdadımız” o zamanlar millet sözünü ümmet için değil, ümmetin içindeki dinsel-etnik milliyet topluluklarını işaret etmek için kullanırdı.

Başbakan, yeni zamanların “millet”ini aldı, içini ‘bir peygamber etrafında toplanmış insanlar’ı anlatan ümmet ile doldurdu. Dolayısıyla onun aklında millet=ümmet özdeşliği var.

Başbakanlar ümmet toplumu yaratmayı hayal edebilirler; ama bunun temelini oluşturan feodalizmi nasıl yeniden inşa edebilirler?

Türk, Başbakanın sandığı gibi bir etnik grup adı değildir. Türkmen, Yörük, Tahtacı, vb…. etnik gruplar, bin yıllık göç ve Anadolu yerleşmesi boyunca kendi dil ve kültürlerini tüm nüfusun kullanımına açmışlar ve bir “Türkiye Türklüğü” doğmuştur. Bu etnik gruplar “kendi kimlikleri”ni geri çekmiş, ülkenin siyaseti - yönetimi – ticareti üzerinde hiçbir “hak iddiası”nda bulunmamışlardır. “Kendi”leri olarak bir kast, elit haline gelmemişlerdir. Bu tarihsel gelişme, Türkiye Türkçesi ile Türklüğünün bir ulusal kimlik çatısı oluşturmasını sağlamış olan maddi zeminin ta kendisidir.

Tarihin maddi ve elbette manevi zorunlulukları, Başbakanlar istedi diye ortadan kalkmaz.

Türk Ulusu çerçevesini ırkçı-kafatasçı bulan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Öcalan, olmayacak duaya amin dediklerini görmelidirler. Yeni baştan başbaşa verip, belki yeni bir “süreç” başlatarak bu girdaptan çıkmanın bir yolunu aramalılar.

Yazıyı bitirirken, başlıktaki nokta-noktayı dolduralım: 
Başbakanın milleti, ümmettir. Bu nedenle millete ulus diyemez. Ve bu nedenle 26 Ocak 2013'te 'aynı şey, aynı.. biri Arapça öbürü Türkçe..' sözünü, TV programının adını değiştirerek geri çekmiştir. Ve yine bu anlayışı nedeniyle 'kapsayıcı milliyetçiyiz' sözü tarih-dışına boşluğa yuvarlanmış bulunmaktadır.




[1] Konu Radikal adlı gazetenin 31 Ocak 2013 sayısında şöyle duyuruldu: “CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler'in TBMM'de yaptığı konuşmada ''Türk ulusu ve Kürt milliyeti eşit değildir'' söyleminin ardından başlayan 'ırkçılık' ve 'ulus' tartışmalarının doruk noktaya çıktığı bir zamanda programın isminin değişmesi dikkat çekti. Başbakan Erdoğan Güler’i ırkçılık yapmakla suçlarken, yaşanan tartışmayı ''Parlamentoda bir milletvekili, ulus ile millet kavramını birbirine karıştırıyor. Ülkemizdeki Türk için kalkıyor millet, diğeri için ulus diyor. İçerikten haberi yok. Birisi öz Türkçe, diğeri Arapça'' diyerek eleştirmişti.”

[2] Fuat Köprülü, Orta Zaman Türk Hukuk Müesseseleri: İslam Amme Hukukundan Ayrı Bir Türk Hukuku Yok mudur? Belleten, Cilt: II, Sayı: 5-6, 1938, s. 383-418.

[3] Burada sözü uzatmak yararsızdır. Zafer Toprak tarafından kaleme alınmış Cumhuriyet ve Antropoloji adlı kitaba göz atmak yeterli olur.