25 Ağustos 2014 Pazartesi

EMPERYALİST EVRENSELCİLİK


Evren, Kaşgarlı sözlüğüne göre “gök kubbe” demek. Başka dillerden gelen “kainat”, “alem”, “kozmos” anlamında. Evrensel ise, evren ile anladığımız ‘mevcudat’ düzleminden farklı.

Evren gerçek dünyayı anlatırken, evrensel mantıksal kurguyu anlatıyor. Ve asıl olarak da Batı düşüncesinin kurgusunu.

Evrensel, üniversel… Latince universalis’ten bozma. Tüm - bütün ile ilgili buyruk. Değişken ve farklı şeylerin içinde genel, ortak, her yerde geçerli olduğu kabul edilen karakteristik ilke. Evrensel ilke ulaşılması gereken bir şey. Bir tür ‘amaç’. Her yerde mutlak geçerliği olan ilkeler var; bunlara bağlanmak özgürleşmek demek. Değerler hiyerarşisinin adeta en üst basamağı.

Her ulusun kendi gerekleri ve değerleri, “tümün temeli”ni temsil ettiği ileri sürülen evrensel değer karşısında nedir ki!


AYDLK 24.08.2019
PARTİ OLARAK EN BÜYÜK ÇABAMIZ

Evrensellik ve evrenselleşmek, günümüzde felsefi tartışma olmaktan çıktı. Adeta günün modası. Siyasal partilerin kader çizgisi dahi bu kavramla anlatılabiliyor. Örneğin Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, geçtiğimiz hafta içinde İngilizce Zaman Gazetesi’ne şunları söyledi:
“Ben ulusalcılıktan vatanseverliği, evrensel hukuku, insan haklarını, kadın erkek eşitliğini anlıyorum. Benim anlayışım sosyal demokrasinin evrensel kurallarını benimsemek ve onları daha özgürlükçü yorumlamak. CHP yereli de kapsayan bir evrenselliğe doğru adım atıyor. Değişim, yenilenme dediğimiz bu. Dünya küçülüyor, evrensel değerleri benimsemek, onun parçası olmak en büyük çabamız, parti olarak.”
Burada “evrensel hukuk” uluslararası hukuk yerine kullanılmış durumda. Dünya henüz evrensel sıfatı yüklenmiş bir hukuk düzenine ulaşamadı. Tahkim mahkemeleri ile AİHM gibi kurumlarda üretilen kararlar, küresel-bölgesel kapitalizme odaklı ve ilahi adalet ağırlığından pek uzak.

Sosyal demokrasi ise Avrupalı ve sosyalizmden sapma bir akım. Doğum yeri gereğince emperyalizm gerçeğini hep ıskalamış. Bu akımın evrensel kurallarından söz etmek mümkün değil. Olsa olsa genel kuralları olabilir. Günümüzde bu bile oldukça güç. Son temsilcisi, ABD’yi ve sözde “uluslararası toplum”u Irak işgali için kışkırtan Tony Blair idi. Bu vahşiliğin bedelini Katolik Kilisesi’ne ve tarihe gömülerek ödedi.

Yereli de kapsayan evrensellik cümlesinde de benzer bir sorun var. “Evrensel” sözünün çifti “tarihsel”, yerel sözünün çifti ise küresel sözüdür. Demek ki hedeflenen durum Türkiye’yi ulusal bir bütün olarak uluslararası düzende konumlamak değil, küresel dünya düzeninin yerel parçası haline getirmek. Bunu Dünya Bankası daha 20 yıl önce şemaya dökmüştü.

Ya “dünya küçülüyor, evrensel değerleri benimseyerek onun parçası olmak” ne demek?

EVRENSEL DEĞERLER DERKEN? 

Evrensel değerler oldukça kapalı bir deyiş.

Kimileri bunların insanlığın manevi – ahlaki değerleri olduğunu ileri sürer; bu alana dinlerin çatışması / tolerans - hoşgörüsü / diyalogları el atmış durumdadır. Kimileri bunların toplumsal ve siyasal modelleri olduğunu söyler; bu alan Batılı bir avuç ülkenin entelektüelleri ve kurumları tarafından belirlenmiştir. Kimileri de evrensel değeri “şirket/dünya vatandaşlığı” temelinde kozmopolitizm olarak tanımlamış durumdadır.

F tipi dahil siyasal İslamcılar, “seküler milliyetçilik egemen iken sorunları İslam’a göre çözme imkanımız yok; ama aynı amaca evrensel hukuk normlarını esas alarak, insan hakları anlayışı çerçevesinde” ulaşabiliriz diyorlar. Hristiyanlık ve Yahudilik dünyası, çoktan beridir bugünkü “evrensel normların kaynağı biziz” diye haykırıyor. Hem bu kaynak hem de onun dünyevi kolları, 500 yıllık sömürgeciliğin failleri

Eldeki “değerler”in üreticileri, küresel düzenin tepesine yerleşmiş dinsel ve dünyevi tekellerle bir avuç ülkeden ibaret. Ve bunlar şimdi dünyayı “ebedi dünya barışı”, “açık toplum” ve “demokrasi” değerleri adına yangın yerine çevirmiş olanlar.

Evrenselci siyasal dinciler ile küresel sömürgeciliğin ortaklaştığı “evrensel değerler”e bağlanmayı hedeflemek, tüm insanlık için olduğu gibi, bizler için de müjde değil; çağın gericiliğine gönüllü teslimiyet haberidir.

Taraf’ın “kene avcısı”, Cumhuriyet’in “sonbahar temizlikçisi” yazarlarıyla eski AİHM yargıçlarının söylediklerine bakın, yeter!


21 Ağustos 2014 Perşembe

ALTI OKU YENİDEN YORUMLAYACAK OLANLAR


Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Mv - PM Üyesi

21 Ağustos 2014 günlü sözler ilginç oldu.

T24 adlı bir internet gazetesine konuşan CHP İstanbul Milletvekili Binnaz TOPRAK, “ulusalcı çizginin solda yeri yok” demiş. Ona göre “CHP sadece bu kesime hitap ettiği sürece muhalefette kalmaya mahkum.” Seçimlerdeki yaklaşım sağcılaşma değil, seçim koalisyonu. Mütedeyyin aday göstermek muhafazakarlık değil, inançlara karşı daha demokrat bir tutum göstermek. Avrupa sosyal demokrasisinin rotası benimsenmeli.

Birgün Gazetesi’ne açıklamalarda bulunan CHP İzmir Milletvekili Rıza TÜRMEN de “hem ulusalcı hem solcu olamazsınız” yargısında bulunmuş. TÜRMEN, “CHP bu yönde önemli adımlar attı. Aradaki sıkıntılar geçiş döneminin sıkıntıları. CHP değişti ve değişmeye devam edecek. Bu yaşadıklarımız doğum sancıları…..”

TÜRMEN’e göre sancı yaratan koşullar “[1923’teki] egemenlik anlayışınızdan feragat” ve “tek tipçi ulus devlet anlayışından farklılıkları kabul eden başka bir” anlayışa geçiş zorunluluğu... Yani küreselleşmenin gereklerini yerine getirip yerelleşmek gerek diyor. Bunun için de “kimsenin dışlanmadığı bir yurttaşlık tanımını oluşturmanız gerekiyor. Otoriter bir laiklikten uzaklaşıp demokratik bir laiklik anlayışına ulaşılmalı.”

Böylece CHP’de “sonbahar temizliği yapılsın” diyenlerin nasıl bir rota arzu ettikleri özetlenmiş oluyor.

Bu özetin tercümesi şudur:

1. Ulusal egemenlik ilkesinden “ulusal”ı çıkaracağız.
2. Küresel egemenleri üzen engelleri kaldıracağız.
3. Anayasadan Türk vatandaşlığını çıkaracağız.
4. Laiklik yerine sekülerizm diyeceğiz.

Demek ki “Altı Ok”un yeniden yorumlanması böyle olacak. Yani en önce “milliyetçilik” ve “laiklik” okları kırılacak. Çatışmanın temelinde bu iki ok var.

Çünkü ulusalcılar diyor ki:

1. Ulusal egemenlikten vazgeçilemez; çünkü egemenlik ulusal değilse, bağımsızlık yoktur. 
2.Türkiye emperyalizmin çağımızdaki hali olan küresel sömürgeciliğe teslim edilemez.
3. Türk vatandaşlığından vazgeçilemez; Milliyetler devleti kabul edilemez.
4. Çok-hukuklu Osmanlı düzeni diriltilemez; Cemaatler devleti kabul edilemez.

Peki bunlar “solcu” tezler değil mi?

Sayın Toprak ile Türmen solcular ki, sol adına konuşup buna kim girer kim girmez diye karar verme hakkına sahipler. Ya da siyaset yelpazesinde yer ve konumları tayin otoritesine sahipler ki, kim nerede duracak bunu ilan etme yetkisi kullanıyorlar. 

Durum hangisi ise artık, lutfederlerse bizi aydınlatmalarını isteyebilir miyiz? 

Türkiye'de pek çok kesimin siyasal yön tayin etme işlerinde yüksek değere sahip olan şu sözlere ne derler?
“Kemalizm soldur, Milli kurtuluşçuluktur, emperyalizme karşı bu zümrenin isyan bayrağıdır. Milli Kurtuluşçu bir tutum yansıtması açısından bizler sapına kadar Atatürkçüyüz. Onun Milli Kurtuluşçuluk bayrağını, hayatımız da dahil, her şeyimizi ortaya koyarak biz dalgalandırıyoruz.” (agy., s. 131) ” http://kemalistler.blogcu.com/thkpc-ve-kemalizm-savunmasi-mahir-cayan/3856336 
Bu sözler, 1971 yılında Kasım ayında yapılan bir "sonbahar temizliği" sırasında, Mahir ÇAYAN tarafından, mahkeme salonunda okunan Savunma'da söylenmişti. 

Çayan bir anti - emperyalist... Günün zıtlığında küreselliğe karşı ulusalcı! Dahası feodalizme, feodalizmin dine/etnisiteye dayanan çok-hukukluğuna da karşı! 

Biz Türkiye'cek onu solcu biliriz ama.... Toprak - Türmen böyle deyince sormak farz oldu: 

Yoksa Mahir Çayan değil de, Toprak - Türmen mi solcu?

[BAG, 21 Ağustos 2014]




13 Ağustos 2014 Çarşamba

Haksız Suçlama Hakkında Basın Açıklaması


12 Ağustos 2014 günü basın toplantısı yapmış ve Ankara Milletvekili Emine Ülker Tarhan tarafından okunan bir açıklamayla, partimizde ilkelerimizden uzaklaşıldığı ve açık stratejik hataların ısrarlı biçimde yinelendiği saptamamızı dile getirmiştik.

Bu gerekçelerle, güçlü muhalefet ve iktidar yürüyüşü yolunda, CHP Genel Başkanlık makamının boşaltılması ve partinin kurultaya taşınması gerektiği görüşümüzü kamuoyuyla paylaşmıştık.

Bugün, 13 Ağustos 2014 gazetelerinde, Sn. Genel Başkan’ın “Seçimde bölgelerine gidip çalıştılar mı bu arkadaşlarımız? Hayır” şeklindeki sözleri yayımlanmıştır.

Belgeli bir yanlışlık içeren bu sözler Sn. Parti Sözcüsü tarafından da yinelenmiş, “sehven” sarf edilmediği anlaşılmıştır.

Basın toplantısında açıklama yapan milletvekilleri, seçim süresi boyunca, yazılı olarak, TBMM çalışmalarına katılmakla görevlendirilmiştir. Seçim sürecinde alan çalışmalarında bulunmamamız, bu görevlendirmenin gereğidir.

Üç başkanvekilinin ortak imzasıyla görevlendirme yazısı, 17 Temmuz 2014 tarihlidir. Yazıda “Genel Kurul çalışmaları için görevlendirilen milletvekillerimizin Ankara’dan ayrılmamalarını, mazeretsiz olarak çalışmalara katılmalarını…” ifadesi yer almıştır.

Kamuoyuna saygıyla duyururum.

Birgül Ayman Güler
CHP PM Üyesi ve İzmir Milletvekili
13 Ağustos 2014

11 Ağustos 2014 Pazartesi

10 AĞUSTOS DEĞERLENDİRMESİ

Birgül AYMAN GÜLER
İzmir Milletvekili, CHP

10 Ağustos 2014 günü yapılan sandıklı cumhurbaşkanı seçimi sonuçlandı. İki turlu olan seçim, birinci turda AKP adayının geçerli oyların % 51,8’ini almasıyla sonuçlandı. CHP – MHP’nin Çatı Adayı geçerli oyların % 38,4’ünü alırken, HDP adayı % 9,8 oy aldı.

Seçim için 53 milyon seçmen varken bunun 40 milyonu oy kullandı. Henüz kullanılıp geçersiz olan oy miktarını bilmiyoruz.

Kabaca hesapladığımızda, toplam seçmen bakımından oy dağılımı sırasıyla şöyle: % 39, % 28, % 7,5… Bu oranlara bakarak, AKP Adayının balkon konuşmasında yapacağını söylediği şeyleri yapmasının pek de kolay olmayacağını şimdiden görmek önemlidir.

AKP Adayı için “sonun başlangıcı” olan bu seçim sonuçları, Çatı Aday’ın partileri için de bir “yeniden yapılanma” dönemi açacaktır.

Aşağıda belirtilen nedenlerle…

1. İki turlu seçim gerçeğine aykırı formül sorunu -Strateji Hatası

İki turlu seçimlerde ikinci güçlü adayın şansı, birinci turda birden fazla aday çıkarılarak artırılır. Birinci turda Çatı Aday formülü, bu basit gerçeğin atlanması anlamına gelmiştir. Birinci turda tüm yumurtalar tek sepete toplanmıştır. Seçimin ilk turda rakip aday lehine sonuçlanmasında, bu stratejik hatanın etkisi büyüktür.

2. Çatı Aday için tahmini oy beklentisinde -Hesap Yanlışı

Cumhurbaşkanlığı da dahil, ulusal genel seçimler yerel seçimlerle karşılaştırılamaz. Çünkü yerel seçimlerde seçmen davranışı kendine özgü dinamiklere sahiptir.

Çatı Aday formülünün tercihinde ikinci hata bu noktada yapılmıştır.

Çatı Aday formülü, 30 Mart 2014’te yapılan son yerel seçimlerde alınan oylar toplanarak umut verici görüldü. Bu seçimde CHP-MHP-destek açıklayan diğer partilerin oy toplamı % 46 idi. Çatı Adaylığa AKP tabanından oy alabilecek özelliklerde biri aday gösterilerek, ihtiyaç olan % 4’ün kolayca toplanabileceği hesaplandı.

Oysa aynı hesap 12 Haziran 2011 genel seçimleri temel alınarak yapılsaydı; Çatı Aday’a destek açıklaması yapan tüm partilerin toplam oylarının % 40,7 olduğu ve ihtiyaç duyulan oyun %10 düzeyinde olduğu görülürdü.

3. Çatı Aday yeni oy getirmediği gibi önceki oyların da kaçmasına neden oldu -Aday Yanlışı

Çatı Aday formülüyle yeni oy kazanılamamıştır. Bunun açıklaması bellidir; Çatı Aday AKP seçmeninde hiçbir olumlu etki yaratamamıştır.

Yeni oy çekilemediği gibi, önceki seçimlerde alınmış oylardan geriye düşülmüş; partiler tabanlarının desteğini yitirmişlerdir.

Çatı aday 2011 genel seçimlerine göre % -2,24 oy yitirdi ve 2,1 milyon seçmenin kaçmasına yol açtı.

2014 yerel seçimlerine göre bakılırsa, kayıp % -7 düzeyindedir. Seçmen kaybı 5,1 milyon kişidir.

4. Yitirilen oylar nereye gitmiş olabilir?

Bu seçimde yalnızca “geçerli oy”lar sayılır; dolayısıyla sandığa gidip geçersiz oy kullananların oyları, oy dağılımına dahil edilmez. O halde geçerli oylar bakımından kaybın 3 nedeni olabilir:
a) Sandığa gitmeyen seçmen faktörü: 53 milyon seçmenden % 25’ine denk gelen 13,2 milyon seçmen sandığa gitmemiştir.
b) HDP adayına kayan seçmen faktörü: Bu partide 2011 ve 2014’e göre % 3,8 oy artışı vardır.
c) AKP’ye kayan seçmen faktörü: Yok görünmektedir. Çünkü AKP önceki iki seçimde aldığı oylardan daha az oy almıştır. AKP 2011’de 21,5 milyon; 2014’te 20,5 milyon oy almışken cumhurbaşkanlığı seçiminde oy miktarı 20,9 milyon düzeyindedir. 
AKP’ye kayma olasılığının MHP seçmeni için daha mümkün olduğu düşünülebilir; bu açıdan MHP seçmeninin sonuca etki edebilecek bir kayması olmamış görünmektedir.

Seçmen kaybının, HDP’ye kayma faktörü bakımından CHP’den olduğu söylenebilir. Kamuoyuna da yansıdığı üzere HDP bir CHP milletvekilini aday gösterme girişiminde dahi bulunmuştu.

Sandığa gitmeme faktörü, hem CHP hem MHP seçmeninden kaynaklanmış olabilir.

5. Sandığa gitmeme nedenleri

Cumhurbaşkanlığı seçimine katılım % 75 düzeyindedir. Sandıklı cumhurbaşkanlığı rejimini getiren 2007 Referandumu’na katılım % 67 idi. Aynı konuyla ilgili bu iki yoklamada düşük katılım, fiilen getirilen “başkanlık rejimi”ne karşı soğukluk duygusu ile ilişkilendirilebilir.

Toplam 13,2 milyon seçmenden önemli bir bölümünün sınıflandırılamayacak kadar çeşitli nedenlerle sandığa gitmemiş olduğu düşünülmelidir.

Ancak bu kütlenin bir başka önemli bölümünün de, oy kaybı yaşayan Çatı Aday’a onay vermeyen seçmen olduğu tahmin edilebilir. Bunun dayanağı, önceki seçimlere kıyasla bu seçimde oy kaybı yaşayan adayın yalnızca Çatı Aday olmasıdır.

Çatı Aday, CHP – MHP genel başkanlarının partilerinden ayrı kişisel tasarruflarıyla belirlenmesinin “dayatma” olarak algılanması ve her iki parti tabanlarının adayı kendi ilkelerine uygun bulmaması nedenleri başta olmak üzere adayın kapsamlı amaç yokluğu, strateji yanlışlıkları, kampanya yetersizlikleri gibi faktörler sonucunda onay görmemiştir.

6. Sorumluluğun adresi neresidir?


Çatı Aday’ın sahibi parti yöneticileri, izledikleri yöntemle partilerini by-pass ettikleri ve riski – bedeli üstlenmeye istekli olduklarını ilan ettikleri halde, seçim sonuçlanınca “sandığa gitmeyen seçmen”i sorumlu tutma cesareti sergilemişlerdir.

İkinci olarak, seçimin eşit ve adil koşullarda olmadığı konusuna vurgu yapmayı yeğlemişlerdir.

Üçüncü olarak, “temiz siyaset”e destek vermeyen halk / seçmen varlığından şikayet etmişlerdir.

Parti yöneticilerinin gösterdikleri bu üç adres, parti yönetimlerinin demokratik siyasetin sorumluluğun gereğini yerine getirmek yerine bundan kaçmaktan ibaret üzüntü verici bir manzaradır.

Yaşanan hezimetin sorumluluğu, elbette, Çatı Aday formülü yanlışını yaratıp milyonlarca seçmene dayatarak kabul ettirmeyi deneyen yetkililerin kendilerindedir.

[BAG, 11 Ağustos 2014]
 
*
Birkaç ek not: 

Cumhurbaşkanlığı seçiminde (1) Strateji Hatası, (2) Hesap Yanlışı, (3) Aday Yanlışı, temel yönetim hatalarıdır.

Kampanyada adayın bir "Adaylık Belgesi" bile olmaması; Aday'ın kendisini aday gösteren milletvekilleriyle tanışma ve sonra da helalleşme için bir araya gelmesinin bile düşünülememiş olması; içeriksiz sloganlarla iş yapma gayreti, adayın partilerle ilişkisinin tanımsız bırakılması -partimizin adayı mı değil mi?- temel uygulama hatalarıdır.

Seçmen yönlendirmede "tıpış tıpış gideceksiniz" sözünde somutlaşan mecbur bırakma ve sorumluluğu mecbur bırakılana yükleme tavrı, temel siyasal davranış hatalarıdır.

Adayın "parti kararı olmadan" aday gösterilmesi; halen de adının kim/ler tarafından gündeme getirildiğinin karanlıkta bulunması; buna karşın "parti kararı var" yanıltmacasına başvurulması; bu durum ortaya çıkınca "aday partinin adayı değil" denmesi; aday - parti ilişkisi tanımsız olunca seçim sürecinde parti örgütlerinin ne yapılacağı konusunda hedefsiz kalması... bunlar da, sürecin parti yönetiminin yeterlik ve yasallığının sorgulanmasına yol açan güven bunalımı nedenleridir.




10 Ağustos 2014 Pazar

6551 NE İÇİNDİR?


Biz sandıklı cumhurbaşkanlığına bohçalanırken, Meclis’e “çözüm sürecine yasal zemin” sağlayacak tasarı geldi. Tasarı’nın sahibi AKP-HDP. İmza sahibi tek başına AKP idi. Ama özellikle İçişleri Komisyonu’nda sorularımıza yanıt verip tasarıyı canhıraş savunanlar HDP’liler oldu. CHP yönetimi de tasarıyı destekledi. MHP karşı çıktı.

O tasarı TBMM Genel Kurulu’nda görüşüldü, Cumhurbaşkanı Gül tarafından hemen onaylandı, yasa oldu ve 16 Temmuz 2014 günü 6551 sayıyla Resmi Gazete’de yayımlandı.

Yasanın görüşmeleri ilginçti.

‘YENİ TÜRKİYE YAŞAMI’ İÇİN


HDP’liler “ortak vatan istiyoruz” diyorlardı. “Vatan ortak değil mi, bu vatan hepimizin” diye karşı çıkılınca, gülümseme eşliğinde derin suskun bakışlar fırlattılar. Ortak vatan dediğinizden kastınız nedir sorusunu hep yanıtsız bıraktılar. Çünkü onlara göre ortak vatan Türkiye değil. Ortak vatan Türkiye ve Kürdistan’dır diyorlar. Bunu temsilcilerinin basına yansımış açıklamalarından örnekleyip kendilerine sorunca, ‘biz Kürdistan’ı kendimiz yönetip Türkiye parlamentosuna kendi temsilcilerimizi göndererek ortak vatan politikalarında yer alacağız’ dediklerini söyleyince yanıt vermek yerine saldırıya geçtiler.

HDP’liler “eşit vatandaşlık istiyoruz” diyorlardı. “Eşit değil miyiz, etnik köken nedeniyle hangi haktan yoksunluk var” deyince, anadil yasaklarından başlayıp anadilinde şarkı söyleyememe zamanlarından dem vurdular. Açıklamaktan kaçtılar. Çünkü onlara göre eşit vatandaşlık bireylerin değil etnik toplulukların eşitliği. Onlara göre Türkler de bir etnik topluluk; ama anadilleri resmi dil olmuş. Bu eşitsizlik diyorlar: “Tüm etnik toplulukların anadilleri resmi dil olursa, işte ancak o zaman olur eşit vatandaşlık.”

HDP’liler durmadan “biz birlikte yaşamak istiyoruz” diyorlar, ama şartları var: Ortak Vatan – Eşit Vatandaşlık temelinde!

Biz de diyoruz ki, bu birlikte yaşamak isteği değil, etnik kimlik ve coğrafi statü talebi. Yani ayrışma hedefi.

YABANCI GÖZLEMCİLER İÇİN

HDP’liler, ayrışma müzakerelerinde bir de gözlemci heyet olmasını talep ediyorlardı. Resmi olarak önerge vermişlerdi. Önergelerinde “yerli veya yabancı kurum, kuruluş veya kişilerden oluşan bir gözlemci heyet” olmasını, müzakerelerde bunun “üçüncü taraf olarak yer almasını” istediler. AKP’li hükümet yetkilileri inatçı suskunluklarını bozmak zorunda kalınca “bizim tasarımızda var mı böyle şey, yok!” demekle yetindiler.

Üstüne bir de bolca ‘korkuyu atın! paranoyadan kurtulun! kuruntu yapmayın!’ tavsiyelerinde bulundular. Bu koroya yazık ki bir CHP milletvekili de katıldı.

Oysa bizdeki ne korku, ne paranoya ne kuruntu! Yalnızca ve basitçe Tarih Bilinci… Yabancı devlet temsilcili sıradan bir ‘mali gözetim komisyonu’nun önce Rüsum-u Sitte sonra Düyunu Umumiye’ye dönüşmesi kuruntu mu? O zamanlar emperyalizm adı verilmeye başlanan sömürgeciliğin bu ‘Şark efsanesi’ 1881’de sırtımıza yapışmıştı. Bu asalaklardan ancak 1948’de kurtulabildik. Yazık, aynı anda da yakayı NATO – Dünya Bankası – IMF üçgenine kaptırdık.

ALALAMA ARTIK İŞ GÖRMEZ

Tarihsel önemi büyük zamanlar yaşıyoruz.

6551 AKP – PKK anlaşmasının yasal zemini oldu. Bu çerçeveyle AKP ‘tek millet’le kastettiği ümmet toplumuna varma gayretinde. PKK ve onun uzantısı ya da değil, tüm etnikçi siyasetler de sosyal (etnik) ve kültürel (dinsel) topluluklara statü koparma derdinde. Bu amaçlara ancak, laik ulusal siyasal yapılanmayı yıkarak, pratikte Türk ulusunu anayasadan silerek ulaşabilirler. “Artık Kürt sorunu değil Türk sorunu var” deyişlerinin anlamı budur.

Gerici serbestiyet zihniyetinin insan haklarından üretilmiş kılıflarla kendini özgürlükçülük diye yutturma dönemi bitti. Dinci gericilerin AKP ağzından ileri demokrasi deyip cemaatler devletini, etnikçilerin özgürlükle eşitlikten dem vurup milliyetler devletini özlediği açık. Ve artık, kendini sol, sosyalist, sosyal demokrat diye gösterip F tipi yapılarla kol kola yürüyen işbirlikçiliğin teslimiyeti de açık.

Kendini alalayıp [kamufle edip] iş görme dönemi pek uzun sürdü. Ama ne mutlu ki artık sona erdi.

HER KAFADAN AYRI SES!


Önce bir not: Dün seçim oldu; ne var ki basıma yetişsin diye yazıyı seçimden bir gün önce göndermek gerekiyordu. Yazıyı yazarken henüz seçim yapılmadığı için konumuz farklı. [YENİ ADANA]

*

Yönetici koltuklarından birinde oturan kişi konuşuyor. “Biz” diyor, “demokratik bir partiyiz, bizde herkes görüşünü serbestçe söyler”.

Seçmen ise başka bir şey söylüyor: “Her kafadan ayrı bir ses vermeyin. Baştaki ne söylerse ona uyun. Bak AKP’ye, hiç farklı ses çıkıyor mu!”

Aynı durumu yukarıdaki ‘iyi bir şey’ diye görürken, taban ‘kötü şey bu” diye değerlendiriyor.

Yoksa yine “halktan kopukluk” emaresiyle mi karşı karşıyayız! Tavan ile taban, aynı duruma ilişkin zıt düşünceler içinde. Bunun anlamı ne?

YÖNETİCİLERE GÖRE…

Yönetici ya da tavandaki, cümlede öyle önemli sözcükleri atlıyor ki, söylediği şey sonuçta yanlışa çıkıyor. Çünkü herhangi bir kurumda, özellikle de siyasal partilerde demokratiklik göstergesi herkesin görüşünü serbestçe söyleyebilmesi değil.

Demokratiklik göstergesi, herkesin görüşünü karar verme sürecinde yer alıp orada serbestçe söyleyebilmesi. Karar verirken, ortadaki sorunu enine boyuna konuşmak. Sözünü kimseden, başkandan ya da başkanlık grubundan korkmadan dile getirmek. Kısıtlanmadan konuşmak. İleri sürdüğü görüşe karşı olan görüşleri duymak, dikkate almak, yanıtlamak, tartışmak. Yeterince görüşme yapıldığına ortaklaşa kanaat getirildiğinde bir sonuca varmak…. İşte karar bu. Bir kez karar alındıktan sonra da, o karar içine sinmese de susmak ve gereklerini yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek.

Yani demokratik merkeziyetçilik!

Eğer bunu yapmamış ve iki şey yapmışsanız…

Birincisi, karar vermek için kurulmuş kurulları toplamıyorsanız…

İkincisi, kurulları toplayıp katılanlara ‘söyledim, ruhumu kurtardım’ duygusundan başka hiçbir şey vermeyen etkisiz bir ortam yaratmışsanız... Söylenen her söz havada asılı kalmışsa… Toplantı elgördülük yapılmış, yasak savılmışsa….

İşte bu iki durumda da demokratikliğe elveda! Buyursun despotik merkezcilik!

TABANA GÖRE…

Seçmen ya da taban “tek ses verin” derken haklı. Gerçekten öyle olmalı.

Ama bu nasıl sağlanacak konusunda, AKP örneğini verip ses çıkaranları “başkanını dinlesene!” diye paylayınca ortaya değişik bir manzara çıkıyor. Tabanın parmağını salladığı taraf isabetli değil. Parmakların, baskın yapmaya alışmış tavana sallanması gerek. Tabanın yukarıyı “programını - tüzüğünü uygulasana!” diye paylaması gerek.

Her kafadan bir ses çıkmasının nedeni, tavandakinin kendi aklına eseni karar diye ilan etmesi. İyi ama o şey “karar” değil adeta bir baskın. Üstüne üstlük bir de partinin programına ve kuruluş ilkelerine aykırı. Yani hem tüzük hem program ihlal edilmiş. Bu durumda yanlış ve hatta suç olan şey, susmak değil mi?

GERÇEKTE…

Hakkari'ye gidip yerel yönetim özerklik şartındaki çekinceleri kaldıracağız diyerek etnik milliyetçiliği cesaretlendirmek; F tipi cemaatçiliği korumaya almak ve inkar ederek işbirliği yapmak; laik cumhuriyete yönelen saldırıları değil, bu saldırılara karşı direnişi bastırmak; Türk vatandaşlığının etnik bir tanım olduğunu söyleyip bunu anayasadan çıkarmayı uygun bulmak; siyasal arenada kendi kadrosundan yetişmiş olanlarla yürümekten vazgeçmek… vb. vb..

Bütün bunları, yetkili karar organlarını es geçip bu organlara rağmen yapmaya gayret etmek…

Kısacası, ideolojik omurgadan; programdan; tüzükten vazgeçmek…

Her kafadan bir ses çıkması, işte bu gerçeklerin dışa yansımasıdır. Yani sorun “başkanını dinlemeyen huysuzlar”dan kaynaklanmıyor.

Mesele, tavanda ideolojik omurgaya –temel ilkelere ve programa –temel amaçlara; tüzüğe –görev, yetki, sorumluluk yapısına uygun davranılmamasından kaynaklanıyor.

O halde seçmen ile taban, "her kafadan bir ses çıkmasın" dediğinde haklıdır; ama bunu sağlamak için parmağını salladığı yön doğru değildir.

 

4 Ağustos 2014 Pazartesi

MERHABA -yeni adana

Adanalı değilim. Hatta Adana’ya gelin de değilim. İzmir Bergama’lıyım. Sinop Gerze’ye gelin oldum. Kişisel bağlarım Ege ve Karadeniz’de. Ama Akdeniz’in Adana’sıyla kuvvetli düşünsel bağlarım var.

Adana’da Lozan

24 Temmuz 2014 Perşembe günü, Lozan üzerine konuşmak üzere, Atatürkçü Düşünce Derneği Şube Başkanı Mehmet Gül Hoca’nın davetiyle Adana’ya geldim. Toplantıdan sonra, daha önceden de bildiğim Yeni Adana Gazete’sini ziyaret ettik. Ziyaret programımızın parçasıydı. 1918’den beri, Müdafaa-i Hukuk örgütlenmesinin can damarı olan bu gazeteyi ziyaret etmek, yaptığımız toplantı kadar önemli, toplantıdan daha anlamlıydı.

Yarım saatlik ziyaretimiz bir buçuk saati aştı. Geçmişi konuşmayı pek hızlı geçtik. Bugünü biraz daha fazla konuştuk. Ama asıl geleceği konuşurken bulduk kendimizi. Bu, ilk kez tanışan ya da birlikte çok az zaman geçirmiş olan insanlar arasında sık yaşanmaz. Ancak aynı ilkeleri paylaşan ve aynı ahlaki temelde yaşayan insanlar arasında görülen durumlardan biridir.

Yeni Adana’da yazmak
YA_04.08.2014

Yeni Adana’da yazmak, işte bu sohbetin içinden doğan bir istek oldu. Ne zamanlar yazılsa iyi olur? Ne sıklıkta yazılırsa daha yararlıdır? Anibal Başkan ‘Pazartesi en iyi gündür’ dedi. ‘Sıklığı sana bağlı’.

‘Tamam, pazartesi’. Peki haftada bir mi, onbeş günde bir mi? Ankara’ya dönüp işin gücün arasına dalınca zor olur mu? İhmalkarlık çıkar mı ortaya? Bu risk var. Ama Yeni Adana’da her pazartesi yazmak, zamanın yüklediği görevlerden biri adeta. Zamanın yüküyse, görevi üstlenmek düşer. Tamam, 2014 yılı sonuna kadar, beş ay boyunca her pazartesi! Okuyucu beğenirse, Yeni Adana ‘güzel… güzel’ derse 2015 için ayrı bir değerlendirme…

İşte, bu ‘merhaba’ böyle başladı.

Sözlerimin konuları ne olur?

Yeni Adana’da basılacak her yazı, Yeni Adana’nın ruhuyla bütünleşmiş olur; kuşku yok. Ama okuyucusunun ilgisini çeker mi? Çünkü yazılar ister istemez Adana sorunlarıyla ve yerel gündemiyle ilgili olamayacak. TBMM’nde İzmir Milletvekili olarak görev yapıyorum; Ankara siyaseti ve memleket geneliyle ilgili konular öne çıkacak. Tercihten değil, durumun zorlamasından böyle olacak. Ama evet, sanırım bu bakımdan sorun yok. Çünkü Yeni Adana, 1918’den beri okuyucusuyla birlikte ‘yerel’e gömülmemiş bir yerel gazete. Tersine, yereli merkezi olana, ulusal olana, uluslararası olana bağlama alışkanlığıyla var olmuş entelektüel bir odak.

12 Haziran 2011’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsiliyet görevime başlamadan önce 25 yıl öğretim üyesi olarak görev yaptım. Seçimi kazanıp ayrıldığımda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Yönetim Bilimi Anabilim Dalı Başkanı idim. Yıllarca Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi alanında çalıştım. 1992 yılında Yerel Yönetimler –Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım adlı tezimle doktor olmuştum. 1996’da Yeni Sağ ve Devletin Değişimi adlı kitabımla doçentliğimi aldım. Mesleğime, 2002 yılında devlet üzerine çalışmalarımla profesör olarak devam ettim. Bazı yazılarımda çeyrek yüzyılı kaplayan bu uğraşın ürünleri olarak siyaset - yönetim bilimi konuları da yer alır muhtemelen.

Bugünden başlayarak, beş ay boyunca her pazartesi görüşmek üzere, sevgi ve selamla…

http://www.yeniadana.net/web/HaberDetay.aspx?id=62753




KIRLANGIÇ YÜRÜYÜŞÜ


İriymiş ufakmış fark etmez. Günümüzde, ilerici devrimci demokratik güçler cephesinde yer aldığını düşündüğümüz tüm kurumlar sarsıntı içinde. Sendikalardan siyasal partilere ve gazetelere kadar tüm kurumlar… Eğer kurumdan sayacaksak, aileler bile!

Bunun ardında, yükselen karşıdevrime ‘sağcı’laşarak tepki vermenin yayılma etkisi vardır. Öyle ya! Bu zamanda romantik değil realist olmalı. Siyaset mümkünlerden çıkış bulma sanatı!

‘Sağcı’laşmaktan kastım şu: dindarlık maskesiyle dincileşmeye, halkların kardeşliği maskesiyle etnikçiliğe, küresellik maskesiyle emperyalizme vize vermek!

03.08.2014
‘Sağcı’laşma tercihinin yayılan etkisine karşı çıkmadıkça karşıdevrimin yıkıcılığı daha da büyüyecek. Bu tercihin yıkımını durdurmanın yolu, ilerici yaratıcılığın an’dan çıkıp gözlerini orta ve uzun vadeye çevirmesi. Gün, ileri büyük hedefler kaybolmuşsa kurtarılamıyor.

Hem günü hem geleceği kurtarmak için 2019 yürüyüşünü başlatmak… Karşıdevrimi gerisin geriye çevirmek, özgürlük bayraklarını 2019 yılında TBMM’ne ve Köşk’e taşımak… Günü bu hedefin ışığında yönetmek…

ULUSAL DEMOKRATİK PLAN

Bunun için beş yıllık bir ulusal demokratik yürüyüş planı yapmalıyız. Dört esasa dayanan bir muhalefet ve iktidara yürüyüş planı.

Karşıdevrimci anayasa saldırısına son vermek. Önümüzdeki yıllarda büyük kuşatmayla geleceği açık olan Anayasa saldırısını kırıp atmak. Bu saldırı, parlamentoda parti yönetimlerine rağmen işleyen büyük sağduyuyla ve kurulan Anayasa Platformları’nın mücadelesiyle geri püskürtüldü. Vazgeçmeyecekler, yine deneyecekler. Şimdi, siyasal safları, neoliberal dinci – etnikçi gericiliğe karşı anayasa mücadelesi çevresinde sıklaştırmak, sıcak temel görevlerden biridir.

Yurttaşların eşitlik ve özgürlük hareketini yükseltmek. Karşıdevrim, yurttaşlara değil etnik ve dinsel topluluklara dayanan bir siyasal yapılanma peşindedir. Biz, her türden kimlikçiliğe karşı kişilik savunmasını yükseltmeliyiz. Eşitsizliklerin sosyal – kültürel farklılıklardan değil, gelir dağılımı adaletsizliğinden kaynaklandığını göstermeliyiz. Gelir dağılımı bozukluğuna, fırsat eşitsizliklerine, kayırmacılıkla himayeciliğe karşı savaş açmak. Hemşericiliğin, etnikçilik – dincilik – mezhepçilik – cinsiyetçiliğin siyasal toplumun kurucu yumruları olamayacağını ilan etmeli, bunlara karşı bireysel hak ve özgürlükleri genişletme daveti yapmalıyız.

Bilimsel-teknik üretim anlayışı seferberliğini başlatmak. Türkiye üretimde küresel tekellerin emek yoğun taşeronluğuna hapsedilmiştir. Küresel mali sistem, sattığı para karşılığında ülkenin topraklarını, üreticinin araçlarını ipotek altına almıştır. Yaşanan ‘refah artışı’ küresel tekelciliğe borçlanmayla yaşanan bir yalan rüzgarıdır. Bir türlü kurulamamış “yeni dünya düzeni”ne karşı üzerimizdeki tek vesayet olan emperyalist vesayeti kırıp atmak için bilim-tekniğe dayanan yaratıcılığın sihirli gücünü görmeli ve göstermeliyiz.

Küreselciliğe karşı uluslararası dayanışmayı yükseltmek: Emperyalist dünya sisteminin kurumsal ve mali kuşatmasına karşı, dünya için adalet ve barış mücadelesinin uluslararası dayanışmasını örmek zorundayız. Türkiye’nin yüzünü nereye dönmesi gerektiği sorusu artık tarihte kalmıştır. Türkiye’yi yalnızca Batı’ya ve yalnızca İslam-Arap ülkelerine bağlama çabalarının nasıl bir çıkmaz olduğu yaşanarak görüldüğüne göre, dünya yeni dengelere doğru ilerlediğine göre, ilişkilerimizi dört bir tarafımızla yeniden inşa etmeliyiz.

KIRLANGIÇLAR ZAMANI

Bugünün üzüntüsünü aşmamızın yolu bu hareket tarzında gizli.

100 yıl önceki müdafaa-i hukuk hareketinde olduğunda gibi.

Gördüm, Anadolu’nun dört bir köşesinde 2019’u özleyenler var. Duydum, ‘biz buradayız, öbür köşelerdekilerle birleşmek için kendimizi ayakta tutuyoruz’ diyorlar. O halde şimdi söyleme zamanı…

Şimdi, Anadolu’nun saçaklarında diriliğini koruyan kırlangıçların birlikte harekete geçme zamanı. Şimdiye kadar içinde yer alınmış siyasal partilerin bir önemi yok. Sağda ya da solda yerleşmiş olmanın bir önemi yok. İlkelerimizin, kutsallarımızın, geleceğe ilişkin adalet ve barış rüyamızın, kaçınılmaz olanın yaratılma zamanı. Akılla, emekle, sabırla, inançla.

Şimdi kırlangıçların topluca harekete geçme zamanı...