23 Kasım 2014 Pazar

LAF BİTTİ KUŞKU DOĞDU



10 Ağustos 2014 günü Cumhurbaşkanı seçimi yaptık. Üç aday yarıştı; CHP - MHP ve daha bir düzine partinin tek adayı vardı. Tek aday "çatı" olmuştu, seçimi yitirdi. Şimdiki duruma bakarak "çatı çöktü" demek doğru olmaz, "çatı uçtu".


HAYAL GİBİ!


16 Haziran 2014 günü, tüm memlekete büyük sürpriz yapıldı; çatı aday ilan edildi. O gün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, CHP tarafıyla ikinci kez görüştüklerini, CHP'nin ikinci görüşmede "MHP'nin, Türkiye'nin yetiştirdiği değerli bir evladını, sayın Ekmeleddin İhsanoğlu'nu" önerdiğini; "partiler üstü bir çalışma" yaptıklarını söylemişti.

29 Haziran 2014 günü CHP 109, MHP 52, Bağımsız 2 milletvekilinin imzasını içeren başvuru dosyasını TBMM Başkanı Cemil Çiçek'e verdiler. Çiçek başvuruyu "bu makamın ne kadar yüce olduğunu" vurgulayan bir konuşma eşliğinde almıştı. Başvuru süresi 3 Temmuz 2014 günü sona erdi. İtiraz olmadı.

10 Temmuz 2014 günü başlayan seçim kampanyası tam bir ay sürdü. 10 Ağustos günü yapılan seçimde 55,7 milyon seçmenin %73,7'si sandığa gitti. Seçim birinci turda bitti. Oyların %10'unu Demirtaş, %52'sini Erdoğan alırken, çatı aday %38 oy alarak seçimi yitirdi.

Toplam 41,3 milyon kişi oy kullanmıştı. Yaklaşık 750 bin geçersiz oy vardı. Çatı adaya 15,6 milyon seçmen oy vermişti. Aday olunan görev, ülkenin en üst makamıydı. Bu makama oturmak demek, devletin başı olmaktı; milletin birliğinin temsilciliğini üstlenmekti; silahlı kuvvetlere başkomutanlık yapmak ve anayasanın uygulanmasına gözetmek güveni taşımaktı.

11 Ağustos 2014 günü, böyle bir göreve değer görülen ve toplam 163 milletvekilinin kefretine karşılık yaklaşık 16 milyon yurttaşın desteğini sunduğu çatı aday, "bende laf bitti" dedi ve kayboldu.

HERKESTE LAF BİTTİ

O günden bu yana Türkiye'de neler yaşanmadı ki? Ekim başında savaş tezkeresi çıktı; hemen ardından Kobani kışkırtmasında onlarca yurttaşımız can verdi; maden kazalarının ardı arkası kesilmedi. Her ne olduysa, Çatı Aday hiç ama hiçbirine ses vermedi. Ne bir üzüntü mesajı, ne bir akıl verip yol gösterme, ne bir dilek! Hiç!

Bizim siyasal tarihimizde buna benzer başka bir durum var mıdır? Ya da başka memleketlerde böyle bir şey görülmüş müdür?

Adayın kim olduğu, Cumhuriyetçi olup olmadığı, tanınıp tanınmadığı, tanıdıkça sevilesi olup olmadığı, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri olarak 57 ülkeyi yönetip yönetmediği, bilge adam olup olmadığı, vb. vb. üzerine tartışmalar bir yana. Adayın aday ediliş tarzındaki tepeden inmeci, 'ben yaptım oldu' cu tavırlar bir yana. Çatı Aday'ın 163 milletvekiliyle tanışma toplantısı yapmaya, sonunda teşekkür etmeye lüzum görmemesi, milletvekillerinin de bunu dert bile etmemiş olmaları bir yana.

Hepsi bir yana, irili-ufaklı bir düzine partinin taşıdığı, devletin başına oturulmak istenmiş, milyonlarca seçmenin desteği sağlanmış Çatı Aday'ın bir anda "yok" haline gelmesi, süreçteki tartışma ve itirazların ayrıksız tümünün haklı olduğuna kanıt değil midir?

Olayın toplamına bakınca soru hala ortada: Bu nasıl bir işti? Kimin projesiydi? Alınan riskler bedelsiz kaldı; en önemlisi sorular aydınlığa kavuşmadı.

YENİ-TEHDİTKAR-KUŞKU İMPARATORLUĞU


Şimdi Sayın Kılıçdaroğlu "MİT bize tezgah kurdu"diyor. MİT'in CHP'yi karıştırmak amacıyla bir grup kurduğunu söylüyor. Bu sözlerine açıklama getiriyor:
"MİT'in organize ettiği CHP'yi 3 parçalı gösterme ve daha sonrasında 2 ya da 3 parçaya bölme çabalarını deşifre ettiğimiz için vekillerimize ve örgütümüze çağrıda bulundum. Bizi farklı göstermek isteyecekler ama biz biriz, aynıyız. 6 ok, çağdaş uygarlık mücadelesi ve Atatürk devrimleri hepimizin ortak değerleridir" dedi. Kılıçdaroğlu, "topluma umut ve güven verme uğraşındayız. Tek beklediğim ise cesaret. Kararlılıkla ülke tarihinin en kötü günlerine son verebiliriz" ifadesini de kullandı."
Tercümesi yapılırsa, bu sözlerle birlikte parti-içi demokrasi yukarıdan aşağıya doğru yok edilmiştir. Suya atılmış taş gibi, bu sözler de elbette dalgalarını yaratacak. İşkilli - güvensiz - solgun ruhların örgüt iklimi, sahip olduğu cesareti ve kararlılığı da yitirecek.

Bu sözlerle beliren yeni-tehditkar-kuşku imparatorluğu iş görür mü derseniz, hiç sanmam. Ne eleştirileri durdurabilir, ne de topluma umut ve güven verebilir. Sözün bittiği yerdeyiz!

(Yeni Adana, 24 Kasım 2014)




MİT’e MEKTUP


21 Kasım 2014 Cuma günü Hürriyet Gazetesi’nde Sayın Kılıçdaroğlu’nun “MİT’in içinde bir grubun sadece CHP için görevlendirildiğini biliyoruz. CHP içinde karışıklık çıkarmak ve daha bir sürü başka şey için yapıldı bu görevlendirme” dediği birinci sayfada üç sütuna manşet olarak yazıldı. Gazetenin sayfa 18’deki devam haberinde Sayın Başkan’ın “sık sık AKP’nin derin devleti diyorum. MİT’in içindeki bir kanatla beraber CHP içinde operasyon yapmaya çalışıyorlar” dediği yazıldı.

Sn. MİT,

(1) Yukarıdaki sözlere göre MİT’in İçindeki CHP’yi Karıştırma Grubu, “AKP’nin derin devleti ve MİT içindeki bir kanat” ortaklığıdır. Doğru mudur?

(2) Bu Grup “CHP içinde karışıklık çıkarmak ve daha bir sürü başka şey için” görevlendirilmiştir. Doğru mudur? “Daha bir sürü başka şey” nelerdir?

Sayın Başkan şu sözleri de söylüyor: “CHP Alevilerin ve Kürtlerin partisidir algısını yerleştirmek için mücadele edecekler. Önümüzdeki günlerde bu çok yoğun olarak gündeme getirilecek, AKP’nin derin devletinin izlediği bir politika bu.” Sayın Başkan ayrıca şunu söyledi: “Bu tuzağa hiçbir CHP’linin düşmemesi lazım. Başta da kendisini “Ulusalcı” olarak tanımlayan arkadaşların düşmemesi lazım”.

(3) Sayın İlgili, siz gerçek CHP’lilerin yani ulusalcıların Alevi ve Kürt düşmanı oldukları düşüncesinde misiniz? Tuzağınızın işlemesini bu adi fikre mi bağladınız?

(4) Kürt kökenli vatandaşlarımızın oylarını asıl olarak HDP ve AKP’ye yönlendirdikleri bir veri iken, böyle bir algıyı nasıl yerleştireceksiniz? CHP’ye oy verenlerin mezhep dağılımını nereden biliyorsunuz?

(5) Yoksa hedeflediğiniz algı seçmenle değil de, parti yönetimi kademelerindeki görevlilerin mezhebi ve etnik kökeniyle mi ilgili? Partiler dünyası küçük bir dünyadır; herkes birbirini bilir; böyle şeyler algı yaratma amacına uygun araçlar değildir. Bu, devletin parasını ve zamanını israf değil midir?

Sn. MİT,

Sayın Başkan “Saray olayını gizlemek için Dersim’i gündeme getirdiler. Bu tuzağa düşmemek lazım. Çıkıp görüş beyan edersem tuzağa düşmüş olurum. Günlerce tartışılır… Ancak birinin de çıkıp CHP’nin görüşlerini anlatması lazımdı, Sezgin Bey (Tanrıkulu) anlattı” dedi.

(6) Bu gündemi Başbakan Davutoğlu “Dersim Kerbeladır” sözüyle yarattığına göre, CHP’ye kurduğunuz tuzakta Başbakan da yer almaktadır. Başbakanın gerçek konumu hangisidir? AKP Derin Devleti’yle ya da MİT içindeki o kanatla ya da CHP’yi Karıştırma Grubu ile nasıl bir örgütsel ilişki içindedir?

(7) Sayın Başkan’ı, kendisi asla tuzağa düşmeyeceğine göre, “birinin çıkıp CHP’nin görüşlerini anlatması lazımdı” noktasında bırakarak nereye varmayı amaçladınız?

(8) CHP’nin Dersim olayına ilişkin görüşlerini anlatabilecek kişi olarak Sayın Sezgin Tanrıkulu’nun seçilmesinde etkiniz oldu mu?

(9) CHP’nin “özür dileme politikası” yönünde bir görüşü olmadığı halde, TV ekranlarından özür açıklaması alarak Parti’yi karıştırma hedefinize eriştiğinizi düşünüyor musunuz?

(10) Sayın Başkan’ın, kurduğunuz tuzakla ilgili olarak “ulusalcı vekillerimi uyarıyorum” demesine neden olup dolaylı olarak kendisinin ulusalcı olmadığını söyleterek ne yapmayı amaçladınız?

Sayın İlgililer,

Tilkinin adı çıkmış tavşan dünyayı yıkmış derler. CHP’yi karıştıran tilki midir yoksa tavşan mı zaman içinde açığa çıkar. Karıştırıcı hangisi ise fark etmez, bir ulusalcı vekil olarak tuzaklarınızda şunları dikkate almanızı belirtmek görevimin gereğidir.

(1) Cumhuriyet savunmasıyla Gerçek CHP savunmasının içiçe yürüdüğünü;

(2) CHP’yi, Cumhuriyeti kurmuş olmak nedeniyle feodal – dinci gericilikten özür dileyerek dizleri üzerine çöktürmek için giriştiğiniz tuzakların hiçbir şekilde işe yaramayacağını;

(3) Ortakları çoğaltılarak sürdürülmeye çalışılan Süreç’in, üçüncü taraf olarak ABD atamasına vardığını hepimiz görüyoruz. İşte bu noktada Yeni-Mandacı düzene CHP’yi ortak etme çabanızın farkındayız. Hem biz ulusalcı vekillerin hem de Gerçek CHP’li kocaman bünyemizin buna onay vermesinin sağlanamayacağını;

(4) Partisi ne olursa olsun Alevili – Sünnili, Kürtlü – Türkmenli milyonlarca Türk vatandaşının Eşitvatandaşçı – Ortakvatancı - Yenimandacı Anayasa için seferber edilmiş olan Süreç’lere ve Özürdile - Dizçok Politikaları’na razı edilemeyeceğini;
saygılarımla demeden bilgilerinize sunarım.

(Aydınlık, 23 Kasım 2014)

17 Kasım 2014 Pazartesi

ÖZÜR DİLE(T)MECİLİK


Emperyalizmin küresel sömürgecilik çağı, uluslardan öz-tarihleri için özür dileyip diz çökmeleri baskısıyla yürüyor. İşe sosyalist uluslardan başladı, şimdi ulusal bağımsızlık savaşı vermiş ülkeleri geziyor. Türkiye’yi saran gürültünün kaynağı budur; özür dile(t) – diz çök(tür) politikası.

AĞLAK NEFRET SİYASETİ

Bu politika yalnızca bizde değil, uygulamaya girdiği her yerde, mazlumluk-masumluk-mağdurluk giysilerine bürünerek yürütülüyor. Bırakın karşı çıkanları, karşı çıkmayıp “öyle ama, …” gibi ufacık itirazlarda bulunanlar “duyarsız, merhametsiz” olmakla suçlanıp susturuluyor.

Söz sırası hiç değişmiyor. Cümleler “acılar, ah acılar!” diye başlıyor, “katliam” diye açılıyor, “soykırım” diye kapanıyor. Kolay yolu bulmuş, kendi nefretinde boğulmuş, öfkeli ve alabildiğine sinsi bir saldırganlık! Sözde yüzleşme, özür dileme yoluyla huzur bulmuş ruhların sessiz toplumuna ulaşılacakmış gibi konuşurken, düşman saydıklarına düşük – kısık ses tonlarıyla en ağır suçlamalarda bulunup her türden hakareti savurmaktan, tehdit ve şantaja başvurmaktan geri durmuyor.

Çark yağdanlığı özür dile(t)mecilik karşısında acılar var; keşke olmasaydı; ama o zamanın koşulları böyleydi; bugünden bakılarak değerlendirmek olmaz; vb. vb. mırıldanmalar, açılan kuyuya düşmekten başka bir şey değildir.

Özürcülüğün ait olduğu ideolojiyi ve siyasetleri es geçip “biz değil, o özür dilesin” ya da Dersim tartışmasında olduğu gibi “CHP değil devlet özür dilesin” demek, ideolojik körlüğün itirafından başka bir anlama gelmez.

Özürcüler hep olayları konuşmak istiyorlar. Olur, konuşalım. Birinci Dünya Savaşı’nın göbeğinde Doğu Anadolu’da yalnızca Osmanlı’nın değil Rusya, Gürcistan ile İngiltere, Fransa’nın taraf olduğu 1915 tehciri; Dersim yöresinde barut-para için gereken madenlerin çevresinde olup bitenler ve feodal mülkiyet ayrıcalıklarını sürdürmek için kalkışan aşiret reislikleri tarihi üzerine söylenecek çok şey var.

Ama asıl konumları konuşmak gerek, biz dikkatimizi buraya odaklayalım: Özür dile(t)mecilik politikası kime ait ve hangi bütünün parçası?

HANGİ BÜTÜNÜN PARÇASI?

Özür dile(t)me, kimlik siyasetinin uygulama aracı. Hukuk alanındaki karşılığı “anayasal vatandaşlık” projesi. İdeolojisi neoliberalizm. Tarih, gerçekler, acılar, sevinçler... onun gözünde hepsi malzeme!

Bauman’ın ‘Bireyselleşmiş Toplum’ kitabında dediği gibi “kimlik edinme savaşları, küreselleşme eğilimine ne ters düşer ne de ona engel olur. Onlar küreselleşmenin meşrû çocuğu ve doğal ortağıdırlar ve onu durdurmak şöyle dursun, çarklarını yağlarlar.” Bu sahne içinde özürcülük, yağı taşıyan yağdanlık işlevi görmektedir.

Bu siyasetin mantığı özetle şöyledir:

Kimlik siyasetçileri “ulus-devletler düşsün, yerini anayasal devletler alsın” hedefi peşindeler. “Ama buna ‘gelecek için ortaklık projesi’ ile ulaşamayız” diyorlar. Yolun, tarih defterlerini açıp, etnik grupları ulus-devletle hesaplaşmaya sokmaktan geçtiğini saptamışlar. Peki ama, etnikler – devlet arası hesaplaşma etniklerin kendi aralarında hesaplaşmaya da neden olursa? Etnisiteler arasında düşmanlıklar yükselirse? Kardeş kavgaları? Mühendisçe soğukkanlılar, elbette diyorlar, olabilir. Ne kadar ‘temizlik’ olursa o kadar iyi!

Hesaplaşmayı yüzleşme ve özür dile(t)me politikalarının teşvik edilmesi sayesinde mümkün görüyorlar. Bunun için etnik grupların ‘bellek’lerine başvurmayı, eğer halihazırda uygun bir şeyler yoksa her biri için uygun bellekler yaratılmasını gerekli görüyorlar. Bizde yıllardır AB fonlarıyla desteklenen yerel tarih, sözlü tarih, mikro tarih çalışmaları bu işi gördü; ‘resmi tarih’e karşı ‘etnikler tarihi’ biriktirildi. ‘Hakikatler’ komisyonculuğu bunu siyasete dökmenin aracı oldu. İşte şimdi özürcülerin sahne sırası geldi ve yaratılmış bellekler sayesinde keskinleştirilen kimlikler için hareket geçtiler.

Bu siyasetin kendisi de kuramı da Türkiye’ye ait değildir. Çoğu fikir akımı ve politika gibi bu da ithaldir ve yalnızca taşıyıcı – uygulayıcıları ‘yerli’dir.

Sanıldığı gibi Türkiye’ye özgü bir fikirle ve sıradan bir helalleşme isteğiyle uğraşmadığımızı, ne tür bir küresel kuram ve siyasetle karşı karşıya olduğumuzu açık seçik görmek için Dr. Şafak Evran Topuzkanamış’ın Dokuz Eylül Hukuk Fakültesi Dergisi’ndeki makalesine (2012, cilt 14 sayı 1, s.133) bir göz atmak iyi olur.

(Aydınlık, 16 Kasım 2014)

15 Kasım 2014 Cumartesi

Ropörtaj: ODATV, Nurzen Amuran ile



BİRGÜL AYMAN GÜLER’LE GÜNDEM DIŞI SOHBET
15 Kasım 2014, Odatv, Nurzen Amuran

1-Neden siyasete girdiniz? Hedefiniz miydi yoksa getirilen öneri mi ilginç geldi?

Yetmişsekiz kuşağı hep siyaset içindeydi, ben de öyle. “Siyasete girmek”, parlamenter siyaset anlamında ise, bu hedefim değildi, ama zamanıydı. Hem okulda yapmak istediklerim derlenip toplanmıştı, hem de 2011-2015 dönemi anayasa değişikliğinin öne çıkacağı dilimdi. Meclis’te olmak zamanıydı.

2-Siyasete girmeden önce siyaset deyince neyi algılıyordunuz, Meclis çatısı altında yapılan siyaseti farklı mı buldunuz? Mesela sizi en çok şaşırtan neler oldu?

Siyaseti önceden de şimdi de sosyo-ekonomik yaşamın en yoğun anlatımı ve bu yaşamı yönlendirmenin aleti diye anlıyorum. Meclis bir bütün olarak bu tanıma uygun bir yapıya sahip, ancak siyasal partiler düzeninden başlayarak demokratik değil oligarşik. Bunun başlıca nedeni temsildeki eksiklik sanırım. Oligarşik işleyiş, herşeyi ve her kişiyi sınırlandırıyor. Bu da bireysel tavırlar ve parlamenter demokrasi adına memnuniyet vermeyen tablolara yol açıyor.

3-Seçim çalışmaları sırasında halkla iç içe oldunuz. Onların siyasete bakışı daha mı farklı yoksa sizinkine yakın mı?

Sözün tam anlamıyla “halk” dersek, onun bakışı güzel. Seçim kampanyasında “Allah utandırmasın” sözüyle adeta önemli bir yola çıkarcasına uğurlanıyorsunuz. Beklenti geniş açılı; “memleketin iyiliği için çalış” öğüdüne dayalı. Halk sözcüğü içine gömülmüş olan çıkar odaklarının bakışı ise çok farklı. Çekişmeli ve çekiştirmeli, herşey söz konusu odağın çıkarına bağlanmış beklentiye göre iyi ya da kötü.

4-Kente sık sık uğramayan kırsal kesimde yaşayan yurttaşlarımızdan ilginç dersler aldığınız oldu mu? Ya da sizi şaşırtan, yanıtını veremediğimiz sorular yöneltildi mi? Bir kaç örnek verebilir misiniz?

Kırsal kesimde yaşayan aksakal bilgeliği, artık bir Türkiye gerçeği değil. En azından İzmir için değil. Köyler kent merkezleriyle içiçe. Kendisi köyde kalsa da çocuklar ve torunlar artık kent merkezlerinde. Televizyon ve banka kredi sistemi de devreye girerek mekanları bütünleştirmiş durumda.

5-Halkın beklentileriyle, Meclisin beklentileri örtüşüyor mu? Örtüşmüyorsa seçimler sırasında halk nasıl ikna ediliyor? Burada sorun halkta mı, seçimleri kazananda mı, yoksa kaybedende mi?

Beklentiler çoğu zaman örtüşmüyor. Siyasal partilerin vaatleri ile gerçekte yaptıkları arasındaki makas çok açık. Halka beklentilerine uygun şeyler söylüyor, nabzına göre şerbet veriyor; ama bazen tam tersini yapıyorlar. Örnek çok. AKP Türk bayrağı ile geliyor; ardından Anayasadan Türk vatandaşlığını silmeye girişiyor. Ama öyle bir resim veriyor ki, seçmeni “yapar mı, yok canım, yapmaz” hesaplaşmaları içinde gidip geliyor. Aslında, seçimlerdeki vaat broşürleri kredi kartı sözleşmeleri gibi. İhtiyaç çok, okuyanı yok, imzalar basılıyor. “İkna”da vaatlerin, seçim kampanyalarının, ilan-reklamların, “dombra”ların, ev-ev gezmelerin etkisi elbette var. Konjonktürün de etkisi var. Ama “ikna”da mevcut sosyolojik yapı ve ilişkilerin biçimlendirdiği en temel tercihler belirleyici görünüyor. Yoksa AKP’nin kuruluşundan hemen 1,5 yıl sonra, kıl payıyla da olsa iktidara gelmesini açıklamak zor olur. Ya da DSP’nin 1999 iktidarına yükselişini ve sonra bir çırpıda eriyişini açıklamak zor olur.

6-Bakıyoruz siyasi iktidar, yasalarla örtüşmeyen bir karardan söz ediyor. Siz karşı duruyorsunuz. “Bu yasaya aykırı” diyorsunuz. ama bir gecede bile yasaya uygun hale getiriliyor. Çünkü Meclis çoğunluğu onlarda. Yürütmenin emrinde bir Meclis var. Siyasi iktidardan çatlak bir ses çıkmamasını siz sosyal bir bilimci olarak hangi nedenlere bağlıyorsunuz? Sadece bir daha seçilememek mi, korku mu, baskı mı yoksa biat kültürünü atamamış olmak mı?

Nurzen Hanım, siyasi iktidar partisi içinden “çatlak ses” çıkmaması diyerek siz bile itirazda bulunmayı “çatlaklık” diye nitelendirdiniz! Demek ki böyle davranmak pek hoş karşılanmayan bir şey! Şaka bir yana, nedeni davranış sorununda bulabiliriz. Ama sanırım asıl neden, güç dağılımındaki eşitsizlik ve oligarşik yapının kendisinde gizli. Parlamenter siyaset aile – para – örgütlü yapılarla ilişkiler sacayağı üzerinde yükseliyor. Kitaplarda yazılan “fikri ve vicdanı hür bireyler”den oluşan ideal dünyadan uzaklardayız.

7-Tek partinin iktidarda oluşumu mu yoksa koalisyonlar mı demokrasiye daha çok hizmet eder? Koalisyon ortakları kendi parti programlarını uygulayamazlar ama birbirlerini de denetleme şansları vardır, katılıyor musunuz?

İkisi de uygundur. Biri ya da öbürü kötü değildir. Bizde 12 Eylül döneminde koalisyon kötüdür gibi yanlış bir görüş yerleşti, bunun gerçekle ilgisi yok. Dönemin koşullarına göre her ikisi de işe yarayabilir. İktidarın denetlenmesini sağlayan mekanizma, bundan daha çok, iktidar – muhalefet ilişkilerinin sağlıklı işlemesiyle ilgili. Meclis çoğunluğunu elde bulundurmanın “her istediğini yapma” olanağı verdiği açık. Yapabilirsiniz, ama bu güzel rüzgar hem size hem tüm ülkeye fırtına olarak döner. Maliyet, en çok da keyif sahibi için ağır olur. Bu basit gerçeği akılda tutup öyle hareket etmek gerekir.

8-Demokrasiler, siyasal partilerin yapısına ve seçim sistemlerine de bağlıdır. Ancak yıllardır seçim sistemlerinde değişiklik yapılmaması siyasal partilerde parti içi özgürlük sınırlarının, yönetimlerce belirlenmesi, yönetimdekilerin yetkilerinin çok geniş olması, demokrasinin işlerliğini etkilemiyor mu?

Çoğu sorunun kaynağı burada. Nispi temsil yerine çoğunlukçu modeller, türlü barajlarla toplumun temsiline getirilen kısıtlamalar, büyük olan lehine işleyen bu tür mekanizmalar, temsilde yansıma hatasını kabul edilemez boyutlara taşıyor. Temsili demokrasinin temsil boyutunu sakatlayıp kırıyor. Siyasal partilerde üye iradesi adeta yok ediliyor. Karar, seçim, politika oluşturma süreçlerinde kendisine yer bulamayan üye partisine kayıtsızlaşıyor. Sonuçta ortaya tabandan tavana işleyiş yerine grupçuklar arası pazarlık düzeni kuruluyor. Böyle düzenlerde istikrarı sağlamanın tek yolu despotizm oluyor. Parti-içi demokrasi yok, suskunluk ya da disiplin sopası var.

9-Parti içi özgürlüklerin karşısında, parti disiplini her zaman bir tehdit unsuru. Özgürlükler nerede disiplinle karşılaşmalı? Yani parti içi özgürlüklerin sınırı ne olmalı?

Partiler özgürlük alanları olmaktan çok görev – yetki – sorumluluk alanları. Bu alanı da parti hukuku çizer. Herşeye yön veren iki temel ilke var. Birincisi parti ilkeleriyle programına bağlılık. Herhangi bir üye ya da parti yöneticisi, partinin ilkelerine ve programına aykırı düşmüşse, parti disiplini bu aykırılığı görmeyi, göstermeyi, düzeltilmesi için çalışmayı gerektirir. Bunu yapmayan kişi parti suçu işlemiş olur. İkincisi parti hedefleri için çalışırken parti tüzüğünde belirlenmiş kurallara uygunluk. Hangi kararın hangi organca nasıl alınacağı kurala bağlıdır; parti-içi demokrasi de burada ortaya çıkar. Bir makam kendisine verilmemiş yetkileri kullanmaya başlar, diğerlerinin yetkilerini gasp ederse; kararlar ortaklaşa değil keyfi alınırsa; karar sürecinde katılımcılık sağlanmazsa parti-içi demokrasi biter. Meşruiyet (yasallık) bitince meşrutiyet başlar. Yani bir zümrenin ve giderek bir kişinin yönetimi. Bir üye buna karşı çıkmazsa yine parti suçu işlemiş olur.

10- Bu çerçeve bizde yaşananlara pek uygun değil gibi…

Değil gerçekten ve hatta “pek” ve “gibi”si fazla! Çünkü söylediğim, doğru düzen ile bunun bozulması durumu. Asıl mesele, bozulma durumlarında herşeyin birbiriyle yer değiştirmesiyle birlikte ortaya çıkıyor. Örneğin program ve ilkeleri ihlal eden yöneticiler, bunu ilan ve ifşa eden tarafa disiplin sopası gösterebilir. “Kurullar çalışmıyor, katılım sağlanmıyor, kararlarda keyfiyet var” diye yanlışlara işaret edene yine disiplin sopası sallanabilir. İşte bu durumda ortada bir tür Gordion Düğümü var demektir.

11- Kör düğümleri çözmek de zor iş!

Zor ama mümkün. Ve de zorunlu. Biz şöyle bir deneyim yaşadık örneğin. Şikayetlendik, “her kafadan bir ses çıkıyor” diye. Gerçekten kötü bir durum. Hepimiz “tek ses vermeliyiz” dedik. Kimi yönetici arkadaşlarımız “biz demokrat partiyiz, bizde herkes serbestçe konuşabilir” diye durumu savundular. Oysa bu doğru olmaz. Çünkü mesele herkesin serbestçe konuşmasını sağlamak değil. Mesele, herkesin yetkili kurulların düzenli toplantılarında yer almasını, buralardaki kararverme sürecinde hiçbir baskı görmeden serbestçe konuşmasını sağlamak. Kararları ortaklaşa çıkarmak. Öyle olunca “herkes serbestçe konuşmaz”; kararı benimsemese de arkasında durur. Böylece ortak aklın ürünü kararlar tek ses olarak savunulur, güçleniriz. Ama yönetim makamları toplantıları yapmazsa, gündem ve karar oluşturulmazsa, ilgili ve yetkililer karar sürecinin dışında kalırsa, elbette “her kafadan başka ses” çıkar. Bu durumda yönetim kimi suçlayabilir? Hata kendine aittir. Öyle olduğu halde dönüp bir de “sen kamuoyuna konuştun, partiye zarar verdin” derse, bir de üstüne disiplin yollarını açarsa, iş iyice içinden çıkılmaz hale gelir. Oysa sorunun çözümü basit; parti-içi demokrasi! Aşağıdan yukarıya işleyiş, yetkili kurulları çalıştırmak, ortak aklı ve ortak gücü birlikte hareket ettirmek, bu kadar.

12-Parlamentoların da yasama yanında, denetleme yetkisi vardır. Ama işlemiyor. Anayasaya uygunluk açısından çıkan yasaları, başvurulursa yüksek yargı denetler. Meclisi denetleyen de belirli koşullarda yargıdır. İdari açıdan artık denetim yok. Biz bu durumda Meclis demokrasinin simgesi diyebilir miyiz?

Diyebilmek zor. Son çarpıcı örnek, Ankara Milletvekilimiz Aylin Nazlıaka’nın Ankara sularında sorun olduğu ve belediye yönetiminin bu sorunu gidermesi için yaptığı çalışmalar oldu. Ankara Belediye Başkanı bu çalışmaları kişisel ya da muhalif husumet gibi gördü. Basın-yayın kuruluşları da hatta TBMM’nin kendisi de, sorunu gündeme getirenin TBMM üyesi bir parlamenter olduğunu adeta unuttu. Bunun, kamuoyu araçları yoluyla bir yasama denetimi etkinliği olarak görülmemesi, Meclis – İdare ilişkilerindeki kopmanın ürkütücü boyutlarını gözler önüne serdi. Ve tabii, “çoğunluğum var” şımarıklığının yarattığı torba yasacılık; muhalefetin itirazlarına kör kalıp sağır durma; komisyon ve genel kurul çalışmalarını zamana sıkıştırarak elgördülük hale getirme, daha pek çok örnek var. Bunlar adeta TBMM’ni askıya alma uygulamaları.

13-Ülkenin bugününden söz edelim. İktidarın en çok dile getirdiği paralel yapı öz eleştirisi 17 Aralık yolsuzlukları sonrası söylem ve kararlar, Meclis’te okunan milletvekili andıyla örtüşüyor mu? Bu öz eleştiri “biz tek başımıza iktidar olamadık, gizlice koalisyon kurduk. Onlar örgütmüş farkına varmadık” sözü, ”O halde iktidar kimdeydi?” sorusunu getirmiyor mu? Burada suçlu olan sadece cemaat mi ?

AKP’nin 2002-2012 iktidarları, bu yapıyla ortaklık halinde geçti. Bu yılların sorumluluğunu üzerinden “ben yapmadım, o yaptı” diye atma şansı yok. Cemaat yapısına gelince, hiç kuşkusuz Türkiye için büyük bir sorun. Aralarında çıkan çatışma ülkemizin hayrınadır. Bunun gizli, katı hiyerarşik, dış bağlantılı bir yapı olduğu görülüyor. Örtülü her türlü yapı gibi, Türkiye’nin bu ve benzeri yapılardan arınması çok önemli. AKP iktidarlarının eylemleri, başlı başına suç zinciri. Cumhuriyeti tasfiye etmeye kalkışmış bir güç için başka ne denebilir ki?

14-Yargının yasamanın hiçe sayıldığı, ülkemizin tüm kurum ve değerlerinin altüst olduğu bu süreçten kurtulmak için nasıl bir siyasal yapılanmaya ihtiyaç var?

Ülkemiz gericilikle bölücülüğün pençesine düşmüş durumda. Bu karşıdevrim pençesi. Anayasayı değiştirerek geri dönülmez bir noktaya erişme derdinde. 2015 seçimlerini bu özlemle bekliyorlar. İlerici, devrimci, Cumhuriyetçi güçlerin bu beklentiyi boşa çıkarması gerekiyor. Önceliği karşıdevrimi püskürtmeye vermemiz gerekiyor. Bağımsız ve özgür Türkiye’yi, cumhuriyeti ve aydınlık bir geleceği ancak bu başarı üzerine kurabiliriz.

[Odatv, 15 Kasım 2014]
http://www.odatv.com/n.php?n=akp-turk-bayragiyla-gelip-anayasadan-turku-siliyor-1511141200 



10 Kasım 2014 Pazartesi

İSTİLA


Amerikan film dünyası Hollywood, bazı temaları başka temalardan daha çok seviyor. İstila konusu sevdikleri listesinde baş sıralardadır.

Örneğin Alfred Hitchcock’un ünlü Kuşlar filmi... Hep yanı başımızda yaşayan bu güzel canlının organize hareketiyle ortaya çıkan cehennemi, korkuya kapılmadan izleyenimiz herhalde yoktur.

Ya da daha yakın zamanda çekilmiş olanlardan İstila filmi… Uzaylılar gelmiş, insanlığı ele geçirme projesini yürürlüğe koymuşlardır. Bir virüs yardımıyla yayılırlar. Virüs bedenine girdiği insanı ilk uykusunda ele geçirir. İnsanın görüntüsü aynıdır; yalnızca bakışları donuk ve tepkileri adeta yok olmuş gibidir. Hafızalardan güzel hatıralar silinmiş, acımasız savaş görüntüleri kalmıştır. Güvenli, huzurlu, tartışmasız - kavgasız yaşam isteği, bu yeni karakterin dayanağına dönüştürülmüştür. Arada bir durumu fark eden olursa da huzur isteği ağır basar ve istilanın gönüllüsü olur.

Sanırım istisnası yoktur; hemen tüm istila filmlerinde zafer, direnen bir avuç insanın olur. Ama zafer bazısında taş üstünde taş kalmamış bir dekorla birliktedir. Bazısında ise yaşam kaldığı yerden sürer, istila ise kötü hatıralar arasına gönderilmiştir.

EN HEYECANLI PARÇA HANGİSİ?

Bir sinemasever olarak, istila filmlerinde en ilgi çekici parçanın hangisi olduğuna karar verebilmiş değilim.

İlk sızış mı? Sızmanın kendisi başlı başına ilgi çekici. Bu sızış karşısında bilinci yarı-açık insanlık halleri ayrı bir seyirlik.

Yoksa fark ediş anı mı? Fark ediş anlarındaki insanlık hallerinin her biri ayrı bir öykü.

Direniş kararının verilişi? Kiminde sarsak, kiminde çelik bilek, kiminde Fransıza karşı bizim Antep savaşındaki Karayılan misali verilen direniş kararları… Film kahramanlarıyla birlikte bizim de yürek çırpıntımızın başladığı an, “haydi bakalım!”

Belki direniş sürecinin kendisi! Mücadelenin bitmeyecek gibi görünen zorlukları, şiddeti, bir umutsuzluğun diğerini takip ettiği sahneler, kayıplar; istilacının sarsılmazmış gibi görünen gücü, mağrur bakışı… Ve direnişle yüz yüze geldiği anda kapıldığı panik, kumdan kale olduğunun ortaya çıkması.

En ilgi çekici parça, bu dördünden biri olabilir. Ama son sahne olmadığından eminim. Sonuncusu, istilayı kırıp atan zafer sahnesi, filmin zaferle biteceğini bildiğim için belki, parçaların en çekicisi değil.

Amerikan sinemasının istila filmlerine neden böyle geniş yer verdiğini anlamak mümkün. Gerçekten, senaryonun şurada ya da burada tıkanması neredeyse olanaksız.

İSTİLA, NE İŞGAL NE DE FETİH

Hepsinin sonuçları aynı, ama anlamları farklı. İşgal, bize ait olan yerin yabancı tarafından zapt edilmesi demek. Fetih, bizim başkasına ait olanı zapt etmemiz söz konusu olduğunda kullanılan bir terim. İşgal ile fetihte olay aynı, ama konuşan taraflar farklıdır. İşte bu, işgal ile fetihi “istila”dan ayıran şey. Evet, istila da ele geçirme, zapt etme işi. İşgal ve fetihten farkı sızarak, fark ettirmeden ve fark edilmeden gerçekleştirilen ele geçirme olmasında. İşte bu sinsi tarz yüzünden savunucusu da yok. İstila, savunucusu olmayan ve kendini savunmak zorunda kaldığında ortadan kaybolan failin işi.

İstila, insanın insana toplumsal – siyasal – hukuksal – ahlaki kumpasları eşliğinde, dünyanın dört köşesinde “küresel” bir tarz. Gizli saklı olsa da, kendini pek tumturaklı sözlerin ardından gösteriyor aslında. Son zamanlarda gazetelerde yazıldığına rastladığımız “etki odaklı harekat” adlı sinsiliğe dayalı savaşçılık, belirdiği deliklerden biri. Üniversitelerden medyaya, “STK”lardan siyasal partilere yayılıp duruyor.

İstilacılık, bizim ülkemizde siyasetin en temel yöntemlerinden biri haline gelmiş bulunuyor.

2001’de başlatılan Ergenekon ve Balyoz saldırısı, örneklerden biri. Son zamanlarda AKP’nin “paralel yapı ve onun işleri” diye yakındığı olaylar, bu şeyin yaşadığımız en yakın ve canlı örneği.

Henüz bunlar gibi açığa çıkmamış başka istilacı türler yok mudur?

Ya bu olaylardan ya da istila filmlerinden ders almalı. Filmlerden biliyorum, “fark ediş aşaması” kendi başına pek heyecan verici. Ardından “direniş aşaması” geldiği için de çok değerli.

İstila filmlerinde motto hep aynı: Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!

(Aydınlık, 9 Kasım 2014)


9 Kasım 2014 Pazar

KİM İHRAÇ OLUR? Prof. Dr. Batum'un İhracı Hakkında


Ulusal kurtuluş savaşımızın öncüsü, Bağımsız Türkiye’nin kurucusu

önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e şükranlarımla… 


Partideki merkezin, Eskişehir Milletvekili Prof. Dr. Süheyl BATUM'u partiden tedbirli kesin ihraç yoluyla atmaya 5 Kasım 2014 günü karar verdiği duyuruldu.

Siyaseten ihraç, tasfiye demektir; kaset şantajıyla olur; baskıyla olur; artık Türkiye'de çeşitli odakların ustalaştığı binbir yolla olur.... Hukuken ihraç ise tek yolla, Tüzük'le yapılır; ilgili maddeler dayanak sayılır.

“MYK Partisi” Olmak

Merkez, ihraç kararını Tüzük 68-E maddesine göre aldığını ilan etti. Ama bu hiç olmadı. Çünkü bu madde, merkezin illerin yerine hareket edebileceği özel bir durumu düzenliyor. Madde aynen şöyle:
CHP Tüzüğü Madde 68-E) İvedi durumlarda Merkez Yönetim Kurulu, il yönetim kurullarının önlemli [tedbirli] olarak görevden derhal uzaklaştırma yetkilerini de kullanarak, bir üyeyi disiplin kuruluna sevk edebilir.
Anlaşılan merkezdeki yönetim bu hükmü şöyle yorumlamış: İvedi durumlarda Merkez Yönetim Kurulu [..….] bir üyeyi disiplin kuruluna sevk edebilir. CHP gibi bir partinin herhangi bir organa böyle bir yetki verebileceğini ileri süren varsa, nokta der ve başka bir şey demem.

Çünkü bu durumda bütün diğer hükümler geçersiz; tüm diğer disiplin mekanizmaları gereksiz demektir. Bu doğru ise, partinin “MYK Partisi” olarak tanımlanması gerekir. Siyaset biliminde böyle sınırsız bir yetkiye sahip olan gruplar “oligarşi” diye adlandırılır. Söz konusu olan parti Cumhuriyet Halk Partisi olduğuna göre, böyle bir tanım da adlandırma da hiçbir şekilde kabul edilemez.

Tüzük, partiyle ilgili konularda milletvekillerinin disipline ancak ve yalnızca Parti Meclisi kararıyla verileceğini açıkça yazar.

İlgili madde 68 – A’dır. Yetki açık biçimde ve özel olarak Parti Meclisi’ndedir.
Madde 68-A) PM üyelerinin, YDK başkan ve üyelerinin, TBMM üyelerinin, partili büyükşehir belediye başkanlarının parti suçu oluşturan eylemleri Parti Meclisi’nin istemi üzerine Yüksek Disiplin Kurulu’nca karara bağlanır.
Eskişehir Milletvekili Süheyl BATUM, Anayasa Hukuku Profesörü’dür; kendisiyle ilgili olarak böylesine hukuk kırımı yapılarak karar alınmış olması, kendi başına büyük bir ayıp oldu.

Prof. Dr. BATUM’un Önemi

Tüzük’e aykırı olduğu söze gerek bırakmayacak kadar açık olan bu kararın “esas”ını henüz bilmiyoruz. Ama Prof. Dr. Süheyl BATUM’u tanıyoruz.

TBMM görevinden önce üniversite öğretim üyelerinin topluma karşı görevlerinin bilincinde olan, bu bilinç gereğince toplumun sorunlarına en uygun olası çözümleri hukuk zemininde anlatmaktan geri durmayan bir bilim insanı.

TBMM’nde fark yarattı. Görev dönemi boyunca, daha önceden yaptığı gibi, ülkenin hangi köşesinden çağırıldıysa bahane üretmeden o çağrıya ses verdi. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda CHP’yi temsil etti. O Komisyon’da ulusal devlet, laik toplum, hukuk devleti ilkelerini iğdiş etmek isteyenlere karşı hepimizce takdir edilen bir kararlılıkla mücadele verdi.

Partinin diğer iki Komisyon üyesi, gazetelere yazılar yazdılar ve “Türk etnik bir isimdir; vatandaşlık tanımı olmaktan çıkarılmalıdır” fikrini işlediler. Yani Prof. Dr. Süheyl BATUM yalnızca Komisyon’daki diğer parti temsilcileriyle değil, aynı zamanda kendi partisini temsil eden bu üyelere karşı da direnmek zorunda kaldı. Ulusal devleti ortadan kaldıracak bu değişiklik yapılamadıysa, bu sevindirici sonuç, gösterdiği direnç sayesindedir.

Görevini Yapmak

Türk Ulusu, anayasal varlığını savunan böyle aydınlara sahiptir. CHP yönetiminin bu niteliklere sahip bir milletvekilini doğrudan kendi elleriyle hırpalaması ise, açıklanmaya muhtaç bir durum olarak tüm kamuoyunun gözleri önüne serilmiş bulunmaktadır.

Kurucu ilkelerimize, hukuka uygunluğa ve parti içi demokrasiye bağlılığın gereklerini yerine getirmek için üzerimize düşeni yapmak, bir kez daha ivedi hale geldi. Yanlışlar üst üste bindi; düzeltilmesi artık kaçınılmaz.