31 Ekim 2016 Pazartesi

EGEMENLİK SAVAŞI ve AVRASYA


Türkiye Cumhuriyeti, egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir, iddiasıyla doğdu. Bizce de öyledir; o nedenle, ne mutlu Türküm diyene!
Gelim görün ki, kutladığımız 93. Yılda ortadan kaldırılmak istenen iddia tam da bu.
Saldırılar iki koldan…
*
Bunlardan biri, kendisini hakimiyet milletindir, diyerek ortaya koyuyor. Kimileri yalnızca söyleyişte kısaltmadan ibaret olduğunu sanadursunlar, bu söz, egemenlik hakkını Türk Milleti’nden alıp ümmet’e devretme hedefini gösteriyor. Onlara göre ‘millet’in adı yoktur; adı silinmiş millet sözüyle kastedilen şey ümmet.
Anayasa’daki Türk vatandaşlığını TC vatandaşlığı yapmak, egemenlik hak ve yetkisinin Türk Milleti’ne ait olduğu hükmünü silip çıkarmak, ulusal/milli yerine ümmet toplumu yaratmanın olmazsa olmaz şartı.
*
Diğer saldırgan, demokratik millet tanımı yapmalı diyor. Demokratik millet, çokmilletli millet! Her birey önce etnik kökeninin –ve mezhebinin de- vatandaşı olsun, millet dediğimiz şey, etniklerin/milliyetlerin/mezheplerin toplamı olarak tanımlansın. Hatta buna isim bile verebilirler: Türkiye Milleti örneğin.
Sözcüklerin yerlerini değiştirip yaşamı arsızca baş aşağı eden bu kol da anayasa istiyor. Hiçbirşey olmazsa, başlangıç için, Türk Milleti’ne verilmiş her hak ve yetkinin, elbette en başta ona verilmiş egemenliğin silinmesi yetecek. Sonra, çokmilletlilik hali nasılsa bir şekilde tanımlanır. Eşit vatandaşlık sözüyle bunu yapacak; anayasal vatandaşlık getirerek Türk yerine TC ya da Türkiye vatandaşlığı getirerek vuslata ereceğini hesaplıyor.
*
Cumhuriyet’in 93. Yılını, işte bu iki saldırının can yakan vuruşları altında kutluyoruz.
Canımızın her yanışında, kavganın doğrudan doğruya egemenlik hak ve yetkimize yönelmiş saldırganlığa karşı büyük bir varlığımızı savunma kavgası olduğunu biraz daha derinden kavrıyoruz. ‘Milli hukuku müdafaa’ kavgası… Özgürlük, eşitlik, yurttaşlık savaşı.
*
Türk Milletinin egemenlik hakkına, ümmetçilik ve çokmilletlilik ile saldıranlar, Kuzey Afrika’da, Irak ve Suriye’de ulusal devletleri işgal ederek kırıp dökenlerin siyasetleriyle aynı zaman diliminde şahlandılar. Rastlantıdır, diyen şaşkın kalmış mıdır?
Ama ne iyi ki… Avrupa Birliği (AB) kendi içinde çatlarken, ABD başkanlık seçimlerinde gördüğümüz gibi artık kendinden kuşkuya düşmüşken, her türlü iddiasını ve umudunu “Batı” denen dünyanın bataklığına bağlamış olanlar telaşlı. Nasıl olmasınlar? Sığındıkları Atlantik, dünya halklarının vicdanlarında çoktan mahkûm edildi. Bu önemli. Çünkü vicdanda mahkumiyet, er yada geç, illa ki siyaseten mahkumiyete yürür.
*
Küreselleştirme ve yerelleştirme projesi battı.
Irak ve Suriye gibi uygarlığın en görkemli toprakları, Atlantik güçlerince darmadağın edildi. Kapısına dayanan göçmen kafileleri, Avrupa’yı hem uygarlığı hem de ahlâkı bakımından vurdu. Atlantik dünyası barış, demokrasi, insan hakları ideallerini vahşi işgallerine örtü yaptığından beri dünyada mide bulantısı yarattı. Şimdi dünyanın süper gücü ABD, doğu dünyasını kendisinin içişlerine karışmakla suçluyor; Putin’in buna karşı “siz muz cumhuriyeti misiniz!” diye sormasına muhatap oluyor.
Dünya adeta yeniden mevzileniyor.
Dünyanın yöneldiği yeni doğrultuda diğer iki projenin varacağı sonuç, Türkiye’yi paramparça edip yok etmekten başka bir şey değil. Türkiye ve Cumhuriyet, bu yeni mevzilenişte bir kez daha, bizim buralarda ‘egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir” ilkesini savunanların elinde yükselecek. Yükselen mücadelenin uluslararası düzende başlıca güvencesi ise, Atlantik karşısında beliren Avrasya uluslarının tanık olduğumuz yükselişi olacak.
Dünyada yeni dengeler, Türkiye’de yeniden Cumhuriyet!

30 Ekim 2016 Pazar

ABD NEDEN BİZİ BÜYÜTMEK İSTER?


Cumhurbaşkanı Erdoğan son günlerde Misakı Milli gereğince Kuzey Irak ve Suriye’deki haklarımızdan söz ediyor. Önceki bakanlardan Sadi Somuncuoğlu “peki, haklarımızı nasıl alacağız?” diye basit bir soru sormuş.
Somuncuoğlu, Milli Düşünce Merkezi adlı sitede yayımlanan ABD’nin Türkiye’yi Büyütme Aşkı başlıklı yazısında, hakların “herhalde tek dostumuz Barzani ile ‘federasyon’ dedikleri ortaklık devleti kurarak!” alınacağı hesabının yapıldığını söylüyor. Böyle bir hesabın varacağı sonucu soruyor: “Yani devletimize Barzani’yi ortak edince oralar bizim mi olacak?”
Soruya verdiği yanıt açık, “hayır” diyor ve bunun tam aksine iki sonuç doğacağını söylüyor. “Aksine, PKK ile anlaşmalı bölgeler Barzani’ye bağlanmayacak mı? Bu durumda Türk Milletinin egemenliği ortadan kalkmayacak mı?”
*
Somuncuoğlu’nun yazısı, Türkiye’de “Türklük” ve Türk Milletinin egemenlik hakkı üzerine yönelmiş saldırıların, bugün -30 Ekim- Aydınlık Gazetesindeki yazımda dile getirdiğim üzere, yalnızca iki koldan ibaret olmadığını hatırlatmış oluyor. Bu saldırıların bir de “Amerikan planı kolu” olduğunu gösteriyor.
Amerikan planı ta 1960’lı yıllara kadar gidiyor. Somuncuoğlu’nun 12 Mart dönemi başbakan yardımcısı Sadi Koçaş’ın Hatıralar adlı kitabından yaptığı alıntı çarpıcı: Amerikalılar “Irak-İran ve Türkiye kürtlerini federe bir cumhuriyet haline getirelim. Bunu Türkiye’ye bağlayalım. Hem de büyük toprak kazanmış olursunuz’ diyorlardı. Acemi Başbakan [Demirel], bilmiyorum bu teklifin cazibesinden mi,  yoksa itiraz edemediği için mi, konu üzerinde bir hayli durmuş, durmakla da kalmamış, Genelkurmay tarafından hükümete verilen bir brifingde bu cazip(?) teklifi ortaya atmıştır. Gösterilen çok şiddetli reaksiyon üzerine gerçeği görmüş ve ancak ondan sonra bu teklifi reddedebilmiştir.”
Ardından Özal’ın girişimleri, 1991’de Çekiç Güç, 1993’te Barzani bölgesi, 2003’te Irak’ın işgali ve 2005 Irak Anayasasıyla bölgenin devletleştirilmesi… Şimdi de Lozan ve Misakı Milli tartışmalarının gölgesi…
*
Geçmiş yıllarda birileri demişti: Türkiye ya küçülecek ya büyüyecek. Büyümeden kasıt, Barzani devletçiğini katmak ya da katacaklara evet demekten ibaretti.
O zaman yine birileri yanıt vermiş, bu formülün gerçeği başka, demişlerdi. Siz diyorsunuz ki, Türkiye ya küçülecek ya da büyüyerek küçülecek!
Somuncuoğlu da buna işaret ediyor. Atlantik’ten taşıma bu akıl Türkiye’yi genişletmeyecek, tersine “PKK ile anlaşmalı bölgeleri Barzani’ye bağlayacak”; ve bu arada Türk Milleti de egemenlik tahtından edilmiş olacak.
Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak, bu olsa gerek.
*
Somuncuoğlu’nun dikkat çektiği Amerikan “misak-ı millî” tutkusu, neredeyse yarım yüzyıllık bir tasarım. Şimdi geriye doğru bakınca bedelinin Arap Ulusunun kabilelere ve mezheplere bölünmesi, yalnızca egemenliklerinin değil egemenlik haklarıyla birlikte kendilerinin de yok edilmesi olduğunu görmemek ne mümkün!
*
Görünüyor ki, Türkiye’de Türk Milleti’nin egemenlik hakkını anayasadan silip süpürmek isteyen ümmetçi ve çokmilletçi saldırı kolları yalnızca ‘ideolojik ideal çemberleri’ değiller. Bu kollar, uygulama arenasında, doğrudan doğruya dünya sistemine ve emperyalist siyasete bağlanıyorlar. Bilerek ya da bilmeden.
Ama bir de, ümmetçi ya da çokmilletçi olmayıp fena halde fetihçi olanlar var. Kendi adıma, bunların böyle bir çöküşe hangi güdüyle ‘olur’ verdiklerini çok merak etmekteyim.

Buralardan onbin kilometre uzaklardaki bu dünya jandarmasının gölgesinde fetihçilik oyunu oynanması akıl işi değil. Türkiye’ye Şam, Bağdat, Tahran’dan başka ortak aramak, bölgemize hayır getirmediği gibi bize hiç getirmez. 
[BAG, Aydınlık, 30 Ekim 2016]

26 Ekim 2016 Çarşamba

HÜKÜMET SİSTEMİ/REJİM KONUSUNDA BİR HARİTA İKİ NOT


Harita, vikipedia'dan...

Birinci not için "mavi"lere bakın:
Bunlar başkanlık rejimi olan ülkeler.

Güney Amerika ve Afrika... Bu ülkelerde darbeler çok.

Demek ki, başkanlık darbelere çare değil!

"Başkanlık olsun, istikrar gelsin, darbeler bitsin" diyenler, tartışmayı yanlış yerden tutuyorlar.

*

İkinci not için "kırmızı"ya bakın: 

Bunlar parlamenter rejimli, ama monarşi/krallık olan ülkeler; tam adı parlamenter monarşi. 

İskandinavyanın İsveç'i, Avrupanın İngiltere'si, Amerikanın Kanada'sı, Okyanusyanın Avusturya'sı, Japonya...  Parlamenter hükümet sistemine sahipler, ama cumhuriyet yok, krallık var. 

Demek ki, "ideal sistem en gelişmiş ve en demokratik ülkelerdeki sistemdir" demek, kendi başına anlamlı değil. Eğer öyleyse, onlardaki parlamenter krallığın dengi olarak, Türkiye için de "parlamenter sultanlık" önermek gerekecek!

Çünkü geriye kalan "parlamenter cumhuriyet" örneklerinin sayısı da, dünyadaki yankıları da pek sınırlı. Hindistan'da, bizde, az sayıda Avrupa ülkesinde, Almanya'da geçerli.

*
Doğru tutamak başka yerde:  

Dünyada "bakalım, en iyisini alalım" diyebileceğimiz bir dükkân yok.

Olmadığı için, dayanmaya çalıştığımız dünya örnekleri, tutmaya çalıştığımız yerlerden hemen kopuyor.  

Hem başkanlıkçılar hem parlamenterciler, hepimiz, kabuğa bakıp kök yakalamaya çalışıyoruz. 

Oysa bu tartışma kökle bağlı. 

Yani ülkelerin kendileriyle ve her ülkede iki soruya verilecek yanıtla ilgili: 
"Egemen kim?" ve 
"Egemenlik nasıl kullanılabilir?" [Mümkün olan ne; en iyi olan ne?]

Konu, ülkenin geleceğine ilişkin ufuk ve toplumsal iktidar yapısının özellikleriyle ilgili. 

Dünyadaki durum olsa olsa başkalarının deneyimleri, durumları, arayışlarından birşeyler öğrenme olanağı sunar; hazır çözüm değil.

*
En büyük kuşku ise kendimizle ilgili:

Yoksa biz, bu doğru çıkış noktasına tutunmak için tarih, felsefe-mantık, sosyoloji, siyaset, hukuk derinliğine sahip değil miyiz?

Eğer öyleyse çok fena!

********
İlgili yazı: Evet, Rejimi Değiştirmek İstiyor









AKP’nin ANAYASA TEKLİFİ ÇIKTI!


Beklemeye ve tahminlerde bulunmaya gerek yok. AKP, 2011-2012 Anayasa Uzlaşma Komisyonuna 32 maddeden oluşan bir anayasa değişikliği önerisi vermişti. Yani resmî görüşü elimizde.

*

Bu metinde, değişiklik önerdikleri maddede nerede “Türk” sözcüğü varsa, bu sözcük itinayla silinmiş bulunuyor. Üstü çizilenler şimdiki anayasada olup bu öneride reddedilenler, köşeli parantezler ise AKP’nin önerisi olmak üzere, önerilerinin manzarası şöyle:

76. Maddede yirmibeş [onsekiz] yaşını dolduran her Türk [vatandaş] milletvekili seçilebilir” biçiminde değişiklik öneriyorlar.

101. maddenin ilk cümlesini silmelerle değiştirip şu hale getiriyorlar: “Cumhur[B]aşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçilir.”

*
Bir köşe yazısında tüm önerileri aktarmak olanaksız. O halde simgesel değeri yön göstermesi nedeniyle yüksek olan yemin metnine bakabiliriz. Öneri, Başkan olması istenen Cumhurbaşkanının yemin metnini değiştiriyor. Yemin metninden sildikleri ve geriye bıraktıkları itibariyle okunsun, nasıl bir rejim tasarladıklarının billurlaşmış bir özetini veriyor.

103. maddedeki yeminin şimdiki hali, silinenler ve geriye kalanlar itibariyle şu hale geliyor. Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”

Önerilen metin, yukarıda üstü çizilmeyenlerin sırası değiştirilerek şu: “İnsan haklarına, hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye bağlı kalacağıma; Devletin bağımsızlığını, ülkenin bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma andiçerim.”

Belki gözden kaçabilir diye sayalım: Yeni yeminde devletin varlığını koruma sözü yok. Vatan değil, ülke var. Ülke bütünlüğü tamam, ama milletin bütünlüğü yok. Atatürk ilkeleri yok. Laik Cumhuriyet yok. Tarafsızlık yok.

Olanlar ve olmayanlar, hem bugünlerde hazırlandığı söylenen yeni değişiklik önerisinin ipuçları, hem de kurulmak istenen rejimin zihniyet örgüsünü gösteriyor.

*
Bu anayasa değişikliği metni başbakanlığı, bakanlar kurulunu (hükümeti), bakanların milletvekili olma kuralını (bakanların bakan olma niteliklerini sağlayan şeyi, böylece bakanları) ortadan kaldırmış bulunuyor. 

Artık hükümet olmadığı için, kanun tasarısı denen yasayı hükümet eliyle oluşturma işleyişini ortadan kaldırıyor. Kanun yapmak, milletvekillerinin önerilerine bağlanıyor. Kanunla düzenlenmemiş alanlarda kanun benzeri ‘başkanlık kararnamesi’ çıkarma yetkisiyle, başkan kanun yapıcı oluyor. Tüm yönetmelik, genelge, vb. çıkarma yetkisi Başkan’a geçiyor.

Genel siyaseti belirlemek ve genel idareyi yürütmek, hükümet olmayınca Başkanlık makamına geçiyor.

*
Bunları öğrendik.

Peki ya, ilkemiz ademi merkeziyetçiliktir diyen AKP programları, anayasa teklifi olarak karşımıza ne zaman çıkacak? Ve hangi kılıkta çıkacak? Üniter başkanlık diye diye federasyoncu öz nasıl gizlenecek? Yerel özerkliği mi, illere özerkliği mi (seçimli valilik), bölgesel özerkliği mi, doğrudan eyaletçiliği mi seçecekler? Merak ettiğimiz konu, tekliflerinin bu boyutu. Haydi bakalım, az kaldı gibi!

[BAG, Aydınlık, 26 Ekim 2016]



24 Ekim 2016 Pazartesi

ANAYASAYI DEĞİŞTİRME OYUNU


Anayasayla oynamak, Cumhurbaşkanının bir konuşmasıyla öğrendik ki, üç seçenekli bir iş haline gelmiş.
Birincisi, mümkünse yeni-anayasa yapılacak. Yeni-anayasa, şimdiki anayasanın topyekün ortadan kaldırılması demek. Kısa-anayasa diyenlerin ve sivil anayasadan söz edenlerin kastettikleri bu.
Bu olmazsa ikincisi, kapsamlı anayasa değişikliği yapılacak. Kapsamlı-değişiklik, ilk dört madde haricinde; başlangıç hükümleri pazarlığa bağlanmış; başkanlık rejimine geçişi sağlayacak geniş kapsamlı değişiklik demek.
O da olmazsa üçüncüsü, mini-paket değişikliği yapılacak. Mini-paket, duyurulduğu kadarıyla, yargı organlarıyla ilgili konulara odaklanmış idi. Bu yıl AKP-CHP-MHP temsilcileri bunu görüştüler. Hangi maddeler üzerinde çalıştıkları açıklanmadı. Ama bu arada, 2011-2015’de Anayasa Uzlaşma Komisyonunun üzerinde anlaştığı ileri sürülen 60 madde işin içine katılarak mini-paketin genişletilebileceği de söylendi. İktidar tarafının mini-pakettle halledebileceğini düşündüğü bir nokta daha vardı. Başkanlık değil, partili cumhurbaşkanlığı.
*
Anayasa oyunu mini-paket seçeneğine geri çekilmişken, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “AKP ne öneriyorsa meclise getirsin” demesiyle birlikte, yukarıdaki üçleme değişti. Başta Adalet Bakanı olmak üzere iktidar çevreleri ‘hukuku fiili duruma uydurmamız lazım’ diye söylenerek ortada dolaşırken, Bahçeli’nin ‘rejim sıkıntıda bunu aşmak lazım’ sözü, herkeste konunun başkanlıktan ibaret olduğu izlenimi doğurdu. Şimdi hedef, kapsamlı-değişiklik ile mini-paket arasında yeni bir tasarım gibi görünüyor.
*
Partili cumhurbaşkanlığı, bugünkü yapısal hükümet kuruluşuna dokunulmayan bir formül. Yaratılması için, Anayasa’nın 105. Maddesinde yer alan ‘Cumhurbaşkanı seçilenin varsa partisi ile ilişkisi kesilir’ cümlesini değiştirmek gerekiyor. Bu ifadeyi silmek ihtiyacı karşılıyor. Ama şimdiki sistemde Cumhurbaşkanı partisiz olduğu için ‘siyasal bakımdan sorumsuz’. Partili hale gelince, hangi işler nedeniyle ‘siyasal sorumlu’ tutulacağı sorunu ortaya çıkıyor ki, bunun için birkaç değişiklik daha yapmak gerekiyor.
*
Başkanlık rejimi ise farklı. Bugünkü hükümet sisteminde kökten değişiklik yapmak anlamına geliyor. Çünkü tam modeline bakarsanız başkanlık rejimi, başbakansız ve hükümetsiz bambaşka bir yapılanma. Herşey Beştepe’de, şimdi Çankaya’da çalışan hükümet yok olacak demek. Hem tek tek, hem de heyet halinde ortak siyasal sorumluluk taşıyan bakanlar ve bakanlar kurulu ortadan kalkacak. Şimdiki Anayasa tüm bakanlık örgütlerini, valilik ve kaymakamlık, personel sistemini buna göre kurmuş bulunduğuna göre, başkanlık rejimi değişikliği Anayasa’nın değişiklik kapsamının çok genişlemesi anlamına geliyor.
*
Düşünülen şey tam model değil deniyorsa, o halde başbakanlık-bakanlar kurulu fizik olarak kalacak ama görev-yetki-işleyiş değiştirilecek demektir. Yani Çankaya’daki organlar duracak, ama bunların benzerleri bir de Beştepe’de yaratılacak. Bunun nasıl bir tasarım olduğunu, kanımca başkanlık rejimi lazım diyenler de net olarak bilmiyor. Ya da sır olarak saklıyorlar.
*
  Bütün bu görüntü, asıl tehdit konularını örtme işlevi görüyor. O nedenle anayasa oyununu, asıl gizli sahneleri öne çıkararak izleyip değerlendirmemiz gerekiyor.
Bu oyunun gizli sahneleri arasında başta Türksüz Anayasa Sahnesi var. Türksüz ve Atatürksüz anayasa, ulusal/milli devletin yıkılması; egemenlik hakkı elinden alınmış çok-milliyetli (=çokmilletli, çoketnikli, çokkültürcü, eşit vatandaşçı, anayasal vatandaşçı) Irak benzeri yıkım anayasası demek. Madde 3, 6 ve 66’ya dikkat!
Gizli sahnelerin bir diğeri, Federasyon Sahnesi. Siyasal bakımdan üniter, idari kuruluşu bütünlük esasına dayanan devlet örgütlenmesinin ortadan kaldırılması; federasyoncu (=eyalet, bölge, bölgesel özerklik, seçilmiş valilik, yerel özerklik) yine Irak benzeri bölücü anayasa demek. Madde 3, 123 ve 127’ye dikkat!
Ve elbette Laikliği Silme, Hukuk Devletini Silme, Sosyal Devleti Silme sahneleri…

Öndeki resmî oyun, bu gizli 5 sahne ile bağlı. Seyir de alkış da yuhalama da ona göre olacak.

16 Ekim 2016 Pazar

BÖLGECİLİĞİN DERİN SULARI



Yüksek Ticaretliler, 14 Ekim 2016 Cuma günü Ankara´da Bölgesel Kalkınma ve Gelir Adaletsizliği başlıklı bir panel düzenledi. Panelin yöneticisi Prof. Dr. Aziz Konukman idi; Dr. Serdar Şahinkaya ile ben konuşmacıydık.

Aziz Hoca konunun sürpriz bulanıklıklar taşıdığı uyarısı yaptı; paneli bunları açığa çıkarmaya odaklayan bir çerçeve çizdi. Salondaki dinleyiciler arasında bu konuların en iyi uzmanları vardı. Böyle olunca da toplantı, yapılması gereken başka toplantıları ve irdelenmesi gereken bambaşka boyutları belirlememizi sağladı.
*
İstatistik bilgi yoksa, envantere sahip değilsen, bunlar ortada var da senin ihtiyaçlarına uygun derlenmemişse, doğru politika üretme şansın neredeyse yok. İstatistik sistemimiz, 2002’den beri, Avrupa Birliği’nin bastırmasıyla AB’ye uyumlu. DİE’yi TÜİK’e dönüştüren ‘istatistik reformu’ ve 2002’de yaratılan 26 istatistiki bölge, AB’ye uyumdan doğdu. Model AB’ye uyumlu; ama 2006’dan beri Türkiye’ye uyumsuzluğu gözle görülür halde. Çünkü basitçe söylersek; Türkiye ilçe – il temelinde yaşıyor. Dr. Oktay Küçükkiremitçi, ülkeye AB eliyle kondurulmuş bu yapay ‘bölgeleme’nin, yaşayan dertli bedenin nabzını almamıza nasıl engel olduğunu en iyi bilenlerden biri.
*
Şahinkaya iki gerçeğe dikkatimizi çekti.
Birincisi, sosyoekonomik özellikler bakımından Türkiye’yi tanımlamak için Zonguldak’tan Hatay’a bir çizgi çekilebilirdi. Bu çizginin solunda kalan kısım ile sağında kalan kısım bize başka hikayeler anlatıyordu. Hepimizin aklında şu belirdi: Durum böyleyse, Türkiye neden 26 ‘istatistik bölge’ye ayrıldı? Elde bu 26’lık sistem oldukça ve 26’nın herbiri birbiriyle rekabet ilkesine bağlanmaya çalışıldıkça, Şahinkaya’nın gösterdiği özelliği görmemiz nasıl mümkün olabilir?
İkincisi, İstanbul her türlü gösterge bakımından Türkiye’nin üzerine adeta abanmıştı. Kocaman bir kafa gibi, pekçok iktisadi-mali gösterge bakımından tek başına ülkenin yarısına bedeldi. Bu durumda, her biri yalnızca “kendi” bölgesine odaklanmış 26 bölge peteği, bu özelliğe tümüyle kör ve bu duruma müdahale bakımından mutlak biçimde etkisiz iken, “bölgesel kalkınma” adına ne yapabilirdi?
Bölgesel kalkınma, bölgecilik, bölgeler arasındaki eşitsizlikleri gidermek bir yana daha da azdıran köhnemiş bir dizidir.
*
Bölgesel kalkınma, bölge kalkınma ajansı adlı 26 ayrı kuruma bağlı. Bu ajansların ilkesi “bölgesel rekabet”. Rekabetin konusu ise yabancı yatırımcı çekmekten ibaret.
İstanbul’un yanında yöresindeki diğer ajansların İstanbul ile ya da İstanbul’un onlarla “rekabet”ini düşünsenize! İstanbul’la rekabet hangi “bölge”nin haddine?
Daha önemlisi, ‘nazlı’ yabancı yatırımcı ulusal engel istemez. İşgücü, sağlık, çevre, gümrük kuralları olmasın ister. Bunlar ne kadar azsa o kadar istekli gelir. Hep ve daima daha az merkezi yönetim, daha az ulusal bakış, daha az kamu kuralı ve dolayısıyla bölgelere daha çok özerklik! ABD’nin BOP çağında, kalkınma adına bölgesel özerklik!
*
Konuşmacılar arasında Doç. Dr. Yücel Çağlar yoktu; salonda dinleyiciler arasındaydı. Dedi ki, “bölge ajanslarına bakıyorsunuz, ama bir de 6 adet bölge idaresi var; Türkiye’yi bölgeselleştirme baskılarının çok önemli parçasıdır”. AB’ye uyum uğruna ilan edilen 12’lik bölgelemeye henüz denk düşmüyorlar; ama bu “idare”ler, ülkeyi bölgelere bölme siyasetinde nereye denk düşüyorlar? Biz konuşmacılar, eleştirisini haklı ve uyarısını çok yerinde bulduk.
*
Bölgesel kalkınma sözü, siyasal bölgecilik perspektifinin çalışma aracı. Bizim bakış açımız ise “ulusal ölçek” üzerine kurulmalı, bölgesel değil ulusal kalkınma üzerine çalışmalıyız. Bunun için aracımız ulusal planlamadır. İstatistik ve envanter temelimiz ilçe – il çevresidir. Sistem olarak “bölgesel kalkınma” düsturunu, gerçek kalkınma ve toplumsal eşitlik bakımından zararlı görürüz. Bölge ölçeğine en fazla, sektörel planlama gibi, ulusal planın uygulama araçlarından biri olarak önem veririz.
*

Aktarabildiklerim, ulaştığımız sonuçların küçük bir kısmı. Ulusalcılığın küreselciliğe ve bölgeselciliğe karşı üretken bir seçenek oluşturduğunu gösteren ve Prof. Dr. Ahmet Saltık’ın önemli katkılar getirdiği “zihniyet” ve “kavram inşası” gibi diğer boyutlara ilişkin tartışmalarla birlikte, gerçekten verimli bir toplantıydı. 
(BAG, Yeni Adana Gazetesi, 176 Ekim 2016)

BAKAN'IN REJİM ANLAYIŞI



Adalet Bakanı, bir rejimin ne olduğuna karar vermek için ilginç ölçütler kullanıyor.

"Atatürk dönemi fiili bir başkanlık sistemidir” diyor. Biz şimdiye kadar Atatürk döneminde kısa bir dönemde meclis hükümeti sistemi ve asıl olarak parlamenter hükümet sistemi olduğunu okuduk, okuttuk, halen de öyle biliyoruz.

Bakan bu köklü tanım değişikliğini neye dayanarak yapıyor?

Ölçütü, kendi sözleriyle şu: “O dönemdeki başbakanların İsmet İnönü dışında kaç tanesinin adını sayabiliyorsunuz? Konunun uzmanları bile peş peşe bir dakikada başbakanların isimlerini sayamaz. Neden, çok açık başkanlık sistemi."

Demek ki yeni tanımımız şöyle olacak: "Belli bir zaman diliminde başbakanların kimler olduğunu bir çırpıda sayabildiğimiz dönemlere başkanlık rejimi denir." 

Yani Anayasa’da ne yazdığının, başbakanlığın ve hükümetin var olup olmadığının, bunların hükümet programlarının meclis tarafından onaylanıp onaylanmamasının, bakanlar kurulunun siyasal bakımdan ‘ortak sorumlu’ sayılıp sayılmadığının, bakanların milletvekilleri arasından belirlenme şartının… önemi yok. Başbakanları sayabiliyorsak sistem parlamenter hükümet sistemi, sayamıyorsak başkanlık!

*

Ne var ki, dünya siyaset literatüründe yeni bir bakış gibi görünen bu sözü tam içselleştireceğimiz sırada, Bakan bambaşka bir şey diyor.

“Menderes dönemi de öyledir.” Hay Allah! Ama o dönemde Menderes başbakan değil miydi? Cumhurbaşkanı da Celal Bayar idi. Başbakanları sayabilmeyi bırakın, döneme adını veren kişi cumhurbaşkanı değil başbakanın kendisi. O halde Bakan, kendi ölçütünü kendisi ortadan kaldırmış bulunuyor.

*

12 Eylül 1980 – 1983 dönemi, Türkiye’de devlet başkanlığı dönemidir. Bakan bunu örnek göstermiyor.

Bunun ardından gelen Özal Dönemi’ni de nedense örnek vermiyor.

*

Bakan bunları atlayıp Erdoğan Dönemi’ni örnek gösteriyor. 

İşte burada iki doğru şey söylüyor: (1) Anayasada cumhurbaşkanlığına verilmiş yetkiler, bir parlamenter sistemde olamayacak kadar çok, diyor. Gerçekten de 1982 Anayasası, güçlü yürütme yaratmak adına böyle bir yetki listesi getirmişti, bu halen yürürlükte. (2) Cumhurbaşkanı 10 Ağustos 2014’te halk tarafından seçildi; yetkisinin kaynağı TBMM ile eş hale getirildi, diyor. Öyle oldu, belediyelerde olduğu gibi halk başkanı/cumhurbaşkanını ayrı, meclisi/parlamentoyu ayrıca doğrudan seçti. Bu iki özellik, Türk parlamenter hükümet sistemini klasik tanımından uzaklaştırdı. Aynı etkiyi yapan başka değişiklikler de oldu. Örneğin bakanların milletvekilleri dışından görevlendirilmesi, böylece hükümet - meclis ilişkilerinin gevşetilmesi bunlardan biri.

Aslında Bakan bu manzaraya bakıp “sorun değil, bu da bize özgü parlamenter hükümet sistemi modeli” diyebilir; ama demiyor.

*
Bakan’ın fiili başkanlık sistemi olduklarını söylediği Atatürk, Menderes, Erdoğan dönemlerinin hepsinde, başkanlık rejimlerinde ve AKP’nin 2012 taslaklarında ortadan kaldırılan tüm kurumlar yerli yerinde. Başkanlık rejiminde ve AKP’nin yapmak istediği değişikliklerde başbakanlık ve hükümet (bakanlar kurulu) yoktur, oysa bu dönemlerin tümünde var. Bu kurumlar var olduğu için, siyasal sorumluluk tek tek ve heyet olarak bakanlarda, bakanlar kurulundadır. O nedenle cumhurbaşkanları hep “sorumsuz” olabilmişlerdir. Başkanlık rejiminde bunlar yok edildikleri için, siyasal sorumluluk da başkana ait oluyor.

Özetle, parlamenter hükümet sistemi niyet ve davranışlarla ortadan kalkmaz, yerine bir başkası da “fiili olarak” kurulmaz. Dolayısıyla bugün bizdeki sistem ‘fiili başkanlık rejimi’ değildir; çünkü kurumları ve kuralları anayasal olarak ortadan kaldırılmadıkça, yalnızca ‘fiilen ben öyle davrandım, hükümet sistemi ve rejim değişti’ demekle rejim değişmez.

Fiili olan durum, yalnızca yürürlükte olan anayasanın ihlalidir. Devlet, kurulmuş kuralların dışında çalışmaya itelenmektedir. Hukuk devleti örselenmektedir. Böyle yapanlar meşruiyetlerini yitirir, ülkeyi kargaşaya sürüklerler.

*
Adalet Bakanı, OHAL Kararnameleri çerçevesinde bazı yerel yönetimlere görevlendirme yaptıklarında, o işleme kamu – idare hukukunda olmayan piyasa düzenine ait bir işlem yaptıklarını sanmış, “kayyım atadık” demişti. Şimdi sarf ettiği sözler de ne durumu doğru tanımlıyor ne de sözleri tarihi ve hukuki bir zemine sahip bulunuyor.

Türkiye’ye bambaşka elbiseler biçmeye çalışan iktidar sahipleri, eğer ne yapmak istediklerini gerçekten biliyorlarsa, böyle tutarsız konuşmalara bir son verip halka planladıkları rejimi açıklamalılar.

BAG, Aydınlık, 16 Ekim 2016