30 Aralık 2015 Çarşamba

MERKEZDEN YÖNETİM


Yerinden yönetim felsefesi çatladı. Şimdi ortada biri bütüncü (üniter), öbürü yerelci (federal) iki türü var. Yerel yönetim fetişistleri ikinci türü yıllarca üfürüp havalandırdı. Yerel yönetimler üzerinde merkezin vesayeti de neymiş! Güvenin halka! Yerelcilik özgürlükçülük haline getirilirken, merkeziyetçiliğe ait ne varsa yerlere çalındı. Merkeziyetçilik despotizmdir; bürokratizmdir!
Bu ve benzeri sözler, doğu toplumlarını tarihleri bakımından değersiz kıldı. Asya Tipi Üretim Tarzından (ATÜT) gelen bu toplumlar, merkeziyetçi gelenekleri nedeniyle demokratikleşememişlerdi. Sovyetler Birliği örneğinde sosyalizmin hastalıkları merkeziyetçilikten kaynaklanmıştı. Azgelişmiş ülkelerdeki ulusal planlamacılık tutkularının kökeninde de merkezden yönetme hastalığı vardı. Böylece merkeziyetçilik, dünyanın sosyalizmin ve ulusal kurtuluşun coğrafyası Doğu (daha sonraları keşfedilen adla Güney) toplumlarının kötücül karakteri olarak damgalandı. 
Sonuçta merkeziyetçilik, planlama, kamuculuk, devletçilik gibi yönetim ilke ve usulleri, ideolojik kontrol gücüne sahip olanların bize ‘aklına bile getirme’ tehditleri savurduğu konular haline geldi. Çünkü piyasa, bunları istemiyordu.
*
Küresel piyasacılar gibi toplumsal bakımdan en dar tabana sahip olan siyasetler, bilimsel - tarihsel - kaçınılmaz gerçeklerden söz ediyormuş gibi davranmayı seviyorlar. Belki de buna mecburlar. Çünkü çoğu politikaları büyük çoğunluğun öz çıkarlarına aykırı düşüyor. Güçlerini tartışılmaz büyük teorilere ve büyük tarihsel gerçeklere değil, çarpık algılara borçlular. Bu durum, gücün –yetkinin belirli bir merkezi odakta yoğunlaşmasına dayanan yönetim usulü diye tanımlanan merkezden yönetim konusunda da geçerli.
*
Birincisi. Çoğu zaman yukarıdan aşağıya kurulan bir düzenek olarak hayal edilse de, merkezden yönetimin oluşu öyle değildir. “Merkez” bir yerin yada şeyin yukarısı mıdır, ortası mı? Dairenin merkezi vardır; aklımız onu yukarılarda bir yerlerde değil, çemberin tam ortasında arar. Kentin merkezi de kentin yukarısı değil, tam orta yeridir. Evrenin merkezi de böyledir, yukarılarda bir yerlerde değil, evrenin uçlarını bir arada tutan ortalarda bir yerde…
İkincisi. Merkezden yönetimi yukarıdan aşağıya diye hayal etmemizin nedeni, işleyişe, hiyerarşi ilişkilerine odaklanmamızdır. Hiyerarşik ilişkilere, ‘emir demiri keser’ciliğin despotizmi diye gördüğümüz bu sıradüzene ilişkin duygularımız bozuktur. Bu nedenle merkezcilikten hazzetmemiz de pek güçtür.
Üçüncüsü. Oysa hiyerarşi yada sıradüzen denen ast-üst ilişkileri, hiçbir sistemde tek başına iş görmez. Örneğin uygulanışını esneten yetki devri, hiyerarşik ilişkilerle aynı anda doğar ve onunla birlikte yaşar. Yine hiyerarşik sistem, eşgüdüm ilişkileri olmadan iş göremez; sayısı 20’yi aşan bakanlıkların tek başına hiyerarşi ilkesiyle çalışmaları fiziken olanak dışıdır. Ve coğrafyaya yayılmak söz konusu olunca geri çekilir, yerini yetki genişliğine bırakır. Nitekim merkeziyet içindeki devlet memurları Ankara’da toplaşmış değildir, bunların yüzde 90’ı kamu hizmeti sunmak üzere öğretmen, doktor, polis, imam, vb. görevlerle 81 il ve 919 ilçede yetki genişliği çerçevesinde memlekete dağılmışlardır.
Dördüncüsü. Ve daha çarpıcı olarak, hiyerarşik ilişki denen şey, yalnızca merkezden yönetim dünyasında yaşanmaz. Yerinden yönetim usulünün yerel yönetimleri de kendi içlerinde hiyerarşik düzene göre çalışırlar. Demokrasinin beşiği, okulu diye yüceltilen bu kurumların işleyişlerinde başka bir gezegenin ruhu yoktur; yönetim gerçeği merkeziyet dünyasında her nasılsa bunlarda da öyledir.
*
Merkeziyetçilik, merkezden yönetim ‘tabiatı icabı kötüdür’ vecizesi, asılsızdır. Aynı “yerelcilik doğası gereği şahane birşeydir” safsatası gibi. Eğer aklımızı böyle hurafelerden temizlemeyi başarırsak, ideolojik kontrolcülerin görünmez bariyerlerini kırıp atmış olacağız.
*

2016 yılıyla birlikte akıl zincirlerimizin tümden kırıldığı nice mutlu ve sağlıklı yıllar dileklerimle. 

[BAG, Aydınlık Gazetesi, 30 Aralık 2015]

İlgili yazılar: 
Yerinden yönetim: http://baguler.blogspot.com.tr/2015/12/yerinden-yonetim.html
PKK/DTK'nın yerinden yönetim isteyen bildirisi hakkında: 
http://baguler.blogspot.com.tr/2015/12/yerinden-yonetim-ortusu-altinda.html 

28 Aralık 2015 Pazartesi

YERİNDEN YÖNETİM ÖRTÜSÜ ALTINDA…



Gazeteler haber verdi. Diyarbakır’da 26-27 Aralık 2015’te iki gün süreli ve 501 üyeli Demokratik Toplum Kongresi (DTK) toplanmış.

Bir bildiri yayınlanmış ve HDP, EMEP, DBP, ESP, HDK başkanları, bildiriyi sahiplendiklerini ifade etmişler. HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’a göre bildiri “demokrasi için bir yol haritası”. DTK Eşsözcüsü (HDP milletvekili) Ertuğrul Kürkçü ise bu bildiriyle “siyasete müzakereye ve demokrasi dönülmesi çağrısı yaptık” demiş.

Bildirinin sonunda “bu deklarasyon dinamik bir tartışma ve uzlaşma arayışıdır. Öneri ve eleştirilere açıktır” notunun düşülmüş olması dikkat çekiyor. Bu notun anlamını kestirmek kolay değil. Kendi çevresine ve destekçilerine“düzeltme yapabilirsiniz” mi diyor yoksa AKP hükümetine “böyle dedik ama, modelimiz üzerine pazarlığa açığız” demek mi istiyor?

Herhalde ikincisi daha gerçekçi bir yorum olur.

*

Diyorlar ki:

* Hükümet 28 Şubat Mutabakatı’nı Cumhurbaşkanı eliyle reddetti.

* Biz de özerklik için inşa çalışmalarına başladık; yapılan özsavunmayı sahipleniyoruz.

* Silahlı ve hendekli çatışma, özünde kendi kendini yerelden yönetme, yerel demokrasiyi inşa etme talebidir.

* Taleplerimiz siyasi statü talepleridir.

Şunlar Yapılsın:


(1) Çözüm süreci müzakerelerini yeniden başlatın.
(2) Müzakere TBMM tarafından onaylansın.
(3) Yerinden yönetim için yasal adımlar atın, bu çerçevede özellikle;
      (a) Bilhassa Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki çekinceleri kaldırın.
      (b)Yeni Anayasa yapılsın.

*

Yerinden Yönetim Derken?


DTK Bildirisi bir yerinden yönetim rejimi istediğini söylüyor. Bunu 14 maddede somut hale getirmiş. Ancak bir maddede birden fazla istek var. Bir de her lafın başına “demokratik” sözünün yerleştirilmiş olma özelliği göze çarpıyor.

Lafın özünü ayıklayınca, silah ve hendekle “demokratikleşme mücadelesi” verenlerin, şöyle bir “yerinden yönetim modeli” istedikleri çıkıyor:

(1) Bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde Özerk Bölgeler oluşturulsun.
(2) Özerk bölgelerin meclisleri ve meclisler içinden seçilmiş özyönetim organları olsun.
(3) Özerk Bölgeler TBMM ve merkezi yönetimde de temsil edilsin.
(4) Özerk bölgeler üzerinde merkezi yönetimin hiçbir vesayet denetimi olmasın.
(5) Özerk bölgelerde farklı halklar ve inanç toplulukları meclisleri kurulsun, bunlar özerk bölge yönetimine doğrudan katılsın.
(6) Her kademedeki eğitim bunlara bırakılsın.
(7) Yerel diller de resmi dil olarak kabul edilsin.
(8) Bütün anadiller, Türkçenin yanısıra eğitim ve öğretim dili olsun.
(9) Özerk bölgeler dil, tarih, kültür alanında her türlü çalışmayı yapabilsin.
(10) İnanç ve ibadet hizmetleri özerk kurumlara devredilsin.
(11) Özerk bölgeler sağlık ve tedavi hizmetleri sunabilsin.
(12) Yargı sistemi ve adalet hizmetleri buna uygun olarak yeniden düzenlensin.
(13) Özerk bölgeler toprak, su, enerji kaynaklarının işletilmesini üstlensin, bu üretimden pay alsın.
(14) Özerk bölgeler tarım, hayvancılık, sanayi ve ticaret dahil her alanda genel yetkili olsun.
(15) Özerk bölge her türlü kara, hava, deniz ulaşım hizmetlerini sunsun ve denetimini sağlasın.
(16) Bütçeleme Özerk Bölge Yönetimine devredilsin.
(17) Bazı vergiler özyönetim birimleri tarafından toplansın.
(18) Özerk bölgede resmi yerel güvenlik birimleri kurulsun. (Savunma ve güvenlik bakımından merkez ile koordineli çalışsın.)

“Model”in Yararları:

* Demokratikleşilecektir.

* Yerel demokrasi her alanın, bölgenin ve toplumun ihtiyaçları ve koşullarına göre farklı uygulama biçimlerine kavuşacaktır.

* Bu model bin yıldır kader ortaklığı yapmış halklarımızın ülke ve bölge meselelerinin barışçıl ve demokratik çözümüne öncülük edecektir.

* Özyönetimlere dayalı özerklik modelimiz, aynı zamanda Ortadoğu için önemli bir örnek oluşturacaktır.

Zorunlu Koşulları:

* Özyönetimlerin gerçekleşmesi için yeni bir anayasa yapılması zorunludur.

* Anayasada farklı etnisiteler ve inanç toplulukları statü sahibi olmalıdır. [Türk Milleti, Türk vatandaşlığı olmaz, diyorlar.]

*

YERİNDEN YÖNETİM ÖRTÜSÜ ALTINDA ‘ELVEDA TÜRKİYE’

Bildiri kendisini yerel demokrasi isteklisi diye sunuyor.

Ama her türlü had ve hududu aşmış, iki temel siyasal özelliğimizi birlikte vuruyor.
Vuruşlarından biri “etnisitelere ve inanç topluluklarına statü” ve “anadillere resmi dil statüsü” talepleriyle milli/ulusal devleti hedef alıyor. Türk vatandaşlığı rejimini ve kayıtsız şartsız Türk Milletinin olan egemenlik hakkını tanımadığını ilan ediyor.

Diğer vuruşunu ise yerinden yönetim etiketi altında özerk bölgeler – özyönetim diye sıraladığı tüm diğer talepleriyle üniter devlete yapıyor. Bölgeleri genel yetkili kılın, yani tüm iktidarı bölgelere devredin diyor. Bu da yetmez, bölgeler TBMM’de ve kamu yönetiminde temsilciler bulundursun, böylece merkezde kalacak iktidarı da pazarlıklarına tabi kılsınlar diyor.

Artık çok açık…

Yıllardır dile getirdiğimiz “Türkiye’nin hem ulusal hem de üniter yapısı tehdit ediliyor” sözümüzün anlamı işte budur.

Bu isteklerin karşısında duran en büyük engel, Anayasa’nın “Türkiye Devleti ülkesi ve milleti bakımından bölünmez bir bütündür” diyen 3. Madde hükmüdür. Değiştirilmesi yasaklanmış olan ilk dört maddeden biri olan bu hükmü kaldırabilmek için “anayasa değişikliği” yetmez; Yeni Anayasa yapıp bu maddeyi bertaraf etmeleri gerekir.

Çünkü bu hüküm “ülkesi bakımından bölünmez” diyerek istenen türdeki “özerk bölgeler”e izin vermez. Ve “milleti bakımından bölünmez bir bütün” diyerek de toplumun “farklı etnisite ve inanç gruplarına göre” ayrıştırılıp bölünmesine olanak tanımaz.

AKP ve HDP, CHP yönetiminin desteğiyle becerebilirlerse, Yeni Anayasa yoluyla bu kurucu ilkeyi yok etmeye çalışacaklar. Bunu beceremezlerse, Madde 3 orada duracak, Anayasa Değişikliği yoluyla, bunun içini dolduran başlıca maddeleri iğdiş etme gayretine düşecekler.

Her iki yol da aynı kapıya çıkar. Biri toptan biri perakende.

Yapılması gereken tek şey, ulusal ve üniter devletten verilecek ödünümüz yoktur demekten ibaret. Çünkü gerçek demokrasi ve özgürlük, ancak bu zemin üzerinde mümkün olabilir. Bu zemin baki kalmak koşuluyla, elbette herşeyi konuşabiliriz.

*

2016 yaman bir yıl olacak. Tüm sevdiklerinizle sağlıklı, dipdiri ve mutlu nice yıllar dilerim.


[Egeekspress Gazetesi, 28 Aralık 2015, Pazartesi]

Yerinden Yönetim konusunda ilgili yazı: http://baguler.blogspot.com.tr/2015/12/yerinden-yonetim.html 

27 Aralık 2015 Pazar

YERİNDEN YÖNETİM



Merkezden yönetimi kötüleyenler, yıllardır hiç durmadan yerinden yönetimi yücelttiler.

Bilal Canatan’ın 2001 tarihli Yerellik İlkesi adlı kitabı, bunların içinde Katolik Kilisesinin dikkat çekici olduğunu anlatıyor. Kilise 1881 ve 1931, daha sonra 1961 ve 1991 yıllarındaki bildirgeleriyle devletlerin subsidiarite -yerellik ilkesi gereğince örgütlenmeleri iyi olur diyerek yön vermişti.

1950’li yıllarda Peter Drucker gibi, ABD işletme-bilimcisi ‘guru’lar öne çıktı. Danışmanlığını yaptıkları dünya devi tekellere yol göstermek üzere, yerinden yönetim teriminin tanımını değiştirdiler.

1980’li yıllarda özelleştirme, sivilleştirme, yerelleştirme küreselleştiği söylenen dünyanın karşı konulmaz üç temel süreci olarak ilan edildi.

1993 yılına geldiğimizde, Avrupa Birliğinin anayasası niyetine yazılan Maastricht Anlaşması, Avrupanın subsidiarite ilkesi temelinde kurulmasını kurala bağladı. Kural AB üyeleriyle sınırlı bırakılmadı; Avrupa Konseyi’nin beş yıl önce yürürlüğe koyduğu Yerel Yönetimler Özerklik Şartı bile sonradan yoruma tabi tutulup Şart’ın metninde geçmese de ruhunun bu ilkeden ibaret olduğu ilan edildi.

*

Yerinden yönetim (ademimerkeziyet, decentralisation), geçtiğimiz yüzyılın başında yapılan tanıma göre "bir çok özerk ya da yarı-özerk birimin bir merkezden yönetilmesi usulü"dür. Bu usulde, söz konusu birimlerin, yani belediye gibi yerel yönetim birimlerinin görev-yetki alanları sayılıp sınırlandırılarak belirlenir. Bunlar, kendilerine bırakılan alanda kendilerine verilen görevleri, kendilerine tanınan yetkiler çerçevesinde yerine getirirler. Üstlendikleri görevleri kullandıkları yetkilerle yerine getirmekten sorumlu tutulurlar. Merkez tarafından denetimleri özgün bir usulle kurulur. Türkiye’de buna anayasal olarak idari vesayet denmiştir. İşte bunlar, yerinden yönetim usulünün üniterlik ilkesi temelinde yapılmış olan tanım ve uygulamalarıdır.

Ne var ki yeni-sömürgecilik devrinin açıldığı 1950’li yıllarda yeni bir tanım belirmiştir. Buna göre yerinden yönetim "özerk birimlerin kendi kendini yönetme usulü" idi. Tanımın ağırlık noktası, merkezle birimlerin aralarındaki ilişkinin özgünlüğünden alınıp birimlerin sahip oldukları niteliğe kaydırılmıştı. Bu ilişkisel değil ‘özcü‘ bir tanımdı. AB hukuku sözlüğünde adı, 1993’ten sonra “subsidiarite-yerellik” oldu. Bu bakış açısında yerinden yönetim, federallik ilkesine göre tanımlanmıştır. Ulus-devletin üniter yapısını çözmeye uğraşanların Kilise kaynaklı cin işi fikri…

*

Yani günümüzde, dayandırıldığı ilkeye göre iki farklı yerinden yönetim türü vardır: Üniter ilkeye ve federal ilkeye göre yerinden yönetim.

Aşağıdaki çizelgede yer alan ilk sütun üniter ilkeli, Türkiye’de uygulanan ve günümüzde de sürdürülmesi gereken modelin, ikinci sütun ise federal ilkeli, küreselcilik ve AB kurumlarınca dayatılmakta olan modelin yedi temel özelliğini karşılaştırıyor.

YERİNDEN YÖNETİM USULÜNDE İKİ TÜR

ÜNİTER İLKEYE GÖRE
FEDERAL İLKEYE GÖRE
1
Merkeziyetçilik
Yerellik
2
Genel Yetkili Merkez
Genel Yetkili Yerel
3
İdarenin Bütünlüğü
(İdari Desantralizasyon)
İdarenin Ayrılığı
(İdari Federalizm)
4
Görevlerin Bütünlüğü
(Görev Devri)
Görevlerin Ayrılığı
(Tefrik-i Vezaif)
5
Gelirlerin Bütünlüğü
(Mali Desantralizasyon)
(Gelir Dağıtımı)
Gelirlerin Ayrılığı
(Mali Federalizm)
(Kaynak Paylaşımı)
6
Personelin Bütünlüğü
(Bağlı Sistem)
Personelin Ayrılığı
(Bağımsız Sistem)
7
İdari Vesayet İçinde Özerklik
Özerklik (Subsidiarite)

Bizim anayasada yerinden yönetim 123. Maddededir ve bu madde idarenin bütünlüğünü düzenler. Madde 127’deki yerel yönetimler de buna uygun olarak merkezle özel bağına göre yazılmıştır. 1980’li yıllardan beri, bıkıp usanmadan bunların değiştirilmesine gayret edilir. İdarenin bütünlüğü kaldırılsın! Yerel yönetimler merkezle bağı değil özyönetimleri bakımından tanımlansın! Subsidiarite’cilik benimsensin!

Demek ki birisi “yerel yönetimleri güçlendirelim” dediğinde, ona “peki, tamam! ama nasıl?” diye sormak şart. Bu işin yalnızca belediye işleriyle değil, bütün olarak ulus ve devletle ilgili olduğunu anımsatmak da…

[Çarşamba yazısında merkezden yönetim yazısıyla devam edeceğiz.]


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 27 Aralık 2015, Pazar]

PKK cenahının yerinden yönetimciliği üzerine: http://baguler.blogspot.com.tr/2015/12/yerinden-yonetim-ortusu-altinda.html 


21 Aralık 2015 Pazartesi

ANAYASA TEVRİYE KALDIRMAZ



1 Kasım 2015’te AKP’ye giden 23,7 milyon seçmenlik ve neredeyse yüzde 50’ye yakın oy oranının “tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak” duruşuyla elde edildiği ileri sürüldü.
Konuştuğumuz seçmenlerden öğrendiğimiz şu ki, genel olarak, tek millet sözü Türk Milleti; tek devlet sözü üniter Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tek vatan Türkiye ülkesi ve tek bayrak Türk Bayrağı olarak anlaşılıyor. Bu anlama, 24 Temmuz 2015’te PKK’ya karşı başlatılan terörle mücadele uygulamalarının eşliğinde, MHP’den yüzde 6’lık bir seçmen parçasının AKP’ye geçmesi gibi çok somut bir sonuç yaratmış bulunuyor. Pekçok yazarın da, AKP’nin seçimler yaklaşınca milliyetçi jargona sarıldığı saptamasını yaptığı biliniyor. Demek ki onlar da tek’lerden bunların kastedildiğini düşünüyorlar.
Oysa bu sözlerin ve işaretin sahipleri, tek’lerin somut olarak ne anlama geldiğini, hiç ama hiç söylemediler. Millet dediler, ama milletin adını hiç dile getirmediler. “Millet diyorsun, hangi millet, bunun adı yok mu?” sorularını ısrarla duymazdan geldiler.
*
Parmakların 1-2-3-4 deyip ulaştığı “rabia işareti”nin Mısır’da İhvan hareketine ve Mursi’ye selam olarak gönderildiği anımsanırsa, “tek”lerin çift anlamı var. Mısır’da İhvan hareketinin kurucusu Hasan el-Benna’nın kitaplarında yer aldığı üzere “İslam ümmeti tek millettir”; buna göre “tek millet”ten kasıt ‘ümmet’tir. Bu hareketin hedeflerinden biri, ümmetin tek devlet olarak yaşayacağı Hilafet rejiminin inşasıdır; o halde “tek devlet” aynı zamanda ümmeti temsil edecek olan ‘hilafet’ anlamına gelir. Müslüman kardeşler için vatan, islam ülkelerinin toplamıdır; buna göre ümmetin tek bayrak altında toplanacağı ‘tek vatan’, şimdi sahip olduğumuz vatanımız Türkiye’den başka bir coğrafya parçasını anlatır.
*
“Tek”lerin bu çift anlamlı halleri, söz sanatlarında yada edebiyatta tevriye adı verilen söz türü olarak adlandırılır. Tevriye, Arapça geri, arka, öte anlamına gelen vera kökünden türeyen bir sözcük. Türkçe olarak “asıl anlamı gizleme, saklama, gizli anlamlılık” denen söz oyunu. Bunun da bir türü var ki, hal tevriyesi deniyor. Dinleyen kişinin, zamanın ve halin/durumun gereği olarak aklına gelen anlam ile söyleyenin kast ettiği anlamın birbirinden farklı olduğu sözlerden oluşuyor. Hicret sırasında yolculuğu gizlice yapmakta olan Hz. Muhammed’in kim olduğu sorulunca Hz. Ebubekir’in “bana yolu gösteren bir rehberdir” demesi, hal tevriyesini açıklamak için çok sık kullanılan bir örnek. Soran adam bunu düz anlamıyla rehber diye anlarken, gerçekte Hz. Ebubekir “inancımın önderi” demiştir.
Söz sanatlarında ustalıklı ve heyecan verici bir iş.
Peki, bunun iktidarda olanlar tarafından, geleceğe dönük hedefler için ve yeni anayasa yapımında kullanılması uygun mudur? Kabul edilebilir mi?
*
İhvan ve benzeri siyasetlerin içinde olanlar, bu tür aldatmacaları kabul edilebilir görüyorlar. Hatta kabulün ötesine geçmiş ve amacı gizleme, örtme-saklama davranışını kavram haline getirmiş bulunuyorlar.
Kavramın adı “ilm-i siyaset”. İlm-i siyaset, görünüşte farklı ama özde değişmeden durmak ya da mutlak dürüstlükten yalana düşmeyecek kadar uzaklaşmak becerisi.
Gizli anlamlı stratejik sözler, ihvan zihniyetine göre sorun oluşturmuyor.
Söz hakikate bağlı kalınarak sarf edildiğine göre, tek’lerin milyonlarca seçmen ve yüzlerce anlı-şanlı siyaset yorumcusu gazeteci tarafından anlaşılan anlamıyla, Cumhurbaşkanı’nın kastettiği anlam arasındaki farklılık, sorun oluşturmuyor. İster söz sanatı -hal tevriyesi deyin, isterseniz ilm-i siyaset, sıkıntı yok!
*

Belli ki, ihvancı zihniyetle hem düşünce hem ahlaki doğrular bakımından bambaşka çemberlerdeyiz. Siyaset ve yönetim makamlarında oturanların, kamu yönetiminde devlet ve hele anayasa söz konusu olduğunda gizli anlamlı sözlerle iş görmeye kalkışmaları, ne tevriye sanatı ne de ilm-i siyasettir. Bu, basitçe Makyavelciliktir.

[BAG, Yeni Adana Gazetesi, 21 Aralık 2015] 

20 Aralık 2015 Pazar

HİLELİ PAZAR


Sivil anayasa kod adıyla ihvancı ve etnikçi bir yeni anayasa yapmak isteyenler, gerçek amaçlarını ilan etmek yerine, uzun zamandan beri “bu 12 Eylül anayasası, sen bu darbe anayasası değişmesin mi diyorsun!” diye saldırı halindeler. Oysa yürürlükteki metin, artık o metin değil. Bu, hem sayılarla hem de hükümlerdeki değişikliklerle ortada olan bir gerçektir.
*
1982 tarihli anayasa 33 yıldan beri yürürlükte bulunuyor. Bu süre içinde 13 ayrı yılda değişiklik için gündeme geldi.
Metin, 17 ayrı yasa çıkarılarak değişikliklere uğratıldı.
Bu değişikliklerden üçü 1987, 2007, 2010 yıllarında yapılan üç ayrı halk oylamasıyla gerçekleştirildi.
Anayasa değişikliğiyle çıkarılan yasalarla 86 madde yeniden düzenlendi. Toplam 177 ana maddesi olan metnin yüzde 48,6’sı değişti.
Anayasa metni üzerinde, toplam olarak 87 değişiklik, 19 silme (mülga), 33 ek fıkra, 3 ek geçici madde, 12 başlık değiştirme olmak üzere toplam en az 154 hüküm değiştirme işlemi yapıldı.
*
Bunlar, “darbe anayasası”na makyaj yapmakla sınırlı değil, hükümler temelinde içerikle ilgili değişikliklerdir. Bunu aşağıdaki beş grup örnek üzerinden görebiliriz:
(1) Darbelerin bolca kullandıkları ölüm cezasının ve 12 Eylül dönemi yöneticilerinin yargılanmasını yasaklayan maddenin kaldırılması, eldeki metnin o anayasa olmaktan çıktığını gösterir.
(2) Askeri darbe, askeri yönetimin baskınlığı demektir. Yapılan değişikliklerle Milli Güvenlik Kurulu (MGK), olması gerekeni de aşıp basit “danışma kurulu”na dönüştürülmüştür. Devlet Güvenlik Mahkemelerinde önce yargıçlar sivillerden atanmış, sonra bu madde ve mahkeme tümüyle kaldırılmıştır. 160. maddeyle ordu, geniş bir siyasi denetim altına alınmıştır.
(3) Darbelerin ilk adımı, siyasal partileri yasaklamaktır. Anayasanın siyasi parti yöneticilerine getirdiği yasaklar kaldırılmış, ardından partilerin kol ve yurtdışı örgütlenmelerine, sendikaların partileri desteklemelerine, öğretim üyeleriyle yüksek öğretim öğrencilerinin partilere üyeliğine engel olan hükümler temizlenmiştir. Parti kapatma işlemi, Anayasa Mahkemesi’nin 3/5 oy çoğunluğuna bağlanarak zorlaştırılmıştır. Hatta öyle ki, 2007 yılında geçici ek 17. maddeyle yüzde 10 barajına takılan şimdiki HDP siyasetinin önü, bağımsız adayların birleşik oy pusulasında yer almalarını sağlayan yeni bir mantığa ulaşmıştır.
(4) Darbeler temsil mekanizmalarını askıya alır; anayasaları temsil sistemini daraltır. Oysa değiştirilen hükümler, temsili sistemi taban ve tavan bakımından genişletmiştir. Somut olarak, seçme yaşının 21’den önce 19’a sonra 18’e; seçilme yaşının 30’dan 25’e indirilmesi; milletvekili sayısının 400’den önce 450’ye sonra 550’ye çıkarılması; TBMM görev süresinin beş yıldan dört yıla indirilmesi gibi değişiklikler, bunun göstergeleridir.
(5) Gözaltı süresinin sınırlandırılması, konut dokunulmazlığı ve haberleşme özgürlüğü gereğince idarenin yargı kararı ve yazılı emirle bağlanması, dernek kurma hakkı ile toplantı ve gösteri yürüyüşleri konusundaki özgürlükler, vb.…. bir darbe anayasasında yer bulamayacak düzenlemelerdir.
*
Bunlar, yürürlükte bulunan anayasanın darbe döneminde yapılmakla birlikte, uğradığı değişikliklerden sonra ‘darbe anayasası’ özelliğinden kurtulmuş olduğunu gösterir. “Yeni Anayasa” politikacılarının “şu darbe anayasası değişsin diye…” demelerinin aslı yoktur. Anayasayı müzakere yok! diyenlere “sen darbe anayasasını mı savunuyorsun” diye çemkirmeleri sahtekarlıktır.
*
Peki, biz yürürlükteki anayasayı pek mi beğeniyoruz?
Şu yalan rüzgarını bir söndürelim, bunu ayrıca konuşalım. Şimdi dediğimiz şudur: 
İhvan anayasacılarının başköşeye kurulduğu, etnik-anayasacıların sandalye gıcırdattığı masanın hileli pazarında “yeni anayasa müzakeresi” yapılmaz.

[BAG, Aydınlık Gazetesi, 20 Aralık 2015]

16 Aralık 2015 Çarşamba

KOD: SİVİL ANAYASA



Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre “sivil” sözcüğü, sıfat olarak askeri olmayan anlamına geliyor, örneğin sivil savunma. Üniforma yada özel giysi giymemiş olan kimseleri (sivil insanlar) ve giysi tipini (sivil elbise) anlatabiliyor. Bir meslek adı olarak kullanılabiliyor, sivil polis gibi. Argoda ise çırılçıplak, çıplak, anadan üryan anlamına geliyor. Bu anlamlara bakınca, sivil anayasa demek, askeri olmayan anayasa demek olabilir. Nitekim Yeni Anayasa mücahitleri “bu anayasayı askerler yaptı”, “bu anayasa askerlerin darbe anayasası”, “bu 12 eylül anayasası” laflarını mırıldanıp duruyorlar.

*

Ama eldekinin çok değişikliğe uğradığı ve artık 1982’deki metin olmadığı gerçeği karşısında söyleyecek sözleri yok. Öte yandan “sivillerce yapılan her anayasa özgürlükçü, askerlerce yapılan her anayasa da otoriter olmayabilir” gerçeğinin örnekler eşliğinde sık sık anımsatılması da tezlerini güçten düşürüyor. “Sivil anayasa”ya bundan daha derin anlamlar bulma gayreti ise, işleri büsbütün karıştırmış bulunuyor.

*

İş karışık, çünkü “sivil anayasa” diye bir anayasa türü yok. Anayasacılığın anavatanı Batıda ve akademik dünyada böyle bir terim yok. Anayasa, tanımı ve doğası gereği “civil”dir ve onunla ilgilidir; yani yurttaşlarla, yurttaşların toplumsal yaşayışıyla ve bu yaşayışın kendilerince düzenlenmesiyle ilgili ve hatta bundan ibaret birşeydir. “Siyasal anayasa” diye bir türden söz etmek ne kadar anlamsız ise, “sivil anayasa” gibi birşeyden söz etmek de o kadar anlamsızdır.

*

Durum buyken, çok özel önemde birşeyden söz ediyormuş gibi kullanılan bu laf nereden çıktı?

Türkiye’de sivil toplum sözünün 1980’li yıllarda belirip yaygınlaştığını biliyoruz. Bunu, 1990’lı yıllardan bu yana, küreselciliğin dört bir koldan desteklediği sivil toplum kuruluşları sözünün yükselişi izlemişti. Sivil toplumculuk zihniyetinin bir anayasa türü yaratması ise 2000’li yıllarda oldu.

2007 yılında AKP’nin görevlendirdiği Mersin Milletvekili Zafer Üskül’ün dile getirdiği “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılıktan ve Kemalizmden arındırılmış ideolojisiz, sivil ve renksiz anayasa” betimlemesi, AKP anayasasına takılacak sivil anayasa lafının icat edilmesine başlangıç olmuş görünüyor. Bu ilk adıma göre sivil anayasa “Atatürksüz anayasa” demektir.

AKP’nin anayasa taslağına takılan “sivil anayasa” etiketi, sonraki yıllarda başkalarınca da tanımlanmaya çalışıldı. Örneğin 28 Temmuz 2011 Zaman Gazetesi’nde Ali Bulaç “Anayasa adı altında hazırlanan hangi metne "sivil anayasa" diyebiliriz?” diye soruyor ve “sivil bir anayasa olacaksa, metnin "din"le, Müslümanlığın kelamıyla, fıkhıyla, kamusal ve toplumsal hayatla olan ilişkisi ele alınmadan hazırlanamaz” diyordu. Buna göre sivil anayasa ihvani anayasadır.

Başka bir gayret sahibi, akil adam ve kısa süreli AKP milletvekili Mehmet Uçum, hükümet yanlısı Yeni Şafak Gazetesi’nde Ekim 2014 tarihli yazısında daha farklı bir tanım yapmıştı. Ona göre “Türkiye’deki anayasalar, toplum karşıtı tarihsel kurucu iradenin tercih ettiği temel siyasal kararın her dönemdeki farklı görünüm biçimlerinden başka birşey değil. Türkiye’nin ilk sivil anayasasının yapıldığı ilan edilecek ise, halkın onayıyla yüz yıllık temel siyasal karar olan derin anayasayı çöpe atmak zorunludur”. Buna göre sivil anayasa, tarihi ve ulusu inkar anayasasıdır.

*

Özetle, birincisi, sivil anayasa anayasal hukukta yeri olan bir anayasa türü değil, yalnızca propagandif bir etikettir. Bu etiket AKP’nin anayasa paketine aittir. İkincisi, bu etiket Cumhuriyet’in kurucu ilkelerini ortadan kaldırmak ve bunun yerine etnisite – inanç temelli başka ilkeler yerleştirmek amaçlı paket(ler)e yapıştırılmıştır.


O halde etiketin sahteliğini akılda tutup, AKP’ye ait ihvani anayasayı gözler önüne sermek; buna destek veren öbür sivil etiketlilerin de bu çorbaya ne katmaya koştuklarını açığa çıkarmak öncelikli işlerimizdendir. Anayasayı müzakere yok!


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 16 Aralık 2015]

13 Aralık 2015 Pazar

“SİVİL ANAYASA” LAFININ TARİHÇESİ


“Sivil anayasa” diye bir anayasa türü yoktur.

Sivil, yurttaşların yaşayışı ile ilgili konular anlamına gelir. Anayasa denen en üst yasanın kendisi doğrudan doğruya bu anlama geldiği için, anayasacılığın anavatanı ve bu “civil” sözcüğünün de kaynak yeri olan Batı ülkelerinde “sivil anayasa” (civil constitution) diye birşeyden söz etmek, saçmalamak anlamına gelir.

Saçmalamanın derecesini, bu sözcüğün karşıtının bizde olduğu gibi “askeri” değil de, devlete ait olan konuları anlatan “siyasal” olduğunu anımsatarak da gösterebiliriz. Anayasa hukukunda “siyasal anayasa” diye bir türden söz etmek ne kadar anlamsız ise, “sivil anayasa” gibi birşeyden söz etmek de o kadar anlamsızdır.

*

Madem öyle, bizde bu laf nereden çıktı?

Kim ortaya çıkardı? Ne anlamda kullandı? Nasıl Yeni Anayasacılık etiketi haline nasıl geldi? Bir deli kuyuya taş atmış örneğinde olduğu gibi, bu sorularla uğraşmak zorundayız.

Saptayabildiklerim şunlardır:

1999 yılında bir “Sivil Anayasa Girişimi” platformu kurulmuştu; bunlar “kendi anayasamızı kendimiz yapalım” diyorlardı. Platform, bir yeni anayasa yapma girişimi idi; şu ya da bu partinin resmi temsilcilerinden değil, bağımsız entelektüellerden oluşuyordu. Dolayısıyla adlarındaki “sivil” sözü anayasayı değil, kendi pozisyonlarını anlatıyordu. Yaptıkları çağrı metninde bir kez bile “sivil anayasa” deyişinin olmaması, sözcüğün anayasayı değil kendilerini tanımladığını gösteren bir kanıttır. Burada yer alanlar, izleyen yıllarda AKP’ye destek veren ve “yetmez ama evet”çi diye şöhret kazanan Murat Belge, Etyan Mahçupyan gibi kimselerle daha sonraları bir ara CHP’de genel başkan yardımcısı da olan Burhan Şenatalar gibi kimselerdi. Girişim zaman içinde etkisizleşti.

Sivil anayasa lafının AKP'ye ait anayasa taslağının adı haline gelişi ise 2007 yılında olmuş görünüyor. O tarihte AKP için anayasa yükünü sırtlanmak üzere partiye davet edilen Zafer Üskül, yapacakları anayasanın “sivil ve demokratik” olacağını söylüyordu. Sivilleşmiş anayasa, “izmlerden kurtulmuş anayasa” idi; bu çerçevede yeni anayasaları ideolojilerden arındırılacak, Kemalizm’den kurtarılacak, renksiz olacaktı. Bu cin fikir, zamanında Zafer Üskül’ün AKP destekçileri olan Mehmet Altan ve Eser Karakaş ile yaptığı bir TV programında heyecanla yükseklere savrulmuştu.

2011 yılında devreye Soros tarafından desteklendiği bilinen TESEV girdi; 2012 yılı boyunca bir “sivil toplum komiseri” olarak, Anayasa Uzlaşma Komisyonunu İzleme Raporcusu oldu.

Aynı tarihlerde, 2012’de Anayasa Bizsiz Olmaz kampanyası belirdi. Bunun ardında Avrupa Birliği’nin TACSO adlı Sivil Toplum Kuruluşları İçin Teknik Destek Projesinin yarattığı dernekler boy gösteriyordu. AB ve ABD merkezlerince desteklenen bu odaklar da sivil anayasacılık serüveninde büyük hayal kırıklıklarıyla geriye çekilmek zorunda kaldılar.

2016 yılında bunların hangi versiyonları belirecek, dikkatle izleyeceğiz.

*

Bir kez daha söylemekte yarar var:

Sivil anayasa lafı, laflardan bir laftır. Anayasal ve hukuksal hiçbir değeri yoktur. Anlamı ve değeri, dış destekli AKP anayasacılığının etiketi olmaktan ibarettir. Propoganda amacı dışında ağırlık taşımaz. Tarihsel, düşünsel, hukuksal olarak içi boştur.

Türkçeye, ait olduğu Latin köklü dillerden anlamından kopuk bir biçimde taşınmış olan “sivil” sözcüğüyle icat edilmiş olan “sivil anayasa” lafını kendi niyetince doldurmaya kalkışanlar elbette pek çoktur.

Örneğin Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç ve benzerleri için “sivil anayasa teolojik -helal anayasa” demektir.

Örneğin akil adam ve AKP milletvekili Mehmet Uçum’a göre “sivil anayasa yüzyılın intikamını alacak anayasa” demektir.

Örneğin İmralı misafiri Öcalan’a göre “sivil anayasa yeni millet tanımı olan anayasa” demektir.


Demek ki nedir? Bizim böyle “sivil” anayasalara ihtiyacımız yoktur.



[BAG, Egeekspress Gazetesi, 14 Aralık 2015]

“SİVİL ANAYASA” BİR PROPAGANDA ETİKETİDİR


Önce büyük bir soruyu açıklığa kavuşturmak gerek.

Şu “Sivil Anayasa” ne demek?

Anayasa ne demek biliyoruz. Tüm toplum ve devlet düzenimizin kurallarını belirleyecek en üstteki yasa metni. Elle görülür ve gözle tutulur küçük bir kitapçık halinde, somut bir varlık.

Peki sivil ne demek?

Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre “sivil” sözcüğünün faaliyet, kimse, giysi, meslek ile ilgili anlamları ve argoda belli bir kullanımı var. Sivil, sıfat olarak askeri olmayan anlamına geliyor, örneğin sivil savunma. Asker olmayan kimseleri anlatmak üzere kullanılıyor. “Sivil insanlar” ve “sivil elbise” deyişinde olduğu gibi, üniforma veya özel giysi giymemiş olan kimselerle giysi tipini anlatabiliyor. Bir meslek adı olarak kullanılabiliyor, “sivil polis” gibi. Argoda ise çırılçıplak, çıplak, anadan üryan anlamına geliyor.

Bu anlamlara bakılınca sivil anayasa, askeri olmayan anayasa demek. Askerler tarafından yapılmamış anayasa diye düşünebiliriz. Siviller tarafından yapılmış, ama askeri kurumların iradesine dayanmış olan anayasaları da “sivil değil” diye kabul edebiliriz. Belki, biraz zorlama olarak, esas ve kuralları askeri nitelik taşımayan anayasa da diyebiliriz. Argodaki anlamın anayasa gibi ciddi işlerde sıfat olamayacağı açık olduğuna göre, herhalde sivil anayasaya “çıplak anayasa” demeyi düşünemeyiz.

Çok kişi “sivil anayasa” deyince, bundan doğal olarak, “askerin yaptığı anayasayı kaldırıp, yerine sivillerin yapacağı bir anayasa koymak” muradında olunduğunu anlıyor. Yeni anayasa mücahitleri bunu uygun buluyor olmalı ki, kendileri de zaman zaman “bu anayasayı askerler yaptı”, “bu anayasa askerlerin darbe anayasası”, “bu 12 eylül anayasası” laflarını mırıldanıp duruyorlar.

*

Ama “milletin adamları”, bu terime “millet”ten farklı anlamlar yüklemekten de geri durmuyorlar. Sivil Anayasa sözünü öyle bir edayla söyleyip yineliyorlar ki, sanki derin bir teknikten, belli bir anayasa türünden söz ediyor havasındalar. “Bizim sivil bir anayasaya ihtiyacımız var” derken, büyük hakikatleri çözmüş bilge adam görüntüsüne bürünüyor ve ne yapmak istediklerinden çok emin görünüyorlar.

Oysa, ne dedikleri hakkında çoğunun hiçbir fikirleri yok.

Çünkü, “sivil anayasa” diye bir anayasa türü yok. Anayasacılığın anavatanı Batı yazınında ve Anayasa Hukuku adı verilen akademik disiplinde ve diğer disiplinlerde böyle bir terim ve kavram yok. Sözcüklerin hukuksal ve teknik anlam dünyaları itibariyle “sivil anayasa” lafı bir terim de kavram da değildir. Anayasa, tanımı ve doğası gereği “civil” ile ilgilidir; yani yurttaşlarla, yurttaşların toplumsal yaşayışıyla ve bu yaşayışın düzenlenmesiyle, bizzat bu işin kendisiyle ilgili ve hatta bundan ibaret bir şeydir. Bu anlamıyla “sivil” anayasa olacaksa, bir de “siyasal” anayasadan söz etmek gerekir ki, böyle bir şey yanlış dahi olmaz, saçma olur.

Bu söz, içi boş bir saçmalık ve propaganda etiketidir. Anayasal ve hukuksal anlayışlar bakımından anlamsız olmaktan başka bir özelliği olmayan bu “sivil anayasa” lafı, bulanık ve bulandırıcı akılların icat ettiği siyasi propaganda etiketlerinden daha fazla bir şey değildir.



[BAG, Yeni Adana Gazetesi, 14 Aralık 2015]



“CİVİL” OLSUN NE DEMEK?


On yıldır etrafımızda çın çın çınlayan bir ses var: Anayasa “sivil” olsun!
Burada sözü edilen “sivil” Türkçe bir sözcük değil. Latinceden geliyor; bizdeki gibi okunuyor ama yazılışı farklı, “civil” diye yazılıyor. Bu, 1500’lü yıllarda ortaçağ Avrupasında kullanılmaya başlanmış bir sözcük. Avrupalı dillerde civil rights medeni haklar anlamına gelirken, civil servant yurttaşların işlerini gören kişi anlamıyla devlet memuru, civil war bir ülkenin yurttaşları arasındaki savaş anlamına geliyor.
Sözcüğün ortaya çıktığı yere -Avrupa’ya ve zamana -16. yüzyıl sonrasına bakarsak, tanımlamaya soyunduğu alanın, kilise dünyasının ve feodal ayrıcalıklar sisteminin dışında uç vermiş olan tüccarlıkla sanayiciliğin nefes alanı olduğunu görüyoruz. O zamanlarda iktisadi olarak ayrıcalıkların prangalarından kurtulup serbestlik arayan piyasa dünyasını var hale getiriyor. Siyasi olarak da monarşileri sınırlandırıp iktidarda kendine yer açmaya çalışan burjuvazinin sesini ete kemiğe büründürüyor.
Yani bu civil’in karşıt anlamlısı “asker” değil, “siyasal”. Örneğin sivil toplum terimi, toplumun siyasal olmayan, siyasetle yönetimin kısaca devletin dışında kalan bölümünü anlatmak için kullanılıyor. Ya da örneğin “non-governmental organisations” teriminin Türkçedeki karşılığı olarak sivil toplum örgütü, devlete ait olmayan kuruluş anlamına geliyor.
İstenen şey, kurulu siyasetin ve yönetim dünyasının dışından anayasa!…
Ama bizde şimdiki durumda bu nasıl mümkün olabilir?
AKP her yönüyle “bir siyasal toplum” unsuru değil mi? Yeni Anayasa’yı ülkenin gündeminde birinci sıraya yerleştiren AKP yalnızca bir siyasal parti de değil; 13 yıldan bu yana iktidardaki parti. Yani hükümet, yani devletin yönetici iradesi! Böyle bir yapı nasıl “sivil toplum” unsuru sayılacak ki, yapacağı anayasa ‘sivil anayasa’ olacak?
Aynı şey CHP, MHP, HDP için de geçerli. Bunlar, adları üzerinde “siyasal parti”; muhalefet partileri olarak “siyasal toplum”un en tepesindeki yasama organında oturuyorlar. Bunların “sivil toplum” oldukları söylenebilir mi?
Haklarını yemeyelim, Yeni Anayasacılar bu açmazın farkındalar. Anayasayı “mevcut siyasal eller”le yapacaklar yapmasına ama, civil arayışına da adeta baş koydular. Bu berbat açmazdan kurtulmak için platformlar kurdular. Derneklerden, vakıflardan, meslek odalarından, yüksek fikirli kimselerden görüşler almak için çok uğraştılar. Bilinen ve bilinmeyen ‘sivil toplum kuruluşları’nın anayasa toplantıları yapmalarını teşvik edip, yapmak istedikleri şeyi civil hale getirmek için çok güdümlü işler gördüler. Böylece “civil anayasa”yı siyasal toplumun dürtüklediği çeşitli kuruluşlardan görüş toplanan anayasaya indirgediler. Olmadı! Başaramadıklarını, kendileri hazırladıkları bazı raporlarda itiraf ettiler.
Bu yetmezmiş gibi bugünlerde gazeteler, ABD’nin ülkemizdeki büyükelçisinin Yeni Anayasa yapılması için büyük bir gayrete düştüğünü yazıyorlar. Herhalde ABD Büyükelçiliğinin bir “sivil toplum örgütü” olduğunu söyleyecek hiçkimse yoktur. Üstelik bu kuruluştaki görevliler Türk vatandaşı da değiller. Oysa civil denen kavram bize açıkça, faaliyetin sahibi hangi ülke ise, o ülkenin yurttaşlarıyla sınırlı bir çember çiziyor. Yeni Anayasacılar içeride civil’i bir türlü bulamamışken, şimdi bir de “dış mihraklar”ın açık gölgesi altında ezilecekler.
Civil toplum’ bu işe ne kadar katıl(t)ılır bilinmez. Bilinen şey, Türk Ulusu’nun bu Yeni Anayasa işinden pek hazzetmediğidir.
Anayasa Üzerine Müzakere Yok! Başka Türkiye yok!

İlgili ikinci yazı: http://baguler.blogspot.com.tr/2015/12/sivil-anayasa-bir-propaganda-etiketidir.html


6 Aralık 2015 Pazar

AKDENİZ SAVAŞ FUARI


24 Kasım 2015 Salı günü, Türkiye’nin Suriye sınırında bir Rus uçağını düşürdüğü haberiyle uyandık. Bizim hükümet yetkilileri “sınır ihlali yaptı, uyardık, dinlemedi; egemenliğimizi koruruz, düşürdük” açıklaması yaptı. Rus hükümeti yetkilileri “sınır ihlali yok, uyarı da almadık” dedi. Ve bizler hep birlikte tv ekranlarının rehberliğinde radar iz haritaları okumayı öğrenmeye başladık.
Şimdi, üzerinden on gün geçtikten sonra, özel harita okuma yeteneklerimizi geliştirmek zorunda olmadığımız ortaya çıktı. Manzaraya bakmak yetiyor.
*
On gün içinde, Doğu Akdeniz sahilinde savaş fuarı kuruldu. Akdeniz uçak gemileriyle, fırkateynler, destroyerler, elektronik harp gemileri, istihbarat gemileri, denizaltılarla dolup taştı. Atlantik ittifakının üye ülkeleri parlamentolarını toplayıp Suriye tezkereleri geçirdiler. Meclisleri bu tezkereleri görüşürken, İngiltere’de olduğu gibi, kapı önündeki protesto gösterilerini duymazdan geldiler, savaş tezkeresini 223’e karşı 397 oyla kabul ettiler. İngiliz Başbakanı tezkereyi “İŞİD’i Suriye’de tutmak, İngiltere’yi güvende tutacak” diyerek istedi. Batı dünyası “daha iddialı bir Rusya’ya karşı, müttefikimiz Türkiye’yi desteklemeliyiz” diye açıklamalar yaptı. İŞİD meselesi, bir anda Türkiye – Rusya meselesi oldu.
Manzara dalgasını geçercesine şunu söylüyor: Siz hala anlamadınız mı? Mesele İŞİD değil! Yoksa mesele gerçekten başından beri İŞİD vs. değil miydi?
*
Gerçekten, şu İŞİD nedir ki? Çeşitli raporlara göre silahlı insan mevcudu 8 – 15 bin arasında olan bir terör örgütü. Bu elemanların neredeyse yüzde 80’i Irak ve Suriye dışından toplama. Örneğin 3500’ü Tunus’tan, 2500’ü Suudi Arabistan’dan, 1300’ü Almanya’dan, 681’i ABD’den, 513’ü İngiltere’den, vb… Bu örgütün kendi “yıllık raporu”na göre 887 roketatarı, 359 havantopu, 20 keskin nişancı tüfeği, 633 tabancası var. Uçakları, gemileri ve denizaltıları yok. Silah, patlayıcı, mühimmat üreten fabrikaları da yok. Yaptığı eylemlerin dökümüne bakılırsa, dörtbin civarındaki eyleminden 18’i intihar saldırısı, geriye kalanlar patlayıcıyla saldırı. Öyle sanıldığı gibi, kendini patlatacak kadar yaşamından vaz geçmiş yüzlerce militana sahip de değil.
Bu tuhaf gücün karşısındaki Atlantik ittifakı üyesi onlarca dev ve cüce ülkeler dünyası ise, sanki her biri birer yeni yetme devlet! Bu örgüte kendi yurttaşlarından katılım olmasını önleyememişler. Dünyanın en büyük silah ve patlayıcı üreticileri olan bu devletlerin, kendi ülkelerinden İŞİD’e satılan ya da gönderilen silahlardan hiç haberleri olmamış. Silah ticaretinde kendilerinin zinhar payları olmamış gibi, tuhaf İŞİD karşısında daha da tuhaf bir havadalar.
*
Bütün bu olup bitenler ikibinli yılların başlarında yaşananlara benziyor. 2001’de ABD’de “ikiz kuleler patlaması” yaşanmıştı. Hemen ardından 1990 Körfez Krizi bırakıldığı yerden alındı, Irak “El Kaide’yi himaye eden ve tehlikeli silahlar üreten kötü ülke” ilan edildi, sonra olanlar malum. Irak, şimdi Türkiye ve Suriye için kurulan Uluslararası Savaş Koalisyonu benzeri bir yapı tarafından işgal edilip Saddam Hüseyin ipe çekilirken, 600 bin ile 1 milyon arasında Iraklı yaşamını yitirdi, milyonlarca kişi yerinden yurdundan edildi. El Garib işkencehanesi, fotoğraf arşivlerinin utancı oldu. Irak işgalinin ardından “orada El Kaide korunuyor” iddiası da, “berbat silahların üretimi yapılıyor” lafları da boş çıktı. Bu kanlı savaşın bayraktarı İngiliz Başbakanı Tony Blair, vicdanını yüzlerce sayfalık kitabında temizlemeye çalıştı, olmadı. Öyle anlaşılıyor ki yazdığı o kitap, şimdiki İngiliz Başbakanı için ders niteliği de taşımıyor.
*

Egemenliğimiz elbette ödünsüz bir biçimde korunmalı. Ne var ki, bütün bu gelişmelere ve Atlantiklilerin açıklamalarına bakınca, Rus uçağının düşürülmesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin egemenlik hakkımız çerçevesinde gösterdiği bir tavırdan çok, NATO üyesi TSK’nın bir hareketi gibi görünüyor. Bu, hem ülkemiz hem de komşularımız adına büyük bir üzüntü duymamıza neden oluyor. 

[BAG, Aydınlık Gazetesi, 6 Aralık 2015 Pazar]

BU ÖĞÜTLER YATAKLIK YAPMA SUÇUDUR


Yeni Anayasa yapmaya soyunanlar on yıldır “sinir harbi” yürütüyorlar.
Neden Yeni Anayasa istediklerini bir türlü açıklamıyorlar. Gerçek gerekçelerini söylemiyor, “bunu asker yaptı; bu darbe anayasası; bunun sistematiği bozuldu artık” gibi içi boş ve birbiriyle çelişkili sözlerle acayip bir bıkkınlık havası yaratmayı yeterli görüyorlar.
Yeni Anayasa’da neyi silip ne yazacakları konusunu da açıkça dile getirmiyorlar. Anayasa gibi, mevcut yasalar düzeninin en üst katında yer alan, toplumun ve devletin en temel esaslarını belirleyen, yalnızca bugünü değil geleceği de yönlendiren bir metin söz konusudur; bunun üzerine güreş kaçak-göçek sürdürülüyor.
Ne yapmalı? Bu soruya etraflıca yanıt üretmek için görüşüp ortak akıl üretmek gerekirken, bunu yapmak yerine öğüt verip telkinde bulunan çok.
*
“İstemezükçü olma!”
Bu telkin, hangi nedenle olduğu bilinmez, kendisinin yeni anayasacı olmadığını söyleyen yancılardan geliyor. Pozitif mesajlar vermek gerek, diyorlar. Kamuoyunu kazanmanın sırrı, “hayır” dememek, olumlu sözler söylemektir, diyorlar. Ve “siz de önerinizi koyun ortaya, halka bunu anlatın!” diye yol gösteriyorlar.
Bu öğütler 1980’li yıllarda ortaya çıktı. Piyasa değerleri temelinde reklamcılık mesleği yükseldikçe, her ne pahasına olursa olsun eldeki malı satma amacına odaklanmış reklam mantığı, toplumsal ve siyasal mücadeleyi uydum-akılcı anaakım içinde ehlileştirip eritme hizmeti verdi. Bu zihniyette muhalefet, belirlenmiş gündemi kabul etme koşuluna bağlandı. Diyalog, müzakere, katılımı muhalefetin tek yolu olarak yükselttiler; “sivil itaatsizlik” adını verdikleri ehlileştirilmiş bir alan açtılar; ve protesto, boykot, direniş yöntemlerini aşağılayarak sildiler.
Ne var ki, “katılımcılık” diye yüceltilen yol, gündemi belirlemiş olan iktidar sahiplerine yaradı. Demokratik usullerle yürüdüklerini söyleyip, adımlarını da hedeflerini de meşru hale getirme şansına kavuştular.
Oysa toplumsal ve siyasal mücadelede muktedir olmanın yolu yalnızca “yapma gücü”nden ibaret değil. Buna denk bir başka muktedirlik, muhalefet konumunun iktidarı, onun “yaptırmama gücü”nden gelir. Kritik zamanlarda gerçek ve demokratik uzlaşma, bu iki gücün çarpışmasından doğar. Herkesin yararına olan sonuç, yapma ve yaptırmama güçlerinin yaratacağı dengede elde edilir. Eğer yaptırmama gücünü “istemezükçülük” diye yaftalayıp kullanılamaz hale getirirseniz, yalnızca “yapma gücü” kullanan muktedire hizmet etmiş olursunuz.
*
“Kendi önerini göster herkese!”
Yeni anayasacılığın başka bir yancı kesimi, iltifatkarlar olarak adlandırılabilir. Bunlar yeni anayasacılığı kaçınılmaz gündem olarak benimsemiş bulunuyor ve genellikle şöyle diyorlar: 1961 Anayasası gibi, hatta ondan daha ileri bir metin yazın, halka onu sunun, anlatın, görsünler aradaki farkı!
Ne var ki bu anayasa işi. Öykü-şiir yarışması değil. Bu, toplumsal ve siyasal mücadelenin en ağırlarından biri. Hem süreci hem sonucu, beğeni ya da iradenin ötesinde, hem iç hem de dış toplumsal ve siyasal güç dengelerine bağlı.
Görevi yasa yapmak olan meclise, 330 parmağı bulursa referandumlu 367 parmağı bulursa referandumsuz anayasa yaptırılmaya çalışılıyor. Toplumun ve devletin kuruluş esasları tartışmaya açılmış, “kurucu esaslar” olağan meclis aritmetiğiyle değiştirilmeye gayret ediliyor. Anayasa samimiyetsiz ve toplumu düşman kamplara ayıran bir siyaset ortamında, zorlama demokratik ve katılımcı görüntüler eşliğinde ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
İhvancı, etnik bölücü, liberal ittifak iktidara yerleşmişken, bunlar dış destekleriyle “Başka Türkiye” hedefi peşinde koşarken, TBMM’nde kendi seçmenlerini de minder dışına atmış bir karşıdevrimci parmak çoğunluğu ellerindeyken, böyle bir güç dengesi içinde hangi “güzel metinler yarışı”ndan söz ediyoruz?
*
Yeni Anayasa yancısı öğüt sahiplerine “kendi mükemmel anayasamızı göstermek” yerine, bulundukları siyasal pozisyonu fark etmelerine de yardımcı olmak üzere, ancak şunları söyleyebiliriz:

“Başka Türkiye”ye Geçit Yok! Anayasayı Müzakere Yok! Anayasaya Dokunma!


http://yeniadana.net/kose-yazilari/bu-ogutler-yataklik-sucudur-555.html


1 Aralık 2015 Salı

ARTIK SADEDE GELSENİZ!


Yeni Anayasa yapmaya soyunanlar “Yeni Türkiye” değil, “Başka Türkiye” istiyorlar. Yollarını açmak için pek basit ve temelsiz gerekçeler üretip bunları sonsuz tekrar yoluyla sorgulanamaz hale getiriyorlar. Bu ünlü Nazi taktiğini aşmak, bu kesimi işin özünü söylemeye zorlamak için pek gerekli görünüyor.
*
“Bunu askerler yaptı, sivil anayasa olsun!”
Yani sorun yemeğin kendisi değil de kimin pişirdiği mi? Anayasayı yapanın apoletli olup olmaması mı? Şimdi aynı metni asker olmayan sivil kişiler ele alsa ve olduğu gibi bir kez daha kabul etse ne olacak? Sorun ortadan kalkmış mı olacak?
Aslına bakarsanız, esas oğlan ve ana irade askeri olmakla birlikte, bu iradenin anayasaya dönüştürülmesinde hatırı sayılır bir asker olmayan “siviller” dünyası da vardı. Darbeden bir yıl sonra işler 23 Ekim 1981’den başlayarak “Kurucu Meclis” eliyle yürütülmeye başlanmıştı. Bu meclisin, Danışma Meclisi adı verilen 160 kişilik bir “sivil kanadı” vardı. Anayasayı da bunun içinden oluşturulan bir Anayasa Komisyonu hazırlamıştı. Taslağı kamuoyuna açıklamışlar, DM’nde görüşüp oylamışlardı. Sonra 7 Kasım 1982’de halk oylaması yaptılar; “siviller”den oluşan seçmenin yüzde 91 katılımından %91 “sivil evet” oyu çıkmıştı.
Üstelik sonraki yıllarda da bunun üstüne, yedi adet seçilmişlerden oluşan “sivil” parlamento dönemi ve seçilmişlerin kurduğu 19 adet “sivil hükümet” nöbeti bindi. Bu nöbetler sırasında da, aşağıda belirtildiği üzere, metne pekçok kez, hem de her siyasal renkten “sivil”in eli değdi.
“Asker yaptı, istemem” itirazı derinliksiz bir itiraz. Sıfat yerindeyse böyle çocukça bir itirazın 12 Eylülün yol açtığı yıkımla hesaplaşmaya da, Yeni Anayasa’nın ne olması gerektiği fikrine de herhangi bir katkısı yoktur.
*
"Sen 12 Eylül Anayasasını mı savunuyorsun?!"
Yeni Anayasacıların en mahkum edici ve suçlanan kişiyi utançlara gark eden saldırılardan biri bu. Muhatap kişilerde hızla ve önlenemez bir şekilde “aman, ne demek, estağfurullah, aşk olsun!” deme duygusu yaratıyor.
Ama böyle duygu sellerine kapılmadan önce değinilmesi gereken birkaç nokta var.
Bu anayasanın halkoylamasından çıktığı 7 Kasım 1982 tarihinden bu yana, toplam 87 maddesi/hükmü değiştirilmiş; metne ek fıkra olarak 33 hüküm eklenmiş; metinden 17 madde/hüküm ve 2 cümle “mülga”, yani silinmiş. Metinde toplam 139 noktaya müdahale edilmiş durumda. Kendisi toplam 177 maddeli metinde, neredeyse el değmemiş yer yok.
Üstelik tüm bu değişiklikler, firesiz biçimde “siviller” tarafından yapılmıştır. Hatta yalnızca “yerli siviller” değil, devrede Avrupa Konseyi ile AB Komisyonu’nun “sivilleri” de vardır. Değişikliklerin önemli bir bölümünün “AB’ye Uyum Paketleri” doğrultusunda yapıldığı bilinir.
Yürürlükteki anayasanın ebesi 12 Eylül darbesi, bu gerçek. Ama bu metin, artık o yeni-doğan değil. Bu nedenle “sen darbe anayasasını mı savunuyorsun!” lafının aslı yok.
*
"Aşırı değişiklik geçirmiş, bütünlüğü bozulmuş!"
Yeni anayasacıların bir bölümü, yürürlükteki metnin çok değiştiğini, adeta metamorfoza uğramış olduğunu kabul ediyorlar. Genellikle şöyle söylüyorlar: 1982 Anayasasında 2001 ve 2004’te yapılan kapsamlı değişikliklerle demokrasinin güçlendirilmesi yönünde önemli adımlar atılmışsa da, yapılan çok sayıda değişiklik Anayasanın sistematiğinin bozulmasına ve zaten önemli sorunlar bulunan temel yapısının daha da deforme olmasına yol açmıştır."
Anayasa dediğiniz edebi metin değil ki, sistematiği bozulsun. Metnin sistematiği, bölüm – başlık – madde düzeniyle zapt-ü rapt altındadır. Ama siz eğer sorunu anayasanın “temel yapısı”nda görüyorsanız, o zaman “hükümler”den yani içerikten söz ediyorsunuz demektir ki, burada “deformasyon”dan değil, toplumsal mücadeleden söz etmelisiniz. Başka bir deyişle bu durumda “temel yapıyı nasıl kuracaksınız” sorusunu yanıtlama zorunluluğunuz var demektir.
Ve işin özü de işte bundan ibarettir.
*
Yeni Anayasacılara dememiz şu ki, bizim şu ortalama zekamızla dalga geçmeyi bırakın, bu asılsız lafları artık bir kenara koyun. Belli, gerçek gerekçelerinizi söylemek istemiyorsunuz. Hiç olmazsa neyi silip neyi yazmak niyetindesiniz, onu söyleyin. 

[BAG, Yeni Adana Gazetesi, 30 Kasım 2015]