27 Nisan 2016 Çarşamba

KARŞIMIZDAKİLERİN SÖZLÜĞÜ


Günümüzde siyaset, toplum ve devlet ağacının yaprakları ve dallarıyla değil, kökleriyle uğraşıyor. Ama böyle köktenci işler görürken, nasıl becerdiği hayrete şayandır, havadan sudan işlerle uğraşıyormuş gibi bir görüntü veriyor. Bir de, akılları ve fikirleri bulamaca çevirmeye yarayan pek eski bir teknik kullanıyor. Herkesçe iyi şeyler diye bilinen sözcüklerin içini başka anlamlarla dolduruyor. Eğer sözü duyup, anlamında boşalt-doldur işlemi yapıldığını fark etmezseniz “ne güzel işte” diyorsunuz; “bu desteklenir!”

Aşağıdakiler, güncel kök-siyasete böyle yön veren birkaç temel söz ve yeni-anayasa baskını yapmaya çalışan etnikçi-mezhepçi siyasetlerin sözlerin içine tıkıştırdıkları anlamlar.

*

Sivil anayasa: Sivil sözünü günlük anlamı itibariyle düşünenler için “askeri olmayan anayasa”. İdeolojik olarak doldurulan anlamıyla ise kimine göre dini değerlere dayalı anayasa, kimine göre etnik kimliklere statü veren anayasa. Toplamı bakımından söylersek, Atatürk Cumhuriyeti’ni tasfiye etmeyi amaçlayan bir anayasa.

Anayasal vatandaşlık: Vatandaşlığın tarihsel-toplumsal değerlere göre (Türk vatandaşlığı) değil, ülkenin toprağına (Türkiye vatandaşlığı) ya da ülkenin devletine (TC vatandaşlığı) göre tanımlanmasını öngören anlayış. Böylece sosyal-kültürel topluluklara, yani etnisite-din-mezheplere yönetme yetkisi verilmesini mümkün kılan politika.

Eşit vatandaşlık: Bireyler arasında değil, etnik topluluklar arasında eşitlik sağlanması. Etnik kimliklere statü verilmesi, bunların anadillerin resmi dil haline getirilmesi, kamu hizmetlerinde çok-dillilik, vb. sayesinde kurulacağı ileri sürülen topluluklar arasında eşitlik isteği.

Etnik olmayan vatandaşlık (demokratik vatandaşlık): Vatandaşlığın Türk vatandaşlığı olarak tanımlanmasına karşı olmak. Ya hiçbir ad verilmemesi, ya TC vatandaşı ya da Türkiye vatandaşı olarak adlandırılması isteği.

Demokratik ulus tanımı: Ulusun Türk Milleti olarak tanımlanmaması. Ya hiçbir ad verilmemesi ya da Türkiye ahalisi denmekle yetinilmesi.

Çoğulculuk: Etnik topluluklara hukuki-siyasi statü vermek ve ülke siyasetini bu ara kademeye dayandırmak. Hem idarede hem siyasette, bireylerin vatandaşlıktan gelen bireysel yeterlilikleri yerine, öncelikle “kendi kimlikleri” torbasında değerlendirilmesi.

Özgürlükçülük: Dinsel-mezhebi topluluklara hukuki-siyasi statü vermek ve cemaat yönetimini kendi örgütlerine terk etmek. Devletin, dinsel örgüt ve yapılar üzerinde denetim yetkisinin sınırlandırılması ya da ortadan kaldırılması.

Ortak vatan: Türkiye’yi Türkiye ve Kürdistan olarak iki parçalı bir devlet haline getirmek.

Demokratik cumhuriyet: Çok-milliyetli (etnikli) ve çok-mezhepli bir topluluklar topluluğu ile toprakta çok-ortaklı devlet örgütlenmesi olan yapı.

Demokratik siyaset: Etnik toplulukların siyaset yapma yetkisi elde etmelerine olanak veren siyaset.

Tek millet: Türkiye sınırları içinde yaşayan ahalinin tek ümmet olarak kabul edilmesi, Türklüğün reddi.

*

Yeni-anayasacıların kullandıkları çoğu sözcük, bizlerin de beğendiği, sevdiği, ilke oluştururken kullandığımız sözcükler. Karşımızdaki kuvvetlerin yaptıkları şey, bu sözcükleri esir almak. Bu durumda ne yapmalıyız? İçlerine boşalt-doldur yaptıkları bu sözcüklerden vaz mı geçeceğiz?

Sorun, esir alınan tüm sözcüklerden topyekün vazgeçmekle halledilemeyeceğine göre, kapsamlı bir fikir mücadelesi vereceğiz. Başlangıç noktamız ise, bildiğimiz bir sözcük, terimi kavram kullanıldığında, “gerçekte ne kastediliyor?” diye sormak.

Yeni-anayasaya geçit yok!


(BAG, Aydınlık, 27 Nisan 2016)


25 Nisan 2016 Pazartesi

“NE OLDUĞUNU BİLMİYORUZ Kİ” SİYASETİ


Türkiye’de siyaset, artık bu sözle yapılıyor: İyi de, ne olduğunu bilmiyoruz ki! Ne dediklerini, ne yapmak istediklerini bilmiyoruz ki!

Bu yüksek siyaset tarzı demokratikleşme süreci, açılım süreci, çözüm süreci gibi adlar verilen PKK ile müzakere ve taviz verip teslim olma süreciyle birlikte arşa çıktı.

Y-CHP yönetimi böyle dedi: AKP ne yapmak istiyor bilmiyoruz ki! Bu yalnızca bir “söz” değildi, aynı zamanda müzakerecilere destek verileceğini gösteren bir “tavır” idi. Tavır şöyle dile getirildi: “Tamam, al sana açık çek! Yap da biz de öğrenelim!”


*

Oysa PKK’nın ne istediğini Mısır’daki sağır sultan bile biliyordu.


Birincisi, şu ulusal/milli devlet olmaz, Türk Milletinin egemenlik hakkı yok, etnik kimlikleri tanıyın, kimliklere statü verin [eşit vatandaşlık] diyordu.

İkincisi, şu üniter devlet olmaz, bölgelere özerklik veren federal niteliğe sahip bir yönetim sistemine geçin [ortak vatan] diyordu.

Üçüncüsü, bunların olması anayasanın değiştirilmesi demektir, [yeni-anayasa] diyordu.

YCHP, apaçık olan bu istekleri görmezden geldi, halkı bilgilendirip bu teslimiyete geçit vermeyeceğini haykırmak yerine bilmiyoruz ki! yalanının ardına saklandı.

*

Aynı yüksek siyaset tarzı, yeni-anayasa için de sergilendi.

YCHP bir süre “nasıl bir anayasa istiyorlar bilmiyoruz ki, ortaya koysunlar bakalım, biz de görelim halk da görsün!” dedi durdu. Yeni-anayasa için müzakere masalarına bu gerekçeyle oturdular.

MHP de aynı sözlerle, aynı tavırla davrandı: Oturalım masaya da ne istediklerini görelim! Ne istediklerini bilmiyoruz ki! 2016 Anayasa Uzlaşma Masası dağıldığında, masanın devamından yana olduklarını açıkladılar. Ne için? “Ne yapılmak istendiğini anlamak için!”

İyi ama, ne yapılmak istendiği, 2008 yılından beri ortalığa saçılan “açılım müzakereciliği”nde ilan edilmemiş miydi? Edilmişti, istekler ortada idi. Bu, leb demeden leblebi diyen zeki insanlar, açılım ve yeni-anayasa sözkonusu olunca neden böyle ağır bir anlama ve öğrenme zorluğu içine düştüler?

*

Aynı kırmızı başlıklı kız hikayesi gibi!


Kurt babaanne kılığına girmiş, bizim kız habire soruyor: Senin dişlerin neden bu kadar büyük?

“Valla ne yapmak istediklerini bilmiyoruz, dur bakalım az biraz daha bekleyelim” diyenlere, gereken tepkiyi vermekte çok geç kalıyoruz.

Bunlara haydi söyle! demenin vaktidir:

Burası Türkiye. Ulusal/milli egemenlik hakkı ve yetkisi Türk Milleti’nde. Etnik kimliklere statü verip çok-milliyetli ahali isteyenlerle görüşülecek bir şey yok!

Burası Türkiye. Türk Milleti ülke üzerinde egemenlik hakkını bölünmez bütün olan tek vatanda kullanır, çok-ortaklı bölünmüş toprak isteyenlerle görüşülecek bir şey yok!

Çok-milliyetli ve çok-ortaklı planların yıkıcılığına iznimiz yok.

Yani yeni-anayasacılığa geçit yok!

(BAG, Yeni Adana Gazetesi, 25 Nisan 2016) 



24 Nisan 2016 Pazar

ULUSAL EGEMENLİĞİN GÜNCELLİĞİ


Çağımızda ulusal egemenlik iki şeyin var olmasını gerektiriyor.

(1) Bir ulusun varlığı, hukukla –anayasayla tescillenmiş olmalı. Belirli bir toprak üzerinde, belirli bir nüfusa gönderme yaparak tescil. Tarihin derinliklerinden mayalanıp gelmiş sosyolojik varlığın kendisi tek başına yeterli değil; bu varlığın anayasada kayda geçirilmiş olması gerekir.

(2) Bir ülkede yönetme hakkı, o ulusa –ve yalnızca ona- aittir diye ilan edilmiş olmalı. Yani bir dini kuruma değil. Bir aileye, hanedana da değil. Doğrudan halkın kendisine tescil. O toprakların dışında kalan herhangi bir yabancı kurumun her türlü müdahalesini yasaklamış, bağımsızlık kayıtlı bir tescil.

Ve elbette, ulusun varlığının ve toprakları üzerinde yönetme hakkının, dünyanın diğer ulusları, devletleri, kurumlarınca kabul edilmesi; ulusal egemenlik durumunun bir hak olarak başkalarınca da tanınmış olması.

Türkiye’de Türk Milleti’nin varlığı ve yönetme hakkının yalnızca ona ait olduğu, tek dayanağı milletin azim ve kararlılığı olan 1919 – 1923 bağımsızlık mücadelesiyle tescillendi ve tanındı. Ülkenin içinde tüm kurumların ve kişilerin yerleri de birbirleriyle ilişkileri de bu hukuksal temel üzerinde inşa oldu.

*

Bu kuruluş tarzı, şimdi tehdit altındadır.

Küreselciliğin ‘küresel düşün yerel davran’ düsturu, ‘ulusal olan ne varsa üzerini çiz’ anlamına geliyordu. Bunun için sosyal dayanaklar etnik farklılıklarda, kültürel dayanaklar da din-mezhep farklılıklarında bulundu. Böylece küreselciliğin rüzgarı hem etnik bölücülüğü -yani ırkçılığı, hem de ümmetçiliği –yani dincilik ve mezhepçiliği üfürüp havalandırdı.

Bunlar şimdi elbirlik yaptılar. İzleyecekleri yol da artık ortaya çıktı. Anayasadaki “Türk vatandaşlığı”nı silecekler; yerine ya hiçbir şey yazmayacaklar ya “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” gibi bir şey yazacaklar. Egemenlik hakkını da Türk Milleti’nden alıp ya “adsız” bir millete verecekler ya da yerine “Türkiye Milleti” gibi aslı olmayan bir dolgu yerleştirecekler.

PKK cenahı bu değişikliklerin “demokratik bir ulus tanımı yapmak” olduğunu ileri sürüyor. AKP cenahı ise bu yolla “bir ümmet devleti” yaratabileceği düşü kuruyor. Gerçekte biri etnik bölücülük için, öbürü mezhepler arası kapışmalar için zemin hazırlıyor. Küreselcilere gelince, onun için ikisi de uygun; egemenlik hakkı iddiası taşıyamayacak bir “ahali” bulunmaz nimet!

*

Bağımsızlığımız çok yara almış olabilir. 

Bundan kaygılanmalıyız ve tam bağımsızlık için mücadele etmeyi sürdürmeliyiz. Küreselcilerin ‘karşılıklı bağımlılık’ laflarının saçma olduğunu söylemeyi sürdürmeliyiz. Bağımlılığın tek yanlı, eşitsiz, hastalıklı bir ilişki olduğunu, olsa olsa “karşılıklı bağlar”dan söz edilebileceğini, dünyaya barış ve refah getirecek olanın da ancak böyle bağlar olabileceğini göstermeliyiz.

Ama akılda tutmamız gereken nokta şu ki, başka uluslarla karşılıklı bağlarımızı güçlendirmek de bağımsızlık mücadelesi de, ancak egemenlik hakkına sahip isek mümkün olabilir. Egemenlik hakkı elinden alınmış olanların, bağımsızlık için mücadele etme zeminleri yoktur.

Küreselciliğin bizden talep ettiği şey, egemenlik hakkımızı parça parça devretmemizdir. Bağımlılık, bunun maliyetidir. Avrupa Birliği üyeliğinin talebi de aynıdır; bizden devretmemizi istediği şey bağımsızlığımız değil, egemenlik hakkımızdır; bağımlılık ve uyduluk bu devir işleminin sonucudur.

Eğer Tam Bağımsız Türkiye istiyorsak, bunun temel koşulunun, egemenlik hakkımızdan vazgeçmemek olduğunu aklımıza kazımamız gerekir. Yeni-anayasacılık gözünü bu vazgeçilmeze, ulusal egemenliğimize dikmiş durumdadır.

Günün anlam ve önemi bu noktada gizli. 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramımız kutlu olsun.


Yeni-anayasacılara geçit yok!

(BAG, Aydınlık, 24 Nisan 2016)


22 Nisan 2016 Cuma

YENİ-ANAYASANIN KAYNAĞINI BİLE BİLE….


Zaman ve Taraf gazetelerinde yazılar yazmış emekli bir askeri hakim Ümit Kardaş, daha Aralık 2010’da Zaman gazetesinde bir yazı kaleme almış. Yazısının başlığı “süreç odaklı demokratik anayasacılık”.

İlginç bir yazı.

*

Diyor ki, “dünya, anayasacılıkta 8. dalgayı yaşıyor.”

Yazıda belirtmiyor ama, bu “dalga sınıflandırması”, 1995 tarihli bir makalede John Elster adlı bir Amerikan akademisyen tarafından, medeniyetler çatışması fikriyle ünlenen Huntington’dan esinlenmeyle yapılmış bir sınıflandırma.

Bu yazar dünya tarihinde anayasacılıkta 7 dalga olduğunu söylemiş. Birinci dalga 1780-1791’de ABD, Polonya, Fransa’da. İkinci dalga 1848’de Avrupa’da, üçüncü dalga birinci dünya savaşı sonrasında genelde ve dördüncü dalga ikinci dünya savaşı sonrasında Japonya, Almanya, İtalya’da yaşanmış. Beşinci dalga aynı dönemde Hindistan, Pakistan, Afrika’daki eski sömürgelerde; altıncı dalga 1970’li yıllarda Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi güney Avrupa ülkelerinde; yedincisi ise 1989 Berlin Duvarı’nın çökmesiyle eski sosyalist ülkeler ile ikinci kez Afrika ülkelerinde.

Sınıflandırma dikkat çekici. Dalgaların ezici çoğunluğu, yeni-anayasalanma ataklarının iç-nedenlerden çok, dünya düzeninde yaşanan kırılmalara bağlı olduğunu düşündürüyor.

2008 yılında Denny Indrayana adlı başka bir yazar, Endonezya üzerine yazdığı kitabında, bunlara 8. Dalga’nın da olduğunu eklemiş. Ona göre sonuncu dalga, ikibinli yıllarda Afrika, Asya, Latin Amerika’da ortaya çıkmış.

*

Ümit Kardaş yine kaynak belirtmeden diyor ki: “8. dalga anayasacılık, Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkelerinde iç savaş koşullarından çıkmayı ve toplumsal barışı amaçlayan anayasa yapma süreçlerinde yaşandı.”

Yazdığına göre 8. Dalga anayasacılık şöyle bir şey:
“Bu anayasalar, toplum içindeki farklı kesimlerin barış içinde özgürlüklerden eşit olarak yararlanabilmelerinin ilkelerini müzakere süreciyle toplumsal mutabakat sonucu belirledikleri metinler oldular.”
Küçük paragrafta ne çok anlam var! Anayasa yurttaşların değil, "farklı kesimlerin" olacak. Bunlar anayasayı barış içinde müzakere edecek (demek ki terör sorunu varsa önce 'çözüm süreci"yle bu duruma bir es verilecek); anayasa müzakere edilecek. Böylece "toplumsal mutabakat" sağlanacak...

Ve yazar, bu tür anayasalar yapmış ülkelere örnek olarak “Güney Afrika, Tayland, Brezilya, Nikaragua, Ruanda, Eritre, Uganda gösterilebilir” diyor.

*

Yazar, bu dalgadaki anayasaların neden ortaya çıktığı üzerinde durma gereği duymuyor. Hızla amacını yerine getiriyor ve bunların nasıl başarılı olduğunu hap haline getirip, bize daha 2010 yılında büyük bir hizmette bulunuyor:
“1. Süreç "açık", "dürüst" ve "zamana yayılmış" olmalıdır. 2. Süreçte toplumsal dışlama olmamalıdır. 3. Toplumsal katmanlarla siyasi ve toplumsal aktörler arasındaki iletişim açık olmalıdır. 4. Müzakere süreci gerçek temsilci ve gruplara ve doğrudan bireylere ulaşarak gerçekleştirilmelidir. 5. Müzakere, genel ilkeler çerçevesinde yapılmalıdır. 6. Yerel ve bölgesel müzakere düzlemleri oluşturulmalıdır. 7. Kadınlar ağı oluşturarak sürece kadınların etkin bir şekilde katılımları sağlanmalıdır.”
Kardaş, yazısında Türkiye'den ve Türkiye'deki "yeni-anayasa"dan hiç söz etmiyor. Ama sözlerinin tümü, "yeni-anayasa"cılara küreselci merkezlerden derledikleriyle akıl hocalığı yapmaktan ibaret.

*

Kardaş’ın bu fikirlerine, 2003 yılında yazılmış bir “özel rapor”da rastlayınca, çok önem vermemiz gerektiğini düşündüm. Rapor, 2012 yılında Suriye için "yeni-anayasa" yazmaya çatı kurmuş olan ABD Barış Enstitüsü (United States Institute of Peace) adlı bir kuruluşun, Temmuz 2003 tarih ve 107 numaralı, Demokratik Anayasa Yapımı (Democratic Constitution Making) başlıklı “özel rapor”u.

Çalıntı yapmış demek istediğim sanılmasın. Bilgiler ve zihniyet, ideolojik-politik kamp aynı demek istiyorum.

Ve aynı zamanda, bizdeki yeni-anayasacıların nasıl bir çalışma hattı kurma gayretinde olduklarını, bu cenahın ağababalarından öğrenelim diyorum.

*

Ve asıl olarak şunu söylüyorum:

Ülkemizde yeni-anayasa çığırtkanlığı yapanlar, bu işin ülkemizin ihtiyaçlarıyla değil, küreselcilik denen “yeni dünya düzeni”nin ihtiyaçlarıyla ilgili bir iş olduğunu bile bile konuşup yazıyorlar. Türkiye’ye Güney Afrika gibi “beyaz ırkçılığı”nın anavatanı gibi ülkeleri örnek gösterme densizliğinde bulunabiliyorlar.

Yeni-anayasacıların beslendikleri kaynaklar, bunlara geçit vermemek için safları sıklaştırmamıza yeterli neden.

Yeni-Anayasaya Geçit Yok!


(BAG, YeniAdana 18 Nisan, Aydınlık 20 Nisan 2016)



17 Nisan 2016 Pazar

YENİ-ANAYASANIN “OLGUNLAŞMASI”


Ahmet Davutoğlu kendi anayasalarını yazmaya başladıklarını, bu yaz meclise getireceklerini, Eylül’de referanduma gideceklerini söyledi. Çok ama çok hızlıydı. Davutoğlu, AKP’nin 2007 seçim bildirgelerinde özenle vurgulanan “uzlaşma sağlanmasına özen gösterilerek yeni-anayasa” hedefini çöpe atmıştı. Demek ki, kendileri 316 milletvekiline sahip olmalarına karşın, referanduma gitmek için gerekli 330 oyu bulacaklarını düşünüyordu. Bunun nasıl olacağını açıklamadı ve milletvekili pazarı mı kuruluyor merakının doğmasına neden oldu.

*

Gerçekten çok hızlıydı. 23 Mart 2016 günlü bu açıklamadan iki gün sonra, AKP Anayasası Yazım Kurulu oluşturulduğu açıklandı.

AKP kurulunda Cumhurbaşkanı danışmanları Burhan Kuzu, Şeref Malkoç, Mehmet Uçum ile Davutoğlu danışmanları Taha Özhan, Hayati Yazıcı, Ali İhsan (Mücahit) Arslan yer aldı. Diğer üyelerin ortak özelliği, 2011 ve 2016’da TBMM’de kurulmuş anayasa komisyonlarında görev almış olmaları: Cemil Çiçek, Ahmet İyimaya, Abdülhamit Gül, Mehmet Ali Şahin. AKP’nin komisyonuna, halihazırda TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı olan Mustafa Şentop herhalde eşgüdüm gereğince eklenirken, başkanlık görevi belki de ‘istikşaf’ becerisinin yüksek olduğunu kanıtlamış olan AKP genel başkan yardımcısı Ömer Çelik’e verildi.

Bu kimselerin kim olduklarını incelemek, nasıl bir “metin” ile karşılaşacağımız hakkında sağlam ipuçları verebilir.

*

Ne var ki, daha bir ay dolmadan, 14 Nisan 2016 günü, iki gazeteciye verilmiş görünen bir haber yayıldı. Haberlere bakılırsa, Davutoğlu’nun telaşı Erdoğan tarafından yatıştırılmış denebilir. Ortak bir karara varmışlar.

Milliyet Gazetesi’nden Serpil Çevikcan şunu yazdı: “Başkanlık meselesinin önce vatandaş tarafından içselleştirilmesinden yana olan Cumhurbaşkanı… başkanlık konusunun yeni anayasadan ayrı bir konuymuş gibi tartışılmasının yarattığı kafa karışıklığının farkında…. İşin aceleye getirilmemesini istemesinin temel nedeni de bu.” Ek olarak şu bilgiyi verdi: “Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın başkanlık konusunun millet nezdinde ‘olgunlaşması’ konusunda hemfikir.”

Aynı gün Hürriyet Gazetesi’nden Abdülkadir Selvi biraz farklı yazdı: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, millet ikna edilmeden Meclis’e sunulacak bir anayasa teklifine sıcak bakmadı. Milletin içine sinmeyen bir anayasa istemediğini belirtti.” Selvi’ye göre (başkanlık konusu değil) “yeni anayasa olgunlaşma sürecine bırakılacak”.

İki gazetecinin “olgunlaşması” istenen şey hakkında verdiği bilgiler farklı olmakla birlikte, Davutoğlu’nun akademisyenlerle, aydınlarla, sanatçılarla, STK’larla bir araya geleceği haberi aynıydı.

*

Davutoğlu’nun yeni-anayasa işini adeta atarlanarak ele alışı, umutsuz bir durumda olduklarını gösteriyordu. Havada uçuşan “birkaç yıl anayasasız kalabiliriz” gibi sözler, telaşa ve bir kendini yitirme haline işaret ediyordu.

Şimdi biraz kendilerine gelmiş görünüyorlar. Tek-partilik ve aritmetik hesaba dayalı işlemlerle yeni-anayasa yapmaya kalkışmanın anlamsız olduğunu gördüler.

Bir diğer gerçeği daha görecekler: Olağan ve üstelik yüzde 10 barajla sakat bir meclise yeni-anayasa yaptırılamaz. Buna kalkışmak, uymakla yükümlü oldukları Anayasa’yı ortadan kaldırma suçu işlemek demektir.

Son gerçeği görmeleri için ise, bizim mücadeleyi yükseltmemiz gerekir. Türk Milletinin egemenlik hukukunu ortadan kaldırmak; din ve etnisite temelli topluluklara statü biçmek; çok-etnisiteli bir ahali temelinde laikliği ortadan kaldırmak; ülkeyi özerk bölgelere ya da eyaletlere bölmek… Bütün bunların yapılabilmesi için meclis aritmetiği bir yana, küresel anayasacıların istek ve desteklerinin de beş para etmeyeceğini deneyimleyerek anlayacaklar.

Yeni-Anayasaya Geçit Yok!


(BAG, Aydınlık, 17 Nisan 2016)

13 Nisan 2016 Çarşamba

OSLO’DAN HELSİNKİ’YE…


Ahmet Davutoğlu bu ayın başında, neden bilmiyorum, Finlandiya’ya gitti. Ajanslar, Helsinki’de yarım saatliğine basına kapalı bir görüşme yaptığı haberini verdi. Görüşme hakkında basına bilgi verilmedi. Bir kare gördük; bizim tarafta biri başbakan biri bakan olmak üzere beş, karşı tarafta üç kişi var. Biri Finlandiya’nın eski cumhurbaşkanı olan Martti Ahtisaari adlı kişi.

*

Martti Ahtisaari… 2008’de Öcalan’ın ve 2015’te HDP’lilerin, AKP’nin CHP yönetiminin açık çekiyle yürüttüğü “müzakereler” için “üçüncü göz” olmasını istedikleri kişi. 2008’de Öcalan onu ve yerlilerden İlter Türkmen’i önermişti. 2015’te HDP’liler Ahtisaari’nin yanına, CHP milletvekillerinden biri olan Rıza Türmen’i katmıştı. Bunlar “üçüncü göz”cülük için uygun isimler olabilirlermiş.

Bu kişi, 2004’ten beri, hangi hukukla kurulduğu belirsiz bir Türkiye Komisyonu’na başkanlık yapıyor. Bu köşede yazmıştım; bu komisyonun parası İngiliz devleti British Council’dan, sekreterliği Soros’un Açık Toplum Vakfı’ndan sağlanmış.

Ahtisaari Komisyonu, 2007’de AKP Anayasası’nı hazırlamakla görevlendirilen Ergun Özbudun’dan memnundu; işin başında tanıdığımız ve bilgilerine güvendiğimiz insanları görmekten memnunuz, bu iş bir-iki yılda biter gibi laflar bile etmişti. Bu güvenin nereden geldiği sır değil. Özbudun AKP Anayasası’nı hazırlama işini aldığında, 17 yıldır, anayasa yaparak demokrasi ihraç etmek amacıyla Avrupa Konseyi bünyesinde kurulmuş olan Venedik Komisyonu’nda Türkiye’yi temsil ediyordu.

*

Martti Ahtisaari, 1937 doğumlu. Babası, İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmış. Babasının anti-sovyet mirasından el almış. Genç Hristiyanlar Birliği’nin misyonerliğinde yetişmiş. Bu kişi, ülkelerin kontrollü parçalanması işindeki uzmanlığıyla tanınıyor.

2008 yılında “ulusların kardeşliği” için gösterdiği çabalar nedeniyle Nobel Barış Ödülü ile tescillenmiş. Afrika’da Namibya’da, uzakdoğuda Endonezya – Açe’de, Balkanlarda Yugoslavya, özellikle Kosova’da ve elbette Irak’ta açık izleri var.

Nüfusu aşırı türdeş diye bilinen Finlandiya’da, etnisite-mezhep sorunları yok. Hatta ülke halkının yabancılarla temasının bile çok düşük düzeyde olduğu söyleniyor. Böyle bir ortamdan çıkıp, dünyanın Afrika ve Asya’sında “etnik ve mezhep çatışmalarını çözme uzmanlığı” kazanmak için, herhalde doğaüstü bir yetenek sahibi olmak gerek. Ya da Nobel Barış Ödülü ile tescillenmiş, ‘uluslararası toplum’un çok özel bir görevlisi olmak…

Bu kriz, daha doğrusu “ülke çözücü adam”ın, elbette eteklerindeki tüm emperyalist devlet mekanizmalarıyla birlikte, şimdi Türkiye’de nöbete çekilmesi için gayret edildiği görülüyor. Ahtisaari adıyla birlikte, ülkemizin üzerinde Irak vahşetinin, Yugoslavya dramının dayanılmaz kokusu yayılıyor.

*

2015 yılı boyunca, ağzında “analar ağlamasın” duasıyla ülke topraklarına silah yığınağı yapılmasını seyredebilmiş bir iktidarın varlığını gördükçe; bu suçu “açık çek”le desteklemiş bir anamuhalefetin “Ahtisaari’nin yardımcısı olsun” denilen bir kişiyi milletvekili olarak seçip bünyesinde barındırabildiğini gördükçe, işlerin yolunda gittiğini düşünmek hiç kolay değildi.

Şimdi, Ahtisaari Komisyonu’nun 2004 – 2014 arasında yaptığı çalışmaların açıkça bataklığa gömüldüğü bir zamanda, ülkenin Başbakanlık yetkilerini kullanan Ahmet Davutoğlu’nun, Finlandiya’da, o kutumsu odalardan birinde, Ahtissari’nin karşısına oturuşunu görünce ne düşünebiliriz ki? Çözüm süreci denen yıkım, Norveç’in Oslo kentinden baş vermişti. Şimdi aynı baş kendini Finlandiya’nın Helsinki kentinden gösterirken, işlerin doğru yola girdiğini düşünmek yine hiç kolay değil.

Gerçekten, “çözüm süreci” buzdolabında mı? Eğer öyleyse, bunun nihai halkası olan “yeni-anayasa süreci” neden masada?

Yeni-Anayasaya Geçit Yok!


(BAG, Aydınlık, 13 Nisan 2016)






11 Nisan 2016 Pazartesi

AHTISAARI ile VENEDİK KOMİSYONLARI


Türkiye’ye “yeni-anayasa” biçme hevesi 2000’li yılların hemen başında belirdi.

Tarih 2011’e geldiğinde, ele-avuca gelir büyüklükteki tüm siyasi parti yöneticileri “yeni anayasa” demeye başladı.

“Peki ama neden yeni bir anayasaya ihtiyaç var” sorusuna hiçbiri anlamlı bir şey söyleyemedi.

Şimdiki anayasa darbe anayasasıdır; kaldıralım diyen oldu. Ama ortaya çıktı ve hepsi de kabul etti ki, şimdi yürürlükte olan anayasa, doğumu darbe dönemi olsa da, geçen 33 yılda çok ama çok değişti. İçeriği bakımından yüzde 70’i değişti. Darbe hükümleri temizlendi, bu artık o anayasa değil.

Bunu askerler yaptı, anayasayı siviller yapsın diyen oldu. Geçen 33 yılda değişiklik için çıkarılan 17 yasayı sivil hükümetler çıkardı. Hatta öyle ki, değişikliklerin kallavi bir bölümü “AB’ye Uyum Paketleri” kapsamında yapıldı; yani değiştirme işini yalnız yerli değil aynı zamanda AB’li siviller gerçekleştirdi.

*

Artık biliyoruz ki, AKP ile HDP, ulusal devleti ortadan kaldırmak istiyorlar. Ulusal/milli devlet, egemenlik hakkı Türk Milleti’ne ait olan devlet demek. Anayasadan Türk Milleti’ni silmek ve egemenlik haklarını aynı işgal edilmiş Yeni-Irak’ta olduğu gibi “Türkiye ahalisi” deyip boşluğa atmak istiyorlar. CHP’nin tepesindeki klik her zamanki “açık çek”i elinde, bu hedefe örtülü destek veriyor. MHP “olmaz” diyor; ama sesini pek cılız çıkarmaya özen gösteriyor.

AKP başkanlık rejimi diyor; bu rejim özerkçi-eyaletçi bir devlet sistemi getirmek demek. HDP zaten bunu istiyor; açıkça da yazıp söylüyor. CHP’nin yönetimi, elinde yine bir açık çek, “yerel yönetim özerklik şartı” lafları edip o safa tutunmaya çalışıyor.

Kısacası mesele iki noktaya odaklanmış durumda.

Birincisi ulusal/milli devleti anayasadan silmek, ikincisi tekçi/üniter yapılanmaya son vermek.

*

Bu iki nokta, dış dünyadan destek bulabilmenin temel iki şartı.

Bugüne dek bu şartlar çevresinde dolanıp duran iki “uzman aktör” tanıdık.

Bunlardan biri, Yeni Adana’da “Ahtisaari Kokuşması” başlığıyla bir yazıya konu ettiğim Finlandiya’nın eski cumhurbaşkanı ve ‘ülke parçalayan adam’ diye ün yapmış olan Martti AHTISAARI adlı kişinin etrafında daha 2004 yılında örülmüş, İngiliz devleti (British Council) ve Soros Açık Toplum Vakfı tarafından yaratılmış TÜRKİYE KOMİSYONU.

Bir diğeri ise 1990’da Berlin Duvarı dağılınca sosyalist ülkelere anayasa yapmak amacıyla kurulmuş olan VENEDIK KOMİSYONU. Eski sosyalist ülkelere yapılacak işler bitince dağılmamış ve biz gibi ülkelere anayasa biçmeye başlamış komisyon. (Venedik Komisyonu ya da Yeni-Mandacılık) 

*

Davutoğlu, 6 Nisan 2016 günü Finlandiya’ya gitti. Gazeteler yarım saatlik bir sürenin, Finlandiya’da artık hiçbir görevi olmayan bu kişiye –Martti AHTISAARI’ye ayrıldığını yazdı. Görüşme basına kapalı yapıldı ve hakkında hiçbir açıklama yapılmadı.

AKP’nin, 2007 yılında yeni-anayasa taslağı hazırlatma görevi verdiği Prof. Dr. Ergun ÖZBUDUN ise, daha 1990’da Venedik Komisyonu’na gönderilmişti. O tarihten bu yana ve AKP’nin kendisine anayasa görevi verdiği 2007’de, o komisyonda Türkiye’yi temsil eden kişi oydu.

*

Türkiye Komisyonu uluslararası hukukta dayanağı olmayan bir yapı. Fiili güç kullanıp, Türkiye üzerine raporlar hazırlıyor; Türkiye’nin AB üyeliğine destek olmak gerekçesini öne sürüp resmen “komiserlik” yapıyor. Başbakanlık koltuğunun, bu hukuk-dışı aşırılığın başıyla gizli tutulmuş görüşmeler yapması, hepimize rahatsızlık veriyor.

Venedik Komisyonu ise, Türkiye’de resmen çağrılıp görevlendirilmedi. Bu yeni-mandacı kurum dışarıda bırakıldı, buna hepimiz sevindik. Ama Türkiye’de anayasa yapma görevi verilen kişinin 17 yıldır zaten o komisyonun üyesi olduğunu düşününce…

Her neyse….

Yeni-Mandacı Venedik Komisyonu’nun Türkiye’den uzak tutulması her durumda iyidir. Artık pek gücü kalmamış görünen şu Ahtisaari başkanlığındaki komiserliğin de geç kalmış olsa da hukuksuzluğunun ilanını diliyoruz.

Türkiye’de Yeni Anayasacılara Geçit Yok!

İlgili yazı: Ahtisaari Kokuşması 
İlgili yazı: Venedik Komisyonu yada Yeni-Mandacılık 



(BAG, Yeni Adana Gazetesi, 11 Nisan 2016) 


10 Nisan 2016 Pazar

VENEDİK KOMİSYONU ya da YENİ-MANDACILIK



Hukuk Yoluyla Demokrasi İçin Avrupa Komisyonu, kısaca Venedik Komisyonu 1990 doğumlu. Türkiye, Komisyon’a kurulduğu günden beri üye ve temsilci olarak önce Prof. Dr. Ergun Özbudun’u, sonra Prof. Dr. Osman Can’ı görevlendirmiş. Komisyon’un günümüzde üye devlet sayısı 60’a ulaşmış.
Komisyon’un, bu yazının hemen başında belirtilmiş olan resmi tam adı oldukça ilginç. Adına bakılırsa komisyon bir “demokrasi inşacısı”; inşaatının malzemesi ise “hukuk”. Diplomasi değil; ekonomi, medya ya da açıktan işgal değil, hukuk. Hukuktan kastedilen ise asıl olarak “anayasa yap(tır)mak”.
*
Böyle bir komisyona neden gerek duyulduğuna gelince, doğum tarihi bu sorunun ilk ipucunu veriyor. Kuruluş nedeni, Berlin Duvarı’nın 1989 yılında yıkılması. Başkanlarından biri diyor ki “duvarın yıkılışıyla birlikte dev bir anayasa şantiyesi ortaya çıktı”. Yani sosyalizm yıkılmıştı, enkaz vardı. Aynı anda hem enkazı kaldırılacak hem de yerine “demokrasi” inşa edilecekti. İşte Komisyon da yeni-anayasa malzemesiyle bu işleri görmek için kurulmuştu.
Sosyalist zamandan ‘demokrasi’ye geçiş yaptırma işi 1990’lı yıllarda büyük ölçüde tamamlanmakla birlikte, Venedik Komisyonu devam etti. Pek üstten bir bakışla tanımlanmış olan kuruluş amacı da devam etmesine olanak veriyordu: Avrupa’nın temel değerlerine göre Kıta’nın anayasal mirasının yayılmasına katkıda bulunmak…
Sosyalizmin tasfiye edildiği yıllarda ortaya çıkan küreselcilik, ‘Avrupa değerleri’ mirasını yaymaya elverişliydi. O gün bugündür, Venedik Komisyonu ‘anayasa eliyle demokrasi kurmak’ amacıyla resmi anayasa ihracatçısı olarak çalışıyor.
*
İhracat portföyünde elbette Yeni-Türkiye Anayasası da var. Komisyon Başkanı Gianni Buquicchio 2013 tarihli bir demecinde karar verdiklerini ilan ediyor: “Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var” diyor. Böyle söyleyen herkes gibi o da “iyi ama neden?” sorusuna herhangi bir yanıt vermiyor. Gelin görün ki, yeni-anayasanın nasıl bir öze sahip olacağına çoktan karar verdiğini söylüyor. Diyor ki: “insan ve azınlık haklarına saygı duyan ve yerel yönetim anlayışını düzelten bir anayasa.”
Başkan ‘azınlık’ derken elbette bizim Lozan ile belirlenmiş gayrımüslim azınlık kavramından değil, etnisite ve inanç-mezhep guruplarından söz ediyor. Bu kısacık cümleyle herşeyi bir çırpıda anlatıyor. Buna göre Türkiye için yeni-anayasa, hem egemenlik hakkının öznesi olan toplumu (millet kuruluşunu), hem de egemenliğin toprak üzerinde (ünitere karşı özerkçi) kullanılışını konu edinmeli…. Yani şimdi yeni-anayasacılar ne hedefliyorsa, o da aynı hedeflerin peşinde gidiyor.
*
Türkiye anayasal geleneği güçlü ve kendi yolunu kendisi çizebilir yetenekte olduğu için, bugüne dek bu yeni-mandacı gücün sözde danışmanlığını kabul etmedi. İçerideki Avrupa muhibbi kimi ithalat gönüllüleri zaman zaman davet mektubu çıkartmak için bastırsalar da, işbirlikçilik hevesleri yarı yolda kaldı.
O hevesler hep orada kalmalı. Çünkü, küreselci dünya anayasacılarından ve kerameti kendinden menkul temel değerler misyonerliğinin konfeksiyon usulü yeni-anayasacılığından hiçbir ülkeye hayır gelmedi, bize hiç gelmez.
Yeni-anayasacılık, küreselciliğin ardcı dalgası. Bu işin ‘uzmanları’ ise kendilerine ‘uluslararası toplum’ diyen küresel işgal koalisyonlarının özel harekat gücü. Venedik Komisyonu işte bu gücün kendisi.

Yeni-Anayasaya Geçit Yok!

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 10 Nisan 2016)




6 Nisan 2016 Çarşamba

YENİ-ANAYASACILIĞIN DÜNYA HARİTASI



Ülkemizi sarsan, kendisi yarattığı sarsıntıdan çok daha sarsak Yeni Anayasacılık, Türkiye’ye özgü bir hal değil. Aksine, küreselleşme adı verilen kırılıp dökülmüş sözde yeni dünya düzeninin eski sömürgeler, manda ve himayeler dünyasını hedef almış silahlarından biri. Yeni-Anayasacılık harekatının haritası, bunun dışında başka bir hükme varmamıza olanak vermiyor.

1990’lı yıllarda yeni anayasacılık, eski sosyalist blok ülkelerinde yaşanan bir dalgaydı. 2000 – 2015 arasında kalan onbeş yılda ise, 35 ülkenin yeni-anayasa eliyle biçimlendirildiği görülüyor.

*

Eğer ülke diye kabul edersek Vatikan ile Kuzey Avrupa ülkesi Finlandiya’nın 2000 tarihli yeni anayasaları var. Eski sosyalist ülkelerden parçalanan Yugoslavya’nın Sırbistan’ında 2006, Karadağ’ında 2007 ve Macaristan’da 2011 yılında yeni-anayasa yapılmış. Latin Amerika’nın batısındaki Ekvador 2008’de, Bolivya 2009’da ve kıtanın doğusundaki bir adada sırt sırta vermis Dominik 2010, Haiti 2012’de yeni-anayasalandırılan ülkeler olmuşlar. 

Geriye kalan 26 ülke Asya ve Afrika ülkeleri.

*

Asya’da Afganistan yeni-anayasası 2004 tarihli. Kabul töreninde NATO generallerinden Alman Götz Gliemeroth ve Birleşmiş Milletlerin Afganistan temsilcisi Jean Arnault’nun yer alması gazete haberlerinde özenle belirtilmiş bulunuyor. 2003 yılında işgal edilen komşumuz Irak’ı Yeni-Irak yapan Paris merkezli anayasanın tarihi 2005. Son dört yıldan bu yana Suriye için de Berlin’de yeni-anayasa yazımına oturanlar var. Asya’ya burun uzatan Bahreyn’in yeni anayasası 2002, Asya’nın doğusuna doğru Kırgızistan’ınki ise 2010 tarihli. Birbirlerine komşu olarak batıdan doğuya uzanan Nepal 2015, Burma 2008, Butan 2010, Tayland 2007 ve Vietnam 2013 yılında yeni-anayasa sahibi olurken, bu dalga, adaları da işine almış görünüyor: Doğu Timor 2002, Maldivler 2008, Fiji adaları 2013 yıllarında yeniden anayasalandırılan ülkeler.

Afrika’da, kıtanın Akdeniz kıyısındaki Arap Baharı yıkımına uğramış olan Libya 2011, Tunus ve Mısır 2014 tarihli yeni-anayasalara sahipler. Ama Afrika’daki yeni-anayasa dalgası onlarla sınırlı değil. Senegal 2001, Ruanda 2003, Sudan 2005, Demokratik Kongo 2006, Fildişi Sahili, Nijer, Angola, Kenya 2010, Basra ile Kızıldeniz’den dünya ticaretinin atlama taşı olan Madagaskar 2010, Somali 2012, Zimbabve 2013 tarihlerinde yeniden anayasalandırılmış bulunuyorlar.

*

Bugünlerde kimi gruplar besbelli zabıtanın görmezden gelmesiyle sokaklara “gençler yeni-anayasa istiyor” yazan pankartlar asıyorlar. Birileri insanlara sivil toplum örgütleri dedikleri oda, sendika, vakıf, dernek, vb. kuruluşları bir araya getirip “halk yeni anayasa istiyor” dedirtmeye çalışıyorlar. Türkiye Anayasa Platformu oluşturmaya çalışıyor, tutturamıyorlar. Üstelik bu ilk seferberlik değil. Daha önce 2011 yılının sonlarında Yeni Anayasa Platformu kurmaya çalışmışlardı, olmadı. 2010-2011 yıllarında bol paralı ve şöhretler karması Anayasa Çalışma Grubu girişimleri halktan aldıkları yabancı nazarların altında eriyip gitti. Hatta öncesi de vardı; daha 2007 yılında Anayasa Platformu yaratmak istemişler, bir türlü tutturamamışlardı.

Yapamıyorlar, çünkü halkın içgörüsünü aşamıyorlar. Türkiye’de yeni-anayasa için tek bir gerçek ihtiyaç, ulusal gerekçe yok. Her köşeden, yeni-anayasacılığın ‘çözüm-açılım yıkımı’nın parçası olduğu hissi sızıp duruyor.

Yeni-Anayasacılık, her yerde olduğu gibi bizde de, yıkılmış küreselciliğin ardçı dalgalarından ibaret bir zor oyunu. Dünya haritası böyle ortada iken, halkımızın içgörüsüne yaslanıp bu saldırmaları püskürtmek, boynumuzun borcudur.

Yeni-Anayasaya Geçit Yok!

İlgili Yazı: 2000 Model Yeni Anayasacılık Hakkında 

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 6 Nisan 2016)






5 Nisan 2016 Salı

2000 MODEL YENİ-ANAYASACILIK HAKKINDA


2012 yılının yaz ayları… Berlin’de Suriyeli “muhalifler” Esad sonrası için anayasa çalışmaları yapmışlar.

Bundan yaklaşık dört yıl önce, 5 Ağustos 2012 günlü Star Gazetesi’nde Saadet Oruç imzalı yazı, yukarıdaki bilgiyi verdikten sonra on yıl öncesini anımsıyor ve şöyle yazıyordu:
“Benzeri bir çalışma, 2002 yılı sonbaharında Saddam Hüseyin halen Bağdat’ta iken, Paris’te Irak’a ilişkin olarak yapılmıştı. Paris Kürt Enstitüsü’nün organize ettiği toplantı, Fransız Ulusal Meclisi’nde yapılmış ve Mesut Barzani, Celal Talabani’nin aralarında olduğu çok sayıda Iraklı Kürt ve Arap muhalif isim katılmıştı. Saddam gitmeden belliydi. KDP kilit bakanlıkları, Talabani cumhurbaşkanlığını istiyordu, Barzani de bizzat hükümette yer almayacaktı. Öyle de oldu….”
*

Bilgiler değerli.

Birincisi, 2005 Yeni-Irak Anayasası, Paris’te hazırlanmış.

İkincisi, orada kurulmuş olan Kürt Enstitüsü marifetiyle yazılmış.

Üçüncüsü, Fransız parlamentosu bu enstitüye salonlarını -kanatlarını açmış.

Sonra, bir yıl içinde, Fransızların da içinde olduğu “uluslararası koalisyon” askerlerinin postalları Irak topraklarını çiğnedi. Bu ‘uygarlar’ ile ortadoğunun ‘kadimleri’ olduğunu söyleyenlerin işbirliği zafere ulaşsın diye neler yapıldığını gözlerimizle gördük, kulaklarımızla duyduk. El Garib adlı olanı başta olmak üzere işkencehanelerin kuruluşuna, Iraklıların idam sehpalarına çekilişlerine, kent ve kasabalarının işgal edilişine, 1,5 milyon Iraklının canından edilmesine, milyonlarca Iraklının yerinden yurdundan edilmesine, kısacası çağımızın vahşetleri arasında unutulamazlardan birine tanık olduk…

*

Demek daha sonra, 2012’de başka bir ‘uygar’ merkez, Almanya’nın Berlin’i sıra almış; aynı işler Suriye için yapılmaya başlanmış. Bu sefer marifet sahibi kuruluş “Almanya’nın dış politika alanındaki en önemli düşünce kuruluşlarından” biri olan Berlin merkezli Bilim ve Politika Vakfı olmuş. Ama bir eşgüdümlü kurum daha varmış; o da ABD’den Barış Enstitüsü.

“Aralarında eski generaller, ekonomi ve hukuk uzmanları, etnik grup ve mezhep temsilcilerinin de bulunduğu” Suriyeli muhalifler, kendi ülkeleri için hazırlanan planlarda, Berlin masasında yer almışlar.

Bu haberleri 28 Ağustos 2012 günü Deutsche Welle Türkçe adlı internet sitesi vermişti. Aynı yazıda şunu da söylüyordu: “Muhalefetin en önemli taleplerinden biri, geçiş dönemi için bağımsız bir yargının hızlı bir şekilde hayata geçirilmesi ve keyfî iktidardan hukuk devletine dönüşüm”. Irak’ta yaşanan işgal deneyimine bakılırsa, istedikleri şey kendi ülkeleri için de El Garib uygulamaları…

2016 yılının ortalarına geliyoruz; muratları olmadı; ne mutlu ki Suriye halkı direnişini sürdürüyor.

*

Biz tanıklara kalan ise derin bir hayret duygusu.

İnsanlar, üstelik “aydın, uzman” diye anılan türden insanlar, kendi uluslarıyla vatanlarının, etnik ve mezhep temsilcileri eşliğinde bu tür masalara yatırılmasına ve vahşice yıkılmasına nasıl ortak olurlar?

Türkiye’de Yeni Anayasacılara Geçit Yok!

İlgili yazı: Yeni-Anayasacılığın Dünya Haritası 


(BAG, Yeni Adana, 4 Nisan 2016)