27 Aralık 2017 Çarşamba

YIKIM PROJELERİNDE BUGÜNKÜ DURUM


Türkiye’yi parçalanmış gösteren haritaların arkasında, bu emele varmayı sağlayacak iki proje kuruldu.
*
Biri federasyon projesiydi. Asıl muradın Kürtçü ayrılıkçılık olduğu, bundan başka sahibi olmadığı malum olan proje. Sonraki adımda, Kuzey Irak ile Kuzey Suriye ve İran’dan koparılacak parçalarla ayrı bir devlet kurma hedefine doğru bir uçuşma.
Bunu açıkça talep edip siyasal arenaya taşıyanların sayısı az oldu. Ama bunlar, sinsi kollarla ve ne dediğinden bihaber AB-D’ci havarilerce güçlendirildiler. Şimdiki il sistemi yerine illerde seçilmiş valilik isteyenler, AB’nin kalkınma ajanslarına sarılanlar, illeri kaplayan büyükşehir yayılmalarını yüceltenler, toprak üzerinde federasyon rüyalarını besleyip durdular.
2017 yılının sonunda bu cenah umutlarını yitirdi. Türkiye, bölücülüğe teslim sürecini durdurdu. Kuzey Irak’ta referandum battı. Suriye’de Şam başardı. Bizde geriye, yönetim sisteminde sinsi kolların ve AB-D havariliğinin açmayı becerdiği gedikler kaldı.
*
Öbürü demokratik cumhuriyet projesiydi. Federasyonculuktan çok daha tehlikeli, sinsiliğin zirvesi olan bu proje, demokrasiyle aldatarak yürüdü. Siyasete eşit vatandaşlık ve ortak vatan laflarıyla yuvalandı. Tarih ve durum bilgisiyle uğraşmayı bilgiçlik sayan karanlık aymazlığın ortalığı kapladığı bir ortamda, ‘canım ne var ki bunda, ne güzel işte!’ciler sayesinde yayıldıkça yayıldı. Türklük ırkçılıkla damgalandı. İktidar sahipleriyle benzerleri ümmetçilikten, hayali solcularla liberaller dünya vatandaşlığı ile küreselleşmeden dem vurup bu kervana katıldılar. Türk milliyetçisi olduğunu söyleyen bir kısım bile ‘Türk Milleti yalnız Türkiye’deki değil, Turan’dakidir’ deyip büyük saldırganlık karşısında hem akıl hem alan boşaltmaya hazırlandılar.
2017 yılının sonunda bu cenahın ortalıkta kibirli kibirli salınışları bitti. Ama, partilerin resmi belgelerine sızdırılmış olan eşit vatandaşlık yıkımı oralardan çıkmış değil. Daha berbatı şu ki, akılların korkaklığı sürüyor. Türk Milleti’ni ve Türkiye’de egemenliğin yalnızca ona ait olduğunu savunmak, kimilerine halâ ürküntü veriyor.
*
Etnikçilik ve mezhepçiliğin, sahte farklılık, ötekilik, çeşitlilik demokratlığının, gerçekte emperyalizmin katı işgal projelerinin parçaları olduğu ortaya çıktı. Etnik bölücülüğün bu yöndeki gayretleri işe yaramadı.
Gelin görün ki halen iki destek işbaşında.
Böyle bir dönemde, ‘milliyet dediğin kavmiyetçilik’ gibi bir edebiyatla ‘önemli olan din kardeşliği’ sözleri ve büyük hümanistlik görüntüsü altında ‘önemli olan insan olmak’ şeklindeki yüce-gönül sahipliği taslamaları halen dolaşımda görünüyor. Oysa bunlar, etnik bölücülükle aynı sonuca varıyor. Türkiye halkını dağıtıyor; tehditlerle baş etme gücümüzü kemiriyor; ancak ve ancak Türk Milleti olarak yürünebilecek olan geleceğimizi karartıyor.
Dünya yeni dengelere doğru hızla ilerlerken, halâ ‘Biz kimiz?’, ‘alt kimliğimiz ne, üst kimliğimiz ne?’ ergenliği içinde debelenmek, artık hata olmaktan çıkıp ağır suça dönüşüyor.
*
Kimbilir kaçımızın kaç kez söylediği basit gerçekleri yinelemekten hiç vazgeçmemek gerekiyor:
Etnik kökenlerimiz başımızın üstüne, etnikçi siyaset değil.
Dini inançlarımız başımızın üstüne, ümmetçi – mezhepçi siyaset değil.
İnsanlık ve dünya ortak paydamız, küreselci siyaset değil.

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir. Gerçek anlamda demokratik ve güçlü bir cumhuriyet, ancak ve ancak, ülkemizin üzerinde yükseldiği bu ilkeyle, yani ulusal cumhuriyetle mümkün olabilir. Seksen milyonluk bu göz kamaştıran gövde, geleceğe ancak bu siyasetle yürüyebilir. 

[BAG, Aydınlık, 27 Aralık 2017]

24 Aralık 2017 Pazar

ÖNDER DEVLETE KAÇ VAR?


Bizde, Anayasa’ya göre, 16 Nisan 2016 referandumundan bu yana, başkanlık rejimi var. O rejimde başbakan ve ona bağlı hükümet yok. Bu rejim henüz uygulamaya girmedi. 2019 seçimlerinden itibaren uygulanacak.
Anayasada yazan rejim henüz uygulamaya girmediği için, halihazırda uygulanan rejim başka. 2007 yılında Anayasa değiştirilmişti; sonraki cumhurbaşkanını parlamento değil halk seçecek denmişti. Yedi yıl bitti, 2014 yılının yazında cumhurbaşkanı seçimleri yapıldı ve cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçildi. Üstüne, 16 Nisan 2016 anayasa referandumunda, cumhurbaşkanının siyasal parti ilişkisine yasak getiren madde silindi. Cumhurbaşkanı partili olabilir dendi. Mevcut cumhurbaşkanı partisinin başına geçti ve Partili Cumhurbaşkanlığı devri başladı. Bütün bunlar olup biterken, başbakan ile hükümet de durduğu yerde durdu. Bunlar hala işlerinin başında, 2019’da ortadan kalkacaklar. İşte bu özellikler nedeniyle şu anda fiilen yarı-başkanlık rejimine sahibiz.
*
Ülkemizin toprakları, geleneksel olarak il sistemine göre, yani il – ilçe temelinde mülki idare [taşranın devlet idaresi] eliyle yönetilir. Anayasaya göre halen öyle. Ama yasalara ve uygulamaya göre durum böyle değil. İl sistemi, yerini artık yarı-il sistemine bırakmış durumda.
Yarı-il sistemi 2014’ten beri uygulamada. Yasası 2012’de çıkarılmıştı. Toplam 81 ilimizin 30’u büyükşehir yapıldı ve hepsinin sınırları kuruldukları ilin sınırlarıyla çakıştırıldı. İl sayısına göre bakarsanız, illerin az bir kısmı. Ama nüfusumuzun yüzde 80’i buralarda yaşıyor.
Bunlarda il sistemi olduğu yerde dursa da, valilikler artık alanlarının tek yöneticisi değiller. İl – ilçe idarelerinin yanı başında bir de hatırı sayılır bütçeler ve yetkilerle il genelinde büyükşehir belediyesi, ilçelerde ise bunlara bağlı olan ilçe belediyeleri var.
Yeni tip büyükşehir belediyeleri “şehir” yönetmiyorlar; il dediğimiz bölgesel alanı yönetiyorlar. Bunlara “belediye” diyoruz ama, küçük ya da büyük olsun, bir yerleşmeyi değil alanı yönettikleri için bu adın gerektirdiği karakterden de yoksunlar.
*
Bir zamanlar, valilerin seçimle işbaşına gelmesini isteyen bölgesel özerkçiler, şimdi bu çatallı halden müjde almayı bekliyorlar. Büyükşehir garabeti tüm ülkeye yaygınlaştırılsın; sonra “bir ipte iki cambaz oynamaz” düsturuyla valilikler kaldırılsın; bunların tüm işleri büyükşehir belediyesine devredilsin…
Yani büyükşehir belediyesi dönüşüme uğrayıp “il yerel idaresi” olsun; seçimli büyükşehir başkanı, valinin yerine geçsin. Hoş geldin, il ölçekli eyalet sistemi!
Siyasal rejimde zamana yayılmış hesapsız bir dönüşüm, belediye sisteminde karakter bunalımı, ülkenin mülki yönetiminde gelecek belirsizliği…
Hem de nasıl bir ortamda?
Dünyanın ağırlık merkezleri değişirken…
*
Dünyanın yeni ağırlık merkezlerinde işler başka türlü.
Çin yönetimi, kendi ülkesindeki önderlik bir yana, dünya ülkelerinin siyasal partilerini davet edip büyük danışmalar süreci yürütüyor. Dayanışma ağları örmeye gayret ediyor.
İran yönetimi, 2014 yılında, ülkesinin gelecek 20 yılını hedeflere bağlayan “Direniş Ekonomisi Doktrini” adını verdiği bir ana politika belirlemiş, bu aklı ve planı Türkçe olduğu gibi pekçok başka dilde yayımlıyor; dünyanın yolunu bilmesini istiyor.
Rusya yönetimi, geniş topraklarından binlerce temsilciyle gelecek ve ülkemiz eksenli adeta planlama kurultayları yapıyor. Öğrenciler arasında ‘gelecek sensin, senin Rusya’n ne?’ diye yazı yarışmaları açıp gençliğini karar besleme sürecine katıyor. 2018 seçimlerini böyle bir temele yerleştiriyor.
*

Bizdeki gidişe bakarsan, ülke yönetiminin omurgası üzerinde ağır müdahaleler öne çıkıyor. Fikir ve siyaset dünyamız ‘çılgın projeler’ çağına takılıp kalmış, yazık ki ufukta ‘önder devlet’ görünmüyor.

[BAG, Aydınlık, 24 Aralık 2017]

20 Aralık 2017 Çarşamba

KÜÇÜK-BÜYÜK DEĞİL ÖNDER DEVLET


Kamu Yönetimi, yani Devlet…
1980’lerden beri hedef tahtasında.
Bunun aklımızda hiçbir çağrışım yapmayan, yabancı dillerden devşirme olduğu için matah bir şey sanılan, oysa anadilinde de şifreli ve zorlama adı deregülasyon idi. Regülasyon, düzenleme demek; öndeki “de-“ ekiyle düzenlemesiz hale getirmek. Epeyce zorlama terimler.
Türkçesi şuydu: Devlet aşırı büyük, küçültülmeli… Devletin ekonomide ne işi var, çekilmeli… Devlet hizmet verir mi, hizmetleri özel sektör görsün, okullarla hastaneler piyasaya terk edilmeli… Bu çağda merkezcilik de ne, devlet yerelleşmeli…
Uygulamaya da geçtiler.
“Devlet köftecilik yapar mı” diyenler kazandı; Et-Balık Kurumu toz edildi. Oysa Kurum, ilgili piyasanın yalnızca yüzde 10’unu elde tutuyordu; bu sayede hem hayvancılık hem et tüketimini toplum ve insan sağlığı lehine yükseltiyordu. “Devlet tohumculuk yapar mı” diyenler kazandı; Türkiye Zirai Donatım Kurumu toz edildi. Türkiye kısır, genetiğiyle oynanmış, dışa bağımlı tohumculuğa mahkûm edildi. Sanayi ve teknoloji alanında da bankacılık alanında da aynı işler yapıldı, elde yokluklar kaldı. Yapılan herşey bunlara benzer…
*
Elde kalan minimum devlet!
Peki bu devlet ne yapacaktı?
Haşmetli reformcular “o etkin devlet olacak” dediler. Piyasaya terk ettikleri şeylerin kimilerini düzenleyecek, “regülasyon yapacak”! OECD ile Dünya Bankası bunu söyleyince, kimileri “devlet geri dönüyor” dediler. Oysa “etkin devlet” devlet değildi; küresel piyasalar düzeninin yerel trafik polisiydi. Trafiğin merkezi söyleyecek, o işaret verecekti; trafik ihlallerini cezalandıracak, nizamı sağlayacaktı.
Küçük devlet nizamı 2001’de Kemal Derviş programıyla kurulmaya başlandı. En stratejik sektörlerde, bankacılıkta, enerjide, geçici süreyle tütünde ve şekerde üstkurullar –düzenleme ve denetleme kurulları- yönetim sistemimize monte edildi. Bunlar ülkenin siyasal iktidarından özerk kılındı, küresel kurullara bağlandı. Tam teslim, 2003 Kamu Yönetimi Temel Kanunu ile Başbakanlık Müsteşarlığına oturmuş Ömer Dinçer ekibiyle yapılacaktı, yapamadılar.
*
Deregülasyon ile devletsizleştirme, regülasyon ile mini-devleti küresel merkezlerin şubesi haline getirme reformları…
Bu projelerin şu ya da bu evresinde, bizde etnik bölücülüğün devreye sokulmasına benzer biçimde kimi ülkelerde renkli devrimler, güneyimizde Arap Baharları, komşumuz Irak’taki gibi açık askeri işgaller, Suriye’deki gibi sahipleri belli terör örgütlerinin kullanıldığı vekalet savaşları devreye sokuldu.
Biz ve bizim gibi ülkeler deregülasyona uğradıkça, Atlantik dünyası daha da büyük bir şiddetle baş-regülasyoncu oldu.
Gördük ki, kamu yönetimi reformu dedikleri şey, küreselci saldırganlığın kalem efendiliğinden başka bir şey değildir.
*
Bu işlerin en eğlenceli yanı ise, “küçük devlet ne kadar çoksa demokrasi o kadar çok olacak” vaadiydi. Bu reformcular çok yol aldılar, sonunda “demokrasi neredeee” diye bağıranlar yine onlar.
*
Şimdi mi?
Dünyanın ağırlık merkezi gözlerimizin önünde yer değiştirirken, siyaset ve bürokrasi dünyası, bu köhnemiş sözde reformlardan -üstelik bir de kendi keşfiymiş gibi sunup- medet ummaya artık son vermeli. İktidar sahipleriyle iktidara aday olanlar, artık anlamalılar, ne kadar yapsalar, böyle reformları ve bunların demokrasisini isteyenlere yaranamazlar.
Yapılması gereken şeyler belli.
Önce, kamusuyla özeliyle üretim sistemlerini yeniden inşa edecek olan devlet aklı ve gücünün büyük planlama iradesi.

Sonra, adeta ülkenin planlama kapasitesini yok etmekle görevli Kalkınma Bakanlığı’na ve benzeri kurumlara rağmen, bu atağı yönetecek yetenekli bir devlet örgütlenmesi.

[BAG, Aydınlık, 20 Aralık 2017)

17 Aralık 2017 Pazar

AH BİZ BARBARLAR!


Dünyada Asya’nın büyük yükselişi yaşanırken, bizim bu dünyaya ilişkin bilgi dağarcığımız pek de iç açıcı değil. Elbette sıfır değiliz. Ama kendi yaptığımız araştırmalar çok az. Bu kültürlerden doğrudan yapılmış çeviriler de çok az.

Kaynakların önemli bir bölümü Batı çıkışlı. Aralarında değerli olanlar varsa da, Batı kaynaklarından gelen bilgilerin genel özelliği, bilginin üçüncü bir aklın kırımından geçip de gelmesi.

*

Batılı aklın tarih kırımına verilebilecek çok örnek var.

Bunlardan biri, İspanyol-İngiliz bir kadın akademisyen yazar tarafından İngilizce yazılmış olan Rus Çarı IV. Ivan’ın biyografisi. Yazarı, 1919’da doğmuş ve daha yeni, 2014’te yaşama veda etmiş olan Isabel de Madariaga. Türkçesini İş Bankası Kültür Yayınları’nın 2010’da yayımladığı kitabın ilk İngilizce baskısı 2005 tarihli. Yazarı o tarihte 85 yaşında. Kalemindeki, başkalarının sözlerine pek de önem vermeme halinin rahatlığı, sanki bu olgun yaştan gelen bir rahatlık.

Batılı yargıları keskin, sözleri de bir o kadar açık…

*

Yazar önsözde kitabını “Ivan’ı bir insan ve bir hükümdar olarak anlamaya yönelik bir çaba” olarak tanımlıyor. Sonuçta Ivan’ın Tanrı olmaya kalkışmış bir şeytan olduğunu söylüyor: “sabahın yıldızı Lucifer’in ta kendisidir, Tanrı olmak istemiş ve semadan kovulmuştur” (s.451).

Diyebilir mi diyebilir; yazar Rusya’nın 16. yüzyılı üzerine olmasa da 18. yüzyılı üzerine uzman bir kişi. Hem ne de olsa herkes ‘hür / özgür’.

*

Ama epeyce hacimli olan kitap, elbette bireysel analizle yetinmiş değil. Aksine, kitap boyunca Rusya’ya karşı pek bir sevgi yok, bolca ve tuhaf bir öfke var. Öfkenin bir ucunda Tatar/Türk tarihi, diğer ucunda Ortodoksluk inancı yer almış görünüyor.

Örneğin aşağıdaki gibi:
“Fakat Rus aristokrasisinin step göçerleriyle oldukça yakın ilişkileri vardı. … Bu temasların iki özel boyutu Ruslara geçmiştir. Adını vererek söylemek gerekirse biri gaddarlığın derecesidir ki bunu bilfiil infazlarda yaşadılar ya da Altın Orda’da biri cezaya çarptırıldığında gördüler; ikincisi ise düzenli bir adli işleyişin olmamasıdır (Bizans’taki uygulamaları genelde görmediler). Rusya’daki Ruriklerin soyundan gelen prenslerin (ya da onların Viking atalarının) böylesi bir barbarlığı yapamayacakları anlamına gelmiyor bu, ama çeşitli vesilelerle vakayinamelerde kayda geçtiği gibi, böyle bir barbarlık Hristiyan bir ülkede açıkça yanlış bulunmuştur. (sf. 7)
Hepsi tuhaf, ama son cümle iyice tuhaf.

Sapkın diye birbirini ateşte yakan İspanyol ve Roma Engizisyonları, İngiltere’de “sapkınları infaz” harekatları orta yerde dururken, Rus – Tatar dünyasındaki “böyle bir barbarlık”, hangi Hristiyan ülkede [bir Hristiyan ülkece yapıldı diye?] “açıkça yanlış bulunmuş” olabilir ki?

Yazar, “Altın Orda hakimiyetinden yeni yeni çıkan” Rusya’da Çarın despotizmi “Batıda Rönesans, Reformasyon, Karşı Reformasyonla kendini gösteren entelektüel ve ruhani hareketlere kendini açmasını geciktirmiş ve hatta engellemiştir” (sf. 442) fikrinde.

Batılı gözünde Rusya’da da gecikmişlik var ve nedeni bizdekiyle aynı. Rusya’nın sorunu Moskova devletinden başlayarak, ‘Doğu’ ile mayalanmış ve her daim “Uygar Batı” dünyası dışında kalmış olmasından ibaret...

Ama bizim suçumuz sanki iki kat! 

Barbarlığımız, Vikinglileri de Batı’dan koparmış!

*

Galiba Türkçe piyasadaki pekçok kitabın özü böyle.

Ruslarla Türkleri bir çuvalda duvardan duvara vurmacadan ibaret. Ortada, bu özellikleri taşıyan hatırı sayılır bir külliyat var. Taraflı ve saf politik, tarihten hareketle bugünü ve geleceği kilitleme gayretlerine hizmet eden bir külliyat.

Bunla başa çıkmanın yollarını bulmak gerek.

[BAG, Aydınlık, 17 Aralık 2017]

12 Aralık 2017 Salı

Yaptırım – Sanctions ve Bizim Halimiz


Yaptırım Türkçe. Ama Türkçe’de bir “terim” olarak tarihsel geçmişi yok. Taşıdığı anlam, İngilizce’deki karşılığından geliyor. İngilizce’de buna ‘sanction’ diyorlar. Terim olarak bizim ‘yaptırım’ sözünün geçmişi, “sanction” sözcüğünün geçmişinden ibaret.
*
İngilizce sözlük, bunun 15. yüzyılda ortaya çıktığını ve o zaman kilise emirleri anlamına geldiğini yazıyor. 17-18. yüzyılda resmi devlet kararlarının onaylanması anlamında kullanıldığını, ‘onaylama’ anlamının 20. yüzyıla kadar geldiğini söylüyor.
Bu yüzyılda sözcüğe ikinci bir anlam yüklenmiş; böylece ortaya “uluslararası hukuka uygun davranmayan bir devlete uygulanan ekonomik yasaklamalar” anlamı çıkmış. O zaman üçyüzyıl süren ‘onaylama’ anlamı silinmeye başlamış ve kullanımdan çekilmiş. Genel olarak da çoğul halde kullanmaya başlamışlar, sonuna ‘ler/lar’ demek olan “s” eklenmiş, ortada ‘sanctions’ lafı kalmış.
Sözlük, lafın günümüzdeki anlamını yazmıyor. Bunu biz ekleyelim.
Zamanı net kılalım diye söylersek, 21. yüzyılda santions / yaptırım, (1) uluslararası hukuka uygunluk şartını gözetmeden (2) bir devletin başka bir devlete, başka bir devletin şirketine, başka bir devletin vatandaşı olan bir gerçek kişiye karşı ekonomik yasaklar koyma, (3) bunları izleme, (4) yasağına uymayanı yakalayıp ceza kesme işi anlamına geliyor.
*
Yaptırım uygulayanların, yani yaptırımcı devletlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor: ABD, AB, Kanada, Avustralya. Dünyanın geri kalan 200 ülkesi, bu ‘yaptırım’lara açık haldeler. Rusya gibi tek tük örneklerde bunlara “karşı-yaptırım” ilanı görülse de, anlı-şanlı insan hakçılar ile kibirli devletler hukuku uzmanları dahil kimseden ses çıkmıyor.
Dünya genelinde hukukun gücünden dem vuranlar dillerini yutmuş gibiler. Devir güçlünün etrafta yulardan boşalmış halde koşturma devri…
*
Türkiye olarak bize karşı ilan edilmiş “yaptırım” yok; ama yaptırım dünyasının geniş daireler çizen kılıcı bize dönmüş bulunuyor. Şimdi New York’ta, Türkiye üzerinde 17/25 Aralık rüzgarı estiren Amerikan mahkemesi, işte bu tür yaptırımların, yani Amerikan hükümetinin yaptırımlarının ihlal edildiği gerekçesiyle ‘yargılama’ yapmaya çalışıyor.
*
Bu konu ticaret hukukunun estetik konularından biri olma boyutunu çoktan aştı. Hukuk, uluslararası ilişkiler, siyaset, yönetim, devlet bilimleri bakımından, bizim egemenlik haklarımız ve dünya barışı bakımından enine boyuna ele alınmayı bekliyor.
Bu, tek tek kişilerin altından kalkacakları işlerden değil.
Bu son model yaptırımlar ve böyle işler yapılıp yapılamayacağı üzerine, herhangi bir forum, sempozyum, çalıştay, vb. yapılmasına kimsenin gerek görmemiş olması, sizce de tuhaf değil mi?
Bakanlar ve yardımcıları, rektörler ve dekanları, başkanlar ve müdürler, TÜBA’lar, YÖK’ler…
Yöneticiler ve kurumsal irade nerede?
*
Dünya ve emperyalizm durmadan başka görüntülere bürünüp dururken, “dünya analizi” yapmadan lafa başlamayı aşağılayan entelektüel siyaset geleneğimiz nerde?
*
Herhangi bir kavramı, mekanizmayı, işleyişi, her ne ise, toplum için önemli olan birşeyi akademik, hukuksal, siyasi masalara yatırmak için ne bekliyoruz? Böyle akıl işleri yapmak için birilerinin ehem – mühim ayırımı yapmasına; konu belirlemesine; birilerinin proje finansmanı sağlamasına bu kadar mı alıştık?
Bunca üniversite, oda, sendika, dernek, vakıf, siyasi parti, koskocaman devlet kurumları, Türkiye için ve Türkiye’den bakarak gerçek bir araştırma gündemi oluşturma yeteneğinden bu kadar mı yoksun hale geldi?
Yıllardır sorun çözmeye odaklanmalıyız fetvaları verildikten sonra bu seyir hali ne?

Herkes mi sosyal medya peşinde?

[BAG, Aydınlık, 10 Aralık 2017]


6 Aralık 2017 Çarşamba

Yaptırımlar: OFAC ve Emperyalist Ekonomik “Zor”lama


Amerika’nın New York kentinde, bu ülkeye ait bir mahkemede adı önce Amerika Zarrab’a karşı, sonra Atilla’ya karşı olan bir dava görülüyor. Türkiye’yi yargılamaya soyunmuş bir mahkeme; ama yeri Amerika, mahkeme Amerikan, yargı dayanakları Amerikan kararları olan bir tuhaf mahkeme.
Bu mahkeme, Amerika’da değil, Türkiye’de yaşayıp iş yapan Türk vatandaşlarını yargılıyor. Üstelik yargılamayı da doğrudan doğruya ve yalnızca kendi yasalarına dayanarak yapıyor. Malum, yalnız biz değil dünya hayretle izliyor.
*
Mahkemenin konusu, Amerika’nın İran’a karşı ilan ettiği yaptırımlarının bizim vatandaşlarımız ve kurumlarımız tarafından ihlal edilmiş olması. Yaptırımlar Amerika’nın, uluslararası değil. Türkiye bu yaptırımlara ortak olacağına dair bir niyet açıklamış ya da ortak bir belgeye imza atmış da değil. Ama Amerika yaptırımlarını yaptırma mahkemesi kurmuş.
Yargı tuhaflığı ortada.
*
Peki, bu yaptırımlar meselesi nedir?
*
Eskiden, ambargo lafı vardı. O zamanlar, mal ticaretinin asıl olduğu zamanlardı. Amerikan iktidarları istedikleri ülkelere istedikleri mallar için ambargo koyar, kendisi yeterli gördüğünde ambargoyu kaldırırdı.
Şimdi, yaptırımlar var. Amerika durmadan ona buna yaptırım ‘koyuyor’. Aynı ambargo gibi, ama bu sefer ki hem mal ticaretini, hem mali işlemleri, her türlü ticari işlemi kapsıyor. İlgili gördüğü devletleri, şirketleri, kişileri listelerle ilan ediyor; bunların ticaretini, işlemlerini, seyahatlerini, neredeyse nefes almalarını yasaklayıp peşine düşüyor, mal varlıklarını dondurup el koyuyor, yapabilirse hapse atıyor. Filmvari başka bir sürü şey…
*
Yaptırım siyasetinin pratikteki yöntemi “listeleme”. Birleşik, sektörel, şirketleri ve kişileri gösteren, “özel olarak düzenlenmiş uyruklar ve bloklanmış kişiler” (SDN’ler), listeden çıkarılanları sıralayan ve başka başlıklı listeler ve listeler…
Bu listeleri, ABD Hazine Bakanlığı hazırlıyor. Hazine Bakanlığı içinde yaptırımlar siyaseti “Office” adı verilmiş birimlerce, bunların geliştirdiği ve ABD Başkanı kararnamesine bağlanmış siyasetin uygulaması ise “bureau” adıyla anılan birimlerce yapılıyor.
Yaptırımlar siyasetinin sahibi OFAC. Açık adı The Office of Foreign Assets Control, Yabancı Varlıkları Kontrol Ofisi. OFAC, üç ofisle birlikte iş görüyor. İstihbarat ve Analiz Ofisi (OIA) ile terörün finansmanı ve mali suçlar ofisi, varlık haklarına el koyma işleri ofisi var. Bunların dördü birden ‘Terörizm ve Mali İstihbarat İşleri Ofisi’ olarak çalışıyorlar.
*
Yaptırım siyasetinin merkezinde yer alan OFAC, 1940’ta ikinci dünya savaşı için yaratılmış ‘Yabancı Fonları Kontrol Ofisi’nin (FFC), 1950 yılında görev alanı ‘düşman mallarını bloklama, ticari ve mali işlem yasaklamaları koyma’ diye genişletilmiş soğuk savaş versiyonu. Büyük serpilişi, 1980’lerle birlikte, küreselcilik ideolojisi sayesinde olmuş bir kurum.
*
OFAC ürünü yaptırımlar, şu anda aktif olarak 26 ülkede iş yürütüyor. Bunlardan 6’sı 2008, 2010, 2015, 2016’da, geriye kalan 20’si 2017 yılında başlatılmış. İçinde Balkanlarla, Irak’la, Lübnan’la, Rusya’yla, Venezüella, Yemen ile ilgili yaptırımlar ve İran, Kuzey Kore, Libya, Somali, Güney Sudan yaptırımları gibi başlıklar bulunuyor.
Liste çok şey anlatıyor. Yaptırım konusu ülkelerin çoğu, aynı zamanda üzerinde işgal ateşleri yakılan ve zamanın bir noktasında bölünmeye uğrayan ülkeler… Yaptırım şiddeti altındaki şirket ve kişileri buraya almak ise olanaksız. İlgili okuyucuların bunlara internetten erişmeleri gerekecek.
*
OFAC’ın, “hedef olarak belirlenmiş yabancı ülkelere ve rejimlere… karşı” ekonomik yaptırımlar, bunların varlık haklarına el koyup dondurma işleriyle görevlendirildiği görülüyor. Bütün bu işlerin anlamını ise “ABD ulusal güvenliği ve dış politikası temelinde” sözü gösteriyor.

Yaptırımlar, Atlantik rejiminin soğuk savaş ile küreselcilik bireşimi olan son güncel aracı. Dünyayı şiddet yoluyla dize getirmek isteyenlerin, “iktisadi zor” parçası olarak tarihe geçecek.

[Aydınlık, 6 Aralık 2017]

3 Aralık 2017 Pazar

Yaptırımlar Mahkemesine Reddiye


Amerika Birleşik Devletleri, öz-hakiki ulusal çıkarlarına çok ama çok bağlı bir ülke.
Dünyanın hangi köşeciğinde olursa olsun, birilerinin, onun çıkarlarına uygun davranmadığını gördüğünde ‘bize her yol mubah’ anlayışına sahip. Bu anlayışa dayanan siyasetleri, Irak’ta tanık olduğumuz gibi ‘nükleer silah üretimi var’ diyen sahte raporlamalarla da güdülebilir, açık askeri işgallerle de. Bu siyaset sinema, ödülleme, eğitim seferberlikleriyle de örülür, adam kapmacalarla da.
Yaptırımlar ise, artık, akan suları durduran Amerikan ulusal çıkarları düsturunun ayrılmaz bir parçası. Bu devletin dünya üzerinde, gerek gördüğü yer ve zamanlarda kendi kurullarıyla falanca ülkeye gıda filancaya ilaç ambargosu, filanca ülkeye ticaret yasağı, falanca ülkeye bankacılık yaptırımları uygulaması sıradan işler.
*
Yaptırımlar ilginç.
Amerikan devleti bireyler için de şirketler için de, doğrudan ve topyekun devletler için de ‘yaptırım’ ilan edip uygulayabiliyor. Yaptırımları belli bir sektör ya da bir sektörün belli bir alt dalı için ilan edebiliyor. Süre koyuyor ya da koymuyor. ‘Yaptırım’ı hangi ‘ulusal çıkar’ı için başlattıysa, yine kendine göre o çıkarı elde ettiğini düşündüğü zaman ortadan kaldırıyor.
Bütün bu süreçte hiç kimse dönüp bu devlete ‘ne yapıyorsun’, ‘neden yapıyorsun’ diye sormuyor. Kimse insan haklarından, egemenlik haklarından, dünya barışından söz etmeyi akıl edemiyor. Ne başka bir devlet, ne devletlerin ortak evi Birleşmiş Milletler…  
Herhangi bir mağdur devletin kendi ülkesinde ve mahkemesinde bu yaptırımlara karşı mahkemeye gittiğini duymadık. ABD sınırları içinde, Amerikan mahkemelerinde dava açıldığına da rast gelmedik. Uluslararası arenada ‘ceza mahkemeleri’, ‘insan hakları mahkemeleri’, ‘tahkim kurulları’ var elbette. Ama ilginç, bu mahkemelerin cümlesi, böyle bir hak arama bakımından “yetkisiz” görülüyorlar ki, onlar da akla gelemiyor.
Köpeksiz köyde değneksiz dolaşmak gibi bir şey!
*
Yaptırımlara karşı yaptırım yok. 
Ama ABD’nin yaptırımları yaptırıcı mahkemeleri var.
ABD, kendi ulusal çıkarı için kendi başına ilan ettiği yaptırımları, kendi ülkesinin mahkemelerinde güvenceye alabiliyor. Son günlerde gördüğümüz üzere, İran için ilan ettiği yaptırımları, Türkiye gibi uygulama yükümlülüğü olmayan başka devletlerin vatandaşlarıyla devlet kurumlarını, Amerikan savcılığının kararıyla ABD’de tanık – sanık sandalyelerine oturtabiliyor.
Hem de ortada savaş gibi, seferberlik gibi, afet gibi hiçbir olağanüstü durum yok iken…
*
Bu acayip hukuksuzluk ve dengesizliğe karşı, ne Batı dünyasında ne de bizde bu dünyanın ayak izlerinden giden anlı şanlı uluslararası ticaret ve devletler hukuku bilgelerinden ses seda var!
Mahkeme sahnesini, böyle bir muameleye uğrayan Türkiye’den siyasetçi, gazeteci, vb. unsurlar dolduruyorlar. Adeta bir Hollywood filmi içine girmişçesine etrafta uçuşuyorlar. 
Trajikomik manzaralar!
Gerçekte ise, bugünlerde o NewYork mahkemesinde olup bitenlerin seyri, bundan onbeş yıl önce Irak’ta geceler boyu süren bomba ışıklarının seyrine benziyor. O haksız bir savaşın işgalin seyriydi, bu da haksız ve yetkisiz bir mahkeme oyununun seyri.
*
Elbette seyre dalmayacağız.
Doğru şu ki, Türkiye’nin İran’ın ticaret ve bankacılık sistemine dönük herhangi bir yaptırım kararı olmadığı gibi, bu açıdan ABD yaptırımlarına uygun davranmak yükümlülüğü de olmadığına göre, Türk vatandaşları ve Türkiye için, bu mahkeme, hem ulusal hem uluslararası hukuk bakımından yok hükmündedir.
Türkiye, hem kendi egemenlik hakkı hem de adil bir dünya için, yaptırımlarla mağdur edilmiş diğer ülkelerle ve gerçekten hukuktan yana olan herkesle birlikte, bu haksız ve yetkisiz mahkemeciliğe karşı sesini yükseltmelidir.

[BAG, Aydınlık, 3 Aralık 2017]

29 Kasım 2017 Çarşamba

SAKIN DEVLETİ ÇÖZME!


Başlangıcını bulmak zor, o kadar eski ki, “köy çeşmesine bile Ankara mı karar versin!”; “halka güvenmek lazım, neden güvenmiyorsunuz”, “buna yetki kıskançlığı derler” gibi lafları çok uzun zamanlar duyduk. Derdimiz aşırı merkeziyetçilik”, “Türkiye Ankara’dan yönetilemeyecek kadar büyük!” Böyle lafları da…
Bunlar hep aynı şeyi isteyen laflardı: Merkeziyetçilikle olmaz.
Peki, ne yapalım? Cevap merkeziyetçilikten vazgeçelim idi.
*
Öneri sahipleri, fikirlerini böyle basit ve açık dile getirdiler. Çözümleri de basitti. Çoğumuzun aklında, günlük işlerde hız kazanmayı ve daha isabetli kararlar vermeyi sağlayacak uygulama dünyasını canlandırdılar. Mesele buysa hak vermemek ne mümkündü!
Peki ama, mesele uygulamayla sınırlı idiyse, konuyu neden başlıca yasalarda da değil, Anayasa’da değişiklik isteyecek kadar yükseklere taşıdılar?
“Aşırı merkeziyetçilik” lafına yaslanıp meseleyi uygulamadaki sorunları çözmekten ibaret olduğu izlenimi yarattılar. Çünkü kamuoyu desteğine muhtaçtılar. Bu yolla o desteği topladılar. Gerçekte istedikleri şeyi daha sonra ilan ettiler.
Devleti değiştirmeli! Merkeziyetçilik ilkesinden vazgeçmeli!
*
Oysa merkeziyetçilik ilkesinden vazgeçmek demek, Türkiye’de devleti çözmek demektir.
Bu da basit:
Bizde, bakanlıkların tek tek tüzelkişiliği, yani özerklikleri yoktur.
Bizde, mülki idarenin de, yani taşra idaresinin, başka deyişle illerin ve ilçelerin, yine başka deyişle valiliklerin ve kaymakamlıkların ayrı ayrı tüzelkişilikleri yoktur; özerklikleri yoktur; bunlar da bakanlıklarla birlikte devlet tüzelkişiliğinin parçasıdır.
Devlet, bakanlıklar ve mülki idare toplamı olarak tek tüzelkişiliktir; tek hazineli, tek personelli, tek iradelidir. Kaynağı ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.
Yıllardır çözülmek istenen yapı buydu.
Adımlar da atıldı. Merkez Bankası bağımsız, ekonomi-maliye alanında en temel işler BDDK, EPDK, vb. üstkurullaşmayla özerk kılındı. Daha fazlası istendi; şimdiye kadar ne isabet ki olmadı.
İstenen şey, ABD’nin yönetim sistemi gibi, her bir bakanlık ayrı ve her bir valilik yine ayrı olsun, her birinin kendi tüzelkişiliği olsun, her biri özerk olsun; böylece sözde aşırı merkeziyetçilik gerçekte ise merkeziyetçilik ilkesi sona ersin…
Anlamı ise, merkezi idarenin çözülmesinden ve üniter devlet düzeninin sona ermesinden ibaret…
*
Artık ortada köyün çeşmesine bırak da köy karar versin’ciler pek yok. Aşırı merkeziyetçilik ağıtları yakanların da sesi soluğu duyulmuyor gibi.
Ama 1980’lerde başlayan devleti küçültmelerden, özelleştirmelerden, özerkleştirmelerden yana çok adımlar atıldı.
Bugün ise çok çarpıcı iki durum daha var.
Birincisi, bunların yukarıda yazdığım “çözüm”leri, yani devlette özerkleştirme formülü, tepkiler üzerine daha sonra metinden temizlense de, yeni kurulan İYİPARTİ’nin taslak programında bir kez daha görücüye çıktı.
İkincisi, daha önemlisi, 16 Nisan 2016 anayasa referandumundan sonra devlet idaresi, değişim-dönüşüm masasına yatırılacak noktaya gelindi. Siyasetin ve bürokrasinin masalarıyla rafları, küreselci ultra-liberallerden kalma özerkçi raporlarla, odalarıysa hiçbirimizin tam olarak tanımadığı sorumluluk sahibi olmayan yetkisiz danışmanlarla dolu.
Devletin reformu, kapanın elinde kalacak işlerden değil.
Özenli ve çok dikkatli olmalı.
En başta iktidarın kendisi.

Ve hepimiz.

[BAG, Aydınlık, 29 Kasım 2017]

26 Kasım 2017 Pazar

KAMU YÖNETİMİ PROJESİ


Yıllardır süregiden kamu yönetimi reformu konusu önemli.
*
Küreselciler bu işe büyük önem vermişti. Çünkü ulus-devleti çözmek, kamu yönetimini yani devlet idaresini çözmeden olmazdı.
IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, OECD, bunların etrafında dönen fonlar, sivil toplum denen projeci dernekler, vakıflar, inatçı bir süreklilikle iş gördüler. Sosyal - ekonomik etüd dernekçiliği, izleme platformculuğu devreye alındı. Hangi sempozyuma baksanız, hangi raporu elinize alsanız, bu çevrelerin damgaları ya da izleri vardı. Raporlar, eylem – etkinlik listeleri halinde bürokrasinin masasına yerleştirilmiş, sahiplerinin ‘kolay takip sistemi’ne bağlanmıştı. Uygulama başlamıştı, ama bunların bir bölümü yasa değişikliği gerektiriyordu. 2005 yılı civarında ve sonrasında, gereken yasaların büyük bölümü çıkarıldı. Daha ilerisi Anayasa değişikliği gerektiriyordu. İşte orada büyük ölçüde takıldılar.
Bunları hep birlikte yaşadık, gördük.
*
Bu arada, 2008 yılından başlayarak, küreselcilik çöktü.
Aynı yıl bizim IMF ile ilişkilerimiz kesilip atıldı. Yine aynı yıl, 1994’te kurulan ve ‘dünya hükümetine doğru’ yelken açtığı söylenen Dünya Ticaret Örgütü askıya alındı. Birleşmiş Milletler, kendisine beslenen son umut kırıntılarını tüketti. Yalnız kalmış Dünya Bankası kamu-özel ortaklıklı son özelleştirmeler atağının ötesine geçemez oldu. Avrupa Birliği’nin Kopenhag Kriterleri, yerini başkentlerin kendi kriterlerine terk etti. Üzerimizdeki boğucu ve onur kırıcı AB himayeciliği sona erdi.
*
Küreselci militanların, artık eskisi kadar kibirle olamasa da, sihirli reformculuklarını konuşturmaya yine gayret ettiklerini görüyoruz.
İlginçtir; küreselci kadroların idari reforma ilişkin lafları, 15 Temmuz gibi bir açık saldırı ve işgal denemesine karşın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından yine duyulabiliyor.
Bu cenahın son toplu sesi, yeni kurulan ‘iyi parti’nin taslak programından geldi. Tepki çok olunca, küreselci reform sözü veren o paragraflar, program resmen ilan edilmeden önce metinden temizlendi. Ama izleri zihnimizde kaldı.
Bu sesler ve izler önemli.
*
Neden önemli?
Çünkü, Türkiye’de, en temel özellikleri ulus-devlete karşı düşmanlık olan kesimlerin raporladıkları ‘idari reform’ tuzakları, siyasetin ve toplumun başlıca kesimlerince yeteri kadar net görülmüyor demek ki!
*
Oysa çok ama çok net görmek gerekir.
(1)Başta etnik gruplara dayalı ‘eşit vatandaşlık’ ve federasyondan başka anlama gelmeyen ‘ortak vatan’ sözlerinden ibaret, ilki toplumu ikincisi toprağı bölen saldırganlığa;
(2)AB merkezlerinden yayılan, ‘hizmette halka yakınlık ilkesi’ diye süslenmiş, günün tarihsel ortamında federasyondan başka bir şey ifade etmeyen ‘yerellik ilkesi’ (subsidiarite) savunuculuğuna;
(3)Devlette yetkilerin merkezi idareden mahalli idarelere devredilmesinden; merkezin yapabileceği işlerin sayılıp sınırlandırılmasından; böylece yerelin genel yetkili sayılmasından; bunu ‘Mahalli İdareler Çerçeve Kanunu’ ile sağlamaktan söz eden siyasetlerin sinsiliğine;
(4)Bu devretmelerden sonra merkezi idarede kalacak işlerin de, hizmet yerinden yönetim kuruluşlarınca görülmesini sağlamaktan söz edenlerin, aslında devlet tüzelkişiliğine son vermek peşinde koştuklarına;
(5)Devlet personelinin sözleşmelilik esasına dayandırılmasından, memurluk sisteminin kaldırılmasından söz etmenin, yukarıdaki dört esasın bir parçası olduğuna;
Çok dikkat etmek ve bu girişimler karşısında uyanık olmak gerekir.
*
Kural basit:
Kamu yönetimi, yani devlet idaresi, her ülkede ülkenin içinde bulunduğu koşullara ve o ülke çocuklarının gelecekte ulaşmak istediği hedeflere göre düzenlenir.

Bizim kaderimiz, yukarıdaki beş bacaklı ‘kamu yönetimi projesi’ ile yükselmez. Tam tersine, bu tehdidi kavrayamama kusuru, kaderimizi saldırganlara teslim etmek anlamına gelir.

[BAG, Aydınlık, 26 Kasım 2017]

23 Kasım 2017 Perşembe

Yeni Dünyaya Doğru Bağımsızlık


Küreselcilik o kof şahlanışını yaptığında en çok duyduğumuz söz, “ne bağımsızlığı, geçti o devir, artık karşılıklı bağımlılık var!” sözü olmuştu. Hemen ardından azarlayan ses tonu yükselirdi: “Şuna da bakın, dünyadan kopalım, içimize kapanalım diyor!”.

Bu sözlerdeki mantık ve dil hatasına hep itiraz ettik.

Bağımlılık tek taraflı durum, karşılıklı olmaz. Karşılıklı olan bağlardır; bağımlılık, bu bağlardaki hastalıklı hal. Dünyaya bağlanmak, sağlıklı karşılıklı bağlarla olur. Bu bağlarda bağımlılık hastalığı varsa, bunu görmezden geliyorsan, sömürgeleşme heveslisi olursun, başka bir şey değil.

Yüz yıl önceki mandacıların yeni kuşağı sağ-küreselcilerle yaptığımız tartışma böyle sürdü gitti.

Sol-küreselciler de aynı şeyi söylediler. Tek farkları vardı. ‘Küreselleşme tamam da, sosyal boyutu eksik’ ya da ‘Avrupa Birliği tamam da emek boyutu zayıf’ diyorlardı. Küreselleşmenin sol/sosyal demokrat kanadı olmaya hazırlanmışlardı.

*

Şimdi küreselcilik çöktü.

Dünya ilişkileri yeniden tanımlanıyor.

Bağımsızlık tartışmamız da başka bir düzleme taşındı.

Yeni düzlemi kuran çıkış noktası, küreselcilerle yaptığımız tartışmanın içinde görece örtülü kalan bir sözcüktür: “Dünya” sözcüğü. Onların “dünya”dan anladıkları, bütün dünya değildi; küreselcilik ideolojisinin anavatanı olan Batı ülkeleri, daha doğrusu Atlantik rejimiydi.

*

‘Küreselleşme bir vak’adır’ buyurganlığıyla bağımsızlığın artık tarih olduğunu ileri sürenler, bugünlerde militan Batıcılıklarıyla Atlantikçiliklerini gizleyecek bir perde bulamamanın sıkıntısına düşmüş bulunuyorlar. Yalnızca dünya ahvali nedeniyle değil, özellikle siper oldukları merkezler Türkiye’ye karşı peş peşe ve şiddeti artan düşmanca tavırlar sergilediği için sıkıntıya düştüler.

Bu ortamda Brüksel bürokrasisini, Kuzey Atlantik ordugahlarını, mali piyasa başkentlerini açıktan açığa savunamayanlar, ilginç savunmalar geliştiriyorlar.

Kimi İskitler’den Hun ve Moğollara [elbette Türklere] uzanan Asya ‘barbarlığı’nı hatırlatıyor. Bu ‘barbar’ları andığı anda, belli ki (ama niye ki?), aynı Batı aristokratıyla entelektüeli gibi onun da sırtı ürperiyor.

Diğeri Çarlık Rusyası ile Osmanlı Devleti arasındaki savaşlardan dem vuruyor. Toplam 500 yıllık diplomatik ilişki tarihinden savaşları çekip Rus mezalimi öyküleriyle ezeli – ebedi düşmanlık hisleri örmeye gayret ediyor. Bunların bazıları, Çarlık Rusyası kadar tarih olmuş soğuk savaşçı ruhuyla konuşuyor. Kurtuluş savaşındaki silah yardımını, daha sonra demir çelik tesislerindeki işbirliğini hiç hatırlamıyor; ama ‘Boğazlar ile Kars’ı istediler!’ diye sayfalar döşeniyor.

İran’ı öteleme gayretleri de Rusya’yı öteleme yöntemlerine benziyor. Kâh 16. yüzyılın Yavuz Selim-Şah İsmail savaş hikayelerini, kâh Humeyni sistemini işaret ediyor. Ezeli düşmanlıklar icat edip geleceği bununla örmek için uğraşıyor.

Bu kadar çok uğraşmaya gerek görmeyenler ise “nerde yaşamak istersin, Batı’da mı Doğu’da mı” gibi pek zor sorular soruyorlar.

Bütün bu gayret, Türkiye’ye saldırsa da önemli değil, Atlantik rejimi içinde kalmamız için. Hem de bu kolay bir yol: İstediklerini yaparız, rahat ederiz!

*

Atlantik rejimi yanlıları genel olarak böyle diyorlar.

Tezleri, Atlantik rejiminin savunulacak bir yanı kalmadığı için Doğu - Asya – Avrasya kötülemesine odaklanmış durumda.

Atlantik emperyalizmini bırakıp Rus - Fars – Türk emperyalizmlerinden dem vurmaya başlayanlar bile var.

Ve, Türkiye’yi karadan denizden sınır olduğu tüm komşularıyla iyiden iyiye yabancı kılmaktan, arada düşmanlıklar üretmekten de hiç rahatsız olmaz görünüyorlar.

[BAG, Aydınlık, 22 Kasım 2017]

19 Kasım 2017 Pazar

NATO Sorunumuz Üstüne


NATO 1949’da kuruldu.

O tarihten 1991’e kadar, soğuk savaş adı verilen dönemde, açık askeri işgal operasyonları yapmadı. Kuruluş nedeni, Sovyet sistemine karşı kapitalist sistemin, ‘hür dünya’ nın savunulması idi.

1991’de Sovyet sistemi yıkıldığında, işin normali, NATO’nun da feshedilmesiydi. Edilmedi. NATO, açık askeri operasyonculuk yapan yeni dünya jandarmasına dönüştürüldü.

*

İlk olarak 1990 ve 1991’de Kuveyt – Irak’ta boy verdi. Irak’ta 2004 yılında yeniden başroldeydi. Orada olup bitenleri, Irak’a yazılan parçalanmış Irak anayasasını, kentlerde köylerde yakılan bitmez ateşi yakından biliyoruz. NTM-I diye anılan mekanizma, Irak’ta ortak işgalin eğitim ve donatım gücü olarak tarihe geçti.

1992’de Bosna-Hersek’te; 1999’da Kosova, Karadağ ve Sırbistan’da; genel olarak Balkanlar’da iş gördü. NATO ve etrafında kümelenmiş ülkeler, şirketler, cemaatler, eski Yugoslavya’yı savaşın ve düşmanlığın cenderesinde bıraktı. Cendereyi doğrudan yönetme araçların biri NATO Kosova Force (KFOR), öyküsünün yazılmasını bekliyor. Bosna’daki istikrar gücü (stabilization force) SFOR, uygulama gücü (implementation force) IFOR’lar da öyle.

*

NATO 2001’de kendini bir kez daha yeniden tanımladı.

ABD’de 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere dönük saldırının hemen ardından, “çatışma olan belli bölgelere müdahale etmek” diye belirlenen tarzını, “küresel teröre karşı mücadele” diye değiştirdi. Bu çerçevede yapılacak işlere ‘operation active endeavour’ adını verdi. Nerede gerek görürse, oraya müdahale etme yetkisine sahip olduğunu ilan etti. Başı deniz kuvvetleri çekti; denizler NATO’nun sürekli gözetim-denetim-operasyon alanı haline geldi, bunların başına Akdeniz yerleşti.

2003 yılında Afganistan’da idi; halen 70.000 askerle orada. ISAF adlı NATO gücüyle Afganistan’daki ateşi körükleyip duruyor.

2007 yılında başlayan desteğin, 2009 yılında doğrudan operasyona dönüştüğü Somali’de; aynı dönemde Sudan’da boy göstererek, Afrika kıtasını boydan boya faaliyet alanı haline getirdi. Korsanlıkla mücadele deyip, Afrika denizlerini karış karış ‘koruma’sı altına aldı.

Onu 2011’de Libya’da da gördük.

*

Dünya değişti.

1945 – 1950 yaratığı NATO, varlık gerekçelerini yitirmiş bir kurum.

Bu kurum günümüzde, yalnızca kendi varlığını sürdürmeye odaklanmış ve ölmemek için direnen bürokratik odakların reflekslerini sergiliyor. Yeter ki varlığını sürdürsün; kendisinden ne yapması istendiğinin onun için önemi yok. Herşeyi yapmaya hazır!

Dünya genelinde ‘gladyoculuk’la anılan ve buna karşı halâ hiçbir savunma ve aklanma yaşanmamış geçmiş dönem, elbette bugünkü durumunun bir diğer nedeni.

Ama mesele yalnızca NATO’nun değişmesinden ibaret değil.

*

Mesele, bu örgütün, kendi ülkemiz bakımından adeta tehdide dönüşmüş olması.

NATO’nun, Millenium Challenge adıyla yaptığı 2002 tatbikatında, kaşı gözüyle Türkiye’nin tarif edildiğini, ‘düşman’a haddini bildirme oyunu oynandığını öğrenmiştik.

Bu örgütün masalarında, Türkiye’yi bölmüş haritaların dolaştığını duyduk.

Bu örgütün 15 Temmuz 2016 işgal girişiminden suçlu ‘sığınmacı subaylar’a kol kanat germesi, gözlerimizin önünde oldu.

En son Norveç tatbikatında, Atatürk ve Erdoğan fotoğraflarının ‘düşmanlar’ ipine dizilişine tanık olduk.

*

NATO da, bu örgütün Türkiye için anlamı da değişti.

Bu gerçekleri görmemekte direnmenin elbette NATO’ya faydası olur. Ama Türkiye’ye fayda bir yana büyük zararlardan başka bir şey getirmeyeceği açık.

[BAG, Aydınlık, 19 Kasım 2017]

15 Kasım 2017 Çarşamba

DEĞERLER Mİ DEDİNİZ?


Bugünlerde akıl kâselerini doldurmaya girişmiş yeni bir ideolojik harekât var. Adı değerler harekatı.
Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve Türk ulusunun egemenlik haklarını tehdit etse de; PKK/YPG gibilerini ağır silahlarla açıkça donatsa da; ‘Batıcıyız, Batılıyız, Batıylayız’ diyenler, batıcılıklarının “batılı değerler” olduğunu söylüyorlar.
Batı medeniyetçileri ‘değerler’ bayrağı sallaya dursun, bir yandan evrenselci-liberal sermayedarlar, bir yandan ümmetçi-liberal kadrolar, toplumsal alanı ‘değerler’e bezediler. piyasa ‘değer’cileri kampanyalarını çoktan projelendirdiler; küreselci ümmetçiler ise okulların ders kitapları piyasasını çoktan tuttular.
*
Değerler harekatı, kısa zaman önce akıl kaselerini hızla dolduran ideolojik söz ve kavram harekatlarına benziyor. 1980’li yıllardaki ‘çevre’, 1990’lı yıllardaki ‘öteki’, 2000’li yıllardaki ‘insan hakları’ ve elbette ‘küreselleşme’ laflarının büyülü yükselişlerine…
Çok geçmez, bunun da kaynağıyla hedeflerini, türleriyle aktörlerini hep birlikte tüm ayrıntılarıyla öğrenmeye başlarız.
Ama belki elimizi çabuk tutmakta yarar var. Daha şimdiden, ömrü boyunca ilkeler’den söz eden biz bile artık ilkeler yerine “değerler”den söz etmeye başlamış olabiliriz. Hepimizin kendi düşüncesiyle dilini bir genel kontrolden geçirmesi hiç fena olmaz.
*
Küreselcilik saldırısında olduğu gibi, şimdi de iki emredici düzen el ele yürüyor.
Bunlardan biri liberallerin neredeyse ilahi, insanlığın varoluşuyla birlikte ortaya çıktığı iddiasında oldukları ‘piyasa değerleri’. Öbürü ise, farklı dinlerin insanlığın özünde gömülü olduğu ve bu gömüyü yalnızca ve yalnızca kendilerinin bulup çıkardığı iddiasında oldukları, sıfatını koymaya gerek görmedikleri ‘değer’ silsileleri.
Bir önceki dönemde gözlemlediğimiz hareket tarzıyla aynı tarz.
Daha dündü. Küreselcilik, bilimsel akla açılan savaşla el ele yürümüştü. Aklın tüm çalışma yöntemlerine “dar pozitivizm” deyip, araştırma-incelemeyi “yorumsamacılık”tan ibaret ilan etmişti. Herkesin gerçekliği kendine demiş, insanlığı bilinmezlikler içinde yönsüz-pusulasız bırakmıştı.
Bunu niye yaptığı kısa bir süre içinde ortaya çıkmıştı. Bütün cafcaflı felsefi-metodolojik sözlerden sonra, bayrağı dinsel kurumlar aldı. Küreselleşmeciler bilimsiz-bilgisiz, sezgilerine teslim olmaya çağırılan insanlığa, medeniyetler (dinler) arası kavga korkutmacası yapıp dinler-arası diyalogculuğu sundular. Dünya iktidarını özlemiş diyalogcular hevesle sahneye çıktılar. Misyonları ‘evrensel değerleri kurumlaştırmak’ idi; küresel piyasanın ruh-düşünce inşası için yardımına koştular.
Malum işler kötü gitti. Küreselcilik söndü.
Öyle görünüyor ki, büyük atakları boşa çıkanlar, şimdi varlıklarını değerler harekâtı ile sürdürme gayretindeler. Gayretleri hukuksal, siyasal, toplumsal, tarihsel gerçeklerin ilkelerini/yasalarını mülga ilan edip, bunların yerine, aralarında pazarlıkla bağlayacakları bir “insanlığın değerleri!” listesi koymaktan ibaret. Elbette bu liste, kutsallıkla korumaya alınacak bir liste olacak.
*
Değerler harekâtına dikkat etmeliyiz.
Gayret edilen şey, piyasa ve dinsel kurumlar işbirliğiyle örülen bir tür ‘üstün düzen’ arayışı görüntüsü veriyor. Bir kişinin ya da bir toplumun, listedeki değerlerden bir ya da birkaçına göre farklı tercihte bulunmasını, o tercih daha onun yüreğinde ve aklında gömülü iken söndürülmesini sağlayacak büyük-emir düzeni. İnsana en küçük kaçış noktası bırakmayan sözde dinsel, sözde ahlaki, sözde insani yasacılık düzeneği.
*

Son kırk yılımızı ‘aa, sen insan haklarına karşı mısın?’; ‘aa, sen çevre yok olsun mu diyorsun?’, ‘ayol küreselleşmeye karşı çıkılır mı, bu bir zorunluluk!’… diyenlere laf anlatmakla geçirdiğimizi düşününce, bir kırk yılımızı da ‘aaaa, değerlerin yok mu senin!, değeri olmayan insanın ottan ne farkı var?!’ diyebileceklere laf anlatma derdine düşmemek için, konuyu şimdiden dikkate almakta büyük yarar var.
[BAG, Aydınlık, 15 Kasım 2017]