31 Ağustos 2016 Çarşamba

TÜRK MİLLETİNİN ULUSAL DURUŞU ve EGEMENLİK HAKKI


Devletin ve siyasetin en tepesinde halen işbaşındalar. 15 Temmuz gibi bir işgal saldırısı karşısında ülkesini ve ülkesinde egemenliğini savunan Türk Milleti’nin gözüne baka baka aynı teraneyi sürdürüyorlar.
*
Cumhurbaşkanı, 15 Temmuz’da etnik kimliğiyle değil; dini inancı, mezhebiyle değil; doğrudan ve açıkça Türk ulusu ruhuyla ayaklanan halka hala “Türk, Kürt, Çerkez, Laz….. hepimiz Türkiye’yiz” vecizesini söylemeye gayret ediyor. Son günlerde bu tekerlemeyi söylediğinde ruhların kösüldüğünü kendisi de fark etmiş olsa gerek. Doğrudan kendisinin kaderini de yükseltmiş olan bu ulusal dirilişe “etnik kökeni ne olursa olsun, her birimizin Türk Milleti’nin bireyi olduğumuzu” söylediğinde dokunabildiğini görmüş olmalı. Sözün doğrusu, illa kavmiyetçilik yapılacaksa, illa kan-ırk etnikleri sayılacaksa “Türkmen, Yörük, Kürt, Çerkez, Laz…. hepimiz Türk Milletiyiz”. Ülkemizi yönetenlere karşı güven duymamızın şartı, bu düsturu anlamaları.
*
CHP Genel Başkanı konuşmalarında ısrarla Türk Ulusu demiyor. 2012 yılında açıkça söylediğinden bu yana, Türk vatandaşlığının silinmesini ve yerine TC vatandaşlığı koyulmasını isteyenlerle anlaşmış bulunuyor. Türk ulusunun egemenliğine dayanan Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş partinin genel başkanı, anlaşmasından ayrılmış görünmüyor. Güven duygusunu paramparça etmeyi sürdürüyor.
*
HDP, etnik arındırma heveslerini kusan ‘Balkanlardan ve Kafkaslardan gelenler, 120 yıldır buradasınız, haddinizi bilin’ çemkirmeleri eşliğinde, toplumun Türk Milleti olarak siyasi varlığını ortadan kaldırmak için elinden geleni ardına koymuyor.
*
Cumhurbaşkanlığında Mehmet UÇUM, Adnan TANRIVERDİ adlı başdanışmanlar, “Türkiye Türk Ulusunun ülkesidir” demeyi ırkçılık ilan etmiş bulunuyorlar. Daha 2012 yılında hazırladığı anayasa taslağında her nerede “Türk” sözü varsa hepsini karartmış olan eski bakan avukat İsmail KAHRAMAN, TBMM Başkanlığı koltuğunda oturmayı sürdürüyor. “Türk vatandaşlığı”nı zararlı bulup “Türkiye vatandaşlığı”ndan yana laflar söyleyen Şevki HAKYEMEZ adlı kişi, Aydınlık Gazetesi’nde verilen haberden öğrendiğimize göre Anayasa Mahkemesi’ne atanmış bulunuyor. Ülkemizdeki imzacı “kadrolu” malum AYDINLAR, önceden olduğu gibi şimdi de işbaşındalar; kendilerine Türkiyeli aydınlar diyerek ortalıkta dolanıyorlar. Siyasetçilerin isimlerini ise sıralamaya gerek yok. AKP, CHP, HDP, son seçim bildirgelerinde aralarındaki farkları enaza indirmişler; üçü de “eşit vatandaşlığa dayanan bir yeni-anayasa”nın savaşçısı olduklarını ilan etmiş durumdalar.
*
Ülkemizin dışarıdan hınçla düşmanca adeta yaylım ateşine tutulduğu bu dönemde, bu kuvvetlere dincilik ya da etnik ırkçılık adına hizmete koşmuş işbirlikçilerin açıkça silahlara sarıldığı bu ortamda, siyaset ve devletin tepelerinden duymak istediğimiz sözler şimdikilerin söyledikleri değil.
*
Ana meseleyi hiç unutmamak gerekiyor. Ana mesele, farklı düşmanları ortak haline getiren kilit hedef, Türkiye’nin egemenlik hak ve yetkisini ortadan kaldırmaktan ibarettir. Bunu kim istiyor, nasıl yapıyor, yapabilir mi yapamaz mı tartışmalarını kenara koyalım; hedefi görmek önemli.
Türkiye’de egemenlik Türk Milletine aittir. Türkiye’de egemenliğin kaldırılması, bunun kaynağı ve sahibi olan Türk Milletini ortadan kaldırmak anlamına gelir. Hiçkimse koskocaman Türk tarihini, tarihe mal olmuş bir milleti, Türklüğü ortadan kaldıramaz diyenlerin bu özgüveni pek hoş, ne var ki aynı ölçüde de boştur. Tarihte egemen bir millet olarak var olmakla, çeşme başında birbirine eskilerde kalmış kahramanlık öyküleri anlatmak arasında çok fark var.
*
Türk Milleti’nin egemenlik hakkını ortadan kaldırmanın büyük adımı, onu Anayasa’dan silmekten ibarettir. Bu tehdit, yeni-anayasa lafları ortaya çıktığından beri arşa çıktı. O halde yeni-anayasayı gündemden kaldırmak, Türk ulusunun varlığına ve egemenlik haklarına yönelmiş bu büyük saldırıyı savuşturmanın en önemli adımıdır.
Elbette en önemli adımdır; ama tek ve son adım değil.
Türk Ulusunun egemenlik hakkı davası, bir yandan siyasal islamın ümmetçiliğine, bir yandan küreselciliğin kozmopolitizmine, bir yandan evrenselciliğin insanlıkçılığına, bir yandan da dünya dengelerine alet edilen turancılığa karşı yürütülmesi gereken büyük bir davadır. Uğruna, inatçı bir ideolojik – siyasal mücadelenin ardışık adımlarının atılabilmesi gerekir.

Yeni-anayasaya, Türksüz ve eyaletçi anayasa saldırganlığına geçit yok!

(BAG, aydınlık Gazetesi, 29 Ağustos 2016)


22 Ağustos 2016 Pazartesi

KRİPTO AHLAKINA KARŞI MÜCADELE ETMEK



Cemaatçilikten ne kadar çok şey öğrendik.

Kendince büyük bir amaç uğruna herşey mübah anlayışına dayanan kripto ahlakı su yüzüne çıktı.

Öğrenci hocasının yada hoca öğrencisinin, memur yan masada çalışan mesai arkadaşının, asker silah arkadaşı diye bildiği kişinin, dernek yada parti üyesi yöneticisinin ve hatta başkanının, bildiği kimseden başka birşey olduğunu artık gözlerini kapatsa da görmekten kaçamaz hale geldi.

*

Ama nasıl olur şaşkınlığını attık. Kriptoyu ve kripto ahlakını anlamlandırma gayretine düştük.

Aytmatov'un kaleminden öğrendiğimiz "mankurtlaşma", bu açıklamalardan biri oldu. Mankurt sistematik baskıyla aklı alınan, kişiliği yok edilen, köleleştirilmiş, işkence eşliğinde zihin kontrolüyle insan olmaktan çıkmış insanı anlatan bir terim.

Bu sıfat doğru mu?

Eğer doğruysa aklı alınmış insansıları yaptıkları işlerden nasıl sorumlu tutabiliriz ki? Topluma verdikleri zararları ortadan kaldırmak için bunları etkisizleştirmek için çalışabiliriz, ama bunları nasıl yargılayabiliriz ki? Bunlar “ağır aldatılmış” insanlar ise, olsa olsa en fazla acıyarak af çıkarabiliriz.

*

Cemaatçi kadrolar için kullanılan “mankurtlaştırılmış insanlar” sıfatı yerinde değil.

Cemaatçiliğin açığa vurduğu insanlık hallerinden sızan gerçek, zorla aklı alınmak yerine adi çıkarı için aklını vermek gerçeği.

Bunlardan “iş adamı” olmuş olanı, ciamat tarafından kurulmuş iş düzeneğinin hamarat hamalı. Girdiği yarışların birincisi olanları, rakipleri insafsızca saf dışı edilmiş tek kişilik koşuların şampiyonları. Bunlar ayarlanmış jürilerin atadığı yöneticiler, Türkçe okuyucunun satırlarında bir türlü yazınsal kıvılcımlar yakalayamadığı kitapların zavallı yazarları.

Bu manzara iktidar, güç, şöhret için yanıp tutuşan "kifayetsiz muhterisler" dünyasının ta kendisi. “Cemaatçi” adı verilen bu muhteris, kifayetsizliğinden de ihtirasından da sorumlu tutulmalı. Bir şey olabilmek, bir şey alabilmek için tüm geleceğini başka ellere teslim edebilen bu uyanıklara, "mankurtlaşmış" deyip sorumluluktan kaçma olanağı vermemeliyiz. Hele bu sefilliğe "adanmışlık" deyip kutsallık atfetme hatasına hiç düşmemeliyiz.

*

Her şerde bir hayır vardır, doğru söz.

Kripto ahlakın F-tipinden öğrendiklerimiz, yanıbaşımızdaki başka kriptoları tanımamıza da yaramalı.

Besbelli ki, Türkiye’nin, yaşamın her alanında, kendini olduğundan başka birşeymiş gibi sunanlardan korunması gerekiyor. Türü ve amacı ne olursa olsun, “kripto olgusu”nu hem temel bir güvenlik sorunu hem de büyük bir ahlaki tehdit olarak takibe almak zorundayız.

Kripto ahlakı ortada kol geziyorsa, "kriptoanalizciler" görevlerini yapmalı. Bizlerin de, bu görevi yapanlara “komplo teoricisi” diye bakmaktan vazgeçmemiz gerekli.

Gerçek etnik, dini, tasavvufi, felsefi, siyasal aidiyetini gizleyip, içine girdiği toplum ve siyaset çevrelerini durmadan mayınlayan yumruları çözmeyi ve etkisizleştirmeyi başarmalıyız.

Bu yapılamaz işlerden değil. Yapılabilir ve başarılabilir.

Bütün mesele, ikiyüzlülüğün bu ağır kokusuna ve kripto ahlakın yarattığı iç bulantısına dayanabilmekte.


21 Ağustos 2016 Pazar

TUTSAKLARA ELVEDA DEME ZAMANI


Küreselleşme ideolojisi “başka alternatif yok” deyip işe başlamıştı. Kaçınılmazlık, zorunluluk tekerlemeleri tutsak almada çok iş gördü. Sonra, küreselleşme Çin’den, Rusya’dan, Afrika’dan değil Batı’dan doğru esiyordu; biz Batı medeniyetini hedeflediğimize göre sakıncası yoktu. Ne güzel talih, biz Batı’ya ulaşmaya çalışıp dururken, artık bunun için zahmete gerek yoktu, Batı bize geliyordu. Nitekim TV’ler Batı ve hatta Uzak Batı’nın şubeleri olarak kuruldu. Sky-Turk oldu, CNN-Türk oldu, hatta ekine gerek kalmadan Bloomberg oldu. Bunlara en-prestijli muamelesi yaptık; Batı medyasının “yüksek standartları” ayağımıza gelmişti, memnun olduk.
Hatta New York Times-Türk diye bir gazetemiz olsaydı! Gazete dediğin Uzak Batı’da çıkıyordu, bunların Türkçeleri yayımlansa da gazetecilik neymiş bir tatsaydık! Galiba bir ara böyle bir şey bile denendi.
*
Önceden beri öyleydi, ama küreselleşme rüzgarı esince tartışmasız hale geldi. Akademisyenlerin en değerlileri, Batı ve Uzak Batı okullarında yetişmiş olanlardı. Bu olanağı olmayanın altı aylığına bile olsa oralara gidip uygarlık ateşinde ısınması şarttı. Askerin en iyisi, oralarda uzmanlık kazanmış, üstüne bir de NATO’da küreselleşme ruhuyla iyice bezenmiş olanlardı. Yüksek yargıda olanlar ve hatta tüm mahkemeler, artık uluslararası hukuka bağlanmıştı. Hukuk ve adaleti Avrupa mahkeme sistemleriyle ABD yargı dünyasında bilgi-görgü artırarak öğrenmek zorundalardı.
Aslında biz niye bu kadar uğraşıyorduk ki? Osmanlı’nın son döneminde ordunun genelkurmay başkanlığı doğrudan Alman askerlere bırakılmıştı; yine öyle yapsaydık! Üniversite sistemini, dünyanın en prestijli Harvardlarına, Oxfordlarına şube kılsaydık! Ya da Harvard-Türk, Oxford-Türk gibi okullar açılsaydı daha kolay olurdu; daha hızlı bütünleşir ve daha hızlı uygarlaşırdık.
*
Ülkede bütün yönetim, iletişim, denetim sistemi bu halde iken, ailelerin çocuklarını Batı ve Uzak Batı’da okutmak, yapamıyorsa İngilizce öğretim yapan okullarda okutmak gayretleri arşa çıkmışken, siyasette temsiliyetin “milletin bağımsız akıllarca temsili” olmasını beklemek herhalde safdillik olur. Küreselleşme zamanında “milletin temsili”, küresel iktidar merkezlerinin istasyonlarına uğramadan olur mu? Buna safdillik de değil, basbayağı çağı anlamamak ve hatta irticanın yeni vücudu haline gelmek denir.
Milleti temsil etme ehliyeti almak, artık “küresel dünya ile teması olmak” koşuluna bağlıdır. Parti kuruyorsan dışarıdan desteğin olacak. Siyaset yapıyorsan elçiliklerle, bunların vakıflarıyla, illa ki birşeyleriyle bir alış-verişin olacak.
Nitekim, 1980’li yıllarda, daha önce her bakan gözün göremediği mekanizmalar, kurumlar haline geldi. Yabancı vakıflar, en başta Alman vakıfları, kamuoyunun gözleri önünde başbakan iltifatlarıyla şereflendirildiler. Her siyasi görüş için uygun bir vakıf vardı. Sağcılar için, sosyal demokratlar için, yeşiller için…. 1990’lı yıllarda bu vakıfları, Amerikan-İngiliz düşünce kuruluşu vakıflarıyla derneklerinin yükselişi izledi. 2000’li yıllarda AB fonları, AB katılım anlaşmaları temelinde ortak projeler, sanayiden üniversiteye devletin sağlık hizmetlerinden istihbarat birimlerine sınırsız “küreselleşme”mizi sağladı. Öyle ki, artık biz-siz yoktu. 1999 Marmara deprem faciasında Türkiye’ye gelen Clintonlara “sizi destekliyoruz” diye tezahürat yapıyorduk. Onlar da “ah seçim burada olsaydı ne güzel olurdu” demişlerdi.
Böyle bir çarpılma ortamında, iktidar ve muhalefet partilerinin en tepelerinde iş görenlerin adları CIA-Stratfor belgelerinde ya da Amerikan elçiliği yazışmalarında “bağlantı kişisi”, “güvenilir etkili kişi”, “tr705” kodları verilerek ortalığa saçıldığında, bunun sorun bile sayılmamasını niye garipseyelim ki? Garipsemeye kalkmışsanız kulaklarınızda patlayan şu sesi duymamak ne mümkün? Gerçekçi olalım, ne yapabiliriz ki? Adamın/kadının arkasında Amerika var!”
*
Çarpıldık. Çarpıklık devlet-siyaset katıyla sınırlı kalmış olsa, işimiz kolaydı. Ama öyle değil. Biz de gerçekçi olalım; teslimiyetçilik ve onun kripto ahlakı toplumu teslim almış durumda. Çıkışımız bu bataklıktan olacak. Bu bataklıktan çıkmak için tutunacağımız tek dal var: Türk Ulusu’nun egemenlik hakkını savunmak. Ulusal varlığımıza, dolayısıyla tam bağımsızlık hedefimize sıkı sıkıya sarılmak, bu kokuşmuş kripto ahlakına karşı onur savaşı vermenin tek somut, gerçek ve biricik etkili yolu.

Mücadelemiz büyük, bir o kadar da onurlu.


20 Ağustos 2016 Cumartesi

KRİPTO AHLAKI


Küreselleşme mağrurdu.

Onbeş yılda "Dünya Ticaret Örgütü" adlı yeni bir kurum bile doğurmuştu. O dünya hükümeti olacak, Birleşmiş Milletler dünya parlamentosu haline dönüşecekti. Buralarda çok taraflı ticaret ve yatırım anlaşmalarına oturuldu. Azgelişmiş ülkeler iyice perişan edildi.

Türkiye'de Fethullah dinciliği İbrahimi Milletten dem vurup öbür dincilerle diyaloga oturdu. Bunlarla ortak olan dinci ve bir kısım da Osmanlıcı, "ümmeti birlik/yeni osmanlı" adına fırsat atına tüneyip 'federal anadolu ve ortadoğu devleti' kurmaktan söz ettiler.

Liberaller sözde çokuluslu, gerçekte türdeş mi türdeş tekelci şirketlerin insan haklarına saygılı, kaliteli, yeşilci mal ve hizmet ürettiklerini ilan edip ülke kapılarının bunlara ardına kadar açılmasına laf söyleyecek olanı çarmıha germeye koyuldular.

"Solcu"lar küreselleşmenin önlenemez bir gerçek olduğunu cümlealeme duyurup "buna direnmek olmaz, biz mücadele edeceğiz, amma bunu küresel düzlemde yapacağız" dediler; Seattle senin Cancun benim, dünya tekellerince ödenen uçak biletleriyle epey gezinti yaptılar.

"Küresel düşün yerel davran"cılık alıp başını gitti. Büyük birlikleşmeden dem vuranlar, dünyada kurulu olan 200 devletin az olduğunu, dünyanın 2000 devletçikli bir yer haline gelmesi gerektiğini yazıp haritalar bile çizdiler.

*

Hayret etmemek ne mümkün?

Tek dünya peşinde koşanlar tek-tipçiliğe karşı çokkültürcüyüz bile dediler. Özgürlük dediler; ülkelerin bağımsızlık kavgasını geçersiz, eski moda saydılar. Demokrasi dediler; insan hakları adına işgalciliği meşru saydırdılar. İnsan hakları dediler; dünyanın dört bir yanında insanların yaşam hakkını vahşice ortadan kaldırdılar.

Sözün kısası küreselci, ümmetçi, evrenselci kolkola girdi. 21. Yüzyılın karşıdevrim halayı epeyce süre mendil salladı.

Kanlı halay...

*

Küreselci, ümmetçi, evrenselci halayın kanlı yüzünü yaşayıp acı acı öğrendik. Ama bu halayın bir de ahlaksız özü var.

Yaptığı her işi dünyanın barışı -zenginliği adına, kutsal din - inanç kurumları adına, insanlık adına diyerek yapması... Yöntem olarak takiyyeyi ve misyonerliği benimseyip kutsaması, bunu adeta ödünsüz biçimde uygulamaya koyması... Aldatmayı, kendini başka türlü göstermeyi, yalan-dolanı, sözünden dönmeyi, şimdilerde hemen her söyleşide dile getirildiği üzere "kripto yaşantılar"ı, yapmak istediği şeyi yapabilmek için esas sayması.

Kripto ahlakı...

*

Küreselci, ümmetçi, evrenselci ittifakın bu özünü önemsemeliyiz. Yaşantımızın her alanını kapladığı, habis bir ur gibi büyüyüp çevremizi sardığı için önemsemeliyiz.

"Siyaset yapmayı bilmek"ten söz edenlerin, bunu söylerken kripto ahlakını tavsiye ettiklerini; "işini bilen tüccar olmak"tan dem vuranların, aslında gizli sözleşmelere girmeyi, aidiyetler geliştirmeyi, aidiyet için himmetle birlikte ruhunu da teslim etmeyi önerdiklerini görmeliyiz.

Başarılı dershanelerin başarılı öğrencisi olmak için çalınmış sınav sorularına 'evet' demişlerin, boş gözlü bakışlarının 'mankurtlaşma' yada 'adanmışlık' değil, sıradan çıkarları uğruna esarete hayır diyemeyen korkaklığın ve kripto ahlakın bakışları olduğunu fark etmeliyiz.

*

Artık her yönüyle gördük, tanıdık ve iğrendik. 

Yalnızca Türkiye'yi değil tüm dünyayı sarmış olan bu kuşatmaya ve insanlığı çürüten kripto ahlakına karşı başkaldırının neferleri olarak mücadeleyi yükseltmeli, bu mücadelenin her adımından gurur duymalıyız.

(BAG, Aydınlık, Ağustos 2016)



10 Ağustos 2016 Çarşamba

NE DARBE NE DİKTA?!


Zamandan ve yerden ayrı düşünürseniz, bu cümle anlamsız. Çünkü iki şey aynı türden. Ençok şöyle bir farklılık yakalayabiliriz. Darbe bir vuruş, ilk aşama. Dikta ise bunun ardından gelen sistemin adı. Böyle düşününce de ikisi birbirinden farklı değil. Bu yüzden “ne o ne de o” demek saçma.
Ama, zamana ve bağlama yerleştirince bir anlamı var. Sloganın, bugünlerde bizim buralarda atanmış çok özel bir anlamı var.
*
Ne darbe… 15 Temmuz 2016 günü yaşanan olayı desteklemiyorum, karşısındayım anlamına geliyor.
Ne dikta… Şimdi Cumhurbaşkanı olan Erdoğan diktatör, diktatörlük kuracak, ona karşıyım demek oluyor.
Henüz tamamlanmamış olsa da, başkanlık rejimiyle birlikte tamama erdirileceği tahmin edilen dikta’nın faili belli, Erdoğan – AKP. Sloganın sahiplerinde bu konuda hiçbir anlaşmazlık yada belirsizlik yok.
Darbe’nin failinin kim olduğu konusu ise böyle açık değil.
*
Bu sloganı benimsemiş olanlardan bazıları “darbeyi aslında Erdoğan tezgahladı” fikrinde. Dolayısıyla asıl mücadele edilmesi gereken şey “dikta”. Hedeflerinde başka bir fail yok. Bunlar cemaatçiler ya da cemaat tezlerini savunanlar. Slogana saklanıyorlar.

Bazıları darbe’nin cemaat tarafından yapıldığı fikrinde. Böylece hem cemaatçi darbeye hem Erdoğancı diktaya karşılar. Sorun şu ki, onların dikta faili, şimdi bu darbe’ye karşı savaşıyor. Nasıl olacak? Yani, şimdi, darbe’ye karşı dikta’nın failiyle birlikte mi savaşacaklar? Herhalde öyle olacak; yoksa niye “ne darbe..!” desinler? Ama iyi de, yanında yer alıp dikta’yı neden güçlendirsinler? Savaşmazlar; ikisi de kötü, öyleyse “yesinler birbirlerini” der seyre geçerler.

Biz bu sözle tanışıyoruz. Daha beş yıl öncesinden. Amerikan- Fethullah kuvvetleri Türkiye’ye Ergenekon – Balyoz adları altında mahkemeyle darbe yaptığında, solda yer aldığı söylenen Birgün Gazetesi böyle başlık atmıştı. Ona göre olup biten şey, aynı kötü tarafın iki kanadı arasındaki kavgaydı, onlara neydi ki! Böyle dediler ama, mahkemeli darbeyi seyre koyulduklarında mahkeme adaletsizliklerini değil savcı iddianamelerini sevdiler. Kısacası şu “bana ne!”, sonuçta desteğim mahkemeli darbeye anlamına geldi.

Nerden baksanız tuhaf slogan.
*
Yalnızca tuhaf değil, aynı zamanda ürkütücü de.
Irak’ta üretilen Ne Sam Ne Saddam sloganı gibi… Ondan esinlenmeyle Suriye’de devreye sokulmuş Ne Sam Ne Şam sloganı gibi…

Bu kalıp, Irak’ta Saddam’a, Suriye’de Şam’a karşı yabancı devletlerden kurulu “uluslararası koalisyon” adı altındaki Sam Amca’nın içsavaş kışkırtmacılığına ve işgaline yedek kuvvet olmaya teşneliğin ilanı oldu. Bu sloganlara sarılanlar, daha açık deyişle “dikta” rejiminden emperyalist saldırganlar sayesinde kurtulmayı umut eden “demokratlar”, yıkıma uğrayan ülkelerini taşlayanlar arasında yer aldılar.
*
Ne darbe ne dikta lafı da bu cümledendir.
Çünkü bizde darbe dedikleri şey, Sam Amca’nın ta kendisi, BOP sahibi ABD başta, emperyalizmin cemaat maşasını kullanarak yaptığı bir işgal girişimidir.
Ama orijinal buluş! İşgale ‘darbe’ sıfatı verirsen faili bir grup yerli asker/mürid diye gösterir, Sam Amca’yı korumaya alırsın. Suçun göze batmaz. Dahası böylece ne Batı ile Türkiye ilişkilerini konuşmamız, ne de Bağımsız Türkiye hedefini yükseltmemiz gerekir. Hepimizin darbelere karşı demokratlar olmamız ve demokrasi diye inlememiz yeter de artar.
*
Dikta’ya gelince… Cumhurbaşkanı Erdoğan’da odaklanmış “diktatör”, “zorba”, “tiran” laflarının analiz ürünü olduğunu kim söyleyebilir? Fuat Avni tvitlerine bakın, üretimi-yayımı cemaate ait bu lafların pekçok kişiyi nasıl birer etki ajanı papağana dönüştürdüğünü görün.

AKP ve Erdoğan merkezinden gelen tehdit, ne idüğü belirsiz bir dikta değil, kendi bünyeleri içinde durmadan şekil değiştirmesinden de hayal olduğu bariz olan ihvani - ümmetçi bir rejim hedefidir. Bu projeye karşı mücadele, üzerimizdeki “eşit vatandaşçı” ve “laiklik tehlikede değil” diyen teslimiyetçi ipotek kaldırılarak ve kendi halkımız nezdinde eller taşın altına sokularak verilir. Sömürgecilerle işbirliği yapılarak değil.

Gerçekten, tüm kimliğini “demokratlık”a sıkıştırmış bu zihniyet nasıl birşeydir?

(BAG, Aydınlık, 10 Ağustos 2016)

8 Ağustos 2016 Pazartesi

“NE BU NE O” SİYASETİNİN FELAKETİ


Irak, kendine “uluslararası koalisyon” adını takmış işgalciler tarafından kana boğulurken pek kimseden ses çıkmadı.

Çünkü akıllar zincirlenmişti.

Tarafı açık olanların akılları açıktı.

Ama geniş bir kesim, Irak’ta ve Irak dışı dünyada, sözde anti-emperyalistti. Sam Amca’yı istemiyordu. Gelin görün ki Saddam’dan kurtulmak arzusu da çok güçlüydü; ama buna kendi gücü yetmiyordu. Sam Saddam’ı devirsin, sonrasına bakarız dediler; Ne Sam ne Saddam sloganıyla kendilerini rahatlattılar.

Sonra olanlar malum.

Sam sayesinde Saddam’dan kurtuldular; ama Sam amcaları milyonlarca kardeşlerinin ölümüne, vatanlarını terk etmesine sebep olurken kendileri de ya öldüler, ya göçtüler, ya utançtan yerine dibine geçtiler. Sam amcaları onlara anayasa yaptı, uluslarını ve topraklarını parçaladı, apaçık sömürge oldular.

*

Bundan on yıl sonra Suriye’de de benzeri oldu. Esad’ı istemiyorlardı, ama arzularını kendi başlarına gerçekleştirecek güçleri de yoktu. Yanı başlarındaki Irak’tan ders almadılar; aynı sloganı kendileri için ürettiler: Ne Sam Ne Şam!

Suriye halkı yine aynı “uluslararası toplum”un desteğinde İŞİD’li, PYD’li içsavaşa sürüklendi. Ama Irak başta olmak üzere başka ülkelerin uğradıkları vahşetten öğrenilmiş birşeyler vardı demek ki, Şam ve Suriye halkı direndi. Uluslararası durumda dengeler değişti. Suriye halkı Sam’ın değil Şam’ın yanında kendi kaderine sahip çıktı.

*

Şimdi, Türkiye’de aynı sloganın dile getirildiğini duyuyor musunuz?

Ne Darbe ne Dikta!

Yani diyor ki 15 Temmuz işgal saldırısında ortaya serilen “darbeye karşıyız; yani Sam Amca’yı istemeyiz.” Ama bu darbe başarılı olsaydı, iktidardan indireceği belli olan “dikta kuracağından kuşku duyduğumuz AKP’yi – Erdoğan’ı da istemeyiz."

Böyle söyleyenlerin belli ki arzuları çok, ama güçleri yok. Sesleri ve halleriyle “ne bu ne o” diyerek, Erdoğan’ı hedef almış görünen saldırının gerçekte Türk ulusunu ve Türkiye’yi hedef aldığını görmezden gelmeye eğilimliler.

Bakış açısının merkezine Türkiye’nin varlığına ve Türk Milletinin egemenlik hakkına zarar verilip verilmeyeceği sorununu değil de, kendisinin dışında kaldığı iki tarafı koyan bir bakış açısının neye hizmet edeceği, Irak ve Suriye’deki acı deneyimlerden bellidir.

Komşularımızda olup bitenler ortadayken aynı çıkmaz sokağa sürüklenmek, emperyalizmin Türkiye’ye saldırganlıkta cesaretini artırmaktan başka işe yaramaz.

*

Amerikan, İngiliz, Alman, İsveçli yöneticilerin açıklamaları, Irak ve Suriye için yaptıkları açıklamalara gereğinden fazla benziyor. Bu ülkelerdeki gazetelere yazdırılan yazılar, Sam Amca uslubuyla Türkiye’yi tehdit ediyor. Türkiye’de AB-D’den, Atlantik dünyasından uzaklaşma gibi sinyaller aldıklarını söyleyip, bir yandan aba altından işgal sopası sallıyor, bir yandan da ülkenin aleyhine olan reformların uygulamaya konmasını sağlamak için baskı yapıyorlar.

Türkiye kuşatılıyor.

Ülkemiz üzerinde, Büyük Ortadoğu Projesi’nin Türki Cumhuriyetlere uzanacak son büyük operasyonu yapılıyor. 15 Temmuz’un bir “darbe” ve “dikta” sorunu olmadığını, bunun “işgal girişimi” olduğunu görmemiz gerekir.

Bu kuşatmanın yarılması, bizlerin birinci önceliği olmalıdır.

*

“Ama Erdoğan çok güçleniyor, bunu İhvancı bir rejim için kullanacak” diyorsanız…

Bunu engellemek için Irak’ta Saddam, Suriye’de Esad karşıtlarının yaptığı gibi “ne bu ne o” sloganıyla işleri ihaleye çıkarmanın, böylece fiilen emperyalizmin yanında yer almanın çözüm olmadığı açık.

İhvancılığa, başkanlık rejimine, hele Türk Milleti’ni anayasadan çıkarmaya niyet kurmuş 15 Temmuz 2016 öncesi AKP’ye geçit vermeyecek olanlar, şimdi ülkemizin savunmasında kararlılıkla yer almış olan ulusal, cumhuriyetçi güçler olarak bizler olacağız.


7 Ağustos 2016 Pazar

15 TEMMUZ’U ARAŞTIRMA KOMİSYONU


Uşak Milletvekili Dilek Akagün Yılmaz, CHP kapalı grup toplantısında, genel başkan yardımcılığı koltuğunu işgal eden Sezgin Tanrıkulu’na Wikileaks belgelerinde açığa çıkarılan Amerikan yazışmalarında “contact person” ve gölge CIA diye bilinen Stratfor belgelerinde “TR705” dendiğini, bu bağlantıları açıklamak ve hakkındaki suçlamaları yanıtlamak zorunda olduğunu dile getirmişti. Partinin genel başkanı da, disiplin kurulları da sessiz kalmadı.
Yok, sandığınız gibi değil. Genel Başkan, bu sözleri kulislerde dedikoduyla değil, tüm milletvekillerinin karşısında Tanrıkulu’nun da olduğu kapalı grup toplantısında yüzüne karşı söyleyen Dilek Akagün Yılmaz’ı disipline verdi. Haziran 2011 genel seçimlerinde milletin vekili olmak için seçilmiş kimselerden oluşan CHP Grup Disiplin Kurulu da Yılmaz’a uyarı cezası vermeyi uygun gördü. Tanrıkulu’ndan ne bir savunma ve galiba ne de bir şikayet alındı. Sonrasında Sezgin Tanrıkulu insan hakları genel başkan yardımcısı olarak, görevlerini dolu dizgin sürdürdü.
*
Geçtiğimiz günlerde, TBMM’de 15 Temmuz işgal saldırısını araştırmak için bir Araştırma Komisyonu kurulduğu haberini duyduk. CHP yönetimi bu komisyona dört milletvekili görevlendirmiş; bunlardan biri de Sezgin Tanrıkulu.
Nasıl yani!
15 Temmuz, sahibinin Amerikan istihbarat servisleri olduğu iddia edilen bir iş. 15 Temmuz gecesi şu Stratfor adlı kuruluştan darbe yanlısı müdahaleler yapıldığı kamuoyuna mal olmuş.
15 Temmuz failinin cemaat olduğu bilinen bir iş. İlk büyük kumpası 2005 Şemdinli davası olan bu büyük saldırının cemaat eliyle yapıldığı artık delillendirilmiş olan her kumpas davasında, Sezgin Tanrıkulu savcıların yanında müdahil avukat olmuş.
Şimdi, bu saldırıları araştıracak TBMM Komisyonu’nda CHP temsilcisi olarak görevli!
*
Görevlendirmeyi partinin genel başkanı, meclisteki başkan vekilleri, grup yönetim kurulu yapıyor. Bu nedenle sorumluluk doğrudan bu makamlara ait. Ve elbette CHP’nin mecliste görev yapan tüm milletvekillerinin ortak sorumluluğu.
Zaten ortadaki sorun bu yüzden daha da ürkütücü.
Üzerinde bu tür suçlamalar olan kimseyi, şimdiye kadar aldığı tutumlar nedeniyle 15 Temmuz saldırısı üzerine Türk Milleti adına araştırma yapabilecek nesnelliğe sahip olamayacağı açık olan bu kimseyi, böyle bir işle görevlendirmenin anlamı nedir?
AKP’den liyakat talep ederken, bunun göreve uygun – görevde tarafsız bir görevlendirme olduğunu nasıl düşündüler? Liyakatın askıda olduğu açık! 
*
Türk siyasetinde büyük çürüme var.
Bu sözü pekçoğumuz söylüyoruz. Çok da sık söylüyoruz. Ama söylerken bile bunun nasıl bir derinliğe ve yaygınlığa sahip olduğunu tam olarak kavradığımızı sanmıyorum.
Ankara, siyasette etkili olabilmek için başka devletlerin elçilikleriyle sıkı ilişki kurulmasının zorunluluğundan dem vuran hırslılarla dolu. Hem de 19. Yüzyılın Dersaadet’ine benzetsek yanlış olmayacağı kadar. Bu hırslılar, artık “sivil toplum ve piyasa”nın o zamana göre çok daha fazla güçlendiği bu devirde ticaret – sanat mahfillerinden de bolca üyeye sahipler. Bunlar hep birlikte Amerikan televizyonlarının sonuna “Türk”ün eklendiği, dünyanın dört bir yanında yapılan operasyonlarda görev alan Amerikan-İngiliz-Alman gazetelerinin “dünyaca saygın ….. gazetesi” diye onurlandırıldığı bir ortamda iş görüyorlar. Fuat Avni gibi karanlık - organize sosyal medya hesaplarını “fenomen” ilan edip aklayanlar, bunun yabancı istihbarat operasyonlarını yürüttüğü suratlarına karşı söylendiğinde bile kendilerinin ne yaptıklarını fark etmeden yazıp çizmeye devam ediyorlar.
Küreselleşiyoruz çığlıkları atıldığından bu yana böyle oldu! Yukarıdaki sözleri söylemek ne haddimize? İçlerinden en solcularla en ileri liberaller çıkar ve “yabancı düşmanı!” diye üstümüze yürürler.
Aklını yitirmemiş düşüncelerde, vicdanı susmamış ahlaklarda etki ajanlığı, basbayağı ajanlık, bildiğin casusluk olan işler, bunların ağzında özgürlükçü demokratlık oldu. 
Suna’nın dediği gibi, liberallerin “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” sloganından da ilerideler: “Yardım edelim yapsınlar, yol verelim geçsinler.”
Sen yapma! Anlar da anlamazlardan olma! 

(BAG, Aydınlık, 7 Ağustos 2016)


3 Ağustos 2016 Çarşamba

ALTIN VURUŞU SİZ Mİ YAPACAKSINIZ?


Türk kamu yönetimi dört ana parçadan oluşuyor.

Parçalardan biri genel yönetim gövdesidir. Bu gövde başbakanlıktan başlar, işlev ayrışmasına göre bakanlıklar temelinde, coğrafi sınırlara göre taşrada iller ve ilçeler çevresinde kurulur. Taşra il özel idaresi, belediye, köy adı verilen yerel birimlerle örülüdür.

Diğer üç parça, yüklendikleri işlerin kendine özgü yapılarına göre kuruludur. Bunlardan biri silah-savaş-savunma işlerine bakan askeri yönetim, diğeri her düzenin temeli olan hakkaniyet ve adalet işlerine bakan adli yönetim, sonuncusu da dünyayı kavramak ve dönüştürmek gücü olarak bilgi işlerini içeren akademik yönetim.

Bunların halk adına yönetilmesini üstlenmiş olan siyasal iktidar, genel yönetimin doğrudan ve hiyerarşik patronudur. İşlevlerinin kendine özgü nitelikleri nedeniyle askeri yönetim bu patrona karşı sorumlu/bağlı, akademik yönetim bu patrondan özerk, adli yönetim ise bağımsız kurulmuştur. Bu ilişkilendirme elbette Türkiye’ye özgü değildir. Tüm çağdaş devletlerde kurulmuş şema böyledir.

*
Türkiye üzerinde kurulmuş dış dünya baskısı, özellikle 2000 yılından bu yana, başta AB ve OECD olmak üzere, bunlar ve ABD menşeli kurumlar tarafından yaratılmış “sivil toplum kurumları”, “think-thank”ler eliyle bu 3-A üzerinde yoğunlaştı. Silah – adalet – bilgi, bunların “yapısal reform şartları” haline geldi, Türkiye’nin aklı dumura uğratıldı.

*
Akademik dünya Türkiye’deki tüm araştırma gündemini bu merkezlerin belirlemesine terk etmek anlamına gelen sahte evrensel bilim zihniyetinden “dünya üniversiteler sıralaması”na, “İngilizce dergilerde yazma” ve “ingilizce yayınlardan atıf alma” gibi uygulamalara uzanan ağır bir baskı ağında adeta boğuldu. Üniversiteler bilgi üretme yöntemi ve araştırma gündemi bakımından aklını kiraya vermek zorunda bırakıldı. Kiralık akıl, neoliberal-cemaatçi akımla doldu.

Adli dünya, AB’nin “tüm yasal hükümlerin tüm yargı makamlarınca uluslararası hukuka göre verilmesi” amacıyla başlattığı bir ulusal hukuku kırma harekatına maruz kaldı. AB, 2004 yılından bu yana hukukun uluslararasılaşmasını isterken, aynı anda Türkiye’nin adli sisteminin “bölge istinaf mahkemeleri”yle donatılıp adli bakımdan eyaletleşme baskısını hiç terk etmeden sürdürdü. HSYK’dan başlayarak adli yönetime ait ne varsa herşey, AB uyum yasaları adı altında Türkiye için değil kendileri için iş görecek birer “reform şartı” oldu. Onların reformlarından, sinsi ve sahtekar cemaatçilik eliyle istila çıktı.

Askeri yönetim, aynı çevrelerin “sivilleştirme” ve “demokratikleştirme” kodlarıyla adeta hedef tahtası yapıldı. Ordu siyasi konulara müdahale etmesin gerekçesiyle sivil denetim altına alınsın pankartı altına toplanan bir dizi “reform” şartı, AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde ve diğer ilerleme raporlarında duruyor. Askeri yönetimi sivilleştirin diyen Avrupalı, bu sırada ordudaki fethullahçı istilaya karşı harekete geçenlere “dindarları tasfiye eden dinsiz ordu” diye saldıran o siviller için ve onlarla birlikte iş gördü. Askeri yönetim felç edildi.

*
Şimdi, süresi ve konusu sınırlı OHAL Kanunu’nu kullanarak Türkiye’yi istila ve işgal eden güçlerin aklını kanun hükmünde kararnamelere dökmek de ne?
Nereden baksanız yirmi yıla varan yıkıcı saldırı karşısında, 15 Temmuz’da Türk ulusunun gösterdiği büyük direnişin tam ortasında kiraya verilmiş akıllarla hareket etmek nasıl bir tutsaklık?
Siyasi iktidarın Türk Silahlı Kuvvetleri’ne dönük kanun hükmünde kararnamesi, OHAL için aldığı yetkinin sınırlarını aşması nedeniyle hukuksuz ve hükümsüz. Siyaseten ise, karşı karşıya olduğumuz büyük işgal saldırısı karşısında Türk ulusunu devletsiz ve savunmasız bırakabilecek tarihi önemde bir yanlış.

Dağılmış ordu, güvenilmez hale gelmiş adliye, akıl-fikir üretemeyen akademi… 
Yirmi yıllık AB-D stratejisi bunlar için çalıştı; belli ki epeyce mesafe aldı.
Şimdi altın vuruşu siyasal iktidar mı yapacak?
Buna izin verilemez.
Aynı Türksüz yeni-anayasaya izin vermeyeceğimiz gibi…

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 3 Ağustos 2016)