28 Şubat 2016 Pazar

KENDİNİ DARI SANAN ADAM -Kendini Bilmeme Hali-


Kendini darı sanan adam fıkrasını bilirsiniz. Bir an gelip “ben insanım, darı değilim!” dediğinde de, “ama bunu tavuklar biliyor mu bakalım!” diyerek büyük çukuruna yeniden yuvarlanan adam fıkrası. Kendini ve bulunduğu durumu bilmeme halinin özeti.
Bizdeki büyük akıl – fikir sorunu böyle bir şey. Entelektüel dünyamızın sorunu.
*
Kendimizi Avrupa sanıyoruz. O kadar ki, Avrupa’dan önceleri Fransız, sonraları Alman ve nihayet İngiliz dillerinde yazıp çizenlerin üzerinde durdukları sorunları kendi sorunlarımız sanıyoruz. Bunlardan birinin yazdığı herhangi bir şeyin bizde de olduğunu, çözüm dediği şeyin bizde de geçerli olduğunu kabul ediyoruz. Buraların akıl-fikir dünyasındaki tartışmaları “evrensel” katına da yükseltmişiz ki, adeta haşa, buna itiraz etmek ne demek!
*
Avrupa’da küreselcilik zamanıyla birlikte, 1980’lerden başlayarak, herkesi meşgul eden bir sorun arşa çıkmıştı. Ortadaki şey yabancı düşmanlığı ya da ırkçılık sorunu idi; uzun adıyla ırkçı ayrımcılık ve ırkçı eşitsizlik sorunu… Avrupa soruna çözüm aramaya başladı. Baskın fikre göre, farklı dine ve etniklere mensup olanların istedikleri, farklılıklarının tanınmasıydı. O halde çözüm istediklerini vermekti. ‘Çok-kültürcülük politikası’ bu istekleri karşılayacak, din ya da etnisite bakımından farklı olan topluluklar “tanınacak”, sorun halledilecekti. Tek-kültürcülüğe karşı çok-kültürcülük… Yeni çağın yeni demokrasisi…
Sorun da çözüm de Türkiye’ye aynen ve Tanzimat hızıyla taşındı. Hem de anayasa dalaşının temel konusu yapılacak kadar büyük bir cüretle… Taşıma hızlı, azametli ama, taşınan şeyin ne olduğunu da nereye döküleceğini de bilen yok… Çünkü bizde bu ‘çözüm’ü gerektirecek türden gerçekler yok!
*
Avrupa’da göçler vardı. Eski sömürgelerinde yaşayanlar, hele İngiltere’nin “commonwealth vatandaşı” saydıkları Karayiblerden, Bangladeş’ten, Hindistan’dan kopup geliyorlardı. Beyaz Avrupalı bu “renkli topluluklar” üzerine daha 1950’lerde devlet raporları yazmaya başlamıştı. Beyazların renklilerden rahatsızlıkları, eski Avrupa geleneğiydi; ırkçı ayırımcılık ‘renkli topluluklar’ı üzmeye başladı… Oysa bizde böyle bir şey yok. Türkiye’nin ‘eski sömürgeleri’ yok. Böyle bir göç sorunumuz yok. ‘Renkli topluluklar’ diye bir konumuz yok. Aksine, biz kendimiz Avrupa’ya göçenler arasındayız. Yaşamımızda olmayan şeyin, fikrimizde de yeri yok.
*
Göçmenlerin eşitsizlikten şikayet vardı. Göçmenlere hem davranışsal hem siyasal eşitsizliklerden gına gelmişti. Eğitim, sağlık, mülk edinme, çalışma, kamu hizmetine girme, seçme ve seçilme hakkı bakımından açıktan açığa farklı muameleler görüyorlardı. Kentler gettolaşmış, sosyal mekanlar arasına kimileri çıplak gözle görülen, kimileri camdan, ama hepsi aşılmaz olan yüksek duvarlar çekilmişti. Bulundukları ülkede herkesle eşit fırsatlardan ve aynı haklardan yararlanmak istiyorlardı… Oysa bizde böyle bir gerçek yok. Bir kere bu şikayeti edenler ‘göçmenler’ değil, Türk vatandaşları. Elbette ciddi eşitsizlik sorunumuz var; gelir dağılımı adaletsizliği utanç verici boyutlarda. Ama bunun renkle, dinle, inançla, etnik kökenle hiçbir ilgisi yok. Hepimiz aynı haklara sahibiz, inancımız ve kökenimiz ne olursa olsun hepimiz aynı eşitsizliklerden şikayetçiyiz.
*
Nasıl bir mantık, Avrupa’nın ağırlıklı bölümü eski sömürgelerinden gelen göçmenler gerçeğini bizim gerçeğimizmiş gibi görebilir? Bizde olmayan bir gerçeği nasıl bir zihniyet ‘sorun’ olarak ilan edebilir? Nasıl bir güç, akıllarımızı, olmayan bir gerçek ve hayali ‘sorun’lar için sözde çözümlerin hizmetine koşabilir?
Kendini darı sanan adamların mantığı…
Ülkesini Avrupa’nın sömürgeci ülkelerinden biri sanan entelektüellerle siyasetçiler… Ancak böyle bir zihniyet yapabilir. Çatılı-çatısız üniversitelerde üretilen, ‘bilgi’sini başka topraklardan tercümeyle derleyip Türkiye’ye don biçmeye kalkışan akıllar.
Türkiye’yi İngiltere, Fransa, ABD sanan; bunların çalıp söylediklerini ‘evrensel sayan’; ‘ben kendimi başka şey sanmıyorum, Türkiyeyim’ derken bir anda ‘ama ya bizden değilsin deyip beni uygarlığın dışına atarlarsa’ diye telaşa kapılan adam…
Türkiye’yi Mısır, Suudi Arabistan, Katar sanan adamla aynı kumaştan…

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 28 Şubat 2016)



24 Şubat 2016 Çarşamba

YENİ ANAYASA, OLMAYAN ‘YENİ DÜNYA DÜZENİ’ İÇİN!



1980 sonlarında Batı dünyasında globalizasyon adı verilen, bizde küreselleşme diye Türkçeleştirilen bir kavram ortaya çıkmıştı. Kavram bir süreci anlatıyordu; yarattığı şeyin yeni dünya düzeni olduğu ilan edilmişti. Bunun için her ülkenin yapması gereken üç şey vardı; ülkeler ya bunları yapacaklar ya da uygarlığın dışında kalacaklardı. Ya küreselleşmek ya ölüm!

Ekonomi ve yönetimde aynı anda yerine getirilmesi gereken üç görevden biri özelleştirme, ikincisi sivilleştirme, üçüncüsü yerelleştirme idi.

*

Özelleştirmelerle ulus-devletin ekonomideki yeri daraltılacak, ağırlığı hafifletilecek ve ekonomi piyasaya terk edilerek serbestleştirilecekti. KİT’ler, kamu kuruluşları satışa çıkarıldı. Ama gerçek serbestleştirme, piyasada yerli – yabancı ayırımına son vermekle olurdu; engellemeci gümrük duvarları alaşağı edilmeliydi. Engelsiz küresel piyasanın yerel parçası olmak, özgürlük ve demokrasinin iktisadi temeliydi. İçe kapalı ekonomilerin tek tipçi, baskıcı, diktatör üreten zeminini dağıtacak, dünyayla bütünleşmiş ekonomiler çokkültürlü ve özgürlükçü demokrasinin pınarı olacaktı.

*

Sivilleştirmeyle, ulus-devletin yönetimdeki yeri sınırlandırılacak ve yetkileri toplumsal örgütlere devredilecekti. Örneğin, ekmek fiyatını belirlemek devletin değil, toplumun işiydi; belediye meclisleri devreden çıktı ve yetki fırıncılar odasına devredildi. Ulus-devletin bürokratik mekanizmaları artık tek başına karar veremezdi, serbest piyasa yönetime de taşınmalıydı; tüm yetkiler sivil topluma! Yaşasın ortak karar, yaşasın katılımcılık, yaşasın yönetişim! Kooperatif ve sendikalar eritilirken, dini-etnik cemaatler ile oda, dernek ve vakıflar NGO (devlete ait olmayan örgütler), STK (sivil toplum kuruluşu) adını aldı.

*

Yerelleştirmeyle, ulus-devletin üretim ve bölüşüm politikalarını belirleme gücü sınırlandırılacaktı. Merkezi yönetim tek-tipçiliği, baskıcılığı besliyordu, oysa toplumun çokkültürlü hali yerellerdeydi. Her yerel birim, küresel piyasanın serbest iradeli alıcılarına dönüşmeliydi. Büyük küresel piyasa yerel ortaklarına engelsiz ulaşmalıydı. Demokrasinin beşikleri uyanacak, sivil toplumun çokkültürlü doğası yerelden küresele bağlanarak büyük özgürleşme yaşanacaktı. Yaşasın yerel özerklik! Yaşasın yerellerin özyönetimi!

Üç görev de şöyle ya da böyle yerine getirildi. Bugün ‘yeni dünya düzeni’nin bizi dünyayla bütünleştirdiği, serbest, özgür, çokkültürlü, demokratik ve barışa gark olmuş havasını soluyoruz!

*

Şimdi, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bu “büyük başarı hikayesi”, tüm çatısıyla anayasal zincirlere bağlanacak. Ve aslına bakarsanız, zincirin kimi halkaları anayasaya zaten girmiş bulunuyor:

Örneğin, ulusal devletin kamulaştırma yetkisinin sınırlandırılması (madde 46) işi 2001 yılından bu yana tamam. Devletleştirme hükmünün özelleştirme hükmüyle eşitlenmesi (madde 47) ve özelleştirmenin anayasal hüküm haline getirilmesi de öyle. Hem de 1999 yılından beri.

Örneğin, bizi dünyaya bağlamak üzere “uluslararası hukuk ulusal hukuktan üstündür” (madde 90) kuralı da 2004 yılında anayasadaki yerini almış durumda.

Örneğin, ulusal devletin temel sosyoekonomik yönetim aracı olan planlama kural olmaktan çıkarılıp, yanına (madde 166) ekonomik ve sosyal konsey adlı devlet – sermaye ortaklığını temsil eden bir “yönetişim harikası” mekanizma 2010 yılında sokuşturulmuş bulunuyor.

Siz, yeni anayasacıların bu “yeni” hükümlerden kurtulmak gerektiğini söylediklerini hiç duydunuz mu?

*

Yeni Anayasacılık, emperyalizmin tüm dünyada ve ülkemizde 1980’li yıllarda başlayan büyük saldırganlığının mantıksal sonuçlarına vardırılmasından başka bir şey değil.

Bu işin hayretlik tarafı, küreselcilik projesi gözlerimizin önünde dünyayı işgallerin vahşetiyle kana bulayarak batmışken, kendilerine anayasal güvenceler yaratma cesaretini nereden ve nasıl bulabildikleri.

Yeni anayasacılık suçunun failini doğru saptamamız ve ışığı doğrudan onun gözüne tutmamız, bu arsızlığa son vermenin yollarından biri olsa gerek.

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 24 Şubat 2016)


23 Şubat 2016 Salı

TÜRK MİLLİYETÇİSİYİM DİYOR AMA….


“Masa”, TBMM’de dört partiden üçer temsilciyle kurulmuş olan Anayasa Uzlaşma Komisyonunun takma adı.
Biri 2011’de kurulmuştu, gizli niyetler bir bir sızmıştı, “masa dağıldı”.
İkincisi 2016’da kuruldu, 4, 10, 16 Şubat günlerinde üç kez toplandı, üçüncü toplantıda CHP parlamenter rejim ve ilk dört madde temelinde bir anayasa, deyince bu “masa” da dağıldı.
AKP ve HDP karalar bağladılar. Normaldir, çünkü muhtaç oldukları meşruiyet zemini dağıldı.
MHP “biz masa sürsün isteriz” dedi. Şaşırttı, çünkü masada Türksüz Anayasa dayatması var.
*
Çaresizlik diz boyu. AKP şimdi bir yandan “masaya dönün” çağrıları yapıyor, bir yandan da “kendi taslağımızı anayasa yaparız” diyor. Çünkü yeni anayasadan daha önemlisi, bunun yapılış biçimi. Gerçek ya da göstermelik olsun, parlamentodaki partilerin tam uzlaşması bile değil, “tam katılımı” yoksa, yeni anayasa da yok! Kendi başına anayasa yapmak ise olmayacak duaya amin demekten öte bir anlam taşımıyor. Daha üç yıl önce, Mısır’da ihvancılar kendi anayasalarını yapmışlardı. Referanduma sunup yürürlüğe bile sokmuşlardı. Tarih Aralık 2012 idi, Temmuz 2013’te hem anayasaları hem de iktidarları sona erdi.
*
 Mesele “masa” idi. Masa, AKP-HDP ortaklığıyla yürütülen ve Atlantik diyarından da istenen yeni anayasaya can suyu idi. Can suyu kesildi. Türk Milleti’nin egemenlik hakkını anayasadan silmeye kalkışmış odaklar tık nefes kaldılar.
*
 Şimdi “Türk milliyetçisiyim” diyenlere dikkat etme zamanı. PKK ve çevresi, bu yoldan geçip etnik kimliklere statü ve Kürdistancılık fırsatı elde etmeyi umuyor. AKP yöneticileri ve çevresi, Milleti İbrahim dedikleri bir çerçevede ihvani ümmet egemenliği yakalama fırsatını kovalıyor. Atlantik dünyasından bin yıllık Anadolu hesabının görüleceği günler geldi titreşimi yayılıyor. Çünkü yeni anayasacılık, Türk Milletinin egemenlik hakkını ortadan kaldırmaya ahdetmiş. Üçü birlikte ve kimbilir başka kimler, bin yılın son fırsatı peşinde koşarken, yıllardır Türk Milliyetçisiyim diyenlerden bazıları ne diyorlar?
*
Bunlardan birkaçını söyleyeyim:
Televizyonlarda kimileri “önemli olan Türk mefkuresidir, anayasa da neymiş” diyorlar.
Gazetelerde kimileri “Milleti İbrahim demek Türk demektir, bir şey değişmez” demeye getiriyorlar. Bunlar Mu Uygarlığı’ndan dem vuruyorlar; Hz. İbrahim Sümer Türkü idi, bilmez misin diye haykırmaya gayret ediyorlar.
Sosyal medyada bazıları “anayasayı boşver, Çin – Rusya – İran Türklere zalimlik ediyor, onlar için konuşalım” deyip meydan boşaltıyorlar.
*
Sol-sosyal demokrat çevreler Türk vatandaşlığını “etnik kimlik” sayıp ulusal egemenliğin altını oymak isteyenlere yolu açarken, kendini bugüne kadar kamuoyuna “Türk Milliyetçisi” diye takdim etmiş çeşitli çevreler de iri lakırdılarla yol temizliği yapıyorlar.
*

Ulusal kurtuluş savaşıyla elde edilmiş egemenlik hakkımıza yönelik saldırıların bugün elde ettikleri kuvvet, kendi güçlerinden bulup çıkardıkları kuvvet değil. Bunlara karşı direnecek olan düşünce ve hareketlerin içlerindeki göçüklerden buldukları cesaret.

(BAG, Egeekspress, 22 Şubat 2016)


22 Şubat 2016 Pazartesi

YENİ ANAYASACILARA CAN SUYU YOK!



Anayasa Uzlaşma Komisyonu, “masa” takma adını aldı. 2011’de kurulan masa, uzlaşma olmadan başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 2016’da ikinci kez açıldı. 4, 10, 16 Şubat günlerinde üç kez toplandı. Usul adı verilen (1) komisyonun adı, (2) komisyonun görevi maddeleri tartışılırken, AKP’nin başkanlık rejimi dayatması karşısında CHP’nin parlamenter rejim ve ilk dört maddeye dokunulmaması demesiyle çıkmaza girdi. Komisyonun başkanı “olmuyor” dedi, çok tutmuş deyişle “masa dağıldı”.
*
AKP ve HDP neredeyse karalar bağladılar. AKP cenahından sözcü Ömer Çelik, artık gına getirmiş olan “baskıcılar, tek parti zihinliler…” küfürlerini savurdu. Ahmet Davutoğlu “n’olur masaya dönün” derken, Bekir Bozdağ “inşallah dönülür” diye dualar etti. Söyledikleri şu oldu: “Yeni anayasa önemli, ama yapım süreci ondan daha çok önemli”. İşte bu söz doğruydu; çünkü AKP, yapmak istediği anayasaya “toplumun ve siyasetin tam katılımı” olmadıkça adım atamaz. Bu işe herkes katılmış gibi bir görüntü yaratmaya nefes kadar muhtaç. Komisyon da bu görüntünün ta kendisi…
*
Bu gelişmeler üzerine Cumhurbaşkanı “AKP kendi anayasa taslağını hazırlar, ortaya koyar” dedi. AKP bunu elbette yapabilir. Hatta yapmasında büyük bir yarar da vardır. Böylece katılımcılık gösterileri, uzlaşma-pazarlık hikayeleri, usandırıcı ilmi-siyaset oyunları bir yana itilir ve AKP anayasasının ne tür bir şey olduğunu hepimiz görürüz. Kendi partilileri de görür. Seçmenleri de… AKP’nin “sivil anaya” dediği metnin ne olduğu ortaya konsun, herkes ve özellikle AKP’liler bir görsün.
*
AKP’nin masadaki temsilcilerinden biri olan Ahmet İyimaya, 19 Şubat 2016 akşamı bir televizyon programında “madem öyle, biz de kendi taslağımızı anayasa olarak halkoyundan geçiririz” dedi. İşte bu en çarpıcısıydı.
Peki nasıl geçirirsiniz? Anlaşıldı ki, şimdi geçerli olan tüm usul kurallarını, TBMM’de yeterli ve gerekli sayı koşullarını; referandum şartlarını bir yana atmanın yollarını arıyorlar. Ama daha söylerken, bunların gayrımeşru arayışlar olduğu ortaya çıktı. Çaresizliğin ayıplı zihni...
*
 Durum ortaya çıktı; AKP – HDP için en temel eksiklik “meşruiyet”. Anayasa Uzlaşma Komisyonu, bu can suyu ihtiyacını karşılayan bir pınar. Masa devrildi, can suyu çekildi, AKP – HDP çaresizliğe düştü. Türkiye, başına geçirilecek karanlık çuvaldan kurtuldu.
*
Böyle bir manzara karşısında MHP anlaşılması çok güç bir tavır sergiledi. Masadaki temsilcileri “biz masa sürsün isteriz” dediler. MHP’nin, Türksüz Anayasa Dayatması artık iyice açığa çıkmış bulunan o masaya oturma arzusu herkesi şaşırttı. Hatta AKP’liler “üç partiyle otururuz” gibi sarsak laflar ettiğinde de “olur, otururuz” gibi şeyler mırıldandılar.
Neden?
MHP yöneticileri hala “masadan kalkan kaybeder, masayı deviren kaybeder” gibi içi boş tehditlere değer mi veriyorlar? Oysa o şantaj anlamını ve etkisini yitireli çok oldu!
Üstelik MHP masada “bu komisyon ve meclis yeni anayasa yapamaz, ancak ve ancak anayasa değişiklikleri üzerinde çalışabilir” görüşünü savunmuş, AKP ise bunu adeta duymazdan gelmişti. Bu konu çözülmeden, yani “masa”nın oynayacağı oyun kararlaştırılmadan, Komisyon’un çalışması mümkün değildi. MHP bu temel konuyu çözüme kavuşturmadan masada nasıl oturacak?
*
Tarih iki notu yazdı:
(1)   “Masa”da CHP görüş ve itirazlarının arkasında durdu. MHP durmadı.  
(2)   CHP ve MHP, “Türk’süz Anayasa Dayatması”yla ilgili olarak, 2016 Masası’nda da açık konuşmadılar.

Yenianayasa Müzakeresi Yok! Yenianayasaya Geçit Yok!

(BAG, Yeni Adana, 22 Şubat 2016)

21 Şubat 2016 Pazar

TÜRK’E KARŞI MASA ve MHP


Başkanlık rejimi, statücü ve özerkçi düşmanlığın örtüsü...
2016 Anayasa Uzlaşma Komisyonu, aynı düşmanlığa meşruiyet sağlama masası...
MHP temsilcilerinin böyle bir masa için sergilediği gönüllülük ise, tarihin not ettiği ve biz Türk vatandaşlarının hayretle tanık olduğumuz bir durum…
Statü, etnik kimliklere dayalı bir anayasa isteğinin adı. Statücüler isteklerine “eşit vatandaşlık anlayışı” diyorlar; doğru adı “etnik vatandaşlık” zihniyeti… İsteklerinin gerçekleşmesi için atılması zorunlu olan bir adım var. Buna göre, Anayasa’da Türk vatandaşlığı (madde 66) ve Türk Milletinin egemenliği (madde 6) olmamalı. Türk vatandaşlığı yerine ya “türkiye cumhuriyeti vatandaşlığı” ya “türkiye vatandaşlığı” yazılabilir; ya da hiçbir şey yazılmayabilir. Statücünün amacına üçü de hizmet eder. Türk Milleti yerine ise, Leyla Zana’nın yemin töreninde açık ettiği üzere “türkiye milleti” gibi bir şey yazılabilir ya da AKP yöneticilerinin yaptığı gibi “isimsiz millet” denip geçilir.
*
Statücüler, PKK ve çevresi, etnik bölünme isteklerini “TC vatandaşlığı”yla gerçekleştirme çabasındalar. Bu formül AKP yöneticileriyle CHP’nin tepesindeki klik tarafından da destekleniyor. Yani Türk, anayasadan TC ile silinecek.
İlginç bir durum… Çünkü bizim 2012-2013 yıllarımız, Ziraat Bankasından ve Sağlık Bakanlığı kurumlarından TC simgesini kaldırmaya kalkışanlara haddini bildirmekle geçmişti. Toplam 32 milyon facebook kullanıcısından 9 milyonu, adlarının önüne TC yazmıştı.
Tabelalardaki TC’yi bağrına basan bizler, şimdi TC’nin anayasaya gireceğini duyuyoruz, bu savunma ateşiyle “ben bir türkiye cumhuriyeti vatandaşı olarak…” diyerek meydan okuduğumuzu sanıyoruz.
Ne var ki zaman geçti, saldırganın elindeki aletler değişti. Şimdi TC sözü, anayasadan Türk sözünü silmek için kullanılıyor. Bizim TC simgesine kitlesel sahip çıkışımızın hoşumuza giden hatırası, saldırganın işini kolaylaştırıyor. Şimdi “ben türkiye cumhuriyeti vatandaşı olarak…” demek, aldanıp teslim olmak anlamına geliyor. Meydan okumanın adı, artık, “ben bir Türk Vatandaşı olarak….” cümlesi oldu.
*
Özerklik, federal devlet oluşturulması isteğinin şifresi. Bu cephenin müttefiklerinden en hafifleri, yerel yönetimleri güçlendirmekten ve yerel demokrasiden söz ederek ısındırma hareketleri yaptırıyorlar. Isındırmanın ikinci aşamasına, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın tüm çekincelerini kaldırmak”tan söz ederek devam ediyorlar. İlk adımlar olarak, anayasaya yerel yönetimlerin idari ve mali özerk birimler olduğunu yazmanın ve buna dayanarak anayasadan merkezin yerel üstündeki denetimi anlamına gelen idari vesayet yetkisini kaldırmanın yollarını hazırlıyorlar.
Özerklikten söz eden PKK ve çevresi, Türkiye’nin bölgelere ayrılmasını istiyorlar. HDP’nin ağzında bütün Türkiye’de bölgeleşmeye gidilmesi ve bölgesel resmi diller yaratılması isteği var.
PKK adına konuşan kimileri ise “ortak vatan”dan söz ediyorlar; bunun Türkiye ve Kürdistan olduğunu ilan ediyorlar. Buna göre ağızlardan dökülen şey, Türkiye için çok-bölgeli değil iki devletli bir federal sistem tasarımı.
Yine PKK ve çevresinden yükselen seslerden biri, 2003 yılından bu yana, “demokratik konfederalizm” diye bir hedef gösteriyor. Buna göre taleplerin alanı yalnızca Türkiye değil. Türkiye’nin yanısıra Irak, İran ve Suriye’den “özerklik” üzerinden koparılacak dört parçanın kendi aralarındaki konfederal birliği.
En hafifinden en ağırına bu söz ve taleplerin her biri, ayrılıkçılık hedefinin hizmetkarları olarak karşımıza çıkıyor.
*
Bölücülüğün ve ayrılıkçılığın, AB-D desteğiyle silahlı-hendekli saldırganlığı karşısında “insanlar anadillerinde şarkı söylemesin mi?” diyenlere, “hizmetler halka en yakın birimlerde verilmesin mi?” ya da “yerel halk kendi kendini yönetmesin mi?” diyenlere, artık tek sözümüz var: Hadi canım sen de!
*

Başkanlık rejimi bu statücü ve özerkçi düşmanlığın örtüsü, 2016 Anayasa Uzlaşma Komisyonu aynı düşmanlığa meşruiyet sağlama masasıdır. MHP temsilcilerinin böyle bir masa için sergilediği gönüllülük ise, tarihin not ettiği ve biz Türk vatandaşlarının hayretle tanık olduğumuz bir durum…

[BAG, Aydınlık Gazetesi, 21 Şubat 2016]

18 Şubat 2016 Perşembe

KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI ÜZERİNE



“Dünyaya soldan bakarım” diyen kimi çevreler, etnik bölücü talepleri ilericilik ya da sosyalistlik sanıyorlar. Bunların başında “anadilde eğitim”, “kolektif haklar”, “kolektif kültürel haklar”, “kimliklere statü”, “halkların (etnik toplulukların) tanınması”, “demokratik millet tanımı getirilmesi” gibi sözlerle dile getirilen talepler var. Hepsini topluyorlar, söylediklerini “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı vardır” düsturuna bağlıyorlar. Ardında da, zaten, diyorlar, bu ilkenin sahibi Lenin idi.

*

Oysa öyle değil.

O ilke Lenin’in değil, ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1918 tarihli nizamı alem planının sloganı.

Lenin’in tartışması başka. Bir ülkenin içindeki etnik toplulukların ayrılıkçılık isteğiyle boğuşuyor. Bunlar o zamanlar “ulusal-kültür” dedikleri etnik topluluklara özerklik istiyorlar. Lenin de yazılarında kültürel kaderi tayin hakkı saçmalığını bırakın, diyor. Bu basbayağı siyasal kaderi tayin hakkı demek, onun anlamı da ayrılmaktan ibaret… Açık konuşun!
*

Talepkarlar o zamanlarda konuyu “milliyetlere kültürel özerklik” (kültürel-uluslara özerklik) diye ortaya koymuşlar. Şimdi PKK çevresiyle HDP buna “kimliklere statü” ve “kolektif kültürel haklar” adını veriyorlar.

Yüz yıl önce, 1913 yılında, daha sonra Sovyetler Birliği’ni kuracak olan Lenin bir makale yazmış. Makale,“milliyetlere kültürel özerklik” isteyenlerin, okulları kültürel topluluklara göre ayırmak planını konu alıyor.

Lenin’in bu taleplerle yanıtı şöyle:
“Her bölgede birörnek okullarda tüm ulusal-topluluklardan (nationalities) gelme çocukların birbirine karışmasınıgüvence altına almaya çalışmalıyız.”
“Okulların, hangi biçim altında olursa olsun, ulusal-topluluklara (etnik topluluklara) göre ayrılmasına, en sert biçimde karşı koymalıyız.”
“Ulusal (etnik) kültür” şampiyonluğu yapmamalıyız; dünya emekçi sınıfı hareketinin enternasyonal kültürü adına, bu “ulusal (etnik) kültür” sloganının kırtasiyeci ve burjuva niteliğini ortaya koymalıyız.”
“Her “milliyetler kültürü” için özel etnik okullar kurulmasından yana olmak gericiliktir. Gerçek bir demokraside okulları etnik-topluluklara göre bölmeksizin, öğrencinin kendi dili, kendi tarihi hakkında dersler düzenlenmesini sağlamak olanak içindedir.”

*

Bundan yüz yıl önce, Avusturya’da ortaya atılıp Rusya’da çeyrek yüz yıl boyunca tartışma konusu edilmiş “milliyetlere kültürel özerklik” baskısının ipliği kısa bir süre sonra pazara çıkmıştı. Konu “milliyetlerin/etnisitelerin kendi kaderini tayin hakkı” diye sunuluyordu. Kaderi tayin edilecek olan kültürün tayini kültürle olur mu? Elbette olmaz. Kültürel kaderin tayini siyasetle olur. Demek ki sözü edilen şey kültürel değil, siyasal kaderi tayin hakkı. Yani ayrılmak ve ayrı bir ulusal devlet kurma sorunu…

Parçalanma sorunu…

“Dünyaya soldan bakarım” diyenlere söyleyelim: Lenin’de etnikçilik ve parçalanma yok.


(BAG, Egeekspress, 15 Şubat 2016)

17 Şubat 2016 Çarşamba

STATÜCÜLERİN DİL HİLESİ


PKK ve çevresi, parlamentodaki HDP, iki şeyi birden istiyor. Hem bölgesel özerklik, hem de etnik kimliğe statü.
Bu kesimin bölgesel özerklik isteği, AKP’nin başkanlık rejimi amacına uygun düşüyor. Talep pazarlığa bağlanmış durumda. Çok zaman duyduğumuz gibi, “ver başkanlığı, al özerkliği”!
Etnik kimliğe statü ise pazarlık masasında yok. Çünkü pazarlığı bitmiş, taraflar üzerinde anlaşmış bulunuyor. Öyle ki, anlaşmaya CHP yönetimindeki klik de eklenmiş durumda. Partinin 1 Kasım 2015 seçim bildirgesine ve 2016 Ocak ayında yapılan kurultayında oldu-bittiye getirilen sonuç bildirgesine yazıldı.
Ne anlaşmasıymış bu, diye soran kalmamıştır herhalde. Anayasanın 66. Maddesindeki Türk Vatandaşlığını silip çıkarma ve yerine Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı yazma anlaşması.
*
Etnik kimliklere statü verilmesi, nüfus dairesinde ya da sürücü belgesi veren emniyet dairelerinde yapılan işlemlerle olmuyor. Bu ancak anayasaya yazılarak mümkün olabiliyor. Bu niyet, Yeni Anayasa ısrarlarının birkaç temel nedeni arasında birinci sırada yer alıyor. Anayasada etnik kimliklere statü verebilmek için, önce buna engel oluşturan noktaların temizlenmesi gerekiyor. İlk engel 66 maddedeki Türk Vatandaşlığı. Bireyi devlete bu adla bağlayınca, toplumun siyasal kimliği bir bütün olarak Türk Milleti oluyor.
Dolayısıyla ikinci engel 6. Maddedeki egemenliğin kayıtsız şartsız ona ait olduğu belirtilen Türk Milleti tanımlaması. Anımsanacağı gibi şimdi görevde olan son meclisin açılışında HDP’li Leyla Zana milletvekili yemini ederken bu kavramı bozmaya yeltenmiş, Türkiye Milleti demişti. Tahrifat büyüktü ve bilinçliydi, nitekim yemini geçersiz oldu. Böylece gizli anlaşmaların yönünü de açığa vurdu.
Bu iki maddenin doğal sonucu olarak, statücülerin karşısındaki üçüncü engel 3. Maddedeki dil şartı, Türkçe. Bu maddenin yazımı ilginç; “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” diyor. Hem devlet dili, hem resmi dil, hem de ulusal dil Türkçe olarak hükme bağlanmış bulunuyor.
*
On-onbeş yıldan bu yana hazırlanıp masaya sürülmüş çeşitli anayasa taslaklarına bakın, bu cümleye “ifadesi bozuk” diyenler pek çok. ‘Dili Türkçedir’ ne demekmiş, diyorlar. ‘Kimin dilinden söz edildiği belli değil’, diyorlar. Resmi dil mi, devletin dili mi, milletin dili mi açık ve güzel bir ifadeyle yazalım, diyor ve ‘güzel yazı’ derdinde imiş gibi konuşuyorlar.
Oysa madde açık. Devletin dili, Türkiye’nin resmi dili, toplumun ulusal/milli dili Türkçe’dir; ifadede hiçbir belirsizlik yok.
Zaman zaman ‘bunlar birbirinden farklı şeyler’ diye bilgiçlik taslayanlar ortaya çıkıyor. Örneğin Sovyetler Birliği’nde birliğin parçaları arasında ortak kullanılan dile (Rusçaya) “resmi dil” denirken, cumhuriyetlerin her birinde kullanılan dile (Kırgızca, Gürcüce gibi) “devlet dili” denmiş. Devlet dili, o devlette çoğunluk ya da baskın durumda olan etnik topluluğun dili olarak ulusal/milli dil unvanı alırken, diğerleri yerel dil ya da anadili olarak kabul edilmiş.
Olabilir. Federasyon tipinde örgütlenmiş bir yapı elbette farklılık gösterir. Türkiye bir federasyon değil. Üniter bir devlet. Öyle olduğu için de, bu tür bir uygulama gerekli değil.
Devletlerin tiplerine göre farklılık gösteren ve mevcut siyasal kuruluşun özünü yansıtan bir ifadeyi, “belirsiz ifade” ya da “kötü ifade” gibi göstermeye çalışmak, herkesi aptal yerine koymaktan başka bir şey değil.
*

Yeni Anayasacılık herşeyi karman çorman ederek yol almaya çalışıyor. Acaba suçluların telaşı içinde oldukları için mi böyle yapıyorlar? Yoksa, güttükleri amaçların halk tarafından hiddetle reddedileceğini bildikleri için mi kurnazlık ediyorlar? Belki de büyük bir bölümü nereye sürüklendiğini bilmiyor, içlerinden bir avuç insan ne yaptıklarının farkında… 

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 17 Şubat 2016) 


16 Şubat 2016 Salı

ANAYASA MASASINDA NE OLDU?


16 Şubat 2016 akşamı AKP adına Ömer Çelik açıklamalar yaptı.

“Şimdiki anayasa 12 Eylül orijinli” dedi. Buna dikkat etmeli; yürürlükteki anayasa niteliği bakımından darbe anayasasıdır, diyemedi. Çünkü artık değil. “Bir gece baskınıyla yapılmış darbe fermanı” diyerek de gerçeğe aykırı konuştu. Darbe 12 Eylül 1980’de yapılmıştı, anayasa iki yıl sonra 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunuldu ve bir ferman değil bir “yasa” sürecinin ürünüydü.

Çelik'in açıklamaların nedeni, CHP’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonunun 3. Toplantısında masadan ayrılması ve TBMM Başkanının “komisyon sona erdi” demesiydi.

*

MHP, Komisyon “Yeni Anayasa Yapamaz” Diyor….

AKP sözcüsünün dediğine göre, Anayasa Uzlaşma Komisyonu “yeni anayasa taslağı yazacaktı”. Ama kendisi açıklıyor ki, masanın çevresindeki partilerden biri, MHP, “olmaz” demiş.

Çelik, ilginç bir şekilde bu itirazı önemsemediklerini gösterdi. Oysa en başta karara bağlanması gereken konu bu değil mi? Eğer bu görüş farklılığını görmezden gelirseniz, “otoriter”, “baskıcı”, “parti muhafızlığı”, “herşeyi ben bilirimci”, “militer” bir tavır sergilemiş olmuyor musunuz? Bu masa bir “uzlaşma masası” değil mi? Komisyonun görev ve yetkisini belirleme yetkisi, yalnızca AKP’ye mi ait?

Üstelik MHP’nin görüşü de geçerli ve isabetli bir görüş. Ömer Çelik hayret verici biçimde tersini söylese de, hem siyaset bilimi hem de anayasa hukuku bakımından pek açık. Kurucu, temel yasalar büyük alt-üst oluş dönemlerini düzene sokar; olağan parlamentolar da yaşamı bu temelde düzenler. Eğer olağan parlamentolar “yepyeni anayasa”lar yapabilecekse, yasa yapma görevini hangi temele göre yürütecekler? Temel esasları oynayıp durursa, devlet bir yana aile bile varlığını sürdüremez. İktidar partilerine sapla samanı birbirine karıştıran zayıf gerekçelerle yürümek yakışmıyor. 

*

Asıl Mesele Süreci Devam Ettirmek…

Komisyonun ne yapıp ne yapamayacağı gibi en temel konuda karşı tarafı dinlemeyen AKP, “tartışmak istiyor”. Başkanlık rejimini tartışalım” diyor, “demokrasi burada, siyaset tartışa tartışa…” diyor.

Sonra asıl meseleyi söylüyor: “Yeni anayasa yapma süreci, yeni anayasanın kendisi kadar önemlidir.” İşte bu doğru. Parlamentodaki partileri tezgaha oturtamazlarsa yeni anayasa dokuyamazlar. Bu iş, meşruiyet eksikliğiyle olmaz. İnat edip yapan olursa yapabilir; ama o anayasanın ömrü yılı aşmaz. Bunun farkındalar. 

*

AKP Ne Yapacak?

Ömer Çelik, şimdi ne yapacakları konusunda iki sözleri olduğunu söyledi, ama üç şey söyledi:

1. TBMM Başkanı bu süreçte şeffaflığa önem verdiğini söylemişti; Komisyon tutanaklarını kamuoyuna açıklamasını istiyoruz.

2. CHP masaya dönsün.

3. CHP masaya dönmezse, diğer iki partiyle çalışmaları yürütürüz.

*
AKP’nin Çaresizliği…

Böyle bir komisyonun çalışmalarının “gizli” yürütülmesi, kendi başına skandaldı. Ömer Çelik’in “tutanaklar açıklansın” isteği çok yerindedir.

“CHP masaya dönsün” sözü ise anormal ve meşruiyet görüntüsüne ne kadar muhtaç olduklarının açık ilanı.

“Süreci” üç partiyle sürdürmeye hazır oldukları sözü ise umutsuz laf zinciri… Bunu yapabilmek için, herşeyden önce, MHP’nin “bu komisyon yeni anayasa yapamaz” şeklindeki ve bizce de son derece isabetli olan görüşünden vazgeçmesini sağlamalı.

HDP’ye gelince, o bir yeni anayasacı. AKP, bu partiyle başbaşa verip “yeni anayasa” yapabilirse buyursunlar yapsınlar.

*
Sonuç

AKP sözcüsü Ömer Çelik’in “yeni anayasa milletin talebidir” sözü, açıklamasındaki en boş sözlerden biridir. Yeni Anayasa, AKP ile HDP yönetimlerinin talebidir. Bunu “milletin talebi” diye sunmaya gayret etmek, içi boş siyasete örnektir. Milletin sorunları pek çoktur; bu sorunların içinde nedeni anayasa olan sorun yoktur.

Kendini, siyasal partisini, kendi ideolojisini “millet” ile özdeş hale getirip konuşmak, işte bu, dünyanın neresinde olursa olsun, tam ve tartışmasız olarak, eleştirmeyi pek sevdikleri “tek-parti” tavrıdır.




14 Şubat 2016 Pazar

STATÜ NEDİR?


İki dönem milletvekilliği yapmış ve 1979’da kazanıp tamamlayamadığı hukuk öğreniminin şimdilerde sonuna gelmiş deneyimli bir öğretim üyesi dostum söyledi: “Üniter ne demek biliyoruz, federasyonu, özerkliği anlıyoruz. Statü kavramıysa zihnimizde yok gibi bir şey. Şimdiki tartışmaların çekirdeği bu. Ama anlamayı bırak, sözcüğü duymakta bile zorlanıyoruz. Bunun nedeni, zihnimizdeki bu boşluk”.
Doğru söylüyor.
*
Türk Dil Kurumu statü sözcüğünün Fransızcadan (statut) geldiğini belirtip dört anlam vermiş. Bunlardan ikisi “heykel”, “tüzük” anlamları. Bir diğeri “kadro bakımından bağlı olunan durum, pozisyon (memur statüsündeki kişiler deyişinde olduğu gibi). En genel anlamı ise “bir kimsenin bir kurum veya toplum içindeki durumu”.
Bizi ilgilendiren sondaki anlamı. Buna göre statü, kişilerle ilgili bir durum; coğrafyayla ilgili değil. Yine buna göre statü, bir şekilde tanımlanmış olan bir durum; kendiliğinden olan bir hal değil.
PKK ve çevresinin uzunca zamandır dile getirdiği “kimliklere statü”, Türkiye’de kopan fırtınaların ifadelerinden biri. Daha günlük konuşmalarda rastladığımız “kendi kimliğimle siyaset yapmak” arzusu da aynı şeyin ifadesi.
*
Statü sözüyle dile getirilen şey, yine bir tür özerklik talebi. Ama ülkenin belli bir bölgesinde ayrı yönetim hakkı talep etmek anlamına gelen özerklikten farklı olarak, bu sefer nüfusun – insanların – ulusun bir ya da farklı bölümleri için özerklik talep etmek anlamına geliyor.
Kimliklere statü, Avrupa merkezli olarak, yüz yıl önce “milliyetlere kültürel özerklik” adıyla tartışmalara konu olmuştu. Tartışmalar Avusturya ve Rusya’da parti kongreleri yapılmasına, makaleler yazılıp çizilmesine neden olmuştu.
O zaman bu tartışmalar şöyle sonuçlandırılmıştı: Milliyetlerin kültürel özerkliği diye bir şey olmaz. Bu istek, açıkça, şimdi birlikte yaşayan çeşitli etnik kimliklerin, milliyetlerin siyasal özerkliğini istemek anlamına gelir. Bu da mevcut siyasal sistemden ayrılmak talebidir. Herkes açık konuşsun; ortada bir sorun varsa çözümü ancak açık konuşmayla bulunur.
Bizde şimdi “kimliklere statü” etiketi altında “kimliklerin tanınması”, “bunun için anayasada değişiklik yapılması” diye dile getirilen görüşler, yüz yıl öncekilerle aynı görüşlerdir. Tartışmaların niteliği de aynıdır. Elbette çözümü de… Zor değil, çözüm yalnızca açık konuşmakta gizli.
*
Mahkemelerde anadilde savunma yapılması, her kademede (anaokulundan üniversiteye) anadilde eğitim yapılması gibi parçalı taleplerden hareket edenlerin, anadillerin resmi dil haline getirilmesi talebi “statü talebi”dir. Kime? Kimliklere… Hangi kimliklere? Etnik kimliklere… Eğer etnik kimlikle özdeşleşiyorsa, elbette mezheplere ve inançlara da… Özdeşleşmiyorsa, etnik kimliklerden ayrı olarak onlara da…
Kimliklere statü diyen siyaset, uygulamaya geçebilmek için, kendini anayasada görmek zorundadır. “Statücülük”, bugünkü Yeni Anayasa tartışmalarının özünü oluşturur. Bu kapıyı açmanın tek yolu vardır; Anayasa’daki Türk Vatandaşlığını getirmiş olan 66. Maddeyi değiştirmek… Bu yapılınca egemenlik hakkı Türk Milletinindir diyen 6. Madde temelsiz kalır; onu da “yumuşatmak” ya da “kaldırmak”…
*

Bölgesel özerklik istekleri başlıca dert alanlarından biridir. Kimliklere özerklik, yani “statü talebi” ise, aynı zamanda Türk Milletinin egemenlik hakkını ortadan kaldırma amacını güttüğü için, daha da büyük bir dert alanı açmış bulunuyor.

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 14 Şubat 2016) 

10 Şubat 2016 Çarşamba

YENİ ANAYASACILIĞA KARŞI TEMEL SAVLAR

MİLLİ ANAYASA HAREKETİ

Milli Anayasa Hareketi, Ankara'da 31 Ocak 2016 günü TBMM eski başkanvekili Hasan Korkmazcan başkanlığında toplanmış ve 10 Şubat 2016 günlü basın toplantısıyla 21 kişilik Yönetim Kurulu tarafından etkinliklerine başladığı  duyurulmuş olan bir yurttaşlık girişimidir. 

Hareketin "yeni anayasa" adı verilen siyasal sürece ilişkin görüşleri, aşağıdaki metindedir. 


YENİ ANAYASA SALDIRISINA KARŞI TEMEL SAVLARIMIZ

1.      Ülkemizin karşı karşıya olduğu sorunlar, anayasa ile ilgili değildir. Halkımızın gündeminde anayasanın topyekun değiştirilmesi diye bir madde yoktur. Yeni Anayasa gündemi, çeşitli siyaset çevrelerince ortaya atılmış, zorlama ve yapay bir gündemdir.

2.      Ülkemizi böyle bir zorlama ile karşı karşıya bırakan çeşitli siyaset çevrelerinin, “neden yeni bir anayasa gerekir” sorusuna tatmin edici yanıtları yoktur.

a)      Mevcut anayasanın “darbe anayasası olduğu için artık değiştirilmesi gerektiği” şeklindeki gerekçe, dayanaksızdır. Mevcut anayasada 7 Kasım 1982 tarihinden bu yana 17 ayrı yasayla yapılmış olan değişiklikler sonucunda “darbe anayasası” özelliğinin ortadan kalkmış olduğu, herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir.

b)      Anayasadaki değişiklikler sivil iktidarlarca yapılmış, mevcut anayasanın “askerlerce yapılmış anayasa” olma özelliği de ortadan kalkmıştır.

c)      “Bir sivil anayasa yapılmalıdır” şeklinde dile getirilen sözde gerekçe, anlamsızdır. “Siyasal anayasa” gibi bir anayasa türünden söz etmek nasıl saçma olursa, “sivil anayasa” diye bir türden söz etmek de öyle saçmadır. Bu söz bir kod gibi kullanılmakta, bu tavır Yeni Anayasa hedefi peşinde koşanların gerçekte başka amaçlar güttükleri konusunda haklı kuşkulara neden olmaktadır.

d)     Bütün toplumun ve ülkenin kaderini belirleyecek anayasa gibi temel bir düzenlemenin, açıklık ve şeffaflıktan yoksun bir uslupla ve halkı kandırma usulüyle değiştirilmeye çalışılması kabul edilemez.

3)      Anayasalar, ancak, toplumun tümünü temsil edecek güçte olan “kurucu meclis”ler eliyle yapılabilir.

a)      Çağdaş toplumlarda olağan parlamentoların görevi anayasa yapmak değil, yasa yapmaktır. Bu nedenle, dönem sayısı 26 olan mevcut Meclis, anayasa yapma yetkisine sahip değildir.

b)      Üstelik bu Meclis’in “temsilde adalet” ilkesine göre kurulmadığı, 1982 Anayasası’nın getirdiği yüzde 10 barajıyla “yönetimde istikrar” kaygısına göre kurulduğu bir gerçektir. Toplumun tümünü temsil etme özelliğinden dahi yoksun olan olağan bir meclise anayasa yaptırılmaya kalkışılması, kabul edilemez.

4)      Anayasa değişikliği, anayasanın bazı hükümlerinde, esasına sadık kalarak, bazı değişiklikler yapmak demektir. Yeni anayasa ise, yürürlükte olanı kaldırıp atmak, anayasanın tümünü sil baştan yazmak anlamına gelir. Mevcut Anayasa’nın “ilk dört maddesine dokundurtmayız” diyen birinin “yeni anayasa gerekir” demesi ya anlamsızdır ya da böyle söyleyen kimseler samimiyetsizdir. CHP ve MHP, bu bakımdan durumlarını gözden geçirmelidir.

5)      “Anayasa’nın ilk dört maddesine dokundurtmam” siyaseti, Türk ulusçuluğunu “parçalayıcı ruh” ilan edip buna savaş açtığını açıkça dile getiren “Yeni Anayasa” siyaseti karşısında, yetersiz ve aldatıcıdır.

a)      İlk dört madde, devlet ve toplum örgütlenmemizin en genel temel ilkelerini içerir. İçleri, Anayasa’nın kalan bölümündeki ilgili maddelerce doldurulmuştur. Bunlar değiştirildiğinde, ilk dört madde birer askıya döner.

b)      İlk dört maddeye dokundurtmam diyen kişi, din ve vicdan hürriyetine ilişkin hükümlerde mezhepleri ve inançları devlet yönetiminde statü sahibi haline getirecek tüzelkişiliklere büründürmeye izin verecek olursa, Madde 2’de yalnızca adı geçen ama mekanizmaları başka maddelerde kurulan (laik devlet) ilkesi boşa düşer.

c)      İhvancı ve etnikçi çevrelerin ön aldığı bir Yeni Anayasacılık saldırısı karşısında “ilk dört maddecilik”, basitçe ve açıkça laf ebeliğidir. Yeni Anayasa siyasetini meşrulaştırmak ve bu siyasete ortak olmaktan başka bir işe yaramaz.

6)      AKP, CHP, HDP tarafından, kendi partilerinin siyaset belgelerinde ilan ettikleri “anayasal vatandaşlık/eşit vatandaşlık anlayışına dayalı yeni anayasa yapmak” hedefi, halkın önünde somut biçimde açıklanmamakta, dolambaçlı ifadelerle dile getirilmektedir.

a)      Anayasal/eşit vatandaşlık zihniyeti, AKP çevresi tarafından “kavmiyetçiliğe ve her türlü milliyetçiliğe karşı olmak” diye anlatılırken, HDP çevresi tarafından “demokratik millet” etiketiyle propaganda edilmekte, CHP yöneticileri ise bunu Kürt Sorunu adını verdikleri sorunun çözüm yolu olarak gördüklerini yazıya dökmektedir.

b)      Anayasal/eşit vatandaşlık adı verilen anlayış, bireysel eşitlik anlayışı değildir. Bu, etnik topluluklara anayasal statü vermek anlayışıdır. Sözü edilen eşitlik, etnik topluluklar arasında eşitlik anlamına gelmektedir. Buna göre “Türk”lük bir etnisitenin adıdır; ulusal-siyasal kimlik haline getirilmiş olması, diğer etnisiteler açısından eşitsizliğe yol açmıştır. Bunun için mevcut Anayasa’nın 66. Maddesinde bireylere verilmiş olan Türk Vatandaşlığı statüsünün ortadan kaldırılması; 6. Maddesinde Türk Milletine ait olduğunu ilan edilen egemenlik hakkının Türk Milletinden alınması; etnik-yerel anadillere resmi-dil statüsü verilmesi amaçlanmaktadır. Nitekim adı belirtilen üç parti, anayasadan Türk vatandaşlığı statüsünün silinmesinde ve yerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı yazılmasında anlaşmışlardır. Bu değişikliği, etnik kimliklere statü vermek ve anadilleri resmi-dil statüsüne yükseltmek için zorunlu görmektedirler.

c)      Anayasal/eşit vatandaşlık adı verilen, gerçek adı “etnik vatandaşlık” olan bu anlayış, toplumu etnik kompartımanlara bölmeyi talep eder. Bireysel hak ve özgürlükleri bu kompartımanlara hapsederken, toplumsal bütünleşmeyi olanaksız hale getirir. Bu soruna karşı, HDP ve benzerleri hiçbir çözüm öngörmeyerek amaçlarının etnik ayrılıkçılık olduğunu gösterirken, AKP’nin çözümü “ümmet siyaseti”nden ibarettir. Etnik vatandaşlık, her iki durumda da, yurttaşların eşitliğine ve özgürlüğüne yönelik büyük bir tehdittir.

d)     Yeni Anayasacı cephe, “Türk”lüğün bir etnisite olduğu iddiasında büyük bir yanılgı içindedir. Ülkemizde “Türk”lük bir etnik grubu değil, genetik kökenden ayrı olarak bireyler hangi etnik kökenden gelirse gelsin, kurulmuş olan büyük siyasal birliğin kendisini, ulusu/milleti ifade eder. Bu sıfatımız etnik kökenlerimizi de inançlarımızdaki farklılıkları da yok saymaz, kucaklar.

e)      Bizce Türk vatandaşlığı, devlet ile birey ilişkilerinin etnik köken, din, mezhep, her türlü inanç, düşünce farklılıklarından özgür kılınmasını ve hem bireylerin devletle hem de birbirleriyle olan ilişkilerinde bireysel eşitliğin güvence altına alınmasını sağlayan en temel mekanizmadır.

f)       Türk vatandaşlığı statümüz, ülkemizde egemenlik ve dünyada bağımsızlık hakkının Türk Milleti’ne ait olmasının doğrudan ve zorunlu sonucudur. Bu statü aynı zamanda, birey olarak devletle ilişkilerimizin nasıl düzenleneceğini gösteren bir yapı taşıdır. Anayasa’nın 66. Maddesinde yer alan Türk vatandaşlığının kaldırılması, Anayasa’nın 6. Maddesini yani Türk Milletinin egemenlik hakkını da ortadan kaldırır. Bu ise, Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri arasında yer alan 3. Maddesinin, “Türkiye Devleti … milleti ile bölünmez bir bütündür” hükmünün içini boşaltmak demektir.

g)      Bu nedenlerle, “anayasal/eşit vatandaşlık” adı verilen zihniyete dayanacak bir Yeni Anayasa yapmaya çalışmak, “Bölücü Anayasa” yapmaya kalkışmak demektir. Bizim anlayışımız yurttaşların eşitliğidir; bu, hem bireysel eşitlik ve özgürlüğün hem de toplumsal bütünleşmemizin biricik yoldur.  

7)      Yeni Anayasacı cephe, değişik tonlamalarla “özerklik” adını verdikleri yeni bir devlet örgütlenmesinden söz etmektedirler. Bu bakımdan aralarında bir dil birliği bulamamış görünmekle birlikte, AKP, CHP, HDP “Yerel Yönetimler Özerklik Şartındaki çekincelerin tümüyle kaldırılması”ndan söz etmektedirler.

a)      Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, Yeni Anayasacı cephenin elinde bir tür siyasal oyun aracı, siyasal şifredir. Bu şifre HDP’nin elinde bölgesel özerklik/egemenlik rejimini anlatırken, CHP’nin elinde hem Avrupa’ya hem de etnik bölücülüğe gösterilen bir uzlaşma niyeti göstergesidir. AKP’nin elinde ise, hem etnik bölücülüğün isteklerini yerine getirebilecek, hem de federal örgütlenme gerektiren “başkanlık rejimi” isteklerine hizmet edebilecek bir araç olma potansiyeline sahiptir.

b)      Türkiye’nin, Yerel Yönetimler Özerklik Şartında görünürde 10, gerçekte 2 çekincesi vardır. AKP 2004-2005 yıllarında çıkardığı yerel yönetim yasalarında getirdiği hükümlerle çekincelerin 8’ini karşılayacak yasa değişiklikleri yapmış, siyaseten yaptığı hesaplar nedeniyle, bunları Bakanlar Kurulu kararı alıp Avrupa Konseyi’ne bildirme işlemini gerçekleştirmemiştir. Gerçek anlamda çekince koyulmuş paragraf sayısı 2 ile sınırlıdır. Bunlardan biri idari [Şart md. 8/3], diğeri mali [Şart md. 9/4] federalizm olarak adlandırılabilecek hükümlerdir. Avrupa Konseyi heyetleri, Türkiye’nin, Şart’ın bu paragraflarını uygulama yükümlülüğünü üstlenebilmesi için, Anayasa’nın üç maddesinde subsidiarite adını verdikleri yerellik ilkesi yönünde temel bir tercih değişikliğine gitmesini istemişlerdir: (1) Anayasa’nın mahalli idareleri düzenleyen 127. Maddesindeki “idari vesayet” kurumunun yeniden tanımlanması. (2) Buna bağlı olarak “idarenin bütünlüğü” ilkesini getiren 123. Maddesinde bu ilkeyi yerel özerklik lehine değiştirmesi. (3) Kamu maliyesinde gelir sisteminin esaslarını belirleyen “vergi ödevi” başlıklı 73. Maddesinde yerellik lehine bir denge kurması.

c)      Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı, devletler arası bir sözleşme olarak, 1993 yılında sakatlanmış bir metindir. 1985 yılında imzaya açılmış, Türkiye tarafından 1992 yılında onaylanmıştır. Ancak Avrupa Konseyi tarafından 1993 yılında yoruma tabi tutulmuş ve Şart’ın bir bütün olarak “subsidiarite” adı verilen “yerellik ilkesi” esprisi temelinde anlaşılması gerektiği karara bağlanmıştır. Bu, devlet örgütlenmelerini idari ve mali federalizm zihniyeti doğrultusunda reforma uğratmayı gerektiren bir yorumdur. Bu yorum değişikliği, Türkiye’ye, Şart’ın ülkemizin ihtiyaçlarına uygun olup olmadığı yönünde yeniden değerlendirilmesi hakkını veren bir gerekçedir.

d)     Dünyanın, kıyısında yer aldığımız Orta Doğu Bölgesi’nin, ülkemizin içinde bulunduğu bugünkü koşullarda yapmamız gereken şey, Şartın çekincelerini kaldırmak değil, aksine Şart’ı bir bütün olarak yeniden değerlendirmek üzere, verdiğimiz tüm taahhütleri geri çekmektir.

8)      Yeni Anayasacı cephede PKK ile çevresindeki yasal siyasal parti ve hareketler, silahların ve hendeklerin eşliğinde, çeşitli kasaba ve kentlerimizde “özerklik – özyönetim ilanları” yapmıştır. Bu ilanların öncesinde ve sonrasında, Oslo Müzakerelerinde ve 2011 Anayasa Uzlaşma Komisyonuna HDP tarafından verilen resmi önerilerde, Türkiye’nin bölgelere ayrılması pazarlık konusu yapılmıştır.

a)      PKK ve çevresinin bölgesel özerklik talebi, yalnızca güneydoğu bölgemizde değil, ülkemizin tümünde “bölgesel özerklik” esasına geçilmesini istemektedir. Bu istek, Anayasa’nın 126. Maddesinde öngörülen “illere göre” merkezi/mülki yönetimin ortadan kaldırılması anlamına gelir.

b)      Türkiye Cumhuriyeti devlet yapılanmasının bu yönde değiştirilmesi, federal örgütlenmeye geçilmesi anlamına gelir. Bu durumda, Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri arasında yer alan ve “üniter devlet ilkesi”ni öngören 3. Maddesindeki “Türkiye Devleti ülkesi ile….. bölünmez bir bütündür” hükmünün içi boşaltılmış olur.

c)      Bu nedenlerle, çeşitli tonlardaki “özerklik” zihniyetine dayanacak bir Yeni Anayasa yapmaya çalışmak, “Bölücü Anayasa” yapmaya kalkışmak demektir.

9)      AKP’nin ve Cumhurbaşkanının Yeni Anayasa gerekçesi olarak ilan ettiği “Başkanlık Rejimi” talebi de, diğer konular gibi, özellikleri ve niteliği açıkça dile getirilmeyen kapalı ve karanlık başlıklardan biridir.

a)      Türksüz anayasa yapmaya kalkışmış bulunan AKP yetkililerinin “Türk tipi başkanlık rejimi”nden söz etmeleri, samimiyet yoksunluğunun çarpıcı örneklerinden biridir.

b)      Başkanlık Rejimi talebi, 12 Eylül Ruhu’nun muradına erdirilmesi isteğidir. 12 Eylül darbesinin getirdiği temel “yenilik”lerden birinin, güçlü cumhurbaşkanı – güçlü yürütme rejimi olduğu tarihsel bir gerçektir. Bu rejim, AKP iktidarının 2007 yılında düzenlediği referandum sonucunda cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini anayasaya geçirmesiyle birlikte bir adım daha güçlenmişti. Şimdiki Başkanlık Rejimi niyeti, 12 Eylülcü mantığı sonucuna ulaştırmaktadır. Bu durum, “darbe anayasasını ortadan kaldırmak”tan söz edenlerin, aslında o anayasanın genişletilmesinden yana olduklarını gösterir.

c)      Başkanlık Rejimi, ABD örneğinde gibi hem yasama – yürütme – yargı gibi temel devlet kuvvetlerinde ayrılığı, hem de devletin toprak üstünde federe örgütlenmesiyle egemenliğin paylaşılmasını gerektirir. Bu durumda Başkanlık Rejimi’nin, PKK ve çevresi tarafından istenen “bölgesel özerklik” için bir kılıf oluşturduğu açıktır.

d)     Başkanlık Rejimi, siyasal ümmetçiliğin “Türk Milleti kavmiyetçiliğin zeminidir; yok edilmelidir” inancı ile birlikte gündeme gelmektedir. Bu, yalnızca devletin yapısında değil, toplumun yapısında da çok-parçalılık yaratmak demektir. Böyle bir yapıda karşımıza çıkacak en güçlü olasılık, tüm siyasal iktidarın hakim oligarşik gruplara ve bunların arasını bulacak pazarlıkçı bir “tek adam”a devredilmesidir.

e)      Başkanlık Rejimi, siyasetin ve yönetimin aktörlerini çoğullaştıracakmış görüntüsü verir. Ancak bu bir yanılgıdır. Hem kuvvetleri hem de toprak üstündeki egemenliği çoğullaştıran görüntü, merkezi ve yerel düzlemde en kuvvetli oligarşik hakim grupların denetimsiz iktidarını sağlar. Hem iktisadi hem siyasi gücün bu kadar dengesiz dağıldığı Türkiye gibi bir toplumda bu model, Cumhuriyet’le birlikte yeşertilip yetiştirilmiş her türlü demokratik kazancı ortadan kaldırmaya yol açacaktır.

f)       Türkiye’nin toplumsal ve siyasal gerçekleri ile sahip olduğumuz deneyim, ihtiyacımızın parlamenter rejim olduğunu açık bir biçimde göstermektedir. Başta 12 Eylül artığı yüzde 10’luk barajların kaldırılması ve siyasal sistemin tıkanmış damarlarının açılması, sorunlarımızı çözmek için doğru ve verimli başlangıçtır. Başkanlık Rejimi gibi yıkıcı maceralardan vazgeçilmesi, zorunluluktur.

10)  Yeni Anayasacılık, hiçbir egemen ve bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ölçüde, AB ve ABD merkezlerinden yönlendirilmektedir. AB, küreselci dönemde yaygınlaştırılan ‘uluslararası hukukun iç hukuktan üstünlüğü’ gerekçesini kullanmakta, ABD ise diplomatik çizgileri de aşarak doğrudan emredici müdahalelerle kendini göstermektedir.

a)      Bu çevrelerin Türkiye’nin kaderini belirlemekte ve iç işlerine müdahalede sergiledikleri devletlerarası hukuka ve diplomasi kurallarına aykırı çabalarına son vermek, Türkiye’nin hakkı ve yöneticilerinin görevidir.

b)      Bu çevreler, küreselcilik dönemiyle birlikte, başka ülkelere anayasa yazmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Turuncu devrimlerinin de açık askeri işgallerinin de ayrılmaz parçası, hedef aldıkları ülkeler için yeni anayasalar yazmaktır. Türkiye, bunların heveslerini kursaklarında bırakacaktır.

11)  Dünya genelinde ulusal devletin yükseliş çağı yeniden başlamıştır. Yeni Anayasacılık, artık çökerek kapanmış bir devrin geç kalmış dalgasıdır. Bu dalga kendi üstüne kapanıp kırılmaya mahkumdur. Türkiye, yurttaşların eşitlik ve özgürlüğü, Türk Milletinin egemenliği ve bağımsızlığı savaşına, 1923’te olduğu gibi, bir kez daha öncülük edecektir.

12)  Milli Anayasa Hareketi bu anlayış ve savlarla, gayrımilli bölücü yeni anayasa saldırısına karşı, kararlılıkla mücadele etmeye hazırdır.


10 Şubat 2016

Milli Anayasa Hareketi Yönetim Kurulu