28 Şubat 2016 Pazar

KENDİNİ DARI SANAN ADAM -Kendini Bilmeme Hali-


Kendini darı sanan adam fıkrasını bilirsiniz. Bir an gelip “ben insanım, darı değilim!” dediğinde de, “ama bunu tavuklar biliyor mu bakalım!” diyerek büyük çukuruna yeniden yuvarlanan adam fıkrası. Kendini ve bulunduğu durumu bilmeme halinin özeti.
Bizdeki büyük akıl – fikir sorunu böyle bir şey. Entelektüel dünyamızın sorunu.
*
Kendimizi Avrupa sanıyoruz. O kadar ki, Avrupa’dan önceleri Fransız, sonraları Alman ve nihayet İngiliz dillerinde yazıp çizenlerin üzerinde durdukları sorunları kendi sorunlarımız sanıyoruz. Bunlardan birinin yazdığı herhangi bir şeyin bizde de olduğunu, çözüm dediği şeyin bizde de geçerli olduğunu kabul ediyoruz. Buraların akıl-fikir dünyasındaki tartışmaları “evrensel” katına da yükseltmişiz ki, adeta haşa, buna itiraz etmek ne demek!
*
Avrupa’da küreselcilik zamanıyla birlikte, 1980’lerden başlayarak, herkesi meşgul eden bir sorun arşa çıkmıştı. Ortadaki şey yabancı düşmanlığı ya da ırkçılık sorunu idi; uzun adıyla ırkçı ayrımcılık ve ırkçı eşitsizlik sorunu… Avrupa soruna çözüm aramaya başladı. Baskın fikre göre, farklı dine ve etniklere mensup olanların istedikleri, farklılıklarının tanınmasıydı. O halde çözüm istediklerini vermekti. ‘Çok-kültürcülük politikası’ bu istekleri karşılayacak, din ya da etnisite bakımından farklı olan topluluklar “tanınacak”, sorun halledilecekti. Tek-kültürcülüğe karşı çok-kültürcülük… Yeni çağın yeni demokrasisi…
Sorun da çözüm de Türkiye’ye aynen ve Tanzimat hızıyla taşındı. Hem de anayasa dalaşının temel konusu yapılacak kadar büyük bir cüretle… Taşıma hızlı, azametli ama, taşınan şeyin ne olduğunu da nereye döküleceğini de bilen yok… Çünkü bizde bu ‘çözüm’ü gerektirecek türden gerçekler yok!
*
Avrupa’da göçler vardı. Eski sömürgelerinde yaşayanlar, hele İngiltere’nin “commonwealth vatandaşı” saydıkları Karayiblerden, Bangladeş’ten, Hindistan’dan kopup geliyorlardı. Beyaz Avrupalı bu “renkli topluluklar” üzerine daha 1950’lerde devlet raporları yazmaya başlamıştı. Beyazların renklilerden rahatsızlıkları, eski Avrupa geleneğiydi; ırkçı ayırımcılık ‘renkli topluluklar’ı üzmeye başladı… Oysa bizde böyle bir şey yok. Türkiye’nin ‘eski sömürgeleri’ yok. Böyle bir göç sorunumuz yok. ‘Renkli topluluklar’ diye bir konumuz yok. Aksine, biz kendimiz Avrupa’ya göçenler arasındayız. Yaşamımızda olmayan şeyin, fikrimizde de yeri yok.
*
Göçmenlerin eşitsizlikten şikayet vardı. Göçmenlere hem davranışsal hem siyasal eşitsizliklerden gına gelmişti. Eğitim, sağlık, mülk edinme, çalışma, kamu hizmetine girme, seçme ve seçilme hakkı bakımından açıktan açığa farklı muameleler görüyorlardı. Kentler gettolaşmış, sosyal mekanlar arasına kimileri çıplak gözle görülen, kimileri camdan, ama hepsi aşılmaz olan yüksek duvarlar çekilmişti. Bulundukları ülkede herkesle eşit fırsatlardan ve aynı haklardan yararlanmak istiyorlardı… Oysa bizde böyle bir gerçek yok. Bir kere bu şikayeti edenler ‘göçmenler’ değil, Türk vatandaşları. Elbette ciddi eşitsizlik sorunumuz var; gelir dağılımı adaletsizliği utanç verici boyutlarda. Ama bunun renkle, dinle, inançla, etnik kökenle hiçbir ilgisi yok. Hepimiz aynı haklara sahibiz, inancımız ve kökenimiz ne olursa olsun hepimiz aynı eşitsizliklerden şikayetçiyiz.
*
Nasıl bir mantık, Avrupa’nın ağırlıklı bölümü eski sömürgelerinden gelen göçmenler gerçeğini bizim gerçeğimizmiş gibi görebilir? Bizde olmayan bir gerçeği nasıl bir zihniyet ‘sorun’ olarak ilan edebilir? Nasıl bir güç, akıllarımızı, olmayan bir gerçek ve hayali ‘sorun’lar için sözde çözümlerin hizmetine koşabilir?
Kendini darı sanan adamların mantığı…
Ülkesini Avrupa’nın sömürgeci ülkelerinden biri sanan entelektüellerle siyasetçiler… Ancak böyle bir zihniyet yapabilir. Çatılı-çatısız üniversitelerde üretilen, ‘bilgi’sini başka topraklardan tercümeyle derleyip Türkiye’ye don biçmeye kalkışan akıllar.
Türkiye’yi İngiltere, Fransa, ABD sanan; bunların çalıp söylediklerini ‘evrensel sayan’; ‘ben kendimi başka şey sanmıyorum, Türkiyeyim’ derken bir anda ‘ama ya bizden değilsin deyip beni uygarlığın dışına atarlarsa’ diye telaşa kapılan adam…
Türkiye’yi Mısır, Suudi Arabistan, Katar sanan adamla aynı kumaştan…

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 28 Şubat 2016)



4 yorum:

  1. Sayon Güler,
    Öncelikle iyi günler dilerim.
    Bu yazınız üzerinde bir kaç düşünce jimnastiği yaparak sizide bu pratiğe çekmek istiyorum.
    Bir ülkeyi sömürge olarak kabul etmek için sömüren ülke ile sınırdaş olmaması mı gerekiyor? Yani Libya Osmanlı'nın neyi idi ki?
    Sorun Osmanlı ailesinin denizle ve deniz teknolojileri ile ilgilerinin olmaması olabilir.
    Bir başka bakış açısı da sömürgelerden gelen göçmenler illa renkli bir deriye sahip olmak zorunda değil.
    Suriyelilerin büyük çoğunluğunu fiziksel görünüşüyle vatandaşlarımızdan ayırt etmeniz mümkün değil.
    Bu göçmenler vatandaşlarımızda Almanların Türk göçmenlere karşı hissettiklerinin aynısını hissettiklerini biliyor olmalısınız.
    İyi çalışmalar.
    Tunç Çakır

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın Çakır,
      Zaman ve tarzı bir yana bırakırsanız, herşey birbirine girer. Suriyeli göçmen sorunu son iki-üç yılın sorunu. Avrupa'dan taşınan ise küreselciliğin teorisine zemin olmuş yarım asırlık sorun... Libya-Osmanlıya gelince, fetih/ayni rant ilişkisi başka şey. Sömürgecilik merkantilizm/ticaret kapitalizminin sapması, dolayısıyla o ilişkiyi tanımlamaz. Size de iyi çalışmalar.

      Sil
  2. Sayın Birgül Ayman Güler,

    Gerçekleri bu denli başarılı anlatmanızı taktirle karşılıyorum. Bütün bu çabalarınızın başarıya ulaşacağına yürekten inanmak istiyorum. Aydınlık günlere ulaşmak umuduyla iyi çalışmalar dilerim.

    Prof. Dr. Zühre İndirkaş

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sayın İndirkaş, teşekkür ederim, hepimize kolay gelsin.

      Sil