15 Ekim 2014 Çarşamba

Koyuna Kurt Gelince...


Zamane işleri göze karışık görününce, üstüne konuşulması gereken konular yüreğe ağır gelince, yapılması gereken işin muktedirin hoşuna gitmeyeceği akla düşünce, söylenmesi gerekeni söylemek ve doğru olan yapmak zor işlerden oluyor.

İşte böyle zamanda insanın kaçası geliyor. Kaçkınlar çoğalıyor. O anda bulunulması gereken yerden firar, söylenmesi gereken sözden firar, fikirden yani aslında yaşamdan firar! Eskiler demişler, koyuna kurt gelince köpeğin gezesi gelir, öyle bir durum.

Biz kaçkınlardan olmayalım.

*

Ortadoğu’daki yangın sorumluluğunun topu topu beş küresel petrol şirkette olduğunu görmezden gelmeyelim. Bu yangının Ortadoğu’dan 8800 kilometre uzaktaki ülkelerin ulusal çıkarları için alazlanması gerektiğine karar verdiklerini atlamayalım. Orta yerde yanıp duranların da yangını söndürmek için kundakçılara koştuklarını, onlardan su da köpük de değil körük istediklerini görmezden gelmeyelim.

Ortadoğu ülkeleri geçen yüzyıl emperyalizme karşı mücadele etmek azmiyle önce “kavmiyye esası”yla Arap Milli Birliği’ni aradılar, olmadı. 1970’lerde her Arap ülkesi “vataniyye esası”yla kendi ülkesi için kurtuluşa yöneldi, olmadı. 1980’lerden başlayarak “diniyye esası”nda kurtuluş arayanların gayretleri geldi, olmadı. Nihayet bu yüzyılın başında elde kalan “mezhebiyye” oldu. Mezhepçilik parçalanması, milyonlarca insanın üzerlerinden elini hiç çekmemiş enerji şirketleriyle uzak ülkelerin zaferini ve Ortadoğu’nun yangın yerine dönmesini kolaylaştıran son suçlu oldu.

Çok ortağı olan bu büyük suçun temelinde, bir avuç enerji tekeline söylenmesi gereken sözü söyleyememek var. “Ateşi söndürmek için sizin buralardan çekilmeniz gerek” diyememek var.

*
Suçun özünde bir avuç enerji tekeliyle uzaktaki ülkelere “yeter artık, siz karışmayın” demek yerine, “bana silah verin; havadan bombalamanız yetmez buralara kara harekatı yapın” çağrıları yapmak var. Emperyalizmin yaratıklarına karşı, emperyalizmi yalvar yakar kendi yurdunu bombalamaya çağırmak var. Sonra da bunun insanlık adına çağrı olduğunu söylemeye kalkışmak, emperyalizmin ateşi kendi yurdunu daha da çok yakıp yıksın diye Türkiye’yi de bu suça bulaştırma histerisi var.

PKK/PYD ve HDP yöneticilerinin emperyalizmin başkentlerinde yankılanan yalvarışları, çocuklar için de Ortadoğu halkları için de değil, emperyalizmin doğrudan kendisi için güvenli bir “petrol koridoru” açma amacına destek içindir. Güvenli petrol koridoru içinde, kendi yurduna “özerk”, ama böyle davrandıktan sonra nasıl kaçınılabilir ki, emperyalizme bağlı bir eyalet olabilmek içindir.

*

Bu uğurda yıkılan her Atatürk büstü, bu uğurda yakılan her Türk bayrağı, bu uğurda saldırıya uğrayan her okul ve bina, PKK/PYD ve HDP eliyle emperyalizmin saldırısına uğramıştır. Saldırıya uğrayan her noktamız, direnişçi varlığımızın simgesi olarak tarihe geçmiş durumdadır.

Kobani adına savrulan molotofların durduğu yer neresi ise, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kobani’ye girip orayı “sahipleri”ne teslim ederek geri çekilmesini öneren CHP Genel Başkanlığı tezkeresi de aynı yerde durmaktadır. Irak – Suriye tezkeresine “bizim için komşularımızın toprak bütünlüğü esastır” gerekçesiyle karşı çıkmış bir partinin, böyle bir öneride bulunmasını kabul etmek hiçbir şekilde mümkün değildir.

Koyuna kurt geldiyse köpeğin de çobanın da köylünün de üstüne düşeni yapması gerekir. Yine ataların dediği gibi, yurdun otlusundan kutlusu yeğdir.

14 Ekim 2014 Salı

Yurtsever Desek?



Adid DAVİŞA adlı yazarın Arap Milliyetçiliği başlıklı kitabı, dilimize 2004 yılında çevrilmiş. Çevirmen Lütfü Yalçın gerçekten başarılı bir iş çıkarmış. Emeğine ve kalemine sağlık demek zevkli bir borç. Kitabın değerlendirmeye alınabilecek çeşitli özellikleri var. Bugünlerde üzerine çok konuştuğumuz kavramları değişik boyutlarıyla yeniden düşünmemize yardımcı niteliklere de sahip.

Kitap, bir dostumun şu sorusu üzerine düşünmeye de yardımcı…

“Kendimize ulusalcı deyince, tuhaf saldırılarla karşı karşıya kalıp hem zaman hem enerji tüketiyoruz; kendimize ulusalcı değil de yurtsever deyip yürüyüversek?...” Gerçekten, ulusalcı olmakla yurtsever olmak arasında nasıl bir fark var?

Kavmiyye mi Vataniyye mi?

Geçtiğimiz yüzyılda Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyası, herhalde bugünkünden de ağır zamanlar yaşıyordu. Elbette şimdi olduğu gibi, ötesiyle berisiyle Atlantik’in iki yakasındaki ülkeler yine devredeydi. Suriye’de Fransız, Irak’ta İngiliz mandası iş başındaydı. Tüm bu karmaşa içinde Arap milliyetçiliği düşüncesi yükseliyordu. Ulusal Arap Birliği arayışı Irak’tan Suriye’ye ve Nasır öncülüğünde Mısır’a yerleşiyordu. Aynı dilin sahipleri, birlikte bir siyasal yaşam için eğitim ve tarih çalışmalarına hız vermişler ve laik esaslara dayanan kavmiyye (milliyetçilik/ulusçuluk) düşüncesi yükselişe geçmişti.

Mısır’ın önderliği üstlendiği bu ulusal birlik düşüncesi, 1967 Mısır – İsrail savaşında Mısır’ın yenilgisiyle başlayan bir düşüş sürecine girmişti. Kavmiyye kavramını gerileten, vataniyye idi.

Mısır’da uygarlık tarihinin Firavunlar devrine dek gittiğini ve bunun tüm diğer Arap ülkelerinin uygarlıklarından daha eski ve güçlü olduğunu ileri sürenlerin yükselişi başlamış, Ürdün ile Lübnan’ı da içine aldığı varsayılan Büyük Suriye, elbette Mezopotamya’nın parçası Irak, kendi topraklarıyla ilgili haşmetli geçmişler bulup ilan etmekte hiç güçlük çekmemişlerdi.

O zaman denmişti ki, ‘öncelik kavmiyyet değil vataniyye fikrine verilmeli’. Bizi birleştirecek ve geleceğe taşıyacak fikir tüm Arapların ‘ulusal birliği’ değil, ‘yurtseverlik’!

Diniyye mi Mezhebiyye mi?

Bu bölgede şimdi kavmiyye ile vataniyye, gündemi belirleyen iki siyasal yol değil. Daha yükselişte oldukları zamanlarda itiraza uğramışlardı. İkisi de bize uymaz diyen siyasal akım, İslamiyet diyordu; büyük birliğimizi ancak ‘diniyye’ yaklaşımı sağlayabilir!

Kavmiyyeciler bu kesimi esnek bir yaklaşımla ‘tamam, ama önce Arap ulusal birliğini sağlayalım, sonra diğer Müslüman uluslarla birleşmeye bakarız, neden Arap birliğine karşı çıkıyorsunuz?’ diye sıkıştırmışlardı. İşe yaramamış görünüyor. Nedeni, kavmiyye diyenlerin, ulusal birlikle yaratılacak siyasal düzeni laiklik esaslarına dayandırma istekleri olsa gerek.

Bu tartışma elbette pek geniş. Öyle görünüyor ki arada pragmatik orta yollar bulunmuş, örneğin İslam Kalkınma Birliği gibi yapılar ortaya çıkmış. Ama Arap coğrafyasında ‘diniyye’ ekseninde bir siyasal birlik kurulamamış. Günümüzde başka bir yol öne çıkmış durumda. Şimdi bu bölge ‘mezhebiyye’nin ateşiyle yaşamaya gayret ediyor. Mezhepçilik temelinde var olma arayışı, tarihe yeni ve acıklı sayfalar ekliyor.

Kavramların bizimkinden başka bir coğrafyadan taşan hallerinin öyküsü kısaca böyle.

Yurtsever, Ulusçu, Ulusalcı

Bizim için ulusal birlik, kurtuluş savaşıyla birlikte Türkiye toplumunun siyasal birliği anlamına geldi. Türkiye’nin Azerbaycan, Türkmenistan gibi diğer ulusal devletlerle birliği düşüncesini Enver Paşa’da bıraktık. Bizde kavmiyye ile vataniyye arasında, Arap deneyimindeki gibi bir farklılaşma olmadı. İkisinin aynı şeymiş gibi göründüğü bir deneyime sahibiz.

Öyle ama bu ikisi ayrı kavramlar: Yurtseverlik (vataniyye) insan tarafından doğulan, doyulan, yaşam sürdürülen siyasal toprakla kurulan bağ. Ulusçuluk (kavmiyye), yurt toprağında yaşayan insanlarla onun tarihsel – kültürel varlığıyla kurulan bağ. Bir coğrafyayı yurt yapan, üzerinde kurulmuş bu ilişkilerin kendisi. Atasözleri bu gerçeği pek güzel anlatıyor: İl ilden ayruksu olmaz, töresi ayruksu olur; yurtlar arasında fark yok, fark törelerdedir. Ve yurdun kutlusu, otlusundan yeğdir; öyle ya yurdun dirliğiyle birliği, toplumsal-siyasal düzeninden gelir; toprağın kendisinden gelmez ki!

Ulusalcılık (millicilik), yurdun yerelcilik ve küreselcilik gericiliklerine karşı ulusçu çözümlerle savunulmasını ve gönenmesini amaçlayan ideoloji. ‘Kendimize ulusalcı demesek’ önerisine yine atalardan bir sözle demek isterim ki, koyuna kurt dalınca köpeğin gezesi gelirmiş! Bize düşen kurda dalmak, fikirden firar değil.


9 Ekim 2014 Perşembe

LAİK TEYZELER, SİZ HAKLIYDINIZ!


“Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye!.. Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek!.. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Hem laik ve Müslüman olunmaz.. Ya Müslüman olacaksın ya laik! …. Ben Müslümanım diyenin tekrar yanıma gelip bir de aynı zamanda laikim, demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslümanın yaratıcısı Allah kesin hâkimiyet sahibidir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ lafı koskoca bir yalan!.. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.”
Bu sözler şimdi Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’a ait. Belediye başkanı iken 1994 yılında, o zamanki Refah Partisi’nin Ümraniye ilçesinde söylemişti. Son yirmi yılda milliyetçiliği –kavmiyetçiliği ayaklarının altına alırken, TV’deki “Ulusa Sesleniş” programının adını değiştirip “Millete Hizmet Yolunda” yapması anlamlı. Bu süre boyunca adını koymamak koşuluyla hep ‘millet’ dedi; bununla ‘ümmet’ demek istediği de artık apaçık.

*
AKP yönetimi, laik devlet ilkesine bu kadar açıktan saldırıp iktidar yolunda yükselirken, ilerici ve Cumhuriyetçi güçler en çok da kendi içlerinden kıskaca alındı. “Tutturduk bir laiklik! İnsanların umurunda değil, yolsuzluk yoksulluk diz boyu, işten aştan söz etmeliyiz, ekonomiden..” Bu itiraz zamanla haklı görüldü. “Tehlikenin farkında mısınız” uyarısı, yerini “laiklik tehlikede değil” saptamasına ve laiklik için mücadeleden vazgeçişe vardı.

*
Şimdi okullarda eğitim – öğretim düzeni değiştiriliyor. Okullu öğretimden açık öğretime, genelden mesleki-teknik öğretime, müfredat değişikliğinden ilkokulda kızların örtünmesine, kızlı-erkekli karma sistemden ayrı sisteme gidiş yaşanıyor. Bir kamu hizmeti olarak olan eğitimin geleceği tehlikeye giriyor. İşyerlerinde ibadet yeri açılması, mesai saatlerinde ibadet için çalışmanın ve toplu ulaşımda ibadet saati geldi diye seyahatin kesilmesi baskıları, kamu hizmetlerinin ülke genelinde aynı kurala bağlı, eşit ve eşgüdümlü sunumunu sınırlandırmaya başlamıştır. Süreç, CHP’nin kendi genel merkezinde mescit açarak kendisinin dini siyasete alet etmeye başladığı bir noktaya gelmiştir.

Adliyelerde kadın görevlilerinin görev başında türbanla bulunmaları başlangıç oldu. Bu adım, ‘kendi dini-göreneksel inançlarına göre yargılanmak’ politikasının kapısını açmıştır. Nitekim bu, yine Erdoğan eliyle Cumhurbaşkanlığı Vizyonu’ndaki paragraflarla gündeme girişini yapmıştır. “Yargı teşkilatı milletin tüm farklılıklarının yansıyacağı, hukuka ve adalet idealine uygun yargılamayı sağlayacak bir şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.” Temmuz 2014 tarihli bu “vizyon”, 1994 tarihli sözlerin murada erdirilmesidir. Hastanelerde kadın doktora muayene olmayı reddedişleri ya da kadın doktorun erkek hastaya bakmayı reddetmesini, kamu hizmetlerinde kadın-erkek ayrı otobüs, plaj tahsisi zorlamalarını, hapishanelerde günlük yaşamın dini-göreneksel inanca göre düzenlenmesi yönünde baskıya dönüşen tutumları, artık ‘münferit’ saymak olanak dışıdır.

Yani, laiklik mücadelesini terk edenler öğrenciyle veliyi, sağlık personeliyle hastayı, davalıyla davacıyı, işverenle işçiyi, şoförle yolcuyu terk ettiler. Onları yalnız bıraktılar. Yaşamdan çekildiler. Demek ki neymiş? Laikliği savunmak, yaşamın dışında şeylerle değil yaşamın ta kendisiyle ilgilenmek demekmiş.
*

Yaşadığımız gericileşme sürecinde en önemli kırılma noktası, “laiklik meselesini bırakın, ekonomik meselelere bakın!” telkini oldu. Bu telkinin anlamı, ülkenin yarıldığı ana ekseni bırakalım, hep birlikte ekonomizme batalım’ idi. Öyle oldu. Bağımsız siyasal duruşumuzu yitirip gericiliğin kuyruğunda takılı kaldık. İdeolojik bulanıklık ve teslimiyetçilik, liberal gericilerin “laikçiler” ve “laikçi teyzeler” alaylarına omuz verdi. Oysa doğru olan, ideolojik ve siyasal mücadelemizle “laikçi teyzeler”i onurlandırmaktı. Ulusal birlik içinde çeşitlilikle yaşamamızı sağlayan laiklik anlayışını, Cumhuriyet ve yaşam savunmamızın merkezine oturtarak “karşıdevrime geçit yok” demekti.

*
Geçmişten ve kendi deneyimimizden almamız gereken derslerden biri şu olsa gerek: Ekonomizm aldanmasına karşı kapsamlı bir ideolojik mücadele vermeli ve siyasal uyanıklık göstermeliyiz.


8 Ekim 2014 Çarşamba

Partilerde Meşru(t)iyet



Meşruiyet ile meşrutiyet. Dilimize Arapça’dan gelme ve yazımları birbirine çok yakın iki sözcük. Aralarında tek harf farkı var; ama iki farklı dünyayı anlatıyorlar.

Meşrutiyet, (t)’li olan, hükümdarla yönetilen ülke demek. Hükümdarın yetkilerinin seçilmiş bir meclis eliyle kısıtlandığı saltanat yönetimi. Osmanlı’da 1876’da ve 1908’de açılan iki siyasal döneme 1 ve 2. Meşrutiyet Dönemi denirdi. Kısıtlanmış da olsa, rejimin bir aileye ait olan hanedanlık – saltanat başkanlığa dayanması, cumhuriyetten farklı olmasına neden oluyor. Soya bağlı yönetme hakkı, bu rejimi ‘halk egemenliği’ demek olan demokrasiden uzağa savuruyor.

Meşruiyet, (t)’siz olan, kurala uygun işlem demek. Töreye, yasaya, usule uygun ve herkesçe kabul edilmiş geçerli uygulama. Herhangi bir kurumun, bir siyasal partinin başındaki kişilerin yönetme yetkilerini haklı biçimde sürdürmeleri, meşruiyetçi olmalarına bağlıdır. Bunun uzak ucu geleneklere, en yakın ucu da yasa, tüzük gibi hukuksal kurallara uzanır. Bunlara uygun olmayan her tutum, meşruiyetini – yasallığını – geçerliğini yitirmiş sayılır.

Siyasal partilerde meşruiyetçilik, günümüzde parti-içi demokrasi adı verilen değer.

MEŞRUİYET KIRILIRSA...

Demokratik kurum ve çağdaş siyasal partilerde meşruiyet –yasallık kırılırsa ortaya iki sonuç çıkar.

Birincisi, karar ve uygulamalarda meşruiyeti –yasallığı ihmal eden yöneticilerin yönetme hakkı düşer. Çünkü çağdaş demokratik örgütlenmelerde yönetme hak ve yetkisi aşağıdan yukarıya işler. Her karar ve uygulama süreci kurallara bağlanmıştır. Partilerde üyeleri temsil eden seçilmiş delegelerin bir araya geldikleri kurultaylar, bunların seçerek belirledikleri parti meclisleri, yetkilendirilmiş denetim kurulları, vb… aracılığıyla ortaklaşa belirlenmiş kurallar vardır. Her kişinin bu yapıların işleyişine ve karar yoluyla ortaya çıkardıkları kurallara uyması gerekir. Büyük mekanizmaları bir arada tutmanın da, amaç doğrultusunda etkili biçimde çalıştırmanın da şimdiye kadar bulunabilmiş biricik yolu budur. Herhangi birileri, özellikle de yöneticiler karar ve uygulamalarında meşruiyetçi davranmazlarsa, örgütün dağılmasına ve amaçtan uzaklaşmaya yol açacakları için yönetme hakkını yitirirler.

İkincisi, meşruiyetçiliğe aykırı davranan yöneticiler sayesinde o kurumda, demokratik yönetim tarzı terk edilmiş ve meşrutiyetçi yönetim tarzı başlamış olur. Bu, söz konusu örgütte keyfilik dönemi başlamış demektir. Meşruti rejimlerden farkı, burada sürecin tersine işlemiş olmasıdır. Meşruti rejimler, mutlak rejimlerden sonra gelir. O nedenle meclisler ve kurullar hükümdarı sınırlandırmak işlevi görürler. Böylece rejimi eksik de olsa demokrasiye doğru iterler. Bizim örneğimizde ise, meclislerle kurullar mevzi yitirmiş ve yöneticiler tarafından ikincil duruma düşürülmüşlerdir. Bundan böyle kendileri asıl değildir; karar ve yürütme güçlerini yöneticilerin gasp etmeleri nedeniyle yapıdaki ağırlıkları azalmıştır. Yönetici, karar ve yürütme yetkisine sahip olan kurulları sınırlandırmıştır.

MEŞRUİYETÇİLİĞİ GERİ ÇAĞIRMALI

Kuruluşu ülkemizle birlikte olan CHP tarihi, parti yönetiminde meşruiyetçiliğe –yasallığa verilen önemin öğretici örnekleriyle dolu. Geçen haftaki yazımda teşekkür için söz ettiğim Kamil Kırıkoğlu’nun anılarında dikkat çekici örnekler var.

Günümüzde, yazık ki meşruiyet geleneğini kırmış karar ve uygulamalar üst üste bindi. Örneğin, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde belediye başkanlığına, meclis üyeliğine, il genel meclisi üyeliğine başvurmak isteyenlerin parti görevlerinden istifa etmeleri, belli tarihe kadar başvurmaları, ücret yatırmaları, eğitime katılmaları, bunlarda eksik olanların aday olamayacakları yönündeki merkez kararı, hemen her yerde yine merkez yönetim tarafından ezildi. Yine örneğin, 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gösterilen aday, öneri kaynağının kim, ne olduğu da saklanarak ve PM – MYK – TBMM Grubunun bilgisi ve onayı dışında kamuoyuna sunuldu. Ve örneğin, 5-6 Eylül 2014 Kurultayı’nda cümle alemin kadınlar için getirildiğini bildiği cinsiyet kotası erkekler için kullanıldı; bu yolla Kurultay’ca reddedilenler seçilmiş sayıldı. Üstelik bu işler doğrudan genel başkana ait 12 kişilik Bilim Kurulu listesinde oldu. Ortaya, meşruiyetçilik sorununu da aşan bir keyfilik ve Tüzük ile Kurultay’a karşı hile sorunu çıktı. Şimdilerde de karşımıza, iki Parti Meclisi üyesini istifa ettirerek, Kurultay’ın seçmeyi reddettiği bir kişiyi PM üyesi yapmak için girişilmiş zorlamalar var.

Parti-içi demokrasinin kırılması “ben yaparım, olur” keyfiliğiyle başlıyor. “Ben yaptım, siz de tıpış tıpış...” aşağılamasına varıyor. Demokrasi, yerini meşruti yönetme tarzına terk ediyor. Oysa meşruiyet –parti-içi demokrasi duyarlığı “tutarlığımızı yitirmeyelim”, “parti zedelenmesin”, “güvensizlik uç vermesin”, “mekanizma dağılmasın”, “amaçlar kaybolmasın” kaygılarının ilacı.

Son uygulamalara bakınca insanın aklına ağır bir soru gelip yerleşiyor: Yoksa sorun, bu tür kaygıların olmaması mı?

*
Sağlıkla, tüm sevdiklerinizle ve ulusça, komşularla savaşsız nice aydınlık yıllarda güzel bayramlar dilerim.


6 Ekim 2014 Pazartesi

Bağlaşık Küfürbazlar


Ulusalcılık, küreselcilik ile güreş tutan dünya görüşü.

Küreselleşme, tekerlek icat edildiğinden beri mesafelerin kısalması nedeniyle küçülen dünya olayına yeni ad oldu. Küreselcilik ideolojisi, işte bu olayın ‘reddedilemez gerçek’liğine yaslanıp insanlığın kafasına çuval gibi geçirilmeye çalışıldı. Buna itirazlar, hemen neredeyse anında yükseldi. Bizim memlekette itirazların toplu adı ulusalcılık oldu. Kısa sürede öyle yaygınlaştı ki, bu duruşa kah Amerikan düşmanlığı denip saldırıldı, kah şovenizm denip karartma uygulandı, kah terör örgütlenmesi denip vuruldu.

Yazılıp söylenenlere bakınca ulusalcılığa küfürler üç maddede toplanıyor:

(1) Asimilasyon, inkar, imhacılık; yani ırkçılık, faşistlik, şovenlik.
(2) Darbecilik, askercilik, vesayetçilik.
(3) İçe kapanmacılık, dünyaya sırtını dönmek; 1930’lar takıntısı.

AMACINI GİZLEYEN ETNİKÇİLİK
05.10.'14

Birinci küfür etnik milliyetçi gericilikten geliyor. Bu küfürcüler, ulusal devlet örgütlenmesine karşı etnik topluluklara kimlik - bölgelere özerklik statüsü verilsin istiyor. Derdi, siyasal sistemin kurucu unsurunda değişiklik. Dinci cenah da, dinsel – mezhepsel topluluklara statü verilmesini düşlüyor. Böylece devleti ulusal değil milliyetler - cemaatler devleti yapma hedefinde birleşiyorlar.

Ulusalcılık, bu özlemleri gericilik sayıyor. Bu siyasetin Osmanlı’da kaldığını, feodalizm diriltilemeyeceğine göre, bu eskiye rağbeti tarihsel gericilik diye görüyor.

Etnik –dinsellerin varlığını inkar da imha da etmiyor, sosyal-kültürel varlıklarını kabul ederken yalnızca “siyasal olarak yetkilendirilemezler” diyor. Ulusalcılık, asimilasyonu bir politika olarak benimsemiyor; sosyal-kültürel varlıklar olarak geliştirilsin görüşünde. Faşistlik, günümüzde herkesin birbirine savurduğu anlamını yitirmiş kof bir küfür, üstünde durulacak yanı yok. Irkçılık, tartışma sosyal – kültürel değil siyasal olduğu için içi boş küfür olarak hakaret mertebesinde kalıyor. Şovenlik suçlaması ise belli ki ulus fikrinin savunulmasından kaynaklanıyor, ama bağlamı kaymış durumda. Şovenlik nedensiz biçimde kendi ülkesinin ya da ırkının diğerlerinden üstün olduğu inancı demek. Oysa burada ülkeler arası bir tartışma yok. Bir ırkın savunması da yok. Tam tersine farklı etnik kökenlerden yurttaşların oluşturduğu siyasal ulusal birlik yapısı savunuluyor.

Kısacası bu küfürbaz kendi amacını söylemekten aciz. Gerçek amaçlarının ne olduğunu söyleyebilseler, küfürden medet ummayacaklar.

NALINCI KESERİ DİNCİLİK

İkinci küfür dinci gericilikten geliyor. 12 Eylül darbesi kendilerini beslememiş gibi, 28 Şubat darbesinden dem vuruyorlar. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni laik-Atatürk Cumhuriyeti’nin savunucusu olarak görüp çok eskiden beri düşmanları ilan etmişler.

Elbette laik-Atatürk milliyetçiliği ile ilişkisini kesmiş, kendilerinin gücü haline gelmiş bir darbeci – askerci - vesayetçi manzarayla hiçbir sorunları yok. Bu gruptaki küfürler demokratlığın değil, iktidarı bir bütün olarak kendi ellerine geçirme gayretinin ürünü. Önce kamu yönetimi içinde bürokratik kadroların vesayeti vardı, ulusalcı laik kadrolar boşaltılınca bitti. Sonra ordunun vesayeti vardı, o da ordunun patronluğu ele geçirilince bitti. Nihayet yargının vesayeti hukuka değil siyasal iktidara dayanan kendi HSYK’sını yaratma mücadelesiyle halledildi. Demek ki ulusalcılığa yönelik bu küfürler ulusalcı dünya görüşünün özellikleriyle değil, kendi iktidarının yollarını açma sorunuyla ilgili.

Nitekim, Mısır’da aynı usullerle yaşanan Mübarek’in devrilişine devrim, İhvan Mursi’nin devrilişine darbe dediler. Olayları ‘demokratik değerler’e değil kendi amaçlarına göre tanımladıklarını gösterdiler.

YENİ BOYUNDURUK KÜRESELCİLİK

Üçüncü küfür, küreselcilerden geliyor. Bunlar sağlı sollu neoliberaller. Sosyalistlikten dem vuran bazılarıyla, etnikçilerle, Türkiye’yi dünya markası yapacağını söyleyen dincilerle birlikteler.

Küreselciler, ulusal üretim ve bölüşüm mekanizmalarının tümüyle küresel piyasalara çıpalamamız gerektiğini söylediler. Sanayi ve tarıma destekleri kaldırmamızı, özelleştirme, fiyat reformu, ticari serbestleşme yapmamızı, bütçe disiplinine sarılmamızı… yapısal uyum sağlamamızı istediler. Neye, nereye uyum? Küresel ekonomiye. Yani devleşmiş tekellerin isteklerine, bunların vurucu gücü küresel militarizme, bunların besle(n)diği küresel mali piyasalara…

Ulusalcılık “küresele uyum, şu bildiğimiz emperyalizmin boyunduruğunu kabuldür” dediği için “içe kapanmacı” ilan edildi. Gön, yufka yerinden delinir sözündeki gibi, boyunduruk yerelde - küreselde değil, ancak ulusalda kırılır dediği anda da çıkış yolunu gösterdi. Küfür bağlaşımındaki öfke başka şeyden değil, bundan!