8 Ekim 2014 Çarşamba

Partilerde Meşru(t)iyet



Meşruiyet ile meşrutiyet. Dilimize Arapça’dan gelme ve yazımları birbirine çok yakın iki sözcük. Aralarında tek harf farkı var; ama iki farklı dünyayı anlatıyorlar.

Meşrutiyet, (t)’li olan, hükümdarla yönetilen ülke demek. Hükümdarın yetkilerinin seçilmiş bir meclis eliyle kısıtlandığı saltanat yönetimi. Osmanlı’da 1876’da ve 1908’de açılan iki siyasal döneme 1 ve 2. Meşrutiyet Dönemi denirdi. Kısıtlanmış da olsa, rejimin bir aileye ait olan hanedanlık – saltanat başkanlığa dayanması, cumhuriyetten farklı olmasına neden oluyor. Soya bağlı yönetme hakkı, bu rejimi ‘halk egemenliği’ demek olan demokrasiden uzağa savuruyor.

Meşruiyet, (t)’siz olan, kurala uygun işlem demek. Töreye, yasaya, usule uygun ve herkesçe kabul edilmiş geçerli uygulama. Herhangi bir kurumun, bir siyasal partinin başındaki kişilerin yönetme yetkilerini haklı biçimde sürdürmeleri, meşruiyetçi olmalarına bağlıdır. Bunun uzak ucu geleneklere, en yakın ucu da yasa, tüzük gibi hukuksal kurallara uzanır. Bunlara uygun olmayan her tutum, meşruiyetini – yasallığını – geçerliğini yitirmiş sayılır.

Siyasal partilerde meşruiyetçilik, günümüzde parti-içi demokrasi adı verilen değer.

MEŞRUİYET KIRILIRSA...

Demokratik kurum ve çağdaş siyasal partilerde meşruiyet –yasallık kırılırsa ortaya iki sonuç çıkar.

Birincisi, karar ve uygulamalarda meşruiyeti –yasallığı ihmal eden yöneticilerin yönetme hakkı düşer. Çünkü çağdaş demokratik örgütlenmelerde yönetme hak ve yetkisi aşağıdan yukarıya işler. Her karar ve uygulama süreci kurallara bağlanmıştır. Partilerde üyeleri temsil eden seçilmiş delegelerin bir araya geldikleri kurultaylar, bunların seçerek belirledikleri parti meclisleri, yetkilendirilmiş denetim kurulları, vb… aracılığıyla ortaklaşa belirlenmiş kurallar vardır. Her kişinin bu yapıların işleyişine ve karar yoluyla ortaya çıkardıkları kurallara uyması gerekir. Büyük mekanizmaları bir arada tutmanın da, amaç doğrultusunda etkili biçimde çalıştırmanın da şimdiye kadar bulunabilmiş biricik yolu budur. Herhangi birileri, özellikle de yöneticiler karar ve uygulamalarında meşruiyetçi davranmazlarsa, örgütün dağılmasına ve amaçtan uzaklaşmaya yol açacakları için yönetme hakkını yitirirler.

İkincisi, meşruiyetçiliğe aykırı davranan yöneticiler sayesinde o kurumda, demokratik yönetim tarzı terk edilmiş ve meşrutiyetçi yönetim tarzı başlamış olur. Bu, söz konusu örgütte keyfilik dönemi başlamış demektir. Meşruti rejimlerden farkı, burada sürecin tersine işlemiş olmasıdır. Meşruti rejimler, mutlak rejimlerden sonra gelir. O nedenle meclisler ve kurullar hükümdarı sınırlandırmak işlevi görürler. Böylece rejimi eksik de olsa demokrasiye doğru iterler. Bizim örneğimizde ise, meclislerle kurullar mevzi yitirmiş ve yöneticiler tarafından ikincil duruma düşürülmüşlerdir. Bundan böyle kendileri asıl değildir; karar ve yürütme güçlerini yöneticilerin gasp etmeleri nedeniyle yapıdaki ağırlıkları azalmıştır. Yönetici, karar ve yürütme yetkisine sahip olan kurulları sınırlandırmıştır.

MEŞRUİYETÇİLİĞİ GERİ ÇAĞIRMALI

Kuruluşu ülkemizle birlikte olan CHP tarihi, parti yönetiminde meşruiyetçiliğe –yasallığa verilen önemin öğretici örnekleriyle dolu. Geçen haftaki yazımda teşekkür için söz ettiğim Kamil Kırıkoğlu’nun anılarında dikkat çekici örnekler var.

Günümüzde, yazık ki meşruiyet geleneğini kırmış karar ve uygulamalar üst üste bindi. Örneğin, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde belediye başkanlığına, meclis üyeliğine, il genel meclisi üyeliğine başvurmak isteyenlerin parti görevlerinden istifa etmeleri, belli tarihe kadar başvurmaları, ücret yatırmaları, eğitime katılmaları, bunlarda eksik olanların aday olamayacakları yönündeki merkez kararı, hemen her yerde yine merkez yönetim tarafından ezildi. Yine örneğin, 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gösterilen aday, öneri kaynağının kim, ne olduğu da saklanarak ve PM – MYK – TBMM Grubunun bilgisi ve onayı dışında kamuoyuna sunuldu. Ve örneğin, 5-6 Eylül 2014 Kurultayı’nda cümle alemin kadınlar için getirildiğini bildiği cinsiyet kotası erkekler için kullanıldı; bu yolla Kurultay’ca reddedilenler seçilmiş sayıldı. Üstelik bu işler doğrudan genel başkana ait 12 kişilik Bilim Kurulu listesinde oldu. Ortaya, meşruiyetçilik sorununu da aşan bir keyfilik ve Tüzük ile Kurultay’a karşı hile sorunu çıktı. Şimdilerde de karşımıza, iki Parti Meclisi üyesini istifa ettirerek, Kurultay’ın seçmeyi reddettiği bir kişiyi PM üyesi yapmak için girişilmiş zorlamalar var.

Parti-içi demokrasinin kırılması “ben yaparım, olur” keyfiliğiyle başlıyor. “Ben yaptım, siz de tıpış tıpış...” aşağılamasına varıyor. Demokrasi, yerini meşruti yönetme tarzına terk ediyor. Oysa meşruiyet –parti-içi demokrasi duyarlığı “tutarlığımızı yitirmeyelim”, “parti zedelenmesin”, “güvensizlik uç vermesin”, “mekanizma dağılmasın”, “amaçlar kaybolmasın” kaygılarının ilacı.

Son uygulamalara bakınca insanın aklına ağır bir soru gelip yerleşiyor: Yoksa sorun, bu tür kaygıların olmaması mı?

*
Sağlıkla, tüm sevdiklerinizle ve ulusça, komşularla savaşsız nice aydınlık yıllarda güzel bayramlar dilerim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder