10 Ocak 2016 Pazar

SİZE NEDEN LAZIM?



Cumhurbaşkanı ve AKP “yeni anayasa gerek, çünkü başkanlık lazım” diyor.

PKK ve HDP “yeni anayasa gerek, çünkü özerklik lazım” diyor.

Bu iki kesim ortaklaşa “yeni anayasa gerek, çünkü Türk’ü silmek lazım” diyorlar.

CHP ve MHP “yeni anayasa gerek, çünkü …....

Bu iki partinin çünkü’lerini bulamadım.

Metinlerini inceleyip, teknik suratlı terimlerin ardından niyetlerini okumadan, kamuoyuna açıkça söyledikleri sözlerini aradım, bulamadım.

CHP ve MHP, ikisi de “yeni anayasa gerek” diyorlar. Ama kendi lazım’ları nedir, bunu söylemiyorlar. Açıklamış olmaları gerekirdi. Açıklamadılar.

O halde bizim sormamız gerekiyor:

Size neden lazım?

*

CHP açıklamalarında “başkanlık lazım değil” diyor. Türklüğü kaldırmak konusunda bu kadar yüksek sesle değil, çünkü kendi tabanından “hadi oradan, kimsin sen!” azarı yiyeceklerinden korkuyor, ama üstü kapalı yazıp mırıldanma usulüyle “Türklüğü kaldırmak lazım” diyor. Yerel yönetimleri güçlendirmekten, yerel yönetim özerklik şartından dem vurup “bir özerklik rüzgarı lazım” diyen bir pozisyona oturuyor. Kendine ait bir lazım’ı yok. AKP ile PKK/HDP lazım’larına göre konuşuyor.

MHP açıklamalarında başkanlık konusunda tereddütlü gibi. Buna karşılık “Türklüğe dokunma, özerklik yok” diyor. Onun da kendine ait bir lazım’ı yok.

Kendilerine ait lazım’ları yok, ama “yeni anayasa gerek” diyorlar. Neden?

*

CHP ile MHP 2010 – 2014 arasında anayasa değişikliği masasına “istemezükçü görünmemek”, “masadan kalkan olmamak”, “uzlaşmacı görünmek” uğruna oturmuşlardı. Şimdi ortam değişti. Toplumdan yükselen ses “ortak olmayın” sesi. Artık uzlaşmacı görüntü prim yapmak bir yana, teslimiyetçilikle suçlanmalarına neden oluyor.

Bu ortama karşın “yeni anayasa” masasındalar. Neden?

*

Üstlerinde dış dünyadan, Atlantiğin iki yakasına yerleşmiş ABD ve AB çevresinden baskı var da ondan mı? Bu üst-akıl “Ortadoğuda yeni bir harita olmalı, siz de onu kolaylaştırmalısınız” diyor; bunun için “ulusal – üniter yapı çözülsün, bölgelere ve milliyetlere özerklik verilmiş gevşek bir Türkiye yaratılsın” istiyor; ve “böyle bir şey ancak yeni bir anayasayla mümkün olur” diyor. Bu nedenle olabilir mi?

“Yeni Anayasa”nın esas oğlanları bunlarsa, AKP iktidar uğruna bu cendereye sıkışmışsa, muhalefet partilerinin bu durumda aksini yapmaları gerekmez mi? Şiddetli bir şekilde “Yeni Anayasa Müzakeresi Yok” deyip hem AKP’yi hem de Türkiye’yi kurtarmaları daha akıllıca değil mi?

Yoksa, AKP – CHP – MHP’nin vatansever kadroları “büyük devletlerle kafa kafaya gelinmez, çubuğu kırılacak kadar bükmemeli, istediklerini verelim”ci kadrolar mı? Bu “pozitif, uzlaşmacı olalım” hali bizim yerlilerin birbirleriyle değil de Atlantik oğlanlarıyla uzlaşma görüntüsü mü?

*

Herşeyi böyle dış dünyaya, emperyalizme bağlamak olur mu? Koskocaman Türkiye’nin siyasal aktörleri bu kadar sıfır mı?

Herhalde değildir.

Ama doğrusu gözlerim, eğer varsa, sıfırdan fazlalıkları seçmekte zorlanıyor. AKP’nin Osmanlı “misakı milli”siyle sınırları genişletici neo-osmanlıcılığının BOP zamanına rasgelmiş olması gözlerimi bulandırıyor. Başkanlık önerisi, bu ürkütücü rastlantıya örtü gibi duruyor. PKK’nın Türkiye, İran, Irak, Suriye’de dörtlü konfederasyonculuğunun aynı ABD projesi dönemine denk gelmesi de… Bunların karşısında CHP ile MHP’nin kendi lazım’ları olmadan sergilediği yeni anayasacı profil, gözümde sıfırı bile önemli bir değer haline getiriyor.

Sorun buradaysa, o zaman AKP, CHP, MHP, HDP, vb. tüm kurumların yörüngelerinde hareket eden herkesin sil baştan bir değerlendirme yapması zorunlu demektir.


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 10 Ocak 2016]



7 Ocak 2016 Perşembe

PEKİ, YA SONRASI?


Yeni Anayasa isteklerinin bir nedeni, 66. Maddedeki “Türk vatandaşlığı”nı silmek. Bunun yerine “Türkiye cumhuriyeti vatandaşlığı” yazılmak isteniyor. AKP, CHP, HDP yönetimleri bunda anlaşmış bulunuyorlar. Kanıtı 1 Kasım 2015 seçim bildirgelerinde duruyor. Bunu, “eşit vatandaşlık” yada “anayasal vatandaşlık” adı verilen bir anlayış temelinde benimsedikleri ve bu anlayışla uygulayacakları da aynı bildirgelerde yazılmış bulunuyor.

Peki, şimdiki Türk vatandaşlığı eşitlik ilkesine dayanmıyor mu? Anayasanın 10. Maddesi eşitlik maddesi ve şöyle diyor: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. ….” Şimdiki anayasa “yurttaşların (bireysel) eşitliği”ni benimsiyor. “Eşit vatandaşlık” bundan daha ileri ne getirmek anlamına geliyor?

*

İpucu, AKP’nin seçim bildirgesinde yer alan “herhangi bir etnik kimliğe referans yapmayan vatandaşlık tanımı” ifadesinde gizli. Eşit vatandaşçılar, “Türk” adının bir etnik kimliğe referans yaptığını, bu tercihin diğer etnik gruplar için eşitsizlik yarattığını, vatandaşların etnik kimlikleri bakımından eşitlenmesi gerektiğini iddia ediyorlar.

Bizce “Türk” bir etnisitenin değil, kimlikler-üstü olan ulusun adıdır. Ama bu tartışmayı bir yana bırakalım, peki diyelim ve dedikleri değişikliği yaptıktan sonra “TC Vatandaşları”nın siyasal hak ve ödevlerini nasıl bir düzende kullanıp yerine getireceklerini soralım.

*

“Türk”, ulusal vatandaşlığımızın adı olarak silinip yerine “TC vatandaşlığı” torbası koyulduktan sonra nasıl bir düzen kurulması gerekecek?

(1) Etnik kimliklerin eşitliği ve güvencesi için, bunların anayasal statüye kavuşturulması gerekmeyecek mi?

(2) Bunlar siyasette ve devlette kendilerini nasıl temsil edecekler?

(3) O zaman her etnisitenin kendi yönetim kurumları mı olacak?

(4) Bir etnik grup saydığınız Türk’lerin anadili Türkçe, şimdi olduğu gibi tek-ulusal-resmi dil olarak kalacak mı?

(5) Eşit vatandaşlık anlayışı, Türkçe’nin bu konumuna son vermeyi gerektiriyor mu?

(6) Madem eşitlik etniklerin eşitliği, diğer etnik grupların dilleri de resmi dil mi olacak?

(7) Bu durumda kamu hizmetlerinin de her etnik grup için ayrı ayrı örgütlenmesi gerekmeyecek mi?

(8) “Türk” bir etnik grup ise, egemenlik hakkının tek sahibi “Türk Milleti” kavramının da ortadan kaldırılması mı gerekecek?

(9) Yurttaş, millet olgusunun yapıtaşı olduğuna göre, “Türk vatandaşlığı” silinince anayasada “Türk Milleti” neye dayanarak tanımlanacak?

(10) Yoksa “Türk Milleti” de, Leyla Zana’nın TBMM yemin töreninde dediği gibi, “Türkiye Milleti” gibi bir şey mi olacak?

*

Bugünkü çabalar, bu soruların yanıtlanması bir yana “peki sonra?” sorusunun ortaya atılmasını bile önleyen bir ortamda sergileniyor. Tüm yaşamı değiştirecek böyle bir anayasal adımı, yol açacağı düzen hakkında hiçbirşey söylemeden yapmaya çalışmak, kendi başına büyük bir ahlaki sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Karşımızdaki “vatandaşlık anlayışını değiştirmek” atağı, ulusal devleti ortadan kaldırıp yerine “çokmilliyetli düzenek” koyma amacına dönük bir şey. Bu siyaset, 1900’lü yılların başlarında Avusturya’da “milliyetlerin kültürel özerkliği anlayışı” olarak dile getirilmişti. Anlayışın sahibi Otto Bauer idi. O tarihlerde, hem kuram hem pratik bakımından pek acı biçimde mahkum edilmişti.

“Eşit vatandaşlık”, “anayasal vatandaşlık” adı altında hortlayan “milliyetlere özerklik” siyaseti, yüzyıl önce olduğu gibi bugün bir kez daha tarihe gömülmeyi bekliyor.

[BAG, Aydınlık Gazetesi, 6 Ocak 2015]



4 Ocak 2016 Pazartesi

AF BUYRUN, NE VATANDAŞI DEMİŞTİNİZ?



Cumhurbaşkanı ve Başbakan konuşmalarında “78 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” diyor; buna göre TC vatandaşıyız.

Kemal Kılıçdaroğlu da öyle diyor, “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları….”

HDP yöneticileri ne vatandaşı olduğumuzu söylemiyorlar, daha çok “halklar….” diyorlar; herhalde “halklar vatandaşıyız”.

*

Anayasanın “siyasi haklar ve görevler” bölümünde, her birimizin “Türk vatandaşı” olduğumuz belirtiliyor. Madde 66’nın başlığı Türk vatandaşlığı. Maddede deniyor ki, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

Gelin görün ki, siyasetin tepesindeki parti yöneticileriyle devlet yöneticileri “Türk vatandaşları”nı hiç ağızlarına almadıkları gibi, taşıdığımız kimlik belgelerinde de başka başka durumlar var. Nüfus cüzdanlarımızda “Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Cüzdanı” yazıyor; dinimiz hanesi var, ama uyruğumuzu ayrıca gösteren bir hane yok. Pasaportlarda ülke kodu TUR, uyruğu (nationality) bölümünde de TUR yazıyor. Herhalde Turkey –Türkiye kısaltması. Bu temel resmi belgelerde de “Türk vatandaşlığı”na işaret eden bir ibare yok.

*

Aslına bakarsanız bu çeşitliliği çok dert etmeyebilirdik.


Dert etmeye başladık. Çünkü Yeni Anayasa yapmak isteyenler, yapamazlarsa kapsamlı anayasa değişiklikleri yapma niyeti taşıyanlar var. Başta iktidar partisi AKP var; diğer üç muhalefet partisi de seçim bildirgelerinde “yeni anayasa yapacağız” dediler. Ve MHP hariç, 1 Kasım 2015’de yapılan son seçimde anayasada vatandaşlığı değiştirecekleri yönünde sözler koydular.

AKP, CHP, HDP, yeni anayasa için “eşit vatandaşlık anlayışı”nı benimsediklerini ilan ettiler. Seçim bildirgelerinde yer alan ifadeler şöyle: AKP “eşit vatandaşlık anlayışını benimsiyoruz”; CHP “eşit vatandaşlık temelli bir anayasa yapacağız”; “HDP’nin öngördüğü anayasa; eşit yurttaşlık temelinde olacak”.

İşte bu anlayış çerçevesinde ilk atacakları adımın, vatandaşlık adımızı değiştirmek olacağı da bildirgelerde açıkça dile getirildi. HDP’nin zaten çoktandır istediği bu değişiklik konusunda AKP “herhangi bir etnik veya dini kimliğe referans yapmayan bir vatandaşlık tanımını esas alacaktır” sözünü verirken, CHP yeni adı da yazıp “devlet yönetiminde, dil, kültür, inanç ve yaşam tarzları arasında ayrım yapmaksızın Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı ortak paydasını esas alacağız” dedi.

*

Yaptığımız alıntılar yeterince açık biçimde gösteriyor ki, TBMM’deki üç partinin tepesindekiler anlaşmışlar; vatandaşlığın adını değiştirecekler. Türk silinecek, yerine TC vatandaşlığı yazılacak. Bundan böyle “eşit vatandaşlık”, eskimiş adıyla da “anayasal vatandaşlık” anlayışı benimsenecek.

Peki şimdiki Türk vatandaşlığı eşitlik ilkesine dayanmıyor mu? Anayasanın 10. Maddesi eşitlik maddesi ve şöyle diyor: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. ….”

“Eşit vatandaşlık” bundan daha ileri ne getirmek anlamına geliyor?

*

İpucu, yukarıda AKP’nin seçim bildirgesinden yaptığımız alıntıda. “herhangi bir etnik kimliğe referans yapmayan vatandaşlık tanımı”… Yani “Türk” bir etnik kimliğe referans yapıyor; onu yerinden edeceğiz.

Ya sonra?

*

Yanıtsız sorular da bu noktada başlıyor:


(1) Peki “Türk”ü ulusal vatandaşlığımızın adı olarak sildikten sonra, eşitlik ve güvence için, kimliklerin anayasal statüye kavuşturulması gerekmeyecek mi?

(2) O zaman her etnisitenin kendi yönetim kurumları mı olacak?

(3) Bunlar siyasette ve devlette kendilerini nasıl temsil edecekler?

(4) Bir etnik grup saydığınız Türk’lerin anadili Türkçe, şimdi olduğu gibi tek-ulusal-resmi dil olarak kalacak mı?

(5) Yoksa o da mı kaldırılacak?

(6) Madem eşitlik etniklerin eşitliği, diğer etnik grupların dilleri de resmi dil mi olacak?

(7) Bu durumda kamu hizmetlerinin de her etnik grup için ayrı ayrı örgütlenmesi gerekmeyecek mi?

(8) Türk vatandaşlığı yoksa, Türk Milleti nasıl olacak? Yurttaş, milletin yapıtaşı olduğuna göre, yapıtaşı bireyden etnik topluluğa dönüşünce “millet” de mi silinecek?

(9) Herbirimiz Türk vatandaşı kimliğimizle, Türk Milleti olarak egemenlik hakkına sahibiz. Bu kimliğimiz değişince Türkiye sınırları içinde egemenlik hak ve yetkimiz düşecek mi?

(10) Yoksa “Türk Milleti” de, Leyla Zana’nın TBMM yemin töreninde dediği gibi, “Türkiye Milleti” gibi bir şey mi olacak?

*

Yukarıdaki sorular duygudan arınmış, öngörülen değişikliğin olası sonuçlarına ilişkin gerçek sorulardır.

Gerçek-üstü olan şey, bu kimselerin, egemenliğini yarı-sömürgeleşip parçalanan bir kül yığınından çekip çıkarmış bir ulusun, egemenlik hakkından parlamenter demokrasinin dehlizlerindeki pazarlıklara boyun eğip vazgeçebileceğini düşünmek… Hem de yüz yıl önce kaderini “müdafaai hukuku milliye”, yani milli varlığını ve haklarını savunma bilinciyle belirlemiş olan bir ulusun!

Şaka mısınız siz?


[BAG, Egeekspress, 04 Ocak 2016]

3 Ocak 2016 Pazar

PRENS SABAHATTİNCİLER İŞBAŞINDA


Prens Sabahattin padişah Abdülmecit’in torunuydu; Sultanzade idi, adındaki “prens” bu özelliğini anlatır. 1906’da Teşebbüsi Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti’ni (Özel Girişim ve Yerinden Yönetim Derneği) kurmuştu. Dernek 1908 yılında İttihat ve Terakki’ye karşı duran Ahrar Fırkası’na temel oldu. Dernek gibi partisi de İngiliz düşüncesine ve parti deneyimine yaslanmıştı. 1913’de iktidara suikast girişimi nedeniyle Avrupa’ya kaçmıştı, 1924’te de hanedan üyelerinden biri olarak yurt dışına çıkarıldı. 1948 yılında İsviçre’de öldü.

*

Prens Sabahattin’in görüşleri, 31 Mart 1909 isyancılarından yine İngiliz destekli Derviş Vahdeti tarafından benimsenmişti. Derneğiyle partisine azınlıklar ile tüccarlar destek vermişti; kendisinin de benimsediği adla bunlar liberal idi. Ademi merkeziyetçilik düşüncesi bugün de aynı çizgiler tarafından desteklenir. Bu zihniyet, merkez-sağ çizgide ana damara ve merkez-sol içinde yer tutmuş kalınca bir damara yerleşmiştir. 20. yüzyıl içinde “bürokratik sosyalizm”e karşı çıkan Batı Avrupa solculuğunun eklenmesiyle, bugünkü cepheleşme tamamlanmıştır.

*

Prens Sabahattin şöyle diyordu: "Ademi merkeziyet, tevsii mezuniyet (yetki genişliği) ve tefriki vezaiften (görevler ayrılığından) başka bir şey değildir.” 

Bunu 1876 Anayasasındaki 108. Maddeyi kendine destek sayarak söylüyordu. Oysa madde ademi merkeziyeti değil, illerin idaresi nasıl olacak sorusunu düzenliyordu. Buna göre illerin yönetimi “yetki genişliği ve görev ayrılığı” üzerine kurulacaktı, bunun bireşimi yasayla belirlenecekti: “Vilayatın usuli idaresi tevsii mezuniyet ve tefriki vezaif kaidesi üzerine müesses olup derecatı nizamı mahsus ile tayin kılınacaktır.”

1913 yılında kurulan Meclis Komisyonu, tam tersine bir yorum yapmıştı. “Tevsii mezuniyet, merkezi kudretin maiyet memurlarınca kullanılmasıdır; oysa tefriki vezaif “bilakis ahaliye taalluk eder.” Yani diyordu ki yetki genişliği merkezden yönetime aittir; yerinden yönetim denen şey görevler ayrılığı ilkesinden ibaret.

*

Prens Sabahattin bu yorumla İngilizlerin kendi sömürgelerinde kurduğu düzeni öneriyordu. Aslında Osmanlı Devleti'nin burnuna 1878 Berlin Anlaşması'yla dayatılan parçalama reformlarının üstüne bir idari kılıf geçirmişti. Devlet örgütlenmesini merkeziyetçilik esasından ademi merkeziyetçilik esasına çevirmeyi, bunu da federal-esaslı-yerinden-yönetim usulüyle (özerklik) yapmayı öneriyordu. 

Karşısındakiler dediler ki, bu dediğin türden "ademi merkeziyet, Midilli'nin Sakız'ın hep birer Girit olmasıdır." Yetki genişliği verilen kısım idari memurlardır; bunlar merkeziyete bağlıdır. Tefriki vezaif konusunda ise çok dikkatli olunmalıdır. Öyle görev ayrımı yaparsın ki devlet kuvvetlenir; ama öyle yaparsın ki sonu "siyasi ademi merkeziyet", yani parçalanıp gitmek olur. 

*  

İlginçtir, ikinci dünya savaşından sonra akıp geçen yıllarda, Prens Sabahattin düşüncesi akademik dünyanın adeta kaptan köşküne yerleşmiştir. Kimi “saf akademik”, kimi “sol”, kimi “sağ” görünümlü akademisyenlerce işlenen bu düşünce, yerini şaşılacak ölçüde basit bir sınıflandırmayla elde etmiştir.

Bunlara göre merkezden yönetim (merkeziyet), devlet merkezinden ibarettir. Mülki idare denen il ve ilçeler temelindeki taşra yönetimini, bunu yaratan yetki genişliği usulünü kapsamaz. Aynı Prens Sabahattin gibi düşünürler, yaptıkları sınıflandırmada mülki idareyi yerinden yönetim sayarlar.

Elbette Prens Sabahattin anılmadan, söze yüksek bir akademik görüntü verilerek kitaplara şu acayip cümle yazılır: Denir ki, “yerinden yönetimin iki biçimi vardır: Biri yetki genişliği, öbürü yerinden yönetimdir.” Bu bilgi yıllardan beri, büründüğü “saf akademik” görüntü altında büyük tarihsel kapışmanın yerelcilik cenahını besler durur.

Bilimin temelinde sınıflandırma vardır; bu cümle de bir sınıflandırma yapıyor. Konunun derinliklerine girmeden, yalnızca cümleyi bir kez daha okumakla yetinelim: Yerinden yönetimin iki türü vardır; biri (x), diğeri (yine kendisi)! Şöyle demek gibi bir şey: Canlının iki türü vardır; bir cansız öbürü yine canlı! Sınıflandırmada tepeden tırnağa bir bozukluk olduğu aşikar değil mi? Bu “bilgi”yle canlı – cansız ayırımını yapamazsınız; canlı denen şeyin bitki, hayvan, insan türlerini bir türlü keşfedemezsiniz, vb. vb…

*
Bizim, hem tarihi hem bugünü net bir biçimde gösteren sınıflandırmamız ise şöyledir:

Merkezden yönetim biri merkezi öbürü mülki (yetki genişliği, tevsii mezuniyet) olmak üzere iki ana parçadan oluşur. 

Yerinden yönetim biri coğrafi (yerel yönetimler) öbürü hizmet (KİT'ler, üstkurullar, meslek odaları) bakımından iki türe sahiptir. 

Hem coğrafi hem hizmet yerinden yönetiminde de iki usul vardır: Biri üniter-ilkeye-göre idari vesayet usulü, öbürü federal-ilkeye- göre özerklik (yeni zamanlarda verilen adla subsidiarite) usulüdür. 

*

Bugünkü plan projeler, Prens Sabahattin'in istediği gibi şu noktalara odaklanmıştır: 

(1) mülki parçayı eritmeye, 
(2) yerinden yönetimde geçerli vesayet usulüne son vermeye,  
(3) yerinden yönetimi özerklik usulüne göre kurmaya, 
(4) merkezi parçada asgari sayıda görev-yetki bırakıp onu daraltmaya, 
(5) siyasi iktidarı yereller - bölgeler arasında paylaştırmaya. 

*
Günümüzde silahlı – hendekli özerkçilik kendisini, kendi için pek verimli olan bu arazi sayesinde basitçe “yerinden yönetimcilik” diye sunabiliyor. Bu gayret, 100 yıl önceki ortaklarca destekleniyor. Günümüzde buna harcıalem akademik bilginin sessiz sedasız ve derinden desteği eklenmiş bulunuyor. Demek ki bizim de büyük tarihsel mücadelemizde siyasal direnişi, bilimsel bilgi ve ideolojik mücadeleyle örerek yürütmemiz gerekiyor.


[BAG, Yeni Adana Gazetesi, 04 Ocak 2015, buradaki yazı genişletilmiş metindir.]



O MASAYA OTURULMAZ



HDP’nin meclisteki grup başkanvekili İdris Baluken Hürriyet Gazetesi’ne ilginç bir açıklama yaptı. 27 Aralık 2015 tarihli DTK Özerklik Bildirisi karşısında AKP’nin gösterdiği tepkiden ötürü “şoktayız” dedi.

Özerklik sözü verdiler başlıklı açıklamasında "Başbakan görüşmeyi iptal etmese, bunları [verdikleri sözleri] anımsatacaktık. Biz de şaşırarak karşılıyoruz. DTK’nın sonuç bildirgesi açıklandığı zaman sanki ilk kez karşılaşmışlar gibi, kamuoyu yaratmaya çalışmaları, şoka uğramışlar gibi algı yönetmeleri, vatana ihanet ve hainlik üzerinde linçe tabi tutmaları, bizim açımızdan da son derece şaşırtıcı ve şoke edici bir tavır” diyor.

*

Bu açıklamayla birlikte başka kanıta gerek kalmadı. Türkiye, her biri durmadan halk, millet, demokrasi diyen yerli-yabancı elitlerin pazarlıklarıyla dönüştürülmeye çalışılıyor. Pazarlıklar kapılı kapılar ardında, halktan gizli yapılıyor. Pazarlık konuları bir şekilde halka açıklanınca, birbirlerine verdikleri sözleri halk karşısında savunamıyorlar. Böyle zamanlarda durumu karşılıklı “şok”a girerek idare ediyorlar.

*

Miş gibi yapmaların özeti şöyle: 

AKP milyonlarca seçmenin “çözüme tamam, tavize hayır! Türk Milleti ve üniter devlet katiyyen zarar görmesin” tembihlemesine karşılık onlara “merak etme sen” diye göz kırparken, HDP bireysel kültürel hakların güvencesini isteyen milyonlarca seçmene “aşk olsun, biz de onu diyoruz ya” diyerek saz çalıyor. 

Ama bu arada AKP, ihvancı kadrolarına “tek millet”in ümmet olduğunu fısıldarken, HDP de ayrılıkçı kadrolarına “hedefimiz egemenlik” diye mırıldanıyor. 

Adeta bir pazarlık jargonu geliştirmişler. AKP muktedirleri meydanlarda “tek millet, tek devlet”ten dem vururken HDP bundan rahatsız olmuyor. Çünkü pazarlıklarda bu sözlerin “Türk Milleti” ve “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” anlamına gelmediğini öğrenmiş bulunuyor. HDP de böyle çalışıyor. Ekranlarda konuşurken “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”nden dem vurarak ortaklarının elini rahatlatıyor. Kendisi de rahat, çünkü pazarlıkçılar bu sözün aslında “federe özerklik” anlamına geldiği konusunda anlaşmış durumdalar.

*

Ne var ki özellikle Oslo pazarlıklarının kamuoyuna mal olmasından beri yerel demokrasi çarşafı bölgecilik, federasyon, ayrılık hedeflerini gizlemeye yetmiyor. HDP ve PKK cenahı, orada burada “Kürdistan sömürgecisi TC” laflarını edip “yerinden yönetim, yerel demokrasi” masalları okuyarak yol alamaz hale geldi. Irak, İran, Türkiye, Suriye’den koparılacak toprak parçaları üzerinde dörtlü konfederasyon düşlediğini ilan ederken Türkiye’nin tümü için yerinden yönetim modeli önerdiğini söyleyen bir siyaseti ciddiye alabilecek pek kimse kalmadı.

*

Bu cenahın istediği yerel demokrasi değil, yerel iktidar. İstedikleri şey yerel yönetimlerin özerkliği değil, yerel özerklik. İl yönetimi sistemine tahammülleri yok, iller kalksın yerine bölgelere özerklikler verilsin derdindeler. Bu yolla ortadoğuda dörtlü konfederasyonlarına adım atma düşü peşinde Atlantik-destekli yürüdükleri sır olmaktan çoktan çıktı. Durum böyleyken hala “kendim için istiyorsam ne olayım, Türkiye için istiyorum” laflarına inanmamızı bekleyen kaldı mı?

*

Bu pazarlıklardan, saklı düşmanlıklardan, AKP’sinden CHP’sine kadar binbir çeşidi sergilenen aldatmaca siyasetlerden cümleten sıtkımız sıyrıldı. Bu takiyye, bu ilmi siyaset, bu makyavel zanaatkarlarının korkak pazarlıkları konusunda “ama halk farkında değil ki!” sözü de zamanını doldurdu. Artık herkes herşeyin bal gibi farkında.

“Dur bi bakalım”cılığın devri bitti. Elimizdeki saf gerçek şu ki, bu şokçularla anayasa konuşulmaz, bunların kurduğu masaya oturulmaz.


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 3 Ocak 2015]