30 Kasım 2015 Pazartesi

BAŞKA TÜRKİYE NE İÇİN?


Başbakan Ahmet DAVUTOĞLU, bu yılın Şubat ayında, partisinin Diyarbakır İl Kongresi’nde bir konuşma yapmıştı. Şöyle diyordu:
"Çözüm süreci üzerinden bu ülkede sağladığımız birlik ve beraberlik temelinde yeni bir Ortadoğu hedefliyoruz. .... Hz. İbrahim Aleyhisselam'ın Ortadoğusunu kuracağız. Tevhid Ortadoğusu diyoruz. Selahaddin Eyyübi'nin Ortadoğusu diyoruz. Sultan Abdülhamid'in Ortadoğusu diyoruz. Halklar kardeş olacak, bir ve beraber olacak."
Yukarıdaki sözlerden, ‘Başka Türkiye’nin yalnızca Türkiye için değil, aslında ‘Başka Ortadoğu’ hayali için kurulduğunu duymuş bulunuyoruz. Duymak her zaman anlamak değil. Bu nasıl bir Ortadoğu? İbrahimi, Tevhidi, Selahaddini, Hamidi Ortadoğu ne demek?
*
Haritaya göre, bu üç sahibin temsil ettiği topraklar hemen hemen aynı. Bizim Fırat’tan Mısır’ın Nil’ine, Şanlıurfa merkezinden güneye Irak, Suriye, Ürdün, İsrail ve Hz. İbrahim’in türbesinin bulunduğu El-Halil noktasına kadar uzanıyor.
Tevhid Ortadoğusu… Tevhid sözcüğü genel olarak, birkaç şeyi bir araya getirmek demek. Dinsel olarak ise, Tanrı’nın birliğine inanmak anlamına geliyor. Acaba Başbakanın sözü hangi anlamdadır? Kurmak istedikleri devlet ‘İbrahimi dinler’ anlayışını savunanların ileri sürdüğü üzere, İslam – Yahudi – Hristiyan inançlıların bir araya getirildiği “bir İbrahimi Devlet” mi? Yoksa ‘İbrahimi dinler diye bir şey yok’ diyen İhvan’ın ileri sürdüğü üzere, diğer dinlere yalnızca temsiliyet veren “bir İslami Devlet” mi kuracaklar?
Selahaddin Eyyubi Ortadoğusu… Selahaddini birlik Suriye, Filistin, Mısır, Yemen’de Haçlılarla süregiden savaşların simgesidir. Bu durumda Başbakan’ın kuracağı Ortadoğu devletinin Hristiyanlık inancından olanları dışarıda bıraktığını söyleyebiliriz. Şalom Gazetesi’nden okunabileceği üzere bu hükümdar Yahudiler açısından “cennetmekan sultan” olduğuna göre bu dini inanç sahiplerini dışlamadığını düşünebiliriz. Bu durumda Başbakan’ın gözünde bir ‘İbrahimi dinler birliği’ni değil ama ‘bir dinler ittifakı’nı canlandırdığını söyleyebilir miyiz? Eyyubiliğin önemli bir özelliği daha vardır; bu kısa ömürlü devletin bölgede Şiiliğe karşı Sünniliği yaygınlaştırmaya hizmet ettiği tarihsel bir gerçek olarak kabul edilir; bu durumda Başbakan’ın kuracağı ortadoğu tevhidinin bir de böyle mezhebi bir temeli olacak görünüyor.
Abdülhamid Ortadoğusu… Bu padişahın lehine kaleme alınan yazılarda öne çıkan özellik, ortadoğudaki petrol kuyuları gibi değerli taşınmaz tapularını “hazine-i hassa” üzerine yapması. Bu taşınmazları devlete değil kendi adına tescilleyerek, herhangi bir işgal durumunda koruyabileceği düşüncesiyle hareket ettiği savunuluyor. Daha genel bir özelliği ise, Ortadoğu bölgesini “ittihadı islam” politikasıyla elde tutmak için çalışması. Bu politika, eleştiricileri tarafından Panislamizm olarak etiketlendirilmiş durumda. Başbakan bu simgeye gönderme yaparak, herhalde ortadoğuda kuracakları “tevhidi devlet”in yönetimine kendilerinin sahip olacaklarını düşündüklerini söylemiş oluyor.
*
Ya Türkiye? Öyle anlaşılıyor ki Başbakan ortadoğuda İslami -sünni, Hristiyanlığa kapalı, Yahudiliğe açık bir federasyon ya da konfederal nitelikte bir şey kurmayı hayal ettiklerini söylüyor. Bunları söyleyen kişi, memleketin iki numaralı yöneticisi olduğuna göre, hayalin Türkiye’yi içermediği düşünülemez.
Elbette içerir ve hatta görünüşe bakarsanız öteye geçer: Genişletilmiş Türkiye! Sorun şu ki, böyle bir yapı kurulmuşsa artık “Türkiye” diye bir ülke yok demektir; o nedenle genişlemiş Türkiye de bir illüzyondan ibarettir.

“Başka Türkiye” için dayatılan yeni anayasanın, buradan “Türk Vatandaşlığı”nı silmeyi ve Türk Milleti’nin egemenlik hakkını ortadan kaldırmayı amaçladığını öğrenmiştik. Şimdi de Tevhid Ortadoğusu hayaline bakınca, anayasa operasyonunun “Türkiye”yi ortadan kaldırmak amacı uğruna yapıldığını mı öğrenmeye başlıyoruz, ne dersiniz? 

[BAG, Aydınlık Gazetesi, 29 Kasım 2015, Pazar]

25 Kasım 2015 Çarşamba

BAŞKA TÜRKİYE YOK!



Yeni Anayasa yapmaya soyunanlar “Yeni Türkiye” değil, “Başka Türkiye” istiyorlar. Orada siyasal adımız Türk vatandaşı olmayacak, egemenlik Türk Milleti’ne ait olmayacak.
Türk vatandaşlığı yerine TC Vatandaşlığı getirmek istediklerini ilan ettiler.
Türk Milleti yerine de ya isim olmayacak ya da Leyla Zana’nın TBMM’de yemin ederken açık ettiği üzere, ulusa Türkiye milleti gibi yeni bir isim takılacak. Yeni doğana isim takılır, bunlar kendilerini yeni doğan ünitesinde sanıyorlar.
Yıllardır hazırlıkları sinsi sinsi yapılan bu yıkımın yapmak istediği anayasanın “yeni” değil “başka” bir şey olduğunu söylemek için daha ne olması gerekir?
*
Yeni değil, başka…
Başka, yani ulusal - milli devlet yerine AKP için ümmet devleti,
Başka, yani ulusal – milli devlet yerine HDP için biz’ler dedikleri etnikler – milliyetler devleti….
Başka, yani laik devlet yerine toplumu ümmet diye tanımladığı için rejimini de şer’i esaslara göre kuracak ihvani devlet
Başka, yani üniter devlet yerine eyaletleşme esasına dayanan federal devlet
Başka, yani parlamenter demokrasi yerine başkanlık devleti
*
Başka Türkiye planı çeşitli kesimlerin hoşuna gidiyor.
Avrupa Birliği’nin hoşuna gidiyor; toplumda azlık olan farklılıklar anayasal statü kazanacak diye alkış tutuyorlar. Bu iş Türk Milleti’nin egemenlik iddiası ortadan kaldıracak bir iş. Onlar da böylece hem tarihsel hesapları görmüş olacaklar, hem de Orta Asya ve Orta Doğu pazarında daha engelsiz bir ovaya kavuşacaklar.
ABD’nin hoşuna gidiyor; Bağımsız Türkiye mücadelesinden ve Türk Ulusu olarak egemenlik hakkına dayanıp emperyalizme kafa tutmaktan bir türlü vazgeçmeyen şu can sıkıcı Türkiye’den kurtulacaklar. Böylece Orta Doğu’nun doğal kaynakları üzerinde serbestçe iş görme olanaklarına da kavuşmuş olacaklar.
Atlantik İttifakı’nın hoşuna gidiyor; ABD ile AB, aralarında transatlantik ticaret ve yatırım anlaşmalarıyla (TTIP), bazılarının yüzelli yıldan beri hayalini kurduğu bölgesel ittifakı kurmaya çalışırken, arka bahçelerinde başka sesler çıkarma olasılığı güçlü bir Türkiye’nin varlık göstermesinden hazzetmiyorlar. Kıbrıs’a ve Ege Denizi’ne “engelsiz” yerleşmek istekleri bir kez daha tavan yapmış bunlarda.
*
“Başka Türkiye” peşindeki ihvancı hayal, yüz yıl önce olduğu gibi, bu sıralar bir kez daha “Haçlılar” dedikleri emperyalizmle aynı akıntıda kürek sallıyor. Kendine devlet satın almak hayali peşindeki etnik bölücülük, aynı akıntıda emperyalizmin küreklerine sarılıyor. Soykırım iftiracıları katledilen Hrant Dink’in arkasına saklanıp, CHP’nin tepesine yerleşmiş kliğin yardımıyla iftira gönüllüsü eski devlet başkanlarından ve belediye marifetli iftira sergilerinden medet umarak Türk Ulusu’nun egemenlik hakkına el konacağı “Başka Anayasa”yı bekliyor.
*
Türkiye’nin siyasetini kendisinin belirlediğini sanan kerameti kendinden menkul üç-beş “yüksek gazeteci” de oturmuş köşelerinden ahkam kesiyor: “İstemezükçü” olmayın! Pozitif olun! Kendinizin ne istediğinizi söyleyin! Kendi anayasanızı ortaya koyun! Anayasaları yarıştırın!
Bunlar siyaseti mesajcılıktan ibaret reklam sektörü sanıyorlar. Bu çok bilmiş piyasacı akıllar, tek derdi malını satmak olan reklamcılığın “muhalefet etmek”, “boykot etmek”, “ayak diremek”, “itaat etmemek”, “direnmek” gibi kavramlardan bihaber olduğunun farkında değiller mi? Bunlar, toplumsal yaşamda ve siyasette muktedirliğin yapma gücü kadar yaptırmama gücünden kaynaklandığını bilmiyorlar mı? Kimbilir! Ama biliyorlarsa, bu bilgiç telkinleriyle karşı-devrimi püskürtecek direnişi kırma ve bize sözde muhalifler elbisesi giydirip “Başka Türkiye”cilerin işlerine katarak onları meşrulaştırma gayretinde oldukları ortada.
*
Büyük ihanet parlamento koridorlarından yükseliyor. O halde parlamento-dışı muhalefet sözünü söyleyebildiği en yüksek perdeden söylemeli:

Başka Türkiye yok! Anayasa Üzerine Müzakere Yok! Anayasaya dokunma!

***

[İlgili diğer yazı: http://yeniadana.net/kose-yazilari/yeni-degil-baska-turkiye-527.html ]
[Şuradan da erişilebilir: http://baguler.blogspot.com.tr/2015/11/bu-yeni-degil-baska-turkiye.html


23 Kasım 2015 Pazartesi

BU ‘YENİ’ DEĞİL, ‘BAŞKA’ TÜRKİYE


Yeni Anayasa politikası güdenler, yepyeni bir anayasa yapmak istiyorlar. O anayasayla “Yeni Türkiye”’yi kuracaklarını ileri sürüyorlar. Gerçekte kurmak istedikleri şeye “yeni” demeleri doğru değil, yapmak istedikleri şey anayasa eliyle “Başka Türkiye” yaratmak.

Başka Türkiye…

O Türkiye’de bireyler devlet karşısında “Türk vatandaşı” olmayacak.

Vatandaş “Türk” olmaktan çıkarılınca, devletin sahibi olan toplum da “Türk Milleti” kimliğini yitirecek.

Vatandaşa “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” adını vermeye karar vermiş durumdalar. AKP bunu açıktan açığa söylüyor, en yetkili ağızlardan ve resmi belgelerinden eksik etmiyor. HDP’nin zaten istediği bu şey, Y-chp yöneticileri tarafından da benimseniyor.

‘Başka Türkiye’ cephesi, millete ne ad verecekleri konusundaki fikirlerini açıkça söylemek için gereken cesareti henüz toparlayabilmiş değil. İmralı’da sözde mahpus Öcalan durmadan “demokratik bir millet tanımı getirilmesi gerekir” deyip durdu. Bunun ne demek olduğunu, TBMM kürsüsünde Leyla Zana yemin ederken açık etti. Metindeki “büyük Türk Milleti önünde yemin ederim” sözünü “Türkiye milleti önünde…” diyerek okudu. Böylece yeni anayasayla yaratmak istedikleri Başka Türkiye’nin “millet”ine de isim anası oldu.

AKP yöneticileri “TC Vatandaşlığı”nın isim babalığını çoktan kabul ettiler; Y-chp yöneticileri ise, bunu kabul ettiklerini yüksek sesle söyleyebilmek için “chp’deki değişimi sürdürmekte” kararlı olduklarını tekrarlayıp duruyorlar.

Peki bunlar, “Türkiye milleti” sözünün de isim babası olurlar mı?

Şimdiki Cumhurbaşkanı’nın başbakanlık zamanlarında “milliyetçiliği ayaklarımın altına aldım” deyişi hala kulaklarımızda. Eskiden beri “tek millet” diye bağırmasına karşın, bir kez bile milletin adını söylememesi aklımızda. Çeşitli konuşmalarını izleyince öğrendik ki, aklında ve ağzındaki millet, Türk Milleti değil. Milleti ortaya çıkaran şeyin “anasır-ı İslam” olduğunu dile getirdi. Yani kurucu olan birey ve topluluklar, tarihsel – kültürel değil de dinsel unsurlar. Cümle alem bilir ki, insan toplumlarının dinsel temelde bir araya gelmiş olanlarına ‘millet’ denmiyor; onlara verilen ad “ümmet”. Ümmet olarak tanımlanan toplumlar da elbette ulusal ve laik hukuk sistemi ile yönetilmiyor; bu temelin gerektirdiği rejim ‘dini ve şer’i sistem.

Böyle bir amaç peşinde koşanın Türkiye’si “yeni” değil, olsa olsa “başka” Türkiye’dir.

PKK/HDP ve benzerlerinin Türk Milleti’nden duydukları rahatsızlık üzerine çok şey söylemeye gerek yok. Onlar Kürtçülük davası güdüyorlar. Bu cenahın Irak ve Suriye’deki uzantıları, neye hizmet ettiklerini o ülkelerde gösterdiler. ABD silahlarıyla kendi vatanlarına karşı işledikleri suçlar, Türkiye’deki pozisyonları için yeterli açıklama. Bölücü amaçları, ümmetçi ufuklarda yelken açmalarına engel olmak bir yana, o ufukların hizmetinde iş görmelerini sağlıyor.

Y-chp yöneticilerinin durumuna gelince, artık belli ki, bunların yelkenleri “Başka Türkiye” rüzgarıyla şişti ve “yeni chp”leri ‘yeni’ değil, “başka chp” özellikleri sergilemeye başladı. ‘Başka chp’ uğruna partideki değişimi kararlılıkla sürdüreceklerini ilan edip duruyor ve hem gerçek CHP’ye hem de ulusal ve üniter Cumhuriyet’e meydan okuyorlar.

Bize gelince…

Başka Türkiyecilik hayaliyle kol kola girenlerin tek umutları Anayasa’yı ortadan kaldırmak ve kendi yıkım sözleşmelerini kara bir çuval olarak ülkenin kafasına geçirmek. Bu durumda bizim konumumuz, işimiz, sözümüz de belirlenmiş oluyor.

“Başka Türkiye yok!”

Anayasa Üzerine Müzakere Yok!

Anayasa’ya Dokunma!


***


[BAG, Yeni Adana Gazetesi, 23 Kasım 2015]



22 Kasım 2015 Pazar

GAYRIMİLLİ REFORMLARIN SON ARACI



DPL, Development Program Loan, Dünya Bankası’nın 2000’li yıllardan bu yana verdiği borçların adı, Kalkınma Programı Kredisi. Programı Banka yapıyor. Kalkınma nedir ne değildir buna Banka karar veriyor, çizdiği plan uygulansın diye bir de şartlar sıralıyor. Azgelişmiş ülkeler bu aklı üstüne para ödeyip alıyor. Öyle ucuz da değil, aldıkları para faizi oynak bir kredi. Faiz LİBOR, yani Londra Bankalar Arası Faiz Borsası’nda belirlenen, yani ne olacağı bilinmeyen değişken faiz.

“Biz yerli ve milliyiz” diyen AKP hükümeti, adımlarını son on yıldan beri bu DPL’lerle birlikte atıyor. İmzalayıp uyguladıkları sayıca az ama paraca epey yüklü borç anlaşmaları, en son tarihli olandan geriye doğru şunlar:

2014: 500 milyon dolar, Paylaşılan Büyümenin Sürdürülmesi Kredisi, SSG-DPL.

2013: 800 milyon dolar, Rekabetçilik ve Tasarruf Kredisi, CS-DPL.

2011: 700 milyon dolar, 2010: 1.3 milyar dolar Adil Büyümenin ve İstihdamın Tesisi, REGE –DPL.

2008 ve 2007: Toplam 1 milyar dolarlık Rekabetçilik ve İstihdam Kredisi, CE-DPL.

2008 ve 2006: Toplam 1 milyar dolarlık Programatik Kamu Sektörü Kalkınma Kredisi, PP_DPL.

2001, 2002, 2004: Toplam 3.5 milyar dolarlık Programatik Kamu Maliyesi ve Kamu Sektörü Uyarlaması adlı üç ayrı kredi, PFPSAL.

***

DPL’li saldırının özü, Türkiye’nin dünya tekellerine ardına kadar açılmasından ibaret. Bunun için birincisi, devlet yapısının Türkiye aleyhine “reform”a tabi tutulması isteniyor. Bu çerçevede “Türkiye’nin merkeziyetçilikten uzaklaşma gündemi”ni genişletmekten söz ediyorlar. “Mali yerelleşme”, “mali adem-i merkezileştirme” için planlar hazırlanmasına öncülük ediyorlar. İkincisi, istihdam sisteminin emek kesimi aleyhine esnekleştirilmesi isteniyor. “Kıdem tazminatı reformu”, “istihdamda esnekliğin arttırılması”, “işgücü piyasası reformları” için adımlar belirliyorlar. Üçüncüsü, özel sektör bakımından, rekabetçilikten dem vurup yerli sermayenin taşeronlaştırılmasıyla sonuçlanacak önlemler sıralıyorlar.

Dünya Bankası, azgelişmiş ülkelerin devlet yapıları üzerinde böyle iş görürken, IFC – MIGA kollarıyla da doğrudan özel sektöre uzanıyorlar. IFC 2010 yılında İstanbul’da 200 personeli aşan bir ofis kurmuş ve enerji, altyapı, belediye işleri, hastanecilik özelleştirmelerini hızlandırmak için özel sektöre borç satıp, yerel sermaye piyasasını teşvik ve rekabet tavsiyeleri veriyor.

***

Kendi karışık diliyle “Dünya Bankası, çok yıllı kalkınma politikası kredileri (DPL) gibi araçlar yoluyla, sürdürülebilir ve kapsayıcı ekonomik büyümeyi sağlamak için yapısal politikalarla ilgili politika diyalogunu düzenli olarak sürdürmektedir.”

Bunu Türkçe’ye çevirirsek… Dünya Bankası Grubu bir ‘sosyoekonomik kalkınma’ örgütü değil, “ekonomik büyüme” kurumudur. Onun ekonomik büyüme dediği şey, kendisi tarafından “sürdürülebilir ve kapsayıcı” sıfatlarıyla tanımlanmıştır. Sürdürülebilir sıfatı serbest piyasacılık nizamı, kapsayıcılık sıfatı ise bu nizamın toplumun her hücresine işlemesi demektir. “Yapısal politikalar ile ilgili politika diyalogu”na gelince, bu sözler, ulusal planlamanın doğrudan kendileri tarafından yönlendirildiğinin ilanıdır. Yani bu kurum, Türkiye’nin sosyo-ekonomik düzenini yöneten siyaset dünyasının uzun vadeli, düzenli, sürekli aktörüdür. Türkiye’nin plan ve programlarını desteklemez; kalkınma plan ve programlarını yönlendirmekle de sınırlı kalmaz. Bütün bir ülkenin yörünge ve yönünü, hazırladığı CPS’ler eliyle doğrudan belirler.

***

Yerlilik ve millilik mi demiştiniz! Açıkça dünya tekelleri çetesinin hizmetine girmiş, yalnızca meşruiyetini değil hukukiliğini de yitirmiş Dünya Bankası Grubu, hem devlet koridorlarında hem özel sektör masalarında at koştururken, sen aklını onun AAA (Analyse & Advice Activities) timlerine tam-teslim etmişken, nasıl oluyor o?


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 22 Kasım 2015]


19 Kasım 2015 Perşembe

YENİ DÜNYA BANKASINA DOĞRU


Türkiye’nin IMF Bağımlılığı 2008’den bu yana tarih oldu. Ama bunun ikizi Dünya Bankası (World Bank) topraklarımızda koşturup duruyor. Emperyalizmin küreselciliği bölgeleşme yönünde yeni bir döneme girerken, Dünya Bankası’nın bunaltıcı değişimi de gözlerimizin önünde yaşanıyor.
*
Dünya Bankası bizim gibi ülkelerde altyapı yatırımlarına destek olurdu. 1980’de politikaya girdi. Bizim gibi ülkeleri küreselciliğe bağlamak için yapısal uyarlama kredileri vermeye başladı. Bu siyasal kredilerle tarım, enerji, iletişim, mali sektördeki özelleştirmelere ve yabancılaştırmalara militanca öncülük etti. 1990’lı yıllarda bunlara sağlık, eğitim, istihdam alanlarını da kattı. Mesafe aldı, ama Türkiye’de dünyada da tıkandı.
IMF’nin yaptığı gibi, o da 1998 yılında çalışma tarzını değiştirdi.
Türkiye’de 2001 yılında CAS/CPS Anlayışı (Country Assistance/Partnership Strategy) ile yürütmeye başladı. Yoksulluk yönetimi ve eşitsizlikleri giderecek diye ilan edilen CAS Anlayışı (ülke yardım/ortaklık stratejisi), üçer yıllık plan kitapçıklarında vücut buldu. Türkiye’de CAS’ların sonuncusu 2015’te bitiyordu, bir yıl uzatıldı. CAS’lar, önceki yapısal uyum denen işlerin yayılıp derinleştirilmesine odaklanmıştı; amaç da ikinci dalga reformlar idi. İktisadi liberalizyonu başardık, şimdi bunlara siyasal ve idari liberalizasyonu yaptıracağız dendi.
Çabaların bir bölümü kamu yönetimi ve kamu mali yapısını değiştirmeye odaklanmıştı. Bu çerçevede kamuda 657 Memurluk Rejimi’ni yok etmeye ve esnek istihdam denen emek düşmanlığını yasal-kurumsal hale getirmeye; üniter devleti çözecek ademi merkeziyetçilik düzenini kurmaya; okul-hastane ve her türlü kamu kurumu için idari ve mali özerklik yolundan kamu hizmetlerini gevşetip piyasalaştırmaya giriştiler. Tırmaladılar, kanattılar, ama istediklerince olmadı.
Çabaların bir bölümü de, sağlık sektöründe hastaneciliği KÖO Modeli (kamu özel ortaklık modeli) yöntemiyle piyasalaştırmaya, enerji-elektrik özelleştirmelerini yaygınlaştırmaya ve dünyanın bir avuç sözde yenilenebilir enerji – temiz teknoloji tekellerine Türkiye pazarını ardına kadar açmaya odaklandı. CAS’lar bu alanlarda görece daha fazla mesafe aldı.
*
Dünya Bankası çalışma düzenini yine değiştirecek. Yeni sistem Türkiye için 2017 yılında başlatılacak. CAS yerini, 4-6 yıl süreli Ülke İşbirliği Çerçevesi anlayışına bırakacak. Yani bizde ve bizim gibi ülkelerde kamuyu çözmek ve özel sektörü taşeronluk ilmikleriyle nefessiz bırakmak anlayışına…
Ve, daha da önemlisi. Banka’nın yeni çalışma düzeninde “daha fazla Dünya Bankası Grubu olarak çalışmak” kararına varıldığı ilan edildi.
1945’te kurulduğunda ortada yalnızca IBRD (uluslararası imar ve kalkınma bankası) vardı. Kuranlar ve ortak olanlar, devletlerdi. Sonraki yıllarda yeni örgütler eklendi, kurumun adı “Dünya Bankası Grubu” oldu. IBRD, 1945 yeni-sömürgeciliğine uygun bir Bretton Woods kurumuydu, yalnızca devletlerle çalışır ve yalnızca devletlere kredi verirdi. Şimdi bu parça geri çekilirken öne çıkan iki parça çok farklı. Biri yabancı tekellerden para toplayıp bunları devlet garantisi aramadan azgelişmiş ülkelerin yalnızca özel sektörüne kredi diye veren 1956 doğumlu IFC (uluslararası mali işbirliği). Diğeri ise, yabancı yatırımcılara sigortalık işi gören 1965 doğumlu MIGA (Çoktaraflı Yatırım Garanti Anlaşması).
Bu değişikliğin önemi, dünya genelinde parlamentoların ve hükümetlerin, dolayısıyla halkların etki alanlarını ortadan kaldırmasından geliyor. Çünkü, her türlü eksikliğine karşın, kendi halklarının iradelerini temsil eden parlamentoların ve hükümetlerin yarattığı Dünya Bankası, artık bunların her türlü denetim ve gözetiminden azadedir.
Öte yandan yabancı özel sermayeci IFC ve bunların sigortacısı MIGA’nın kazandığı ağırlık, bu kurumun doğrudan ve açıkça dünya para tekellerinin hizmetine yerleştiğinin göstergesidir. Daha kuruluş yıllarında, 1945’te bir ‘acaba’ ve ‘olumsuz olasılık’ olarak dile getirilmiş bu durum, kurumun yasallık temelinde kocaman bir gedik açmıştır.
*
Uzun yıllardır azgelişmiş ülkelerin sanayileşmesini ve kalkınmasını türlü yollarla engelleyen bu kurum, aracı olduğu baraj-yol yapımları gibi altyapı yatırımları sayesinde, hiç olmazsa 1980’lere kadar, IMF gibi açık ve öfkeli tepkiler görmemişti. Ama bu değişimiyle, emperyalizmin girdiği yeni dönemde, hiç kuşkusuz büyük öfkenin tam karşısında olacak.

[BAG, Aydınlık, 18 Kasım 2015]