8 Ekim 2018 Pazartesi

KAMU’YU DEVLETE KAVUŞTURMALIYIZ



Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER
Birleşik Kamu İş Dergisi Yazısıdır. 

Kamu, güzel sözcüklerden biridir.

Eski Türkçe’de “kamag, kamug, kamagı” gibi kullanımları olduğu bilinir ve “bütün, tüm, toplum, genel” anlamlarındadır. Yani, “herkes” sözcüğü gibi herhangi bir bütünü tek tek unsurları bakımından değil de, topluca kendisi bakımından anlatır. Dikkatlerimizi tek’lere değil, elbette tek’lerle birlikte, tek’lerin basit bir toplamından daha farklı bir şey olan bütün’ün kendisine çeker. Örneğin bir partinin kendisini “herkes için (x) partisi” diye tanımladığını düşünün, bir de “hepimiz için (x) partisi” diye tanımladığını… İlk bakışta basit bir sözcük farklılığı varmış gibi görünen manzara, biraz kafa yorulduğunda, gözlerimizin önüne devasa bir zihniyet farkı serer.

Kamu, zengin bir sözcüktür.

Türkçe’nin gizlenmiş takılarını açığa vurursak, avucumuza hem kamu(nun) yönetimi hem de kamu(ca) yönetim anlatıları düşer.

Kamu(nun) yönetimi - halkın – toplumun – ulusun (bu üçünden hangi kavramı kullanırsanız kullanın, hepsi olur) yönetilmesi işi demektir. Ama aynı zamanda bu işi yapan öznenin, yani devlet’in kendisi demektir de… Kamu(ca) yönetim, halk – toplum – ulus tarafından yönetim anlamına gelir. Yaygın olarak bilinen ‘halkın halk tarafından yönetimi’ düsturu, yani demokrasi konusunun ta kendisidir. Kavramlardan bir diğerini kullanmışsanız, eldeki anlam ‘milli irade’ ilkesinin mekanizmasından başka bir şey değildir.

Kısacası elimizdeki terim, hem yönetme işini ve usulünü, hem de bu işi yapan kurumsal yapının kendisini –özneyi içeren zengin bir anlam bütünlüğü sergiler. Demokrasi ve milli irade gibi yüksek kavramlarla bağı ve çağrışımı, kamu sözünü ışıltılı hale getirip çekiciliğini besler durur.

Tüm parıltının ardında ve konunun özünde günümüzdeki anlamıyla kamu = devlet demektir.


Kamu, basitçe “devlet” demektir.

Gelin görün ki, çoğu kişi ya da kurum, devlet demektense ‘kamu’ demeyi yeğler ya da farkına varmadan öyle alışmıştır.

Örneğin devlette değil de “kamuda çalışma ilişkileri” deriz.

Bunun tam açılımı “kamu sektöründe çalışma ilişkileri”dir. Çünkü içinde yaşadığımız düzende bir de “özel sektör” vardır. Son elli yıllık neo-liberal imanlı sözde serbest piyasacılığın, neredeyse yaşamın ve tarihin özü ilan etmeye kalkıştığı Piyasa’nın asıl mekânı… 1950’li yıllar başlangıç olmak üzere 1980’lerden beri dilimizde ve elbette zihinlerde Piyasa’nın çalışma ilişkileri mekânı “özel sektör”dür, Devlet’in çalışma ilişkileri mekânı ise “kamu sektörü”….

Yarım yüzyılı aşkın zamandır liberaller bunu adım adım işlediler ve zihinlerimizi Piyasa – Devlet zıtlığına ve Özel – Kamu denkliğine alıştırmayı başardılar. 1980’li yıllardan bu yana daha da iri adımlar attılar. Devlet/kamu sektörünün etkisiz – verimsiz – sırtta kambur – gereksiz olduğu fikrini işlediler. Siyaset dünyasının tepesine yerleşip fikirlerini politikiya dönüştürdüler. KİT’lerden başlayıp devlet kurumlarını özel sektöre devretmek üzere özelleştirdiler. Cümleten özelleştiremediklerini “hizmet alımı”, yani taşeronlaştırma ile Piyasa’ya devrettiler. Bunu da yapamadılarsa merkezi yönetimin elindeki hizmetleri yerel yönetimlere devretme yollarını arayıp durdular.

Bu gelişmeler çalışma ilişkilerini elbette doğrudan etkiledi.

Özelleştirme için ilk kötülenen “memur zihniyeti” oldu. Güvenceli işin doğurduğu tembellikten dem vuruldu. Memurluğun ömür boyu iş güvencesine karşı yıllık/üç yıllık sözleşmelilik övüldü. Devlet yönetiminin üst düzey yöneticiliklerine kamu kariyerinden [devlet terbiyesinden] değil, özel sektörden acar ve iş bitirici CEO’lar transer edilmeye çalışıldı. Hepimizin çok yakından bildiği, tanık olduğumuz süreçler…


Neo-liberaller özel sektörden söz ederken Piyasa’yı, onun özünü, çıkarlarını, gereklerini hiç unutmazlar. Tam tersine, neredeyse dinsel-ahlaki değerlere denk ağırlıklarda Piyasa Değerleri üretecek kadar, bunları da yaşamın her deliğine sokacak kadar iddialıdırlar.

Buna karşın “kamu”dan söz edenler çok unutkan, akışkan ve geçişken bir zihin haritasıyla, kendi öznelerinin “kamunun kamuca yönetimi”, halk – toplum – ulus, kısaca Devlet olduğunu unutmaya çok yatkındırlar.

Yaşadığımız özelleştirme ve özel sektörleşme öyküsünde, bazı memur sendikaları bile yıllarca neo-liberal cenahın üyeleri gibi konuştular. Kimi etnik siyasetin pençesinde, kimi ümmetçi siyasetin peşinde, her ikisi de ulusal devletle hesaplaşma fırsatının ateşi içinde kavruldular. Neoliberal küreselciliğin en sadık müttefikleri oldular. Elbirlik ettiler, memurluğu aşağıladılar. Kimileri sol soslu “kamu emekçisi” lafını çok beğendi. “Kamu – özel fark etmez, emekçiler tek personel rejimine sahip olmalıdır” dediler. Bunu da en çok, zamanında, elbette TİSK ve TÜSİAD beğendi. Memur sendikaları Piyasa’nın işveren trenine katar oldular. Onlar zaten çok uzun zamandır “çalışma ilişkilerinde özel – kamu arasında ayırım olmasın, tek rejim olsun, ama kuşkusuz özel sektörde var olan rejim geçerli olsun” diyorlardı.


Dananın kuyruğu, cümlenin son bölümündeki ifadede koptu. “Tek rejim olsun; özel sektördeki çalışma rejimi kamuda da geçerli olsun”! Sözde memur sendikaları bu yanlış hedefe kilitlenince, Piyasa işverenlerinin yolları açıldıkça açıldı.

Bugünlerde siyasetin en tepesinde, artık bildiğimiz bakanlığa benzemeyen ama adı bakanlık olan kurumların en tepesinde de eylemli iş adamları oturuyor. Üst düzey yöneticiliklerin kamu kariyeri yerine özel sektörden transferi Turgut Özal döneminden beri mümkün halde. Orta ve alt düzey yöneticilikler ve yönetici olmayan personel de memurluktan alınıp sözleşmeliliğe bağlandı mı, yıllardır zorlanan proje tamamlanmış olur.

Hangi proje?

Resmi adı “Kamu Personel Rejimi Reformu” olan, özü devlet yönetiminin toptan özelleştirilmesi/özel sektörleştirilmesi projesi elbette…


Bu proje yanlıştır.

Küreselcilerin tüm dünyaya dayattıkları bu proje, küreselleşmeciliğin kendisiyle birlikte patlayıp dağılalı çok oldu. Devlet istihdamında iş güvencelerinin çözülmesi; ücretlendirmede performans değerlendirmelerin uygulanma çabası; döner sermayeler, vakıflar, dernekler eliyle kamu hizmetinin çözülüp özel sektör işine dönüştürülmesi; taşeronlaştırmanın taşeronlaştıranların kendi elleriyle sona erdirilmek zorunda kalınmasında gördüğümüz gibi darmadağın oldu.

Bu proje sakattır.

Çünkü kamu sektörünün ruhu “devlet” kavramından kaynak alır. Kamu/devlet hizmetine tüm toplumun (1) ivedi ve ertelenemez, (2) yaşam ve kuşaklar boyu sürekli, (3) tüm yurttaşların eşit ölçüde erişebilir, (4) fiyat değil vergi ödeyerek ulaşma zorunluluğu vardır.

Devlette/kamu sektöründe istihdam ve çalışma ilişkileri, bu ilkeler doğrultusunda düzenlenmelidir. Özel sektörün ilkeleri, bu gereklilikleri karşılamaktan acizdir; Piyasa’nın istihdam zihniyeti, bu gereksinmeler karşısında güdüktür, cücedir.


Şimdi bize gereken, devlette/kamu sektöründe, (1) Türkiye’nin bağımsızlık ve kalkınma gereklerine, (2) kamu hizmetinin ruhuna uygun bir istihdam rejiminin yeniden tesisidir. Bu rejim, giderek özel sektördeki yağmacı ve insan/yetenek harcayan dar görüşlü istihdam rejimini de düzeltme etkisi yapmalıdır. Yayılması gereken, özel sektörün değil kamu sektörünün çalışma düzeni olmalıdır.

En temelde “eşit işe eşit ücret” değil, sosyal ücret ilkesi savunulmalıdır. Eşit işe eşit ücret, cinsiyetler arası eşitlik amacıyla sınırlı olan başlangıç değerine geri döndürülüp doğal sınırları içindeki ilke olarak yerli yerine oturtulmalıdır.

İş güvencesi, devlet hizmetinin ertelenemez sürekliliği nedeniyle yeniden tesis edilmelidir.

21. Yüzyılın sunduğu geniş olanaklar çerçevesinde, Türkiye’nin gereklilikleri ve kamu/devlet hizmetinin isterleri doğrultusunda, kadro sisteminin değil kariyer sisteminin inşası üzerinde çalışmamız gerekir.

Liyakat, göreve uygunluk, hizmete girme süreçleri, yani sınavlar ve eğitim düzeni yeniden ciddiyetle ele alınmalıdır.

Devlette istihdam, ülkenin ve kamu hizmetinin gereklerine göre yeniden düzenlenmedikçe, yani kamuda toplumcu tavır yükseltilmedikçe sorunlarımızın uzun vadeli çözümü için daha çok zaman yitireceğiz.

Bu Dergi’nin böyle bir entelektüel platform olarak uzun ömürlü ve çok başarılı olmasını diliyorum.

[Ankara, 4 Ekim 2018]



RANTÇIYLA EYALETÇİ İTTİFAKINA KARŞI



Yerel yönetim seçimlerine altı ay kaldı.
İçişleri Bakanlığı’nın sayılarına göre 81 il ve 921 ilçe içinde yer alan yerel yönetimler için seçim yapılacak.
*
Üçte ikisi bildiğimiz mahalle, üçte biri aslında tipik köy olan 32.034 mahallede mahalle muhtarı ve ihtiyar heyeti seçilecek. Köylerin sayısı, artık mahallelerden az. Şimdi yalnızca 5 milyon kişinin yaşadığı toplam 18.336 köyde köy muhtarı ve köy ihtiyar meclisi üyeleri seçimi yapılacak. Muhtarla heyet/meclis üyeleri -enaz dört üyeden hesaplayın, köylerde 90 bin, mahallelerde 160 binden çok yerel yönetici demek.
*
Şimdi nüfusumuzun 75 milyonu belediyeli. Belediye, şehirlerin yönetim modeli. Buna göre Türkiye artık yüzde 95’i şehirleşmiş bir ülke.
Nüfusun büyük çoğunluğu belediye sınırları içinde yaşamaya başladı. Ama belediye sayısı durmadan ve 2014 yılında da keskin biçimde azaldı. Üçbini aşkın belediye varken sayıları şimdi yalnızca 1398.
Belediyeli nüfus çok yüksek, belediye sayısı azsa, temsil oranı bir hayli daralmış demektir. Nitekim belediyelerde başkan ve meclis üyesi seçilecek kişilerin sayısı 20 bini bile bulmayacak.
*
Yerel yönetim sistemi bakımından iki Türkiye var. Biri 51 ilde süren bildiğimiz geleneksel sistem, öbürü 30 ilde kurulmuş bulunan büyükşehir belediyesi sistemi. Nüfusumuzun yalnızca yüzde 15’i geleneksel sistemde yaşıyor. Yüzde 85, büyükşehir sakini.
Geleneksel sistemdeki 51 ilde yaşayan seçmen, köyde olsun belediyede olsun, ilin neresinde yaşıyorsa yaşasın, kendi ilinin il genel meclisi için oy kullanacak. Bu 51 ilde ayrıca il merkezi belediyesi (elbette 51 adet), 402 ilçe merkezi belediyesi, 396 belde belediyesi ve 18.336 köy var. Seçmen bunlardan hangisinde oturuyorsa oranın yönetimi için oy verecek. Bir de mahallesi için tabii.
Büyükşehirli sistemde yaşayan 30 ilde ise il özel idaresi, beldeler, köyler toptan kaldırıldığı için, seçmen yalnızca mahallesi (muhtar+heyet), ilçe belediyesi (başkan+meclis) ve büyükşehir belediye başkanı için oy kullanacak. Büyükşehir meclisi ayrıca seçilmiyor, İlçe meclislerine ilk yüzde 20’de girenler aynı zamanda büyükşehir meclis üyesi oluyorlar, dolayısıyla bunlar için oy kullanmayacak.
Geleneksel belediye dünyasında ortalama 1000 kişiye 1 temsilci düşerken, büyükşehirli sistemde 4000 kişiye 1 temsilci düşüyor. Yerel yönetimler yerel halktan çok uzağa savruldular. Büyükşehir modeline taşınanlar ise en uzaktakiler.
*
Ölçek geniş, coğrafya dağınık, ama belediye görev ve yetkileri geleneksel sistemde olduğu gibi kalmış durumda. Uygulamada ortaya çıkan sorunların çözümü bakımından adamakıllı düzeltmeler üzerinde çalışılmış da değil.
Belediyecilik bakımından sorunlara karşı körlük, yalnızca iki kesimi rahatsız etmiyor. Bir, yaşamını toprak-bina rantına odaklamış olanları. İki, eyalet sistemine geçiş fırsatları kollayanları.
Bunların karşısında yeterli ve erişilebilir yerel kamu hizmeti bekleyen büyük kesim seyrediyor. Ülke kaynaklarının tarumar edilmeden korunarak yönetilmesinden sorumlu bürokrasi de tarihinin en dalgın seyrini yaşıyor.
Yeterli-adil yerel hizmet ve ulusal kaynaklarımızın doğru yönetimi… Bu seçim sürecinde rantçılarla eyaletçilere karşı doğru hattı, dalgın seyircilere karşın, bu iki temel üzerine inşa etmemiz gerekiyor.
[BAG, Aydınlık, 7 Ekim 2018]

3 Ekim 2018 Çarşamba

BİZİM KRİZİMİZ



Bizim ekonomik krizimiz şimdi başladı.
Devletin mali sistemi, temel politikaları, yönetim yapısı Amerikan menşeli McKinsey adlı sözde danışmanlık şirketine sözleşme ile bağlanmasıyla birlikte.
*
Temmuz ayında başlayan kriz bizim değildi.
O kriz, borç veren açgözlü küresel sermayenin kardan zarar ihtimalinin kriziydi. “Onların” kriziydi. Tetikçileri devreye girdi. Dolar – avro değer kazanıp lirayı düşürecek piyasa ve kur oyunları sahnelendi.
Mesele, tetikçilere karşı direnmekti. İktidar, bütün yüksek sesli belagat oyunlarını sergiledi, ama gereken güçlü direnişi sergileyemedi. Sonunda Yeni Ekonomik Program adını verdiği ödünler silsilesiyle teslim oldu. Damat Bakan Albayrak, para satıcılarına üç güvence verdi. Bir, cari açığımızı ulusal zenginliğimizin yüzde 2’si düzeyinde tutacağız; sizin alacaklarınızı fazlasıyla kenara atacağız, merak buyurmayın, dedi. İki, Merkez Bankası bağımsızdır, yani Türkiye’nin değil, -ne demek efendim-, elbette sizin emrinizde iş görecektir, diye ilanda bulundu. Üç, istediklerinizi and olsun harfi harfine yapacağız, ama madem siz bizim yeminimize inanmıyorsunuz, o halde şirketlerinizden biri elbette bizi denetleyebilir, buyursun McKinsey denetlesin, bakın onunla sözleşme bile imzaladık, dedi.
Para satanların krizi böylece biterken, Türk Milleti’nin sonuncu iktisadi krizi başlamış oldu. Türkiye şimdi yalnızca iktisadi değil, bunun da üzerinde kalkınma ve bağımsızlık özlemini açıktan açığa kemiren bir siyasal krize sürüklenmiş durumdadır.
*
Bürokrasi, en son Sayıştay Başkanı’nın Abdülaziz fotoğrafı önünde karar alıp plaket verme fotoğraflarında gördüğümüz üzere, emperyalizme teslimiyetten ibaret çaresiz siyaseti, zamanın hangi noktasında ve nasıl bir durumda olduğunun bilincinde bulunmayanların çocuksu neşeleri içinde yaşıyor. Sayıştay kendi iflasını yakışıksız gülücükler ve kaykılmış oturmalarla ilan ediyor.
*
Bütün bu üzücü manzara karşısında parlamentodaki muhalefet, CHP ile İYİP sandalyeleri, yürek burkuyor.
İYİP’in ve CHP’nin ekonomi adına konuşan temsilcileri, bugünkü teslimiyeti daha Temmuz ayında, yani “kriz” para satıcılarının krizi iken, para satıcılar adına konuşarak, onların isteklerini dile getirerek, teslim olunmasını daha o zaman istemişlerdi. İktidar Merkez Bankası’nın bağımsızlık saçmalığını reddeder görünürken, “Merkez Bankası bağımsız olmalıdır” diye bayrak açmışlardı. Özelleştirmelerden ve üretim damarları tıkanmış Türkiye’den ibaret olan “yapısal reformlar”ın sürdürülmesini istemişlerdi. Daha birkaç ay öncesinde CHP’den Faik Öztrak ile İYİP’ten Durmuş Yılmaz’ın açıklamalarına bakın, görün. Dolayısıyla şimdi, “iktidar McKinsey adlı şirketle anlaştı” diye söyledikleri heyecan verici ve doğru sözlerde hiçbir samimiyet yoktur.
*
Ülkemiz, uzun süreli derin bir iktisadi ve siyasi krize sürüklenmiş bulunuyor.
İktidar, 16 Nisan 2018’de referandumdan geçirdiği anayasa değişikliğiyle pekçok kara delik içeren yönetim sisteminin ağırlığı altında bu krizin üstesinden gelebilecek mekanizmalara sahip görünmüyor. Emperyalizme teslimiyeti tek çıkış yolu olarak gören mevcut meclis muhalefeti ise hiç umut vermiyor. Cümlesi, çoktan çökmüş sözde serbest piyasa ekonomisine secde edip duranlarla, sömürgeci “Kötü Yönetim” lafazanlığıyla sözde iyilik üretmeye soyunmuş kadrolarla çıkış yok.
*
Bizim Türkiye’ye, Türkiye Cumhuriyeti’nden ve Ankara’dan bakan gerçek bir muhalefete, ivedilikle, şiddetle, gerçekten ihtiyacımız var.
[BAG, Aydınlık, 3 Ekim 2018]

8 Temmuz 2018 Pazar

BAŞKANLIK ŞEMASI


İki nokta:
(1) 16 Nisan sisteminde "hükümet/kabine" yok. Yapılan değişikliklerin boşluklarından biri buydu.. Zamanında yazmıştım. Şimdi "kabine oluşturmak"tan söz edilmesi, bu boşluğun kendini gösterme biçimi...
(2) Herkes alışkanlık eseri "bakanlar kim olacak" diye soruyor. Oysa bakanlar "uygulamacı" olacaklar; politikayı oluşturacak olanlar ise "politika kurulları"... 
Bakanlardan çok o kurullarda kim var kim yok diye meraka düşmeli...

Yeni cumhurbaşkanı yemin edecek. O anda, ülkenin 21 bakanlığı hukuki altyapısını yitirmiş olacak. Herhalde aynı anda bakanlıklara yeni hukuki çerçeve çizen “1 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” ilan edilecek. Böylece devlet yapımızın ana çekirdeği sıfırlanmış olacak. İşleyişin ayrıntıları, ardından gelecek yönetmeliklerde işlenecek.
Bu gelişmelerde iki nokta dikkat çekici.
Bunlardan biri, 16 Nisan anayasa değişikliğindeki temel bir boşluğun daha şimdiden kendini göstermesi. Öbürü yeni devlet örgütlenmesinde benimsenmiş görünen zihniyet.
16 NİSAN’IN BOŞLUĞU
Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri İbrahim Kalın ‘Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’ni açıklayacağız’ diyor. Başkaları da “Kabine”den söz ediyor. Ne var ki, getirilen başkanlık modelinde kabine, yani hükümet yok.
Anayasal olarak var olmayan “hükümet/kabine”, nasıl açıklanacak?
Gerçekten, yapılan anayasa değişikliğinde “Kabine” diye bir kurum yok! Tek tek bakanlar ve cumhurbaşkanı var. Bunlar istedikleri yerde, tümü bulunmak zorunda da değil, bir sefer şu birkaçı, bir başka sefer öbür birkaçı her daim bir araya gelebilirler. Beştepe’nin herhangi bir salonunda ciddiyetle toplanabilirler ya da daha gayrı ciddi ortamlarda bir öğlen yemeğinde, hatta piknikte birlikte oturup konuşabilirler. Önemi yok. Çünkü bunların ortak karar alma yetkisi de ortak sorumluluk yükü de yok. 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği böyle.
Şimdi ‘kabine’ lafının yetkililerin diline pelesenk olması, hükümetsiz hükümet modelinin yaşamda kendine yer bulamadığının açık kanıtı oldu. Devletin bakanlıklar arasında bölüşülmüş farklı hizmetlerini uyum içinde yürütmek için bir güdücü ve onun eşgüdümü yetmiyor; eşgüdümü kurumlaştırmak gerekiyor.
16 Nisan’ın yarattığı boşluk, kendini şimdilik böyle, yetkilileri, olmayan bir kurumdan varmış gibi söz etmeye zorlayarak gösteriyor.
ŞEMANIN ZİHNİYETİ
Cumhurbaşkanının yemin etmesiyle birlikte açıklanacak yeni devlet yapısı, bazı gazetelerde propagandası “güneş sistemi” benzetmesiyle yapılan bir şemaya sahip. Güneş, cumhurbaşkanı.
Güneşin en yakınında, bir yayın üzerine yerleştirilmiş yumrular halinde gösterilen kurullar var. Sayıları 9. Her birinin adı politika kurulu. Bilim Teknoloji Yenilik, Eğitim ve Öğretim, Ekonomi, Güvenlik ve Dış Politikalar, Hukuk, Kültür ve Sanat, Sağlık ve Gıda, Sosyal, Yerel Yönetim Politikalar(ı) Kurulu.
Bakanlıklar ayrı bir yay üzerinde, politika kurullarının ötesinde, cumhurbaşkanından daha uzakta. Şimdi sayısı 21 olan bakanlıklar, bu şemaya göre 16 adet.
Bu yapı, sistemde Amerikan public policy -kamu politikası anlayışının benimsendiğini gösteriyor. Buna göre devlette kamu politikalarını belirleyecek olan kadrolar “kurul üyeleri” olarak çalışacaklar; bunların belirlediği politikalar cumhurbaşkanı emri haline gelerek bakanlıklar tarafından uygulanacak. Amerikan yönetimcileri kurulların yapacağı bu işe “policy formulation” diyorlar; politika oluşturma. Şemada bakanlıklara bırakılan iş ise “policy implementation”, politika uygulama.
Yani yeni sistemde akıl ile el-ayak birbirinden ayrılmış bulunuyor.
ACABA KİMLER?
Şimdiden görünen şey, devlette politikayı oluşturma ile uygulama ayırımının, yani akılla el-ayağı birbirinden ayırmanın, şemada durduğu gibi durmayacağıdır. Davul kimin sırtında, tokmak kimin elinde meselesi… Bu, işin yaşandıkça görülecek bölümü.
Ama belki bundan da önemlisi, kamu politikalarını belirleyip devlete ve topluma yön verecek “akıl sahipleri”nin, devlet ve toplum yaşamını yönlendirmelerine karşın siyasal ve hukuksal bakımdan sıfır sorumluluk taşıyacak olmaları.
Pazartesi günü tanışacağımız yeni devlet yapılanması, bu işin Amerikan public policy, kamu politikacılığı ekolünden kimselerin elinden çıktığını gösteriyor. Acaba kimler? Herhalde öğrenme şansı buluruz. 
[BAG, Aydınlık, 8 Temmuz 2018]

1 Temmuz 2018 Pazar

BAŞKANLIK REJİMİ KAZANDI



24 Haziran seçimi ve muhalefetin bozgunu, son on yılımıza yayılmış 3 olayın sonucudur. İşin özünde parlamenter rejime son verip başkanlık rejimine geçiş vardır.
*
2007 yılında 21 Ekim günü anayasa değiştirilmişti. O vakit muhalefet, “cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi basit bir şey değildir; siyasal rejimi değiştirmektir” demedi. Bu işin özünü ifşa etmekten uzak durdu.
Oysa yetkiyi belirleyen şey, geldiği kaynak. Çağdaş devlette kaynak, halk. Onun doğrudan seçtiği makam hangisiyse, rejim ona göre renk alır. Halk doğrudan meclisi seçiyor ve herşey –cumhurbaşkanı, hükümet, vb. ondan türüyorsa o rejim parlamenterdir. Ama halk meclisin yanısıra cumhurbaşkanlığı gibi bir makamı da doğrudan seçiyorsa, siyasal rejim artık başkanlık kulvarına açılmış demektir.
Ne demek başkanlık rejimi? 
Tartışılacak çok şey vardı. Tartışılmadı. Dendi ki, “bu teklife karşı çıkmak olur mu, sonra siz halktan çekiniyorsunuz derler!” Bunların yanında ortalığı bir de “halk rejimmiş sistemmiş, bunlarla ilgilenmez zaten” lafı sardı. Sonuçta seçmenin yüzde 67’sinin gittiği sandıktan yüzde 31 hayır çıktı; yüzde 69 evet.
*
Aradan yedi yıl geçti. Çok uzun bir süre. Seçimli cumhurbaşkanının parlamenter rejimi ortadan kaldırmak sonucu yarattığını gayet iyi bilenler ya “yok canım, ikisi birlikte olur, niye olmasın” ya da “artık geçti, gitti” dediler. Oysa anayasada henüz cumhurbaşkanı-parlamento yetkileri düzenlenmemişti. 2014 yılı geldi. İlk seçim yapıldı. Seçilmiş cumhurbaşkanının ne anlama geldiği, seçim sürecinde de mesele edilmedi. AKP oylarını da cezbedeceği sanılan ‘ekmek için Ekmeleddin’i getiririz, meseleyi bitiririz” siyaseti galebe çaldı. Erdoğan, Ekmeleddin, Demirtaş yarışa girdi; katılım yüzde 74 oldu. Sırasıyla yüzde 52.7, yüzde 38.4, yüzde 9.8 oy aldılar.
O gün siyasal rejim fiilen “yarı-başkanlık rejimi” oldu. İlgililer çok da önemsemediler.  
*
Taa Özal’dan beri “başkanlık” diyen kanal, ‘cumhurbaşkanını halk seçmiş, elbette daha yetkili olması lazım’ diye mırıldanmaya başladı. Kimsenin beklemediği bir zamanda, kendilerinin bile tamamına erdireceklerinden emin olmadıkları bir ortamda anayasa değişikliğini gündeme getirdiler. Muhalefet, referandum kararı henüz yasalaşmadan tuhaf bir heyecana kapıldı. Böyle sandığa hayır diyeceğine, sandıkta hayır demek için çığlık çığlığa sandığa koştu. 16 Nisan 2017’de katılım iyice arttı; yüzde 85’e çıktı. Evet yüzde 51, Hayır yüzde 49 oldu. Türkiye’nin siyasal rejimi, sıkıştırıldığı yüzde 51/49 dar kapısında iktidar lehine değişti.
Siyasal rejim anayasal olarak “başkanlık rejimi” oldu.
*
24 Haziran 2018 bu üç olayın son halkası... 16 Nisan anayasası, 2019’da uygulanmaya başlanacaktı. İktidar erken seçim kararı aldı. Muhalefet, referandumdaki oyları “hayır cephesi” olarak hayal etti. Full-cephe uğruna, gözler Pensilvanyayı da, hendekçiliği de, Madımak felaketini de görmez oldu. Hatta Erdoğan’a karşı Abdullah Gül komutanlığı için bile uğraştılar. Seçim beyannamesi adı altında neo-liberal döküntüler ortalığa saçıldı. Batı, NATO, AB ve ABD’ye biatler ilan edildi. Sonuç? Katılım oranı yüzde 86, 2 oldu. Erdoğan oyların yüzde 52.6’sını alırken, full-cephe muhalefet yüzde 47.4’te kaldı.
Türkiye fiili olarak “başkanlık rejimi”ne geçti. 
Öbür yanda ise, Türkiye’nin, hendekçilikle ittifak yüzünden Türk Milleti’nin egemenlik yetkisini savunma, Gül arayışlı yeni saadetçilikle ittifak yüzünden de laik cumhuriyeti sahiplenme gücü lime lime edilmiş oldu.
*
2007’de atılan ok menziline vardı. Ama tuhaf, başkanlık rejimi sorununa yine dönüp bakan yok. Yoksa başkanlık rejimine karşı sandıklarımız, gerçekten karşı değiller miydi? Hani yüzde 10 barajındaki gibi:“bir geçersem üç fazlasını alırım”! Başkanlık rejiminde de öyle mi oldu? “Şu çarpık parlamenterizmin savunulacak neyi var, hem biz kazanırsak başkanlık çok işimize yarayacak!” İç sesler böyle miydi acaba? Göreceğiz.
Başkanlık rejimini de göreceğiz: En önemlisi federalizmi çağırıp çağırmayacağını…
[BAG, Aydınlık, 1 Temmuz 2018]