Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER
Birleşik Kamu İş Dergisi Yazısıdır.
Kamu, güzel sözcüklerden biridir.
Eski Türkçe’de “kamag, kamug, kamagı” gibi kullanımları olduğu bilinir ve “bütün, tüm, toplum, genel” anlamlarındadır. Yani, “herkes” sözcüğü gibi herhangi bir bütünü tek tek unsurları bakımından değil de, topluca kendisi bakımından anlatır. Dikkatlerimizi tek’lere değil, elbette tek’lerle birlikte, tek’lerin basit bir toplamından daha farklı bir şey olan bütün’ün kendisine çeker. Örneğin bir partinin kendisini “herkes için (x) partisi” diye tanımladığını düşünün, bir de “hepimiz için (x) partisi” diye tanımladığını… İlk bakışta basit bir sözcük farklılığı varmış gibi görünen manzara, biraz kafa yorulduğunda, gözlerimizin önüne devasa bir zihniyet farkı serer.
Kamu, zengin bir sözcüktür.
Türkçe’nin gizlenmiş takılarını açığa vurursak, avucumuza hem kamu(nun) yönetimi hem de kamu(ca) yönetim anlatıları düşer.
Kamu(nun) yönetimi - halkın – toplumun – ulusun (bu üçünden hangi kavramı kullanırsanız kullanın, hepsi olur) yönetilmesi işi demektir. Ama aynı zamanda bu işi yapan öznenin, yani devlet’in kendisi demektir de… Kamu(ca) yönetim, halk – toplum – ulus tarafından yönetim anlamına gelir. Yaygın olarak bilinen ‘halkın halk tarafından yönetimi’ düsturu, yani demokrasi konusunun ta kendisidir. Kavramlardan bir diğerini kullanmışsanız, eldeki anlam ‘milli irade’ ilkesinin mekanizmasından başka bir şey değildir.
Kısacası elimizdeki terim, hem yönetme işini ve usulünü, hem de bu işi yapan kurumsal yapının kendisini –özneyi içeren zengin bir anlam bütünlüğü sergiler. Demokrasi ve milli irade gibi yüksek kavramlarla bağı ve çağrışımı, kamu sözünü ışıltılı hale getirip çekiciliğini besler durur.
Tüm parıltının ardında ve konunun özünde günümüzdeki anlamıyla kamu = devlet demektir.
*
Kamu, basitçe “devlet” demektir.
Gelin görün ki, çoğu kişi ya da kurum, devlet demektense ‘kamu’ demeyi yeğler ya da farkına varmadan öyle alışmıştır.
Örneğin devlette değil de “kamuda çalışma ilişkileri” deriz.
Bunun tam açılımı “kamu sektöründe çalışma ilişkileri”dir. Çünkü içinde yaşadığımız düzende bir de “özel sektör” vardır. Son elli yıllık neo-liberal imanlı sözde serbest piyasacılığın, neredeyse yaşamın ve tarihin özü ilan etmeye kalkıştığı Piyasa’nın asıl mekânı… 1950’li yıllar başlangıç olmak üzere 1980’lerden beri dilimizde ve elbette zihinlerde Piyasa’nın çalışma ilişkileri mekânı “özel sektör”dür, Devlet’in çalışma ilişkileri mekânı ise “kamu sektörü”….
Yarım yüzyılı aşkın zamandır liberaller bunu adım adım işlediler ve zihinlerimizi Piyasa – Devlet zıtlığına ve Özel – Kamu denkliğine alıştırmayı başardılar. 1980’li yıllardan bu yana daha da iri adımlar attılar. Devlet/kamu sektörünün etkisiz – verimsiz – sırtta kambur – gereksiz olduğu fikrini işlediler. Siyaset dünyasının tepesine yerleşip fikirlerini politikiya dönüştürdüler. KİT’lerden başlayıp devlet kurumlarını özel sektöre devretmek üzere özelleştirdiler. Cümleten özelleştiremediklerini “hizmet alımı”, yani taşeronlaştırma ile Piyasa’ya devrettiler. Bunu da yapamadılarsa merkezi yönetimin elindeki hizmetleri yerel yönetimlere devretme yollarını arayıp durdular.
Bu gelişmeler çalışma ilişkilerini elbette doğrudan etkiledi.
Özelleştirme için ilk kötülenen “memur zihniyeti” oldu. Güvenceli işin doğurduğu tembellikten dem vuruldu. Memurluğun ömür boyu iş güvencesine karşı yıllık/üç yıllık sözleşmelilik övüldü. Devlet yönetiminin üst düzey yöneticiliklerine kamu kariyerinden [devlet terbiyesinden] değil, özel sektörden acar ve iş bitirici CEO’lar transer edilmeye çalışıldı. Hepimizin çok yakından bildiği, tanık olduğumuz süreçler…
*
Neo-liberaller özel sektörden söz ederken Piyasa’yı, onun özünü, çıkarlarını, gereklerini hiç unutmazlar. Tam tersine, neredeyse dinsel-ahlaki değerlere denk ağırlıklarda Piyasa Değerleri üretecek kadar, bunları da yaşamın her deliğine sokacak kadar iddialıdırlar.
Buna karşın “kamu”dan söz edenler çok unutkan, akışkan ve geçişken bir zihin haritasıyla, kendi öznelerinin “kamunun kamuca yönetimi”, halk – toplum – ulus, kısaca Devlet olduğunu unutmaya çok yatkındırlar.
Yaşadığımız özelleştirme ve özel sektörleşme öyküsünde, bazı memur sendikaları bile yıllarca neo-liberal cenahın üyeleri gibi konuştular. Kimi etnik siyasetin pençesinde, kimi ümmetçi siyasetin peşinde, her ikisi de ulusal devletle hesaplaşma fırsatının ateşi içinde kavruldular. Neoliberal küreselciliğin en sadık müttefikleri oldular. Elbirlik ettiler, memurluğu aşağıladılar. Kimileri sol soslu “kamu emekçisi” lafını çok beğendi. “Kamu – özel fark etmez, emekçiler tek personel rejimine sahip olmalıdır” dediler. Bunu da en çok, zamanında, elbette TİSK ve TÜSİAD beğendi. Memur sendikaları Piyasa’nın işveren trenine katar oldular. Onlar zaten çok uzun zamandır “çalışma ilişkilerinde özel – kamu arasında ayırım olmasın, tek rejim olsun, ama kuşkusuz özel sektörde var olan rejim geçerli olsun” diyorlardı.
*
Dananın kuyruğu, cümlenin son bölümündeki ifadede koptu. “Tek rejim olsun; özel sektördeki çalışma rejimi kamuda da geçerli olsun”! Sözde memur sendikaları bu yanlış hedefe kilitlenince, Piyasa işverenlerinin yolları açıldıkça açıldı.
Bugünlerde siyasetin en tepesinde, artık bildiğimiz bakanlığa benzemeyen ama adı bakanlık olan kurumların en tepesinde de eylemli iş adamları oturuyor. Üst düzey yöneticiliklerin kamu kariyeri yerine özel sektörden transferi Turgut Özal döneminden beri mümkün halde. Orta ve alt düzey yöneticilikler ve yönetici olmayan personel de memurluktan alınıp sözleşmeliliğe bağlandı mı, yıllardır zorlanan proje tamamlanmış olur.
Hangi proje?
Resmi adı “Kamu Personel Rejimi Reformu” olan, özü devlet yönetiminin toptan özelleştirilmesi/özel sektörleştirilmesi projesi elbette…
*
Bu proje yanlıştır.
Küreselcilerin tüm dünyaya dayattıkları bu proje, küreselleşmeciliğin kendisiyle birlikte patlayıp dağılalı çok oldu. Devlet istihdamında iş güvencelerinin çözülmesi; ücretlendirmede performans değerlendirmelerin uygulanma çabası; döner sermayeler, vakıflar, dernekler eliyle kamu hizmetinin çözülüp özel sektör işine dönüştürülmesi; taşeronlaştırmanın taşeronlaştıranların kendi elleriyle sona erdirilmek zorunda kalınmasında gördüğümüz gibi darmadağın oldu.
Bu proje sakattır.
Çünkü kamu sektörünün ruhu “devlet” kavramından kaynak alır. Kamu/devlet hizmetine tüm toplumun (1) ivedi ve ertelenemez, (2) yaşam ve kuşaklar boyu sürekli, (3) tüm yurttaşların eşit ölçüde erişebilir, (4) fiyat değil vergi ödeyerek ulaşma zorunluluğu vardır.
Devlette/kamu sektöründe istihdam ve çalışma ilişkileri, bu ilkeler doğrultusunda düzenlenmelidir. Özel sektörün ilkeleri, bu gereklilikleri karşılamaktan acizdir; Piyasa’nın istihdam zihniyeti, bu gereksinmeler karşısında güdüktür, cücedir.
*
Şimdi bize gereken, devlette/kamu sektöründe, (1) Türkiye’nin bağımsızlık ve kalkınma gereklerine, (2) kamu hizmetinin ruhuna uygun bir istihdam rejiminin yeniden tesisidir. Bu rejim, giderek özel sektördeki yağmacı ve insan/yetenek harcayan dar görüşlü istihdam rejimini de düzeltme etkisi yapmalıdır. Yayılması gereken, özel sektörün değil kamu sektörünün çalışma düzeni olmalıdır.
En temelde “eşit işe eşit ücret” değil, sosyal ücret ilkesi savunulmalıdır. Eşit işe eşit ücret, cinsiyetler arası eşitlik amacıyla sınırlı olan başlangıç değerine geri döndürülüp doğal sınırları içindeki ilke olarak yerli yerine oturtulmalıdır.
İş güvencesi, devlet hizmetinin ertelenemez sürekliliği nedeniyle yeniden tesis edilmelidir.
21. Yüzyılın sunduğu geniş olanaklar çerçevesinde, Türkiye’nin gereklilikleri ve kamu/devlet hizmetinin isterleri doğrultusunda, kadro sisteminin değil kariyer sisteminin inşası üzerinde çalışmamız gerekir.
Liyakat, göreve uygunluk, hizmete girme süreçleri, yani sınavlar ve eğitim düzeni yeniden ciddiyetle ele alınmalıdır.
Devlette istihdam, ülkenin ve kamu hizmetinin gereklerine göre yeniden düzenlenmedikçe, yani kamuda toplumcu tavır yükseltilmedikçe sorunlarımızın uzun vadeli çözümü için daha çok zaman yitireceğiz.
Bu Dergi’nin böyle bir entelektüel platform olarak uzun ömürlü ve çok başarılı olmasını diliyorum.
[Ankara, 4 Ekim 2018]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder