25 Şubat 2022 Cuma

Millet Milliyet Cehalet

MUZAFFER İLHAN ERDOST, 22 Mayıs 2013, Cumhuriyet Gazetesi

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/millet-milliyet-cehalet-423182

 “Geçen on yıl içinde, ABD emperyalizminin “büyük sopası” altında, Türkiye, değil komşularına, arkadaşlarına, kardeşlerine, kendine de düşmanlaştırıldı; ulus ve ulusallık paspas yapılmaya çalışıldı.”

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in, “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir” sözünün tartışma konusu yapıldığı bugün de belleklerde olmalı. Prof. Güler, bir kısım medyada ırkçılıkla karalanmak istenmiş, Başbakan Erdoğan, Güler’in, “ulus ile millet kavramını birbirine karıştırdığını”, “ülkemizdeki Türk için millet, Kürt için ulus” dediğini, “millet”in Arapça, “ulus”un öztürkçe olduğunu söyleyerek, üniversite kürsüsünden, bilim adamlarını, “imam” olarak irşad eylemişti.

Oysa Prof. Dr. Güler, “Türk milleti” ile “Kürt ulusu” karşılaştırması yapmamış, “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir” demiş, bir başka deyişle, “ulus” ile “milliyet”in nicel ve nitel olarak eşit olmadığını söylemişti. Erdoğan’ın söylemiyle “ülkemizdeki Türk için millet, Kürt için ulus” denmemiş, böyle cahillikler yapılmamıştı.
Ne demek “ülkemizdeki Türk milleti” ve ne demekti “ülkemizdeki Kürt ulusu”? Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinden ve Kürt ulusundan oluşuyorsa, bu, nasıl bir ulus ve bu nasıl bir milletti!
İkincisi, Prof. Güler’in söyleminden ırkçılık türetilebilir miydi ve bu, Nazi ırkçılığıyla özdeşleştirilir, Güler Ayman, faşist olarak nitelendirilebilir miydi? Fahri doktora unvanını aldığı kürsüden, Erdoğan, “kendisini güçlü olarak görenin ırkını yüceltmesi ne kadar tehlikeliyse, kendisini mağdur olarak görenin de ırkını yüceltmesinin, ırkını bir ayrımcılık unsuru olarak kullanmasının o kadar tehlikeli olduğunu” söylemiş, “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir” sözünden, Türk ırkının yüceltilmesi sonucunu çıkarmış, yeni “Babıâli esnafı”, bu yorumun üzerine, Hitler’in “üstün ırk” tabelasını çakmıştı.
Zavallı ülkem! Başbakanı, “millet” ile “milliyet”i aynı şey sayıyor. Kendi sözleriyle söyleyelim “içerikten haberi yok”. “Millet”in Arapça kökenli olduğunu biliyor ama, “milliyet”in “millet” olmadığını bilmiyor. Hatta “milliyet”in ayırdında bile değil. Üstelik, ulusu ırk ile özdeşliyor.

Türk ulusu, ulus olarak kendi bünyesindeki etnik topluluklardan doğası gereği nicel olarak büyüktür. Ulus, nitel olarak tarihin derinliğinden gelen ve ırksal özellik, dil, inanç bakımından farklılaşan milliyetten, tarihsel bir kategori olması açısından farklıdır.

Bir ulus birimi olarak Türk ulusunun bünyesinde, Kürt etnik topluluğu, ulustan (Türk ulusundan) sayıca, yani nicel olarak küçüktür söyleminden, Kürtleri, “mağdur” bir ırk olarak ve sayıca çok olması açısından, Türkleri ırk olarak yüceltmek anlamı çıkarılabilir mi? Ulus, bir ırk topluluğu mudur? Irkların birliğinden mi oluşur? Ulus, birbirinden farklı uluslardan mı oluşur? Yoksa Türk milliyeti ile Kürt milliyetinden mi oluşur, yani milliyetlerin ortak birliği midir?
Ulus’un tarihsel bir kategori olduğu bilinir. Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun’da, ulus’un, toplumların gelişmesinin belirli dönemlerinde, özellikle kapitalizmin şafak vaktinde oluşmaya başladığını belirtir ve “Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliği” olarak tanımlar.

Ulusun oluşum süreci

Ben, Ulus, Uluslaşma, Demokratikleşme’de, ülkemize uyarlayarak, ulusun oluşum sürecini ve niteliğini açımlamaya çalışmıştım:
“Ulus, bireylerin, belirli sınırlar içersinde, boy gibi, kabile ve aşiret gibi birliğe kan bağıyla bağlı olmaktan; köleci ve feodal birliğe bedensel bağlılıktan (bağımlılıktan), tarikat, mezhep, din gibi bir birliğe inançsal bağlarla bağımlı bulunmaktan, toplumsal ölçekte kurtulmalarının, yani özgür bireyler haline gelmelerinin maddi temelini oluşturan ekonomik bütünleşme üzerinde, siyasal olarak örgütlendiği birliktir.”
Kısacası ulus, boy, soy, kabile ya da aşiretlerin, feodal ve yarı-feodal birimlerin, tarikat, cemaat, mezhep ve dinlerin birliği değil, geleneksel bağlardan ve bağımlılıklardan kurtulmuş özgür bireylerden oluşan, ekonomik temel üzerinde, siyasal örgütlenme biçimidir. Ulus, eşit ve özgür yurttaşların birliğidir. Toplumların gelişme düzeyine, tarihsel ve toplumsal konumuna göre farklı biçimler alır, insanlığın gelişme sürecinde temel öğeler kalmakla birlikte, sürekli değişir. Bu değişme, ileriye doğrudur.

Rahatsızlık neden?

Ulusun oluşmasında, tarihsel süreç açısından bir ya da birkaç kavim öncü rol oynayabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında, bin yıla yaklaşan süreçte devlet kurmuş, imparatorluk olarak etnik bakımdan olduğu kadar, din ve mezhep bakımından birbirlerinden farklı, hatta birbirlerine hasım toplulukları bir arada yönetmiş bir imparatorluğun bünyesinde oluşan ve gelişen kadrolarının, işgal edilmiş öz yurdunu kurtaran Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olmaları ve onların bu devlete “Türk Devleti” adını vermiş olmaları, kimi, niçin rahatsız ediyor! Kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti, yalnız Türk kavminden gelenlerin değil, bazı araştırmacıların ellinin üstüne çıkardığı birbirinden farklı kavimlerin birliğinden oluşur. Ama soy, kavim, etnik topluluk, aşiret, kabile, beylik olarak değil, toprak sahibine, aşiretine, tarikatına bağlı ve bağımlı olsa da varsayımsal olarak, yani yasa açısından özgür ve bu anlamda eşit yurttaşlar olarak ulus birliğini oluştururlar.
Etnik adlandırma, çok dikkat edilsin, Türk etnisitesinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içersinde kalacak olan öteki etnik toplulukları ya da bireyleri baskılama anlamında değil, bütün üyelerinin eşitlendiği, etnik adlarını koruyarak, ama bir etnik topluluğun değil ulusun üyesi Türk olarak adlandırılırlar. Kimliklerinde, etnik kimlikleri değil, ulusun üyesi kimliğini taşırlar.
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze, örnek alınan Batı Avrupa’da, uluslar, ulusu kuran öncü kavmin adıyla adlandırıldılar. Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan ulusu gibi. Ama hiçbiri saf ve tek bir ırktan, etnisiteden oluşmuyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan, emperyalist paylaşımdan pay almak şöyle dursun bu emperyalist devletler tarafından paylaştırılan Almanya, Nazi Almanyası olarak, üstün ırk kuramını, faşizmin ve faşist yayılmacılığın kaidesine oturttuğu zaman, Türkiye’de, aynı anlamda, ırk üstünlüğünü esas alan eğilimler kitleselleşmeye başlamıştı. Türk Ocakları, Mussolini’yi kılavuz olarak bayraklaştırmak istedi. Kemal Atatürk, kurduğu Türk Ocakları’nı kapattı, ulus kültürünün kadrolarını, köyde, kasabada, kentte oluşturacak Halkevleri’ni kurdu.

Atatürk’ün sözleri

Irk ayrımcılığı söz konusu olduğunda, özellikle üstün ırk kuramına dayalı olarak Hitler ve Mussolini’nin Kuzey Afrika’daki vahşetlerini gördüğü zaman, “Bu hayvanların dünyasında yaşamış olmaktan utanç duyuyorum!” diyen Kemal Atatürk, Diyarbakır’da yayımlanan Diyarbekir gazetesinin sahibine Dolmabahçe Sarayı’nda verdiği demeçte, “Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evletleri, hep aynı cevherin damarlarıdır.” (Cumhuriyet, 5.10.1932) söylemiyle, yalnızca ırkçılığı değil, ırk ayrımcılığını da yadsımıştı. Irkları coğrafya ile adlandırarak, hepsini, aynı ırkın, aynı cevherin parçaları olarak nitelemiş, yalnızca ırkçılığı değil, “üstün ırk” kuramını da tarihin hurdalığına atmıştı.

Ulusa gelince, ulusun üyelerini, Türkiye Cumhuriyeti’ne yurttaşlık bağıyla bağlı olanları Türk olarak nitelerken, etnik kökeni Türk olanlar Türktür demedi. Çünkü ulus, etnik toplulukların etnik özelliklerinin birliği değil, özgür bireylerin yurttaşlık bağıyla bağlı olduğu ulusun üyeleridir. Ulus, ne tek bir etnik topluluğun ulus adını almasıdır, ne de etnik toplulukların koalisyonudur. Ulus, etnik özelliklerin silindiği, yeni, siyasal, toplumsal ve ekonomik açıdan modern bir birimdir.

1990’da, İnsan Hakları Derneği Ankara Şube Başkanı olduğum dönemde yazdığım Ulus, Uluslaşma, Demokratikleşme(1) de, ulusun ileriye ve geriye doğru birbirine karşıt iki yönelimine değinmiş, şunları yazmıştım:
Bugün, “ulus” birliği (birimi) içinde etnik gibi, dil, din, mezhep gibi farklılıkları, geriye doğru derinleştirerek karşıtlığa ve dolayısıyla düşmanlığa dönüştürmek de, bu farklılıkları geçmişten gelen özellikler ve zenginlikler olarak algılayarak insanlığın gelişmesinin dinemiğine dönüştürmek de olanaklı.

Geçen on yıl içinde, ABD emperyalizminin “büyük sopası” altında, Türkiye, değil komşularına, arkadaşlarına, kardeşlerine, kendine de düşmanlaştırıldı; ulus ve ulusallık paspas yapılmaya çalışıldı.

Emperyalist kuşatmaya ve köleleştirmeye karşı, ulus olarak varlığını ve bağımsızlığını korumanın büyük duvarı “ulusal”lığı paspas yapmaya kalkışanlar, ABD’nin “büyük sopası” sırtlarında, ulusu paspas yapanlar, ulusu ulus olarak çiğnemeye yeltenenler, unutulmasın, ulusun paspası olmaya er ya da geç yargılıdırlar.

Muzaffer İlhan ERDOST
TİHAK / Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkanı
Cumhuriyet 22.05.2013

10 Şubat 2019 Pazar

BOLTON’LARA KARŞI BİZ



1980’den beri neo-liberal siyasetin çökertip yok ettiklerini, hem zihniyet hem de kurumlar bakımından tutup ayağa kaldırma zamanı geldi.
*
Dünyada “serbest ticaret” denen yağmacılığa karşı çıktığımızda “bunlar kapalı ekonomi isteyenler!” diye saldırdılar. Görüldü ki bunlar kendilerine “açık toplumcu” diyen insanlık yıkıcılarıdır. Artık, dünyanın genel yararı serbest ticarette değil, adil ticarettedir, demek ve başka ülkelerle ilişkilerimizi bu esasa göre düzenlemek zamanıdır.
*
Merkez Bankası’nın bağımsızlığı diye bir iş olmaz. Bu, ülkenin en temel kurumunu Vaşington ile Londra’daki beş-on yabancı bankanın emri altına vermek demektir. Seksen milyonun kaderini, açgözlülükleriyle tarihe geçmiş bu tekellere bırakamayız. Merkez Bankası, para-kredi işlerine başkalarının değil, Türkiye’nin yararına bakmakla yükümlüdür, deme zamanıdır.
*
Tarım ve toprak sözde serbest denen piyasa için beş-on tohum, gübre, ilaç tekeline bırakılamaz. 1980’den beri bu işi yaptık, sonuçlarını gördük. Tarım insan sağlığına zararlı ürünler dünyası oldu, toprak kirlenip zehirlendi, üretim yapamaz hale geldik. Tarım ve toprak planlamasına başlıyoruz, tam donanımlı zirai donatım kurumunu yeniden inşa ediyoruz, deme zamanıdır.
*
İleri teknolojiye dayalı, kendini üretebilen sınai üretimde ‘karşılaştırmalı üstünlüğümüz yok’ lafının yalan olduğu tecrübeyle sabit oldu. Dördüncü sanayi devrimi denen yeni teknolojik süreci, montaja ve en kirli eski sanayilere sıkışıp kalmış bir halde karşılıyoruz. Bu sonuncu sıkışmayı aşmak için devleti bu işin başına geçiriyoruz, deme zamanıdır.
*
Kentsel altyapı, toprağa ve teknolojiye dayalı sanayiler için başlıca talep yaratıcılardandır. Kentsel altyapının planlanmasında, finansmanında, inşaatında, işletilmesinde belediyeleri daha fazla yalnız bırakamayız. Neo-liberal siyasetlerin ortadan kaldırılsın diye etmediklerini bırakmadıkları İller Bankası örneği üzerinde duracağız, yerel işleri ulusal üretim ve hizmetlerle birleştireceğiz, deme zamanıdır.
*
Üniversitelerimiz, neo-liberal siyasetin baskısı altında, bilgi üreten değil ara-işgücü-yetiştiren meslek yüksekokullarına döndü. Üniversiteler, küreselcilerin yerelcilik yüceltmesine koşut biçimde özelleştirilip yerelleştirildi. Üniversiteleri meslek okulu ayarına sabitleyen mevcut uygulamalara son vermenin zamanıdır.
*
Topyekûn ayağa kalkmak, besbelli ki tüm toplumun özlemi. Bu özlemi, yaşamı yönlendirecek gerçek bir inanca çevirmek için olmazsa olmaz bir koşul var: Artık vicdan yaralar hale gelmiş olan gelir adaletsizliği sorununun üstüne gitmek.
Bunun için çok araç var. Öncelikle başlıca kamu hizmetlerini şirketlere iş alanı açma aracı olarak değil, gelirdeki adaletsizliği düzeltici bir araç olarak görmekle işe başlamak gerek. İşte önümüzde yerel seçimler var; bakalım hangi aday bundan dem vuracak?
Sonra devlete, merkezi idareye düşen işler var: Üretici gelirine adeta el koyan ticaret ağlarına çeki düzen vermek… Vergilendirme sistemini üretkenlik ve gelir adaleti ölçütlerine göre tasarlamak…
Elbette bütün toplumsal ve siyasal kurumların azami özeniyle ücretler ve huzur haklarından kira, kâr, faiz, servet gelirlerine haklı-adil kazanç düzeneği üzerine eğilmek…
*
Bu işlerde daha fazla zaman yitirmek, tvitleyerek tehditler savuran adeta kendini kaybetmiş Amerikan ulusal güvenlikçisi Boltongiller karşısında zaaflarımızı beslemekten başka bir anlama gelmiyor.
Neo-liberal yıkıntıyı ortadan kaldırma görevi geldi, kapımıza dayandı.

6 Şubat 2019 Çarşamba

KÖTÜ’LERLE İYİ’LER



Kötü yönetime karşı iyi yönetim sloganı, sömürgeciliğin, 19. yüzyılda Hristiyan inancından transfer ettiği bir koddur. Günümüzde emperyalizmin dünya ülkelerine uygulamaya giriştiği her türlü yaptırımın, açık askeri işgallerin “ahlaki” gerekçesidir. Bir zihniyet kodu.
Sömürgecilerin dünya üzerinde estirdikleri fırtınaların çeşitli unsurları var. İşgal için kullandıkları asıl ya da vekil askerlerle silahlar… Eğlendirerek çürüten holiwudlar… Uygun buldukları kadim inançlardan ve dinlerden derlenmiş ahlaki ilkeler…
Sözkonusu slogan, bu sonuncu grupta yer alan araçlardan biridir.
*
Anlamı “Venezuella’da, Türkiye’de, Macaristan’da, Çin’de, Rusya’da, İran’da… kötü yönetimler var;  ABD ve ortakları onları ‘iyi yönetim’e kavuşturma hak ve misyonuna [görevine] sahiptir” fikrinden ibarettir.
Ülkesinde B.liar [yalancı] denen Tony Blair, Bir Yolculuk adlı kitabında yazıyor: Biz, uluslararası toplum, kendi ulusal çıkarları tehdit edildiğinde değil, asıl herhangi bir uzak ülkede yaşayan rejimin kötü doğası nedeniyle de küresel müdahale hakkına sahibiz. (s. 276)
Haklarını kullandılar. Daha dün Irak’ı işgal ettiler, Arap Baharı işgaliyle kuzey Afrika ülkelerini perişan ettiler, ‘renkli devrim’ girişimleriyle gençleri paralı askere dönüştürdüler. Şimdi aynı şey Venezuella için yapılmak isteniyor. Maduro kötü yönettiğine göre….
*
Bu ‘fikir’deki arsızlığı başka bir yerde bulmak gerçekten güç.
Mantığı basit: Eğer bazı ülkelerdeki yönetimler ‘iyi’ olabilseler, ‘iyiler’e böyle bir görev düşmezdi. Dolayısıyla ‘iyiler’in iyilik için harekatları ne kadar çok insana hem de canlar pahasına kanlı zararlar verirse versin, maliyet ne olursa olsun, bunun sorumlusu ‘iyiler’ olmayacaktır. ‘İyilik’, mutlak zaferi kendiliğinden hak etmiş bir şey. Bu misyon yerine getirilirken doğacak zararların sorumluluğu da ‘iyi olmayı başaramamış kötüler’dir.
Geçmişi ve bugünü yargılayıp infaz sehpaları kurmakla yetinmeyen, gelecekte işleyeceği suçları da üstünden atan acayip bir arsızlık.
*
Dikkat etmemiz gereken şey, insanlığın yıkımından başka bir hedefe yürümeyen bu kuvvetin sözlerini seçtiği yerdir.
Birincisi, “doğru – yanlış”tan söz etmiyor; mantık alanının bu iki kategorisi tartışmaya açıktır, kanıt gerektirir. İkincisi “güzel – çirkin”den söz etmiyor; estetik alanının bu ikilisi de ‘bakanın gözündedir’, göreceliğiyle karakterizedir. Sömürgeci, üçüncü alanı seçiyor; ahlak alanının “iyi – kötü” kategorileriyle konuşuyor. İnsanın varoluşuyla ilgili alandan ses veriyor; konuya ‘inanç’lardan yani damardan giriyor.
Zaten dünyaya nizam verme misyonunu da bu ahlaki kategoriyi kullandığı için üretebiliyor. Ahlaki duruşun tartışılmazlığını kalkan edinmiş, ‘misyon’unu ilahi bir esreklikten –‘vizyon’dan [vahiyden] türetmiş yürüyor. Bunun karşısında ne mantık işe koşulabilir ne de estetik.
Büyük cüretkarlık!
*
Egemen sömürgeciler bunu hep yapıyorlar.
İnsanlığın genel-ortak zihin kodlarını kendi çıkarlarına ve amaçlarına uygun içerikle doldurup kullanıyorlar. Bir terimi bir kez ellerine geçirip tanımladıklarında, devasa propaganda makineleriyle zihinleri yakıp geçiyorlar.
“E n’apalım, temel ahlaki kategorilerden bile vaz mı geçeceğiz!’ diyenlerimiz ilk yalazla renk değiştirenlerimiz. Vazgeçmeyeceğiz, ilahi katlardan konuşurmuş gibi yapanların ipoteğine geçit vermeyeceğiz.
[BAG, Aydınlık, 6 Şubat 2019]

3 Şubat 2019 Pazar

BELARUS’TAKİ CESARET ANITI



Belarus’un Brest kentinde, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başında 1941 yılında, Nazi ordularının saldırısına karşı hüzün veren destansı bir direniş gösterdiği için anıtlaştırılmış eski bir kale var. Burada büyük bölümünün adı belirlenemeyen binin üzerinde askerin anısı yaşatılıyor. Üzerlerine durmaksızın yağmur gibi yağan kuşatma kurşunlarının yanısıra, hemen yanı başlarında akan suya erişemedikleri için susuzluktan kırılan askerlerin öyküsü, birine Cesaret öbürüne Susuzluk adı verilen iki etkileyici heykelde canlandırılmış bulunuyor.
*
Cesaret adlı heykel, dev bir yapım.
2014 yılında CNN adlı televizyonun saldırısına uğramıştı. Bu TV, heykeli ‘dünyanın en kötü heykeli olarak ortadan kaldırılması gereken şey’ diye karalamaya ve yıkılmasını sağlamaya kalkışmıştı. Hemen ardından, yalnızca Belarus’tan değil, dünyanın pekçok yerinden aldığı tepkilerle özür dileyip geri çekildi.
Cesaret Heykeli, 2019 yılının Ocak ayında, Türkiye’deki sözde internet gazetelerinden birinde “Erkeklik Krizi” başlıklı bir yazının görseli olarak kullanıldı. Yazı ‘erkeklik krizi’ ile ulus-devletlerin krizini özdeşleştiriyordu. Site editörü de seçtiği fotoğrafla bunları anti-faşist direnişle özdeş hale getirdi. Cari günde CNN ile, tarihten ise Nazi saldırganlığıyla kol kola girişin örneğini sergilediler.
*
Bu kafalar, SSCB’nin Gorbaçov’uyla birlikte yetişmeye başlamış görünüyor. Gorbaçov’un perestroyka’sı küreselci piyasanın, glasnost’u ise Soroscu ‘açık toplum’un kurucuları oldu. Kendilerine daha 1980’li yıllarda ‘solcu-ilerici’ demişlerdi; karşı çıkanlara da ‘sağcı -tutucu, muhafazakar, gerici’. Sonra küreselcilerin ve açık toplumcuların yanında yerlerini aldılar. Renkli devrimlerle, Arap Baharlarıyla, ‘nükleer silahı var’ yalanlarına dayalı tanklı toplu işgallerle modern-ötesi dünyanın üyeleri oldular. Bütün bu olanları, küresel sömürgeciliğin acımasız saldırılarını, emperyalizmin değil de ulus-devletin krizi diye yaftaladılar. Böylece küreselci sömürgeciliğin bayraktarları haline geldiler.
*
Günümüzde bu saldırgan hatta değişen hiçbir şey yok. Bayraktarlar, şimdi de Venezuella’ya yönelmiş emperyalist şiddeti kutsamakta birbirleriyle yarış içindeler.
Tuhaflık şurada ki, Trump’ta gördükleri ‘erkeklik krizi’ni, Trump’ın Venezuella’ya saldırma kararı karşısında unutuverme gibi bir erdemleri var. Amerikan meclisinin Venezuella başkanı Madura’yı reddedip muhalefetteki kendi adamlarından birini başkan saymasını ‘diktatörlüğe karşı demokrasi baskısı’ diye selamlayabiliyorlar. İngiltere’nin Venezuella altınlarına el koymasını uygun görüp, yıllardır devam eden ABD yaptırımlarından hiç ama hiç söz etmeden emperyalist saldırganlık aklamasına girişebiliyorlar.
*
İşbirlikçilerin savunmaları, Şener Şen’in banker konulu bir filmindeki repliği hatırlatıyor:
-ABD saldırıyor saldırmasına da, sor bir bakalım neden saldırıyor?
-“Oradaki yönetim kötü de ondan saldırıyor; iyi yönetim olsa neden saldırsın!”
Derim ki bu repliği es geçmeyelim.
Kötü yönetime karşı iyi yönetim sloganı, sömürgeciliğin, 19. yüzyılda Hristiyan inancından transfer ettiği bir koddur. Günümüzde emperyalizmin dünya ülkelerine uygulamaya giriştiği her türlü yaptırımın, açık askeri işgallerin “ahlaki” gerekçesidir.
Bu bir zihniyet kodudur.
İkinci Dünya Savaşındaki büyük savunmanın Cesaret Anıtı’nı ‘erkeklik’ sanan tarih yoksunu zihinler, bu kodla biçimlendirilmektedirler.
[BAG, Aydınlık, 3 Şubat 2019]

30 Ocak 2019 Çarşamba

BÜYÜK MUHALEFETİN DURUMU ÜSTÜNE



Parlamentoda yer alan partilerin çevresindeki çok az kişi doğru ‘etiket’ ile geziyor.
CHP’liyim diyen biri gerçekte HDP’li, şu ya da bu cemaat üyesi, eski ANAP-DYP’li, hatta gençliğinde ihvanı müslim tedrisatlı olabilir. İYİP’liyim diyen biri için bu zincirden HDP’yi çıkarıp MHP’yi koyun aynı özellikleri taşıyabilir. Ama İYİP, CHP ile ittifakta olduğuna göre, HDP’yi İYİP’ten fazla da çıkarmamak gerekir.
Davutoğlu – Gül ve ortakları yönetimdeyken AKP de böyleydi; şimdi içindeki renkler biraz sadeleşti. Daha düşük derecede aynı özellikler MHP için de geçerli.
İçinde farklı siyasal renklere yer vermeyen tek-biçimci tek parti HDP. PKK/YPG geri planıyla etnik bölücülük odaklı işler görmeye çalışıyor.
Saadet Partisi’nin ise bir aracı kurum, Gül’ün resmi taşıyıcısı olduğunu geçen seçimlerde öğrenmiştik.
*
Muhalefet cephesinin CHP-İYİP-HDP-SP adlı dört ortağı, tek bir hedefe kilitlenmiş bulunuyorlar: “AKP düşsün!”. Bunların içinde en hiddetlilerin “Tayyip”, “hırsız”, “diktatör”, “firavun” sıfatları temelinde bağrışan FETÖ merkezli gruplar oldukları görülüyor. AKP’nin eski destekçisi yetmez-ama-evet liberalleri de HDP çevresi de bu hiddetten memnun.
Seçmenin yüzde 35 gibi büyük bir bölümüne sahip CHP ile İYİP, önceden cumhurbaşkanlığı seçiminde yaptıkları gibi, şimdi yerel seçimde birkaç belediye almak hesabıyla bu kesimlerin öfkelerinden ve ellerindeki olanaklardan medet umuyorlar.
*
Hedefini ‘ilkeleri boşver, yeter ki o gitsin stratejisi’ne oturtmuş akıl, yarıya %15 kaldı hesabıyla, “akıllı ol, kendini feda et’ diyerek, çoğunluğu azınlıklara teslim etmenin bir örneğini daha sergiliyor.
CHP ile İYİP’in bu süreci ‘tavanda değil tabanda ittifak’ diye başlattıklarını hiç unutmamalı. Bu söz, seçmenlerine ‘zorunluyuz’ ruhunu şırınga etmek içindi; yoksa söyledikleri şey işin doğasına tersti. Nitekim yeterince zaman geçince ‘tavanda ittifak’a oturdular. İlleri ilçeleri aralarında paylaştılar. Ardından sahneye gizli ortak HDP çıktı; Adana, İstanbul ve İzmir’de aday çıkarmayıp bunları destekleyeceğini ilan ederek boy verdi.
İttifak dediğin laftan ibaret değil. Başkanlık ve meclis koltuklarının paylaşımında ete kemiğe bürünen bir iş. Bugünlerde kopan vaveyla, kısır “AKP gitsin” stratejisinin yarattığı bataklıktan kimsenin kaçmayı başaramamasından kaynaklanıyor. Bu bataklıkta artık tutunulabilecek iki dal var: Rant grupları ve kişisel ikbal hırsı. İlkeler ve memleket için hiçbir anlamı olmayan, yakınındakini de uzağındakini de çürüten koyu bir gaz kütlesi.
*
Kendi başına ya da öbürünün sırtına binerek parlamentoya taşınmış olan mevcut muhalefet partileri, AB-D eksenindeki dönüşlerini tamamladılar. Türkiye’nin ana bağımsızlık damarlarından bir olan Merkez Bankası’nın küresel mali merkezlere bağımlılığını isteyen, NATO’dan ayrılmanın felaket olacağı inançlarını ilan eden kadrolarıyla, ulusal – üniter devlete karşı eşit/etnik vatandaşlıkçı ve yerel özerklikçi seçim bildirgeleriyle yerlerine sabitlendiler. Seçmenlerine rant paylaşımı – kişisel çıkar ekseninden başka tutunacak hiçbir dal bırakmadılar.
Bunlarla birlikte alınacak bir adım mesafe kalmadı.
*
Tarihsel ilkelerini askıya almış, Türkiye’yi Atlantik köleliğine demirleme niyetlerini açıkça ilan etmiş bir kesimin “o zaman AKP-MHP’ye ver oyunu!” diye ünlemesi, kendini bilmezliğin son güldürüsüdür.
İddiaya giriyorum, biz değil ama, bu kara güldürüde yer alıp siyasal rant – kişisel çıkar yolunun tıkandığını görenler öyle yapacaklar.
Yerel seçim bu. Çevrenizi izleyin, sonra konuşalım.
[BAG, Aydınlık, 30 Ocak 2019]