30 Mart 2016 Çarşamba

Sayın BAŞBAKAN,



“Açılım” politikanız ile ilgili olarak bizimle görüşme arzunuzu ifade eden mektubunuzu aldım. Bu vesileyle bu konudaki bazı tespitlerimi ve değerlendirmelerimi açık bir dille size iletmenin yararlı olabileceğini düşünüyorum.

Önce, “Açılım” ın içeriği, çerçevesi ve ilkeleri ile ilgili herhangi bir somut açıklamanın yapılamamış olması, müphemiyetin arkasında nelerin hedeflenip saklandığı sorularını davet etmiş, o da milletimizin tedirginliğini, kaygılarını hızla arttırmıştır. Bu öngörülmüş belirsizlik, bir yandan; Anayasamızdan “Türk Milleti” sözünün çıkarılacağı, Eğitim dilinin değiştirileceği, PKK’ya af çıkarılacağı, İmralı’dan gelecek yol haritasının “uygun bölümlerinin” değerlendirileceği beklentilerine yol açmış; öte yandan kurulan ilişkiler, verilen umutlar sonucunda “dağ fare bile doğurmadı” hayal kırıklığına neden olmuştur. Daha sonra da bu hayal kırıklığını telafi etmek için yoğun ikna çabalarına gerek duyulduğu ortaya çıkmıştır.

Bugün ise “anaların gözyaşını dindireceğiz, şehit cenazelerine son vereceğiz” şeklinde ifade edilen bir temenni ve iyi niyet beyanlarına dayalı bir politika ile karşı karşıyayız.

Aslında bu bir politika değil bir propagandadır. Çünkü hangi tedbirler alınacak, hangi çareler uygulanacak, hangi tavizler verilecek belli değildir. Milletimizin huzuru, barışı, birliği ve bütünlüğü için bu kadar önemli ve hassas bir konuda böylesine ucu açık, bulanık ve sahipsiz bir sürecin işletilmesi, sonuç ne olursa olsun daha şimdiden tahribatını hissettirmeye başlamıştır.

Devlet politikası olarak ilan edilen açılımın artık bu niteliğinin tartışmalı olduğu daha yolun başında yapılan bazı açıklamalarla ortaya çıkmıştır.“Açılım”ın isimlendirilmesi ile ilgili yaşanan tereddütler aslında bu sıkıntılı durumu yansıtmaktadır. Önce “Kürt Açılımı” diye başlanmış, daha sonra “Demokratik Açılım” denilmiş, son olarak da “Milli Birlik Açılımı”nda karar kılınmıştır. Ne yazık ki, bu açılım politikası hızla ayrıştırıcı sonuçlar vermeye başlamış, politikanın adını, “Kürt Açılımı”ndan “Milli Birlik Açılımı”na değiştirmek de bu durumu örtmeye yetmemiştir.
Kürt açılımı ile ilgili olarak bir anayasa değişikliği konusunda İçişleri Bakanı ile Başbakanın çelişkili açıklamaları güven kaybına, inandırıcılık ve samimiyet sorgulamasına neden olmuş, milletimizin kaygıları daha da derinleşmiştir.

Uzun vadede de olsa bu konuda düşünülen bir Anayasa değişikliğinin, “Türk Milleti kavramı” ile “eğitim dilinin Türkçe olması zorunluluğunu” hedef alacağı açıktır.

PKK’nın siyasi hedefleri ile örtüşen böyle bir Anayasa değişikliği açılımının bizzat kendisi bir huzursuzluk kaynağı haline dönüşmüştür. …..”

*
Mektubun devamı var. Devamında şöyle deniyor:

“[Bütün bunlar] Açılım Politikası”nın gerçek hedefinin, bölgede yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımızın temel sorunlarının çözümü olmadığı, milli bir ayrışma peşinde koşan terör örgütünün siyasal amaçlarına yönelik bir açılımla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

*

Mektubun tarihi 12 Ekim 2009. Sesleniş bölümündeki Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan. İmza sahibi o zamanki CHP Genel Başkanı Deniz Baykal.

2009 sonbaharında doğrudan dönemin başbakanına söylenmiş olduğu üzere, şimdi 2016 baharında sorun, “milli ayrışma peşindeki terör örgütünün siyasal amaçlarına hizmet eden açılım”cılığın Yeni Anayasa basamağına yükselmiş olmasıdır.

Yeni-Anayasa’ya başkanlık rejimi sosu dökmek, bu özü gizlemeye yetmez.

Yeni-Anayasaya Geçit Yok!


(BAG, Aydınlık Gazetesi, 30 Mart 2016)


29 Mart 2016 Salı

ÇOKKÜLTÜRCÜ BİR SERÜVEN -İngiltere'den


Son 25 yıl içinde yükselen değer “çokkültürcülük” adı verilen bir anlayış oldu. Bizim ülkemizde ortaya çıkışı “insanlar kendi anadillerinde şarkı söylemesinler mi?” şeklinde yaşandı diyebiliriz.
Aynı, çözüm süreci adı verilen bir projenin “analar ağlasın mı?” sorusu eşliğinde yükseltilişi gibi.

Çözüm sürecinin anaların ağlamasını sona erdirmek bir yana, anaların gözyaşlarını salgın bir hastalık gibi, hatta gelecek kuşakları da içine alarak yaygınlaştıracak bir bataklık olduğunu, zaman yitirerek, canlı bombalarla burun buruna gelerek yaşayıp öğrendik.

Çokkültürcülüğü de benzeri kayıplarla öğreniyoruz. Bunun aslında anadilinde şarkı söyleme meselesi değil, Türkiye’ye bir “Yeni Anayasa” biçmek anlamına gelen toptancı bir siyasi proje olduğunu yaşayarak öğreniyoruz.

*
Bu yol başka ülkelerde de gündeme geldi. Örneğin İngiltere’de kurulan bir komisyon 2000 yılında “Çok-Etnikli Britanya’nın Geleceği” adlı bir rapor hazırlamıştı. Rapor, insan hakları söylemi çerçevesinde hazırlandığını, mevcut toplumsal ve iktisadi eşitsizlikleri azaltmak amacı güttüğünü iddia ederek, siyasal rejimin topluluklar ve bireyler topluluğu olarak yeniden yapılanmasını önermişti. Rapora göre “ırkçılık biçimleri çok”tu; “yeni ırkçılık biçimleri doğmuş”tu; bunların saptanması ve ortadan kaldırılması gerekiyordu. Raporun sahiplerinden biri olan Tarıq Modood, Çokkültürcülük –Bir Yurttaşlık Tasarımı başlıklı kitabında şöyle diyor:

“[Rapor] Liberal bir yurttaşlık anlayışının ötesine geçilmesi gerektiğini ve tüm yurttaşlarda ülkeye aidiyet hissi uyandırmanın daha yüce bir amaç olduğunu savunmuştur. Britanyalı olmanın 21. yüzyılda ne anlama geldiğini belirlemeye yönelik sürdürülebilir bir tartışma olmadan bu amaca ulaşılamayacağını ileri sürmüştür.”

Bir sonuç: Bu sözlerde dikkat çeken nokta, değiştirilmesi gereken şeyin “İngilizlik” değil “Britanyalılık” olmasıdır. Demek ki bizdeki çokkültürcülerin istediği gibi, “Türk vatandaşlığı”nı “Türkiyelilik” yapsak da sorun hallolmayacak.

Raporun sahibi görüşünü şöyle açıklıyor:
 “.. önerilen şey aslında bir ülkenin kendi hakkında kendisine anlattığı hikayenin, yani ulusal kimliğin; aracılığıyla varlığını sürdürdüğü, insanların ulusal aidiyet hissini kazanıp tazeledikleri söylemlerin, simgelerin, imgelerin; kamuya açık tartışmalar aracılığıyla tekrar değerlendirilip ülkenin geçmişteki etnik dokusunun yanı sıra şimdiki ve gelecekteki etnik dokusunu da yansıtacak biçimde yeniden şekillendirmesiydi.”

Rapora gelen tepkiler ise şöyle olmuş:
 “… basın yayın organlarında bu madde, yanlış bir şekilde, başka şeylerin yanında, komisyonun yeterince yurtsever olmadığını ve etnik azınlıkların mensuplarının çoğunun Britanyalı olmaktan rahatsız olduklarını ima ettiğini veya “Britanyalı” teriminin beyaz anlamına geldiği gerekçesiyle ülkenin adının değiştirilmesini önerdiğini ileri süren düşmanca başlıklarla gündeme oturmuştu.”

*
İngiltere’de bu raporun kaleme alındığı dönemde ve hemen sonrasında yükselen başka değerlendirmeler de vardı. Bunlardan biri Irk Eşitliği Komisyonu üyelerinden olan Kenan Malik adlı bir araştırmacının dile getirdiği yargıydı. Diyordu ki, “çokkültürcülük toplumları ayrıştırma konusunda ırkçılıktan çok daha etkili olmuştur.”

Bunun anlamı şudur ki, sonuçları bakımından çokkültürcülük, ırkçılık sınıfında yer alır.

*
Çokkültürcülerin siyasal çoğulculuk dediklerinde kast ettikleri şey, ulusu bireyler toplumu olmaktan çıkarıp “topluluklar topluluğu” haline getirmekten ibarettir.

2005 tarihli Yeni-Irak Anayasası bu yolu izlemiş; siyasal çoğulculuğa dayalı bir sistem kurmuştur. Toplum öyle bir etnisite ve mezhep topluluklarının toplamı haline getirilmiştir ki, Yeni-Irak’ta egemenliğin verilebileceği bir “toplum” kalmayınca, anayasaya “egemenlik hukukundur” yazılmıştır.


“Peki hukuk kimin, kimin yaptığı hukuk?” diye sormayın. İşin orası çok büyük bir sır!


(BAG, Yeni Adana, 28 Mart 2016)

27 Mart 2016 Pazar

EGEMENLİĞİN SAHİBİ VAR


Ahmet Davutoğlu, partisi içinde anayasa yazım komisyonu kurduklarını duyurdu. Komisyonun bir ay içinde, olmadı iki ay içinde bir anayasa yazacağını açıkladı. Anayasalarını, Haziran ayında TBMM Başkanlığı’na sunacaklarını da söyledi. Dersiniz ki koca ülke için yeni anayasa yapmaktan değil, partisinin yerel seçim bildirgesini yazmaktan söz ediyor. Hem de bu işi, hepimizin gözüne baka baka “parçalayıcı, bölen ulusçuluk, Türk ulusçuluğu!” diye haykıran ve halkın bir bölümünü diğer bölümüne karşı “omuz omuza gelin, birleşin” diye seferberliğe çağıran bir parti başkanı yapıyor. Haykırdığı amaçlar devasa, ama amaçlarının anayasasını yapmak için izlediği yol pek sıradan. Bakalım anayasa yazım komisyonu ortaya ne çıkaracak?
*
Marti Ahtisaari, Türkiye’ye yeni anayasa gerektiğini söyleyenlerden biriydi. Finlandiya’nın eski cumhurbaşkanlarından, Nobel Ödülü ile barış güvercini ilan edilmiş, çeşitli ülkelerde çözüm süreçleri yönetmiş ve hepsini de parçalamayı becermiş biri. 1999 yılında acilen görüşme isteğini gerçekleştirebilmek için zamanın Başbakanı Bülent Ecevit’e özel uçağını göndermeyi teklif etmiş, demek ki Türkiye’yle eskiden beri ilgili.
Bu Ahtisaari, 2004 yılında British Council (İngiliz Kültür) ve Soros’un diye bilinen Açık Toplum Vakfı tarafından kurulan bir komisyonun başkanlığını üstlenmiş bir kişi. Türkiye üzerinde çalışan bu bağımsız komisyon –Türkiye Bağımsız Komisyonu-, 2007 yılında AKP –Ergun Özbudun’dan yeni anayasa hakkında kapsamlı bilgilendirmeler almış, “bir olmasa da iki yıl içinde bu iş biter” diye pek kötü öngörülerde bulunmuştu. Öcalan İmralı’dan konuşmuş, “meseleleri çözmek için Ahtisaari gibi bir üçüncü gözün pek uygun olacağı”nı söylemişti. Tarih 2008 idi, bunu bir de 2015’te HDP yineledi.
Ahtisaari 2008 yılında Türkiye’ye, kendine duyduğu yüksek güvenle “Yeni Anayasa Çağrısı” yapmış, muhalefet partilerine bu uğurda AKP ile birlikte çalışmaları gerektiğini söylemişti. O yıl CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dan da randevu istemiş ve kabul alamayınca pek şaşırmıştı. 2011’de yine bir ziyaret turu yaptığında, bu kez CHP tarafından kabul edilmiş ve artık genel başkan olan Kemal Kılıçdaroğlu’ya görüşmüştü. O görüşmede Kılıçdaroğlu’nun AKP’nin gerici işlerine ilişkin sözleri karşısında “olur mu öyle şey!” demişti, “AKP Arap Baharı’ıyla İslam ülkelerinin demokratikleştirilmesi için çalışıyor, Türkiye’yi de baharlaştırıyor!” Gazeteler konuşmayı üç aşağı beş yukarı böyle yazmıştı.
Ahtisaari Türkiye üzerine son raporunu 2014’te yazdı, önceki ikisini Brüksel’de açıklamışken sonuncusunu gelip İstanbul’da açıkladı. Bu kez raporuna “Yeni Anayasa şart tabii” diyen küçük bir paragraf koymuş, başka da bir şey yazmamıştı. Acaba Ahtisaari ve Komisyonu hala iş görmeyi sürdürüyor mu?
*
PKK ile HDP çevreleri ise bugünlerde durmadan “Dolmabahçe Mutabakatını temel alarak müzakerelere devam edelim” çağrısı yapıyorlar. İlk sormamız gereken, ortada Dolmabahçe Mutabakatı diye bir şey olup olmadığı. Hepimizin televizyon ekranlarından gördüğümüz gibi, 28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe’de AKP ve HDP temsilcileri yan yana gelmişlerdi. Bir ‘ortak açıklama’ okunacaktı; olmadı. O açıklamayı HDP kendi isteklerinin listesi olarak okudu. Dolayısıyla ortada bir mutabakat yok. HDP’nin okuduğu 10 maddelik metinde ‘demokratik ulus tanımı yapılması’ gibi istekler ve son maddede de yukarıdaki konuların anayasal güvenceye alınması isteği vardı. Yani mutabakatsız Dolmabahçe’nin özeti, ‘çözüm süreci’ ile ‘Yeni Anayasa’ yapılmasından ibaretti. Etnik bölücülük felce uğradı, ama bu özeti hala elinde sımsıkı tutuyor. Davutoğlu’nun yazım komisyonuna ne kadar “katkı”ları olacak, göreceğiz.
*

Atatürksüz, Türksüz, etnikçi – ümmetçi Yeni Anayasa, kısacası Gayrımilli Anayasa zorlamaları, nerden baksak olanca şiddetiyle en az on yıldır sürüyor. Entelektüel işgale, “dünya” diplomasisine, bunca paraya-pula, terörle yıldırmaya, iktidar-muhalefet araçlarına rağmen bir türlü olmuyor, yapamıyorlar. Çünkü istedikleri şey tarihsel gerçeklere aykırı ve en önemlisi egemenliğin bir sahibi var. Türk Milleti’nin bölünmez bir bütün olan egemenlik hukukunu savunanların temsilcileri, gayrımilli saldırılara karşı Milli Anayasa Hareketi adıyla bugün Ankara’da toplandılar. Onlar sabahın sahipleri, hoş geldiler.

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 27 Mart 2016) 

23 Mart 2016 Çarşamba

KAVGANIN ADI EGEMENLİK HAKKI


Bizde 2000’li yıllarda gündeme gelen yeni anayasacılık, aynı yıllarda Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde, yani BOP adı verilen yıkıcı Amerikan işgaline hedef olmuş topraklarda da yükselmişti.
Komşumuz Irak, 2003’te, kendine uluslararası toplum adını takmış Atlantik ittifakı tarafından, sahte gerekçelerle ve demokrasi, özgürlük, barış adına işgal edildi. İki yıl sonra Yeni-Irak ve Yeni-Iraklı tanımı yapan ‘çoğulcu ve özgürlükçü yeni anayasa’ zuhur etti. 
www.ydh.com.tr/resimler/files/20101224_irakanayasasi.pdf 
*
İşgal Anayasasının 7. Maddesinde, Yeni-Irak’ta “Saddam Baasçılığı ve bütün sembolleri başta olmak üzere ırkçı(?), terörist(?), köktendinci(?) veya etnik ayrımcılığı(?) benimseyen… her türlü görüş yasaktır ve Irak’taki siyasal çoğulculukta yeri yoktur” dendi. Çoğulculuğun sınırı böyle çizildi.
Irak Arap Ulusu silindi; toplumun siyasal varlığı ‘Irak halkının bileşenleri’ne dönüştürüldü.
Bu anayasa Irak’ın toprak bütünlüğünü garanti ediyorum diye iddia ederek, her parçanın ayrılma yolunu açık tutan sözde federal bir sistem kurdu. Egemenliği toprak üzerinde parçalara böldü, ülke toprağını sürekli yeniden biçim verilebilir bir gevşekliğe sürükledi.
Bu anayasa Yeni-Irak’ın ulusal/milli bir dünya olduğunu reddetti. Madde 3’te “Irak bir milliyetler, dinler ve mezhepler ülkesidir” dedi. Resmi dili ikiledi; Arapça ve Kürtçe. Buna, nüfusu çoğunlukta olan idari birimlerde Türkmence ve Süryanicenin de resmi dil olduğunu ekledi. Bir kat daha çıktı; bir bölge yerel dilin kendi bölgesinde resmi dil olmasını isterse, bunu referandumla kararlaştırabilir hükmünü getirdi. Ülke genelinde devlet ve özel eğitim kurumlarında eğitim-öğretim, bu dillerin yanısıra Ermenice ve Aramice gibi farklı dillerde yapılabilir hale getirildi.
Bu anayasaya göre Yeni Irak’ın resmi dini İslam’dır. Ama inanç konusunda herkes “aile hukukları”na bağlı kalma hakkına sahiptir; böylece Yeni-Irak, kabile-aşiret temellerine geri döndürüldü. Öte yandan tüm din ve mezheplere ayrı örgütlenme yetkisi verildi. Vakıf ve dini kuruluşlar, din-vicdan özgürlüğü adına cemaatlerin mülkiyetine ve idaresine teslim edildi.
İşte böyle, Yeni-Irak, çok-milliyetli haliyle çoğulcu, çok-dinli ve mezhepli haliyle özgürcü kılındı.
*
Bu kadar çokçu ve özgürcü olununca, Yeni-Irak’ta egemenlik kime aittir?
Gerçekten de Yeni-Irak gerçeğine son fırça darbesini vuran yanıt, bu sorunun karşılığıdır. Yeni Anayasanın 5. Maddesi bu konuyu şöyle halletmiştir:
“Egemenlik hukukundur. Halk yetkilerin ve bunların meşruiyetinin kaynağıdır, bu iradeyi gizli, genel ve doğrudan oy vererek, anayasal kurumlar aracılığıyla kullanır.”
Egemenlik milletin değildir; çünkü Yeni-Irak’ta artık Irak Ulusu yoktur. Ortada Iraklılar vardır; ama bunlar çeşitli bileşenlerden [HDP diliyle halklardan] oluştukları için, anlaşılan “Irak Ahalisi” olabilecek kadar bile bir bütün oluşturamaz. 

Egemenlik hakkı kendisine verilmiş “hukuk” ise, açık ki yapma-yaratma gücü olan bir özne, irade, kişi değil, kendisi bir irade tarafından yapılan-yaratılan şeydir. Yeni-Irak’ta egemenliğe sahip olan bu “hukuk” kimin dersiniz? Acaba bu sözü “egemenlik Allah’ındır” diye okuma gayreti içinde olanlar var mıdır? Varsa, herhalde işgalci güçlerin işbirlikçiliğinde bunun daha ötesinde bir durak yoktur.
*
Ülkemizdeki yeni anayasacılık yerli, iç dinamiklerden gelen bir saldırganlık değildir. Yeni-Türkiyeci anayasacılık, Yeni-Irak Anayasası ile aynı hedefe yöneltilmiş bir harekettir. Gayrımilli bir saldırıdır.
Bizler bu nedenle Milli Anayasa Hareketi adı altında bir araya geldik. Bu adımızla 27 Mart 2016 Pazar günü Ankara’da kurultay topluyoruz. Yeni-Türkiye sayıklaması içindeki gayrımilli anayasacılığa karşı, ulusal varlık ve haklarımızı savunduğumuzu daha yüksek bir sesle ilan edeceğiz.

İkinci müdafaa-i hukuku milliye hareketi içindeyiz. Siz de gelin!

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 23 Mart 2016)

IRAK ANAYASASI ÇOĞULCU ve ÖZGÜRLÜKÇÜ!


31 Ocak 2016 günü, Ankara’da yeni anayasacılığı değerlendirmek amacıyla bir toplantı yapılmıştı. Toplantıda, Türkiye’ye büyük bir tuzak kurulduğu ve bu tuzağa karşı çıkmanın yurttaşlık görevi olduğu sonucuna varıldı. Bu görevi yerine getirmek üzere “Milli Anayasa Hareketi” adıyla çalışmaya karar verildi.
İşte bu çalışmalar kapsamında 19 Mart 2016 günü Eskişehir’de bir panel düzenlendi. Panelin konuşmacılarından biri olan Eski CHP Uşak Milletvekili Dilek Akagün Yılmaz konuşmasına, 2005 yılında Irak için yapılan anayasayı anlatarak başladı.
Çok çarpıcıydı.
*
Irak işgal anayasasının başlıca özellikleri şöyle..
2003 yılında Irak’ı bir dizi mazeretle demokrasi, özgürlük, barış adına işgal edenler; El Garib hapishanesindeki işkenceciler; Irak’a “yeni anayasa” yapmışlardı. Yeni Irak ve Iraklı Anayasası…
Yeni Iraklılar, anayasalarında kendi topraklarını eski Yunanca Mezopotamya adıyla anıyor, başlangıç bölümünde bu anayasayı “bizi sevenlerin uluslararası desteğini yanımıza alarak…” yaptık diyorlardı.
Başlangıç’ta yazdığına göre, bu anayasa “çoğulcu” idi.
Madde 3’e göre “Irak milliyetler, dinler, mezhepler ülkesidir. Arap Birliği sözleşmesine bağlı ve İslam aleminin bir parçasıdır.”
Anayasa mezhepçilik ve ırkçılığa karşı milli birliği tesis ettiğini söylüyordu. Bunun için etnik, dini, mezhebi ve aşiret toplulukları temelinde, çok-milliyetli, çok-mezhepli bir toplum ve devlet yapısı kurmuştu. Milliyetlerden ve mezheplerden sayılabilenler sayılmış, bunların dışında başkalarının da statü ve kimlik sahibi oldukları ilan edilmişti. Elbette artık iki resmi dil vardı: Arapça ve Kürtçe. Ancak diğer topluluklar da kendi anadillerini çoğunlukta oldukları yerel ya da bölgesel yerlerde resmi dil olarak kullanabilirlerdi.
Anayasa toplumun birliğini sağladığı gibi, Irak’ın toprak bütünlüğünü de sağlıyordu. Bunun için federal idi; her federe parça kendi anayasasını yapacak ve o bütünlük içinde kalıp kalmayacağını hep oylamaya açık tutacaktı.
Bu anayasaya göre Irak elbette egemen bir devlettir. Peki Irak’ta egemenlik kime aittir diye sorarsanız, böyle bir topluma sözde “Irak Milleti” dense de özde böyle bir şey olmadığından, Madde 5’te egemenliğin sahibi şöyle belirlenmiştir: Egemenlik hukukundur!
O hukuku kuran bir özne olmalı; o kimdir? 
Yoktur! 
İşin özü de bundan ibarettir. 
Irak ulusu yok olmuştur.
*
Bizim için neden ilgi çekici?
Çünkü 2005 tarihli İşgal Edilmiş Irak’ın Irak Cumhuriyeti Anayasası, Türkiye’de “çoğulcu-özgürlükçü anayasa” talep ettiklerini söyleyen kesimlerin hülyalarının gerçekleşmiş halidir.
Bu çuvalın Irak’ın başına geçirilmesi, ülkenin hem toprak hem toplum bakımından parçalanması, ‘uluslararası toplum’ diye adlandırılan küresel çetenin 15 yıl süren baskı, tehdit, ambargo ve nihayet işgali sonunda mümkün oldu.
Aynı çuvalın, ülkemizde 2009 yılından bu yana elden ele geçirildiğini görme zorunluluğumuz var. Zamanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak” dediği 11 Mart 2009 tarihini başlangıç alalım mı? Oslo görüşmelerinde pazarlığı yapılan yeni anayasa başlıklarını anımsayalım ve 2011’de AKP ile CHP’nin “çoğulcu-özgürlükçü yeni anayasa” hedefinde HDP ile buluşmalarını aklımızda tutalım.
*
Siyasette kavramlar birer kod işlevi görürler. Önemli olan kavramların sizin aklınızdaki anlamları değil, içlerine çoktan doldurulmuş olan anlamların ne olduğunu bilmektir. Örneğin günümüzde “çoğulcu-özgürlükçü anayasa anlayışı”, turuncu devrimlerin ya da BOP ve Arap Baharı harekatının ulusal/milli ve laik toplum/devlet yapılarını yıkarak yerine çok-milliyetli ve çok-mezhepli zayıf, gevşek, egemenlik hakkı ortadan kaldırılmış siyasi çerçeveler yaratmak anlamına gelir.
*
İlgililer için Irak İşgal Anayasası -2005, tam metin olarak internette şu adreste bulunuyor:

(BAG, Egeekspress, 21 Mart 2016)



20 Mart 2016 Pazar

TURNUSOL KAĞIDININ NUMARASI: 6551


TBMM, 10 Temmuz 2014 günü bir yasa kabul etti. Sayısı 6551, adı Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun idi.
Yasa önerisi AKP’nin idi. Ama TBMM komisyonlarında en canhıraş savunucusu HDP’liler oldu. Yasanın meclisteki patronu Beşir Atalay idi. CHP’nin yasaya destek vereceğini Akif Hamzaçebi ilan etmişti. Genel merkez desteği, o dönemde genel başkan yardımcısı olan Sezgin Tanrıkulu’nun temsiliyle gösterilmişti.
*
İçişleri Komisyonu’nda 6 CHP üyesiydik. Bunlardan 4’ü genel merkezin talimatını kabul ettiler. Yazıp imzaladıkları İçişleri Komisyonu raporundaki CHP şerhinde "... şüphe ve tereddütlerin TBMM Genel Kurulun’da giderilmesinin gerektiğini düşünüyoruz" dediler. Bolu Milletvekili Tanju Özcan ve ben (İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler) genel merkezden ve gruptan ayrılarak “red” dedik.
TBMM Genel Kurulu’nda yasa 237 kabul oyu aldı; red oyları 37’de kaldı. CHP milletvekillerine genel merkezden gelen talimat oylamaya girmememizdi; yalnızca grup başkanvekili oy kullanacaktı. Ne var ki CHP milletvekillerinden 11’i oylamaya girdi ve “kabul” oyu verdi. Yasaya 3 kişi “red” oyu kullandık; Uşak Milletvekili Dilek Akagün Yılmaz, Antalya Milletvekili Gürkut Acar, İzmir Milletvekili olarak bu satırların yazarı.
CHP yönetimindeki kliğin sisli-puslu kalmasına çalıştığı tavrı, kısmen işe yaradı. Nereden belli? CHP tabanının“110 imza yeterli, Anayasa Mahkemesi’ne gitsenize… demesinden…
MHP bu girişimde bulunabilirdi. Kendi sayısı yetmiyordu ama, imzaların 110’a tamamlanması için gayret edebilirdi. İlginçtir, kıpırdamadı. Hatta Süheyl Batum bir Anayasa Mahkemesi başvurusu hazırlayıp imzaya açtı, bu da uyarıcı olmadı.
*
Şimdi, iki yıl olmadan ortaya çıktı ki, bu yasa İmralı’da Abdullah Öcalan’ın “vatana ihanet suçu işliyoruz, bunun korumasını almak lazım” hikmeti üzerine hazırlanmış ve önce Öcalan’ın onayına sunulmuştu.
Şimdi açıkça görüldü ki, ‘akil adamlar’ın ortaya saçıldığı ‘çözüm süreci’ zamanında, PKK yalnızca ‘müzakere’ değil, aynı zamanda kentlerimizle kasabalarımıza silah ve bomba yığınağı yapmıştı. Bütün bunları yapanlar ve yapılmasına göz yumanlar, 6551 sayılı yasa ile kendilerini ‘yasal koruma altına alan yasa’yla içlerini rahatlatmışlardı.
*
Bu yasanın başka hedefleri de vardı:
Çözüm süreci adı verilen ve şimdi sonuçlarını Ankara’nın göbeğinde patlatılan canlı bombalarda yaşadığımız teröre taviz ve teslimiyet sürecine bir bütün olarak TBMM’ni ortak etmek
CHP yönetimine yerleşmiş olan kliğin “çözümün adresi TBMM’dir” diye özetlediği sözde çözüm yolu, zihinleri bu göreve bağlama işlevi görmüştü.
Çünkü ‘müzakerecilik’ bir kez TBMM çatısı altına sokulursa, PKK ile destekçi ve ortaklarının istediği düzenlemeler bir odadan diğerine taşınıverecek, müzakere protokollerinin “yeni anayasa hükümleri” haline getirilmesi çok kolay olacaktı.
*
Bu sürecin ulus ve toprak bütünlüğümüzü hedef aldığı bu denli açıkken, süreci TBMM çatısı altına sokan ve sahiplerine koruma getiren yasaya destek vermiş sorumluların, 18 Mart 2016 günü “Çanakkale Geçilmez” mesajları atmaları pek can yakıcıdır.
Hem dünkü hem bugünkü şehitlere büyük saygısızlıktır.
6551… Adeta turnusol kağıdıdır.

NOT: İlgilenmek isteyenler için, 6551 sayılı yasaya ait İçişleri Komisyonu Raporu ve muhalefet şerhleri şu adrestedir: https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss629.pdf

(BAG, Yeni Adana Gazetesi, 21 Mart 2016) 


BU ÇİZGİ NE DOĞRU NE DE EĞRİ! -AKP'nin YeniAnayasa Çizgisi


Elimizde 2002, 2007, 2011 ve 2015 seçim bildirgeleri var. Bunlara bakarak AKP’nin yeni anayasa tasarımı bakımından nasıl bir çizgi sergilediğini tanımlamaya çalışsak, ortaya nasıl bir manzara çıkar?
*
2002 seçim bildirgesinde bir ‘yeni bir anayasa’ sözü gerçekten de var. O tarihte bu hedef ultra-liberal bir nitelik taşıyor. Buna göre anayasa bireyle devlet arasında bir toplum sözleşmesi. Bireye İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki hakları verecek; bireyi devlet ile örgütlü güçler karşısında koruyacak bir sözleşme. Kısa, açık, öz yazılacak. Yasama, yürütme, yargı organları arasındaki ilişkileri açık şekilde belirleyecek. Referandum kurumuyla temsili demokrasiyi katılımcı kılacak... Hepsi bu kadar.
*
2007 seçim bildirgesi 2002’deki paragrafı korumakla birlikte, cümlelere yapılan dokunmalar, önceki ultra-liberal görüntüyü ortadan kaldırıyor. Yeni anayasanın “sivil uzlaşma” ürünü olması, AKP sözlüğüne bu bildirgeyle girmiş. Bu işin en geniş toplumsal uzlaşmayla yapılması gerektiği eklenmiş. Ama bunlardan daha önemli olan öyle iki ekleme var ki, okuyanı şaşkınlığa sürüklüyor. Cümlelerden biri aynen şöyle: “Yeni anayasa, Cumhuriyetimizin değiştirilemez temel nitelikleri olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini tam olarak hayata geçirmeli,….” Diğer cümleyse yine aynen şu hedefleri gösteriyor: “…. yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkiler parlamenter sistem esas alınarak açık, net ve anlaşılabilir bir şekilde belirlenmeli; bu çerçevede Cumhurbaşkanının konumu ve yetkileri yeniden tanımlanmalı;….” Yani AKP 2007’de parlamenter hükümet sistemini benimsediğini, cumhurbaşkanını da buna göre sınırlandırmayı hedeflediğini söylüyor.
*
2011 seçim bildirgesi, ileri demokrasi sloganlı. Yeni anayasa konusu iki katına çıkmış. 2007 bildirgesinde yer alan ‘Cumhuriyetin niteliklerinin korunması’ hedefi de, ‘parlamenter sistemin esas alınması’ sözleri yok. Sivil anayasa ve evrensel bildirgelere dayanmak sözleri yerini korurken, gerekçeler arasında 12 Eylül anayasasının kötülüğü girmiş. Yeni anayasa için yeni bir sıfat ve içerik var. Önceki iki bildirgede görülmeyen ‘çoğulcu ve özgürlükçü yeni anayasa’ hedefi burada ortaya çıkıyor. Bunun anlamı ise şöyle açıklanıyor: “Dışlayıcı değil kapsayıcı, ötekileştirici değil kucaklayıcı, ayrıştırıcı değil bütünleştirici, bastırıcı değil özgürleştirici, aynılaştıran değil çeşitlilikte birliği savunan…”
*
2015 seçim bildirgesi, 2011’dekini korumuş. Sivil; kapsayıcı, kucaklayıcı, bütünleştirici, çeşitlilikte birliği savunan, çoğulcu ve özgürlükçü bir anayasa hedefinden söz ediliyor. Ancak bu kez savunma, ısrarlı bir yoğunlukla ‘vesayetçi kurum ve anlayışlar sorunu’ üzerine yerleştiriliyor. 2002, 2007’de sıfır, 2011’de yalnızca iki kez anılan vesayetçilik, 2015’te yeni anayasayı lazım kılan en temel dert olarak sergileniyor. Vesayetçilik yalnızca 12 Eylül Anayasası’na değil Cumhuriyet anayasalarının tümüne ait ve artık halledilmesi gereken bir sorun olarak kabul ediliyor. Ve büyük yenilik olarak karşımıza ‘eşit vatandaşlık anlayışı’ çıkıyor: “Yeni anayasa, milletimizin kültürel ve toplumsal çeşitliliğini tanıyan, herhangi bir etnik veya dini kimliğe referans yapmayan bir vatandaşlık tanımını esas alacaktır.”
Asıl yenilik ‘başkanlık sistemi’ ise, 2015’te yeni anayasanın ikinci temel direği oluyor.
*
Karşılaştırmadan elde edilen sonuç şöyle dile getirilebilir: AKP’nin yeni anayasa çizgisi 2002’de bireyci klasik liberal. 2007’de parlamenterist. 2011’de toplulukçu neo-liberal. 2015’te başkanlıkçı.
Peki bu nasıl bir çizgi? Geometrik anlamda ne doğru ne de eğri! Siyasal anlamda sürüklenişin resmi. Ya aklı kendi kafasının değil ya da ultra-pragmatik bir şey karşımızdaki…

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 20 Mart 2016) 

19 Mart 2016 Cumartesi

TAHT HÜLYALARI ve GERÇEKLER


Kanlı PKK’nın Kandil sesi Duran Kalkan “2011 yılında başlayan ve adına 'Arap Baharı' denen süreç bugün Irak, Suriye ve Türkiye üçgeninde odaklanmıştır ki, burada belirleyici alanın Türkiye olduğu ve sorunların kalıcı çözümünün Türkiye’den başlayarak gerçekleşeceği açıktır" diyor.

Arap Baharı, ABD imalatı BOP harekatının uygulama planı. Genç insanları canlı bomba yapıp binlerce masum insanın üzerine atan bu kişi, Türkiye için Libya, Mısır, Irak ve Suriye’deki gibi bir kader diliyor. Bu kader bir an önce gerçek olsun diye elinden geleni ardına koymuyor.

AKP yöneticilerinin ‘kalıcı barış’ için çözüm masalarına oturdukları ortakları buydu. Ortaklığın temelinde aynı fırsatçılık vardı. Arap Baharı onların da hoşlarına gitmişti. O baharın yapımcısı olan Amerikan harekatına eşbaşkanlıklarını gururla ilan etmişlerdi. BOP penceresinden ne manzaralar seyredildi! PKK baronları kendilerini petrol yatakları üzerine kurulmuş yeni-Babil tahtında görürken, AKP yöneticileri Dersaadet’e kurulacak hilafet tahtı hülyasına daldılar.

Ortada ve ufukta tahtların ikisi de yok. Barış, demokrasi, insan hakları adına, oldukları yerde ya da göç yollarında canları alınan çoluk-çocuk milyonlarca insan ve tarihin en büyük vahşetlerinden sonuncusu var.
*
‘Kalıcı çözüm’ün ne anlama geldiği artık açık: Ulusal yapıların parçalanması. Irak’ta 2003 yılından, Suriye’de 2011 yılından bu yana sürdürülen vahşetin kapıları, Türkiye’de ‘çözüm masaları’ ve ‘akil adamlar’la açıldı. Yeni-CHP’nin tepesine yerleşmiş, hangi tahtın hülyasını gördüğü hepimiz için hala muamma olan klik, “al sana açık çek, masa için” deyip bu masalara ortak oldu.

Ne var ki, bahar ortaklarının arası bozuldu. AKP yöneticileri, hiçbir rüyanın Amerikan siyasetinden fırsat sağlamakla gerçekleşemeyeceği gerçeğiyle yüz yüze geldiler. PKK, sahibinin sağlayacağı her fırsata razı; sahibinin kanatları altına iyice sindi. Müzakerenin yerini mücadele aldı. CHP’ye düşen ise, elinden düşürmediği çek defterini AKP’ye bu kez “al sana açık çek, terörü bitirmen için!” diyerek uzatmak oldu.

Gerçek CHP için utanç verici hallere bir yenisi daha eklendi. Çünkü genel başkanın yardımcısı daha bir hafta önce Cumhuriyet Savcılığı’na başvurmuş ve AKP cenahı hakkında Cumhurbaşkanından Başbakana, Beşir Atalay’dan MİT Müsteşarına, tüm ilgili kamu görevlileri için “2009-2015 arasında teröre yardım etmek” iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuştu. Teröre yardım suçlusu saydığınız kimselerden, şimdi terörü bitirmelerini istemek nasıl bir iş?
*
Taht hülyaları da açık çekler de artık yönsüzdür.

İster müzakere masasında olsunlar, ister mücadele alanlarında, bunların hepsi, şimdi tek sabitle yönlendirilmeye çalışılıyorlar. “Yeni anayasa”!

İmralı Notları, yeni anayasa için rota bildiren emirnamelerle donanırken, HDP temsilcileri istediklerinin ulusal/milli devletin ortadan kaldırılması olduğunu açıkça söylediler. AKP temsilcileri, aynı şeyi yerine ümmet toplumunu getirebilmek için, bunun ise kendi seçmenlerince reddedildiğini gayet iyi bildiklerinden, istediklerini hala ilm-i siyaset teknikleriyle ve başkanlık örtüsü altına gizlenerek söylemeyi sürdürüyorlar. Yeni-CHP kliği etnikçi eşit vatandaşlık anlayışı örtüsüne saklanıp buna da bir ‘açık çek’ kesmiş durumda. MHP ise bildiğiniz gibi.

Hangi partiden olursa olsun halka gelince, hepimiz, canlı bombalı saldırılarla felç edilmeye çalışılıyoruz.


Bu sahte baharcılar bir işgal etmeyi, bir de anayasa yapmayı sevdiler. Bizim ise, yitirdiğimiz her canımızla birlikte boyun borcumuz daha da arttı. 
Yeni Anayasaya Geçit Yok!

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 16 Mart 2016)


15 Mart 2016 Salı

TBMM BAŞKANI'NIN TASLAĞINDA LAİKLİK YOK


MHP’liler ve kimi CHP’liler, parti unvanı olmayan bazı diyalogcular, “AKP yeni anayasa için ne getirmeyi düşünüyor bilmiyoruz ki, masada oturulsa öğrenecektik” diye serzenişlerde bulunuyor ve Anayasa Uzlaşma Masası’nın yeniden toplanması için gayret sarf ediyorlar. Bu çizgiden düşünüp konuşanlara yardım olsun diye, AKP’nin Yeni Anayasası’nda “laik devlet ilkesi” ile ilgili düzenlemeleri aşağıya yazıyorum. Kaynağımı yazının son bölümünde bulabilirsiniz.
*
“….. dünyada gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülkenin anayasalarının başlangıç kısımlarında, kendi inançlarını ifade eden; Allah, Tanrı, Yaradan gibi kelime ve ibareler yer almaktadır.”
O halde, Yeni Anayasanızın başlangıç kısmı şöyle olabilir:
“Bizler; adalet, hürriyet, hukukun üstünlüğü, eşitlik, insan hakları, demokrasi, manevi ve milli değerlere bağlı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, Yüce Allah’ın devletimizi sonsuza kadar koruması dileğiyle bu anayasayı kabul ediyoruz.”
Yeni Anayasanız sizi laikliğin yarattığı zararlardan koruyacaktır:
“…fikir, kanaat ve düşünce hürriyetine pranga vurma aracı olarak kullanılan “laiklik prensibine/kavramına” taslağımızda yer verilmemiştir.”
Laiklik, Cumhuriyet’in temel niteliklerinden biri olmayacaktır:
Şimdi yürürlükte olan anayasada Cumhuriyet’in niteliklerinden biri olan laik devlet esası yok edilerek, Yeni Cumhuriyet’in nitelikleri şöyledir: “Cumhuriyetin Niteliği 2. MADDE: Türkiye Cumhuriyeti hak ve adalete, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına, halk egemenliğine, kuvvetler ayrılığına bağlı demokratik bir devlettir.”
Şimdikinde olup Yeni Anayasanızda yeri olmayan nitelikler mi? Milli dayanışma, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıç ilkelerine dayanan, laik, sosyal devlet, hukuk devleti.
Yeni Anayasanız Diyaneti laiklik ilkesinden kurtaracaktır:
Din işlerinin yürütmeden ayrılması gerekir. “Ülkenin asli unsurunu ve çoğunluğunu oluşturan Müslümanlara hizmet vermekte olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın özerkliği ….. Başkanı’nın seçimle belirlenmesi….. Diğer inanç gruplarına mensup vatandaşların da dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere teşkilatlanabilecekleri…. bir düzen kurulacaktır.
İşte Yeni Anayasanızın 59. maddesi:Ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Müslüman vatandaşların dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere faaliyet gösteren Kamu Tüzel Kişiliğine sahip Diyanet İşleri Başkanlığı özerktir……. Diğer inanç gruplarına mensup vatandaşlar da dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere teşkilatlanabilirler. Bu husustaki usul ve esaslar da kanunla düzenlenir.”
Karşılaştırma olanağı yaratalım, şimdiki anayasanız Diyanet İşleri Başkanlığı için şöyle diyor: 1982 Anayasası Madde 136: “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”
*
Yukarıda italik olarak yazılmış kısımlar, bir Yeni Anayasa Taslağı’ndan aynen alınmıştır. Bu taslak 2012 tarihlidir. Sahibi, Birlik Vakfı Başkanı, Eski Kültür Bakanı, Avukat İsmail Kahraman’dır.
Sayın İsmail Kahraman, şu anda AKP Milletvekili ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’dır. Bu yıl, 2016 yılında kurulup 16 Şubat 2016 günü dağılan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun da başkanı olan kişidir.
Dört yıl önce hazırladığı bu taslak “Yeni Anayasa” için temel olur mu bilemeyiz. Ama şimdi bulunduğu göreve getirilirken, yolunun sahip olduğu bu düşünceler sayesinde açıldığını düşünebiliriz. Bulunduğu makam ve üstlendiği yeni anayasa yaptırma görevini göz önünde tutarsak, Kahraman Taslak’ın dikkate alınması gereken bir belge olduğu tartışmasızdır.
*

Bu metinden haberdar olmamı sağlayan hocam Feyzi Coşkun’a teşekkürlerimle, incelemek isterseniz Taslağın tümünü siz de internette şu adreste bulabilirsiniz: http://www.birlikvakfi.org.tr/fileSource/ANAYASA-TEKLIFI.pdf

(BAG, Egeekspress, 14 Mart 2016)




TBMM BAŞKANI’NIN TASLAĞI VAR!


Birlik Vakfı adlı bir kuruluş, 2012 yılında çoğu avukat olan sekiz kişilik heyet marifetiyle bir anayasa taslağı hazırlamış.

Taslağın önemi, hazırlayan heyetin başındaki kişiden geliyor. Heyet başkanı Birlik Vakfı’nın kurucu başkanı ve eski Kültür Bakanı avukat İsmail Kahraman. Şimdi AKP milletvekili ve TBMM Başkanı olarak, 2016 Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na başkanlık etme yetkisine sahip olan kişi.
Toplam 85 ana ve 5 geçici olmak üzere 90 maddeden oluşan bu metni AKP taslağı saymak doğru olmaz. Ama göz ardı etmek de olmaz. Hem AKP çevresinin rüyalarının izini sürmek, hem de yeni Anayasa hazırlama işinin patronluğuna getirilmiş olan İ. Kahraman’ın nasıl bir anayasa düşlediğini bilmek, Türkiye’yi nelerin beklediğini görmek bakımından yararlı olur.

*
Kahraman Taslağı, Anayasa’dan “başlangıç” hükümlerini çıkarmış. Böylece anayasa, Atatürk felsefesinden kurtarılarak “ideolojilerden arındırılmış sivil bir anayasa” haline getirilmiş bulunuyor.

İlk maddede değişiklik önermiyor: “Devletin Şekli 1. MADDE: Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.”
İkinci madde şimdikinden epeyce farklı: “Cumhuriyetin Niteliği 2. MADDE: Türkiye Cumhuriyeti hak ve adalete, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına, halk egemenliğine, kuvvetler ayrılığına bağlı demokratik bir devlettir.” Şimdiki anayasada bu maddede bulunan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, laik, sosyal, hukuk devleti ilkeleri siliniyor. Kahraman Taslak devletin “milli egemenlik ilkesi”ni halk egemenliğine dönüştürürken, laik devlet – sosyal devlet  – hukuk devleti ilkelerini kaldırıyor.

Üçüncü madde şimdiki anayasayla aynı, ama bir değişiklik var. Şimdiki anayasada bu maddenin son cümlesi “Başkent Ankara” der, Kahraman Taslak bu hükme yer vermiyor. “Devletin Bütünlüğü- Resmi Dili- Milli Marşı- Bayrağı 3. MADDE: Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Resmi dili Türkçedir. Milli marş İstiklal Marşıdır. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.” Demek ki Yeni Anayasacıların bir bölümü için bir “başkent sorunu” var; Ankara’yı istemiyor, ama nereyi istediklerini de yazmıyorlar.

Şimdiki 6. Madde, Kahraman Taslak’ta 4. Madde yapılmış bulunuyor. Bu, egemenlik hakkının kime ait olduğunu gösteren maddedir. “Egemenlik 4. MADDE: Egemenlik kayıtsız ve şartsız millete aittir.” Madde bu kadar, devamı yok. Oysa şimdiki anayasada cümleyi “Türk Milleti, egemenliğini, ……” diyerek devam eden iki ayrı cümle izliyor. Kahraman Taslak, Türk Milleti’nin egemenlik hakkına son veriyor.

Bu durumun bir unutkanlık olmadığı, sonraki maddede teyit ediliyor: “Yasama Yetkisi 5. MADDE: Yasama yetkisi millet adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” Şimdiki anayasanın 7. maddesinde yazılı olan yasama yetkisi “Türk Milleti adına…. “ denirken, Kahraman Taslak’ta Türk Milleti silinip yeri küçük harfle yazılan ve adı olmayan bir “millet”e bırakılmış bulunuyor.

Ve diğer büyük sürpriz. Şimdiki anayasanın Cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruluna verdiği “Yürütme Yetkisi ve Görevi 6. MADDE: Yürütme yetkisi, halkın seçtiği Devlet Başkanı eliyle kullanılır.” Kahraman Taslak, Türkiye’ye Başkanlık da değil, “Devlet Başkanlığı” rejimi getiriyor.

Elbette yargı yetkisinin şimdi olduğu üzere “Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerde kullanılır” hükmü de değişiyor. Egemenliğin bu temel yetkisi de, Kahraman Taslak’ın 7. Maddesinde, küçük harfle yazılan adsız millete devrediliyor.

*
Kahraman Taslak, devletin üniter yapısını koruduğu iddiasında olmakla birlikte, idarenin kuruluş esaslarında üniterliğin temel mekanizması olan “idarenin bütünlüğü” hükümlerini silip atmış. “Merkezi idare”ye ilişkin laf etmeye gerek görmezken, mahalli idareleri de özerklik ilkesine göre düzenleyip, bunların “idarenin bütünlüğü”ne göre işlemesini öngören idari vesayet kurumunu ortadan kaldırmış. Kısacası bu taslak üniter devlet yerine yerel yönetimlerden yürümesini umduğu bir korkak eyalet sistemi yanlılığıyla, anayasacılıkta gayrı-samimilik örneği oluşturuyor.
*
Kahraman Taslak, neredeyse beş yıldan bu yana dilde tüy bitirmecesine söylediğimiz büyük sinsi tehdidi, kendi ağzından ortalığa döktüğü için ilgiyi hak ediyor. Bir de “laik olmayan bir devletin anayasa taslağı nasıl başlar” sorusunu gözlerinizle görerek yanıtlamaya yarayabilir. Ve elbette “Devlet Başkanı” olacak kişinin yasama – yürütme – yargı organlarıyla ilişkisindeki “saltanat rejimi” hükümleri ilginizi çekebilir.


Taslağı incelemek isteyenler http://www.birlikvakfi.org.tr/fileSource/ANAYASA-TEKLIFI.pdf adresine giderek metni görebilirler.



13 Mart 2016 Pazar

EVET, REJİMİ DEĞİŞTİRMEK İSTİYOR


AKP’, sivil anayasası için meşruiyet sağmaya muhtaç olduğu “masa”yı yitirdi. Bu can suyunu yeniden sağabilmek için uğraşıp duruyor.

Yeni anayasacılar rejimi değiştirmekle suçlanıyor.

Buna karşılık Cemil Çiçek şöyle diyor: “Rejim dendiği zaman demokratik rejim ve cumhuriyet akla geliyor. Bir rejim değişikliği yok. Başkanlık ve parlamenter sistem tartışması, hükümet şekliyle ilgilidir.”

Oysa ‘demokratik rejim’ lafı tanımsız ve tarafına göre var-yok olabilen bir söz. Örneğin ABD’ye göre Baas Rejimi diktatörlük idi; Irak’ı işgal edip demokratik rejim çağını açtıklarını ilan edebildiler. ‘Cumhuriyet’ ise başka başka. Türkiye Cumhuriyeti, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti de olur, İran İslam Cumhuriyeti de… Ya da aynı ülkede, örneğin Mısır’da olduğu gibi, Nasır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti de olur, biri Mübarek’in öbürü Mursi’nin rejiminde Mısır Arap Cumhuriyeti de.. Şimdilerde bizde bu temelde tartışma yok demek, gözü kulağı kapatıp var olanı yok saymaktan başka bir şey değil.

*

Rejim sözcüğünün kendisi de karışık anlamlı bir sözcük. Yönetme, düzen, bir devletin yönetiliş biçimi anlamlarında kullanılıyor. Türkçe değil. Fransızcadan okunuşu itibariyle aldığımız regime, 1789 Fransız Devrimi döneminde ortaya çıkmış. Fransızlar l’ancien regime diyerek, devrimden önceki “eski düzen”i kastetmişler. Bugün de rejim sözünü cumhuriyet rejimi diye kullanabileceğiniz gibi, çok partili rejim diye de kullanabilirsiniz. Demokratik rejim diyebileceğiniz gibi başkanlık rejiminden de söz edebilirsiniz. Kısacası, kavram haline getirilmeye çalışılmışsa da, sözcüğe kategorik bir netlik kazandırılamamış.

Cemil Çiçek’in rejim – hükümet şekli ayırımı, Fransız siyaset bilimcilerinden bazılarının yararlı gördüğü eski bir sınıflandırma. 1950’lerde öne geçen Amerikan siyaset bilimcileri, rejim kavramının yerine ‘sistem’ kavramını koydular. Kimileri ‘rejim’i hükümet sistemleri anlamında kullanmayı sürdürürken, çoğu ‘sistem teorisi’ne kapılıp rejim kavramını tümden terk ettiler. Hatta rejim sözcüğüne, batı zihniyetince hoşlanılmayan yönetimleri işaret etmek üzere negatif bir anlam bile yüklendi: Saddam Rejimi, Kaddafi Rejimi, Pol Pot Rejimi, vb…

*

Rejim – hükümet şekli ayırımı, Cemil Çiçek’i ikna edici kılmaya yetmiyor. 2350 yıl önce Aristo’nun, 250 yıl önce Montesquieu’nün yaptığı yönetim düzenleri sınıflandırmasına ‘rejim’ deyip, çağımızın “hükümet” kavramını bunlara teknik parça diye eklemek işe yaramıyor. Bu ayırım, iç bağlantıları kurulmamış yapısıyla belki öğrencilerin derslerini daha kolay anlamalarını sağlar; ama bir ülkenin yönetimine yön verme yeteneği taşımaz.

Çünkü, hükümet şeklini değiştirmek, yalnızca hükümeti, yani bakanlar kurulunu yeniden yapılandırmak değil, egemenliği kullanma biçimini değiştirmek demektir. Yani yasa yapan TBMM yapısını, seçim ve temsil düzenini, başbakanlık - bakanlık rejimini ve il idaresi yerine özerk bölgeler sistemini dayatarak tüm mülki düzeni, elbette bunlara koşut olarak yargı -adliye örgütlenmesini de değiştirmek demektir.

Ve aynı eller, doğrudan egemenliğin sahibine de uzanmıştır. Hükümet sistemini değiştirmek laflarının ardında, egemenlik hakkına sahip olan Türk Milleti’nin anayasal statüsünü ortadan kaldırmak hedefi vardır. Egemenlik hakkı, Anayasa’dan Türk vatandaşlığı kaldırılarak ve egemenliğin adsız bir ‘millete ait’ olduğu söylenerek, etnik-mezhebi topluluklara bölünmüş türden bir ‘ihvani ümmet’e devredilmek isteniyor. Bu formül, Cumhuriyet’in hem ulusal/milli ve hem de laik olma niteliklerinin ortadan kaldırılmasından başka bir anlamına gelmiyor.

Evet, saptama doğru ve yerli yerindedir: AKP, rejimi değiştirmek istiyor. Hem de yalnızca egemenliği kullanma biçimi bakımından değil, aynı zamanda egemenliğin sahibini değiştirmek bakımından…

Yeni Anayasaya Geçit Yok!

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 13 Mart 2016)


10 Mart 2016 Perşembe

“SOL” ile “SAĞ” AYNI ÇUKURDA



Türk siyasetinde ilginç davranışlar türedi.

Ülkenin ilk sıradaki dört partisi, birbirlerinin ne dediklerini ve ne istediklerini bilmezden gelme oyunu sergiliyorlar.

*

AKP, PKK’nın bir siyasi parti olup olmadığına aldırmadan “konuşalım, bakalım ne istiyorlarmış, öğrenelim” diyerek gizli – açık pazarlık masaları kurdu. CHP bu pazarlıkları ”ne yapıyorlar bilmiyoruz ki, açık çek verelim de neymiş öğrenelim” diyerek destekledi. Bu öğrenme merakı çözüm süreci politikasının adıydı; bu arada PKK ülkemizi mayınladı.

AKP, memleketin yönetimi konusunda CHP’yle “neye ne diyorlar, öğrenmeye çalışıyoruz” diyerek 32 gün süren istikşafi görüşmeler yaptı. Bu öğrenme, yoklama, keşfetme görüşmeleri, ülkeyi AKP lehine erken seçime sürükleme amacının aleti oldu.

Bugünlerde de MHP “yeni anayasa diyorlar ama ne yapmak istedikleri fulu, bilmiyoruz; komisyonda oturalım ki ne istiyorlarmış bir bakalım da görelim” diyor. Herkesin bildiği şeyleri öğrenme komedisinin, bu kez hangi politikanın aleti olacağı belli değil mi? Karşı-devrim anayasasına cansuyu verip meşruiyet katma harekatı, olsa olsa yeni anayasa politikasının aleti olur.

*

Oysa "fulu" olan birşey yok. Yeni anayasacı güruhun ne yapmak istediği ortada.

AKP’nin tepesindekiler ihvancı ümmet siyaseti güdüyorlar. Onların “millet” dedikleri şey ulus/millet değil, ümmet. Ümmeti milletlerinin adı yok. Onlara göre Türklük kavmiyetçilik (klancılık). Davutoğlu’nun dediğine göre parçalayıcı ve bölen ulusçuluğun maddesi. Açıkça ve pekçok kez söylediler.

İstedikleri ümmeti rejim, ancak ve ancak, Türk Milleti’nin egemenlik hakkı ortadan kaldırılırsa kurulabilir. Dolayısıyla yeni anayasa ile bir taşla iki kuşu vurmak peşindeler: Türk Milleti’nin egemenlik hakkı yok edilerek hem ulusal/milli devlet hem de laik devlet yıkılacaktır.

Şimdilerde ulusal/milli devlet üzerine söz söylemekten kaçınıp "laiklik bildirileri" çevresinde toplananlar, ihvancı ümmetçiliğin bu doğasını ıskalamış durumdalar.

Aynı sakatlanma, Türk Milleti’nin savunmasını yapıp “dini hassasiyetler”den dem vurarak ihvancı ümmetçilik karşısında söz söyleyemeyenler için de geçerli.

*

HDP ve ardındaki PKK-PYD, vb.. çevreler, yeni anayasacılıkla bölünme ve ayrılma siyaseti güdüyorlar. Onların istedikleri şey de Türk Milleti’nin egemenliğinin ortadan kaldırılması. Böylece davasını güttükleri etnik topluluklara siyasal statü alabileceklerini, anadillere resmi dil statüsü verdirebileceklerini düşünüyorlar.

Laiklik mi? Onların önceliği değil. Çünkü her ne kadar “her istediğimiz Türkiye’nin tümü için” diyorlarsa da bu gerçek değil. Hedeflerinde hem toplumun hem ülkenin bölünmesi var. Yani egemenlik hakkının Türk Milletinden alınıp etnisiteler arasında bölünmesi ve toprak üzerindeki egemenliğin de özerklik – federasyon yoluyla bölünmesi. Ülkede ve millette bölünme, onlarınm ayrılma amaçlarına hizmet ediyor. Bu arada ihvani ümmetçilik zafere kavuşmuş kavuşmamış, onlar için önemli değil. Biz soldayız deyip bu kesimle laiklik cephesi kurmaya gayret edenlerin uğradıkları hayal kırıklığı da herşeyi gösteriyor. Onlar, laik toplum hedefini ayrılıkçılık hedefine çoktan rehin verdiler.

*

Yeni anayasacı güruhun üçüncü parçası, kökü dışarıda olan kesim. Bunların bazıları neo-ortadoğuda yeni petrol egemenliği düzeni peşindeyse, bazıları da bin yıllık neo-haçlı zaferleri özleminde. Güdüsü iktisadi ya da ideolojik ve dinsel, fark yok. Tüm kanatlar hep birlikte zaferlerinin Türk Milletinin egemenlik hukukunu ortadan kaldırmakla mümkün olduğu fikrinde.

*

Türk Milletinin egemenlik hukukunu savunmaya “milliyetçilik, şovenizm” diye bakıp laiklikten dem vuranlarla, bu hukuku savunduğunu söyleyip laikliği “dini hassasiyetler”den söz edip ezenler aynı tarihsel hata çukurundalar. Dur bakalım dinleyelim bir öğrenelim tavrı ise, Aziz Nesin’in “du bakali ne olacak” öyküsünden ibaret acıklı bir durum…

Yeni Anayasaya Geçit Yok!

(BAG, Aydınlık Gazetesi, 9 Mart 2016)