30 Kasım 2015 Pazartesi

BAŞKA TÜRKİYE NE İÇİN?


Başbakan Ahmet DAVUTOĞLU, bu yılın Şubat ayında, partisinin Diyarbakır İl Kongresi’nde bir konuşma yapmıştı. Şöyle diyordu:
"Çözüm süreci üzerinden bu ülkede sağladığımız birlik ve beraberlik temelinde yeni bir Ortadoğu hedefliyoruz. .... Hz. İbrahim Aleyhisselam'ın Ortadoğusunu kuracağız. Tevhid Ortadoğusu diyoruz. Selahaddin Eyyübi'nin Ortadoğusu diyoruz. Sultan Abdülhamid'in Ortadoğusu diyoruz. Halklar kardeş olacak, bir ve beraber olacak."
Yukarıdaki sözlerden, ‘Başka Türkiye’nin yalnızca Türkiye için değil, aslında ‘Başka Ortadoğu’ hayali için kurulduğunu duymuş bulunuyoruz. Duymak her zaman anlamak değil. Bu nasıl bir Ortadoğu? İbrahimi, Tevhidi, Selahaddini, Hamidi Ortadoğu ne demek?
*
Haritaya göre, bu üç sahibin temsil ettiği topraklar hemen hemen aynı. Bizim Fırat’tan Mısır’ın Nil’ine, Şanlıurfa merkezinden güneye Irak, Suriye, Ürdün, İsrail ve Hz. İbrahim’in türbesinin bulunduğu El-Halil noktasına kadar uzanıyor.
Tevhid Ortadoğusu… Tevhid sözcüğü genel olarak, birkaç şeyi bir araya getirmek demek. Dinsel olarak ise, Tanrı’nın birliğine inanmak anlamına geliyor. Acaba Başbakanın sözü hangi anlamdadır? Kurmak istedikleri devlet ‘İbrahimi dinler’ anlayışını savunanların ileri sürdüğü üzere, İslam – Yahudi – Hristiyan inançlıların bir araya getirildiği “bir İbrahimi Devlet” mi? Yoksa ‘İbrahimi dinler diye bir şey yok’ diyen İhvan’ın ileri sürdüğü üzere, diğer dinlere yalnızca temsiliyet veren “bir İslami Devlet” mi kuracaklar?
Selahaddin Eyyubi Ortadoğusu… Selahaddini birlik Suriye, Filistin, Mısır, Yemen’de Haçlılarla süregiden savaşların simgesidir. Bu durumda Başbakan’ın kuracağı Ortadoğu devletinin Hristiyanlık inancından olanları dışarıda bıraktığını söyleyebiliriz. Şalom Gazetesi’nden okunabileceği üzere bu hükümdar Yahudiler açısından “cennetmekan sultan” olduğuna göre bu dini inanç sahiplerini dışlamadığını düşünebiliriz. Bu durumda Başbakan’ın gözünde bir ‘İbrahimi dinler birliği’ni değil ama ‘bir dinler ittifakı’nı canlandırdığını söyleyebilir miyiz? Eyyubiliğin önemli bir özelliği daha vardır; bu kısa ömürlü devletin bölgede Şiiliğe karşı Sünniliği yaygınlaştırmaya hizmet ettiği tarihsel bir gerçek olarak kabul edilir; bu durumda Başbakan’ın kuracağı ortadoğu tevhidinin bir de böyle mezhebi bir temeli olacak görünüyor.
Abdülhamid Ortadoğusu… Bu padişahın lehine kaleme alınan yazılarda öne çıkan özellik, ortadoğudaki petrol kuyuları gibi değerli taşınmaz tapularını “hazine-i hassa” üzerine yapması. Bu taşınmazları devlete değil kendi adına tescilleyerek, herhangi bir işgal durumunda koruyabileceği düşüncesiyle hareket ettiği savunuluyor. Daha genel bir özelliği ise, Ortadoğu bölgesini “ittihadı islam” politikasıyla elde tutmak için çalışması. Bu politika, eleştiricileri tarafından Panislamizm olarak etiketlendirilmiş durumda. Başbakan bu simgeye gönderme yaparak, herhalde ortadoğuda kuracakları “tevhidi devlet”in yönetimine kendilerinin sahip olacaklarını düşündüklerini söylemiş oluyor.
*
Ya Türkiye? Öyle anlaşılıyor ki Başbakan ortadoğuda İslami -sünni, Hristiyanlığa kapalı, Yahudiliğe açık bir federasyon ya da konfederal nitelikte bir şey kurmayı hayal ettiklerini söylüyor. Bunları söyleyen kişi, memleketin iki numaralı yöneticisi olduğuna göre, hayalin Türkiye’yi içermediği düşünülemez.
Elbette içerir ve hatta görünüşe bakarsanız öteye geçer: Genişletilmiş Türkiye! Sorun şu ki, böyle bir yapı kurulmuşsa artık “Türkiye” diye bir ülke yok demektir; o nedenle genişlemiş Türkiye de bir illüzyondan ibarettir.

“Başka Türkiye” için dayatılan yeni anayasanın, buradan “Türk Vatandaşlığı”nı silmeyi ve Türk Milleti’nin egemenlik hakkını ortadan kaldırmayı amaçladığını öğrenmiştik. Şimdi de Tevhid Ortadoğusu hayaline bakınca, anayasa operasyonunun “Türkiye”yi ortadan kaldırmak amacı uğruna yapıldığını mı öğrenmeye başlıyoruz, ne dersiniz? 

[BAG, Aydınlık Gazetesi, 29 Kasım 2015, Pazar]

25 Kasım 2015 Çarşamba

BAŞKA TÜRKİYE YOK!



Yeni Anayasa yapmaya soyunanlar “Yeni Türkiye” değil, “Başka Türkiye” istiyorlar. Orada siyasal adımız Türk vatandaşı olmayacak, egemenlik Türk Milleti’ne ait olmayacak.
Türk vatandaşlığı yerine TC Vatandaşlığı getirmek istediklerini ilan ettiler.
Türk Milleti yerine de ya isim olmayacak ya da Leyla Zana’nın TBMM’de yemin ederken açık ettiği üzere, ulusa Türkiye milleti gibi yeni bir isim takılacak. Yeni doğana isim takılır, bunlar kendilerini yeni doğan ünitesinde sanıyorlar.
Yıllardır hazırlıkları sinsi sinsi yapılan bu yıkımın yapmak istediği anayasanın “yeni” değil “başka” bir şey olduğunu söylemek için daha ne olması gerekir?
*
Yeni değil, başka…
Başka, yani ulusal - milli devlet yerine AKP için ümmet devleti,
Başka, yani ulusal – milli devlet yerine HDP için biz’ler dedikleri etnikler – milliyetler devleti….
Başka, yani laik devlet yerine toplumu ümmet diye tanımladığı için rejimini de şer’i esaslara göre kuracak ihvani devlet
Başka, yani üniter devlet yerine eyaletleşme esasına dayanan federal devlet
Başka, yani parlamenter demokrasi yerine başkanlık devleti
*
Başka Türkiye planı çeşitli kesimlerin hoşuna gidiyor.
Avrupa Birliği’nin hoşuna gidiyor; toplumda azlık olan farklılıklar anayasal statü kazanacak diye alkış tutuyorlar. Bu iş Türk Milleti’nin egemenlik iddiası ortadan kaldıracak bir iş. Onlar da böylece hem tarihsel hesapları görmüş olacaklar, hem de Orta Asya ve Orta Doğu pazarında daha engelsiz bir ovaya kavuşacaklar.
ABD’nin hoşuna gidiyor; Bağımsız Türkiye mücadelesinden ve Türk Ulusu olarak egemenlik hakkına dayanıp emperyalizme kafa tutmaktan bir türlü vazgeçmeyen şu can sıkıcı Türkiye’den kurtulacaklar. Böylece Orta Doğu’nun doğal kaynakları üzerinde serbestçe iş görme olanaklarına da kavuşmuş olacaklar.
Atlantik İttifakı’nın hoşuna gidiyor; ABD ile AB, aralarında transatlantik ticaret ve yatırım anlaşmalarıyla (TTIP), bazılarının yüzelli yıldan beri hayalini kurduğu bölgesel ittifakı kurmaya çalışırken, arka bahçelerinde başka sesler çıkarma olasılığı güçlü bir Türkiye’nin varlık göstermesinden hazzetmiyorlar. Kıbrıs’a ve Ege Denizi’ne “engelsiz” yerleşmek istekleri bir kez daha tavan yapmış bunlarda.
*
“Başka Türkiye” peşindeki ihvancı hayal, yüz yıl önce olduğu gibi, bu sıralar bir kez daha “Haçlılar” dedikleri emperyalizmle aynı akıntıda kürek sallıyor. Kendine devlet satın almak hayali peşindeki etnik bölücülük, aynı akıntıda emperyalizmin küreklerine sarılıyor. Soykırım iftiracıları katledilen Hrant Dink’in arkasına saklanıp, CHP’nin tepesine yerleşmiş kliğin yardımıyla iftira gönüllüsü eski devlet başkanlarından ve belediye marifetli iftira sergilerinden medet umarak Türk Ulusu’nun egemenlik hakkına el konacağı “Başka Anayasa”yı bekliyor.
*
Türkiye’nin siyasetini kendisinin belirlediğini sanan kerameti kendinden menkul üç-beş “yüksek gazeteci” de oturmuş köşelerinden ahkam kesiyor: “İstemezükçü” olmayın! Pozitif olun! Kendinizin ne istediğinizi söyleyin! Kendi anayasanızı ortaya koyun! Anayasaları yarıştırın!
Bunlar siyaseti mesajcılıktan ibaret reklam sektörü sanıyorlar. Bu çok bilmiş piyasacı akıllar, tek derdi malını satmak olan reklamcılığın “muhalefet etmek”, “boykot etmek”, “ayak diremek”, “itaat etmemek”, “direnmek” gibi kavramlardan bihaber olduğunun farkında değiller mi? Bunlar, toplumsal yaşamda ve siyasette muktedirliğin yapma gücü kadar yaptırmama gücünden kaynaklandığını bilmiyorlar mı? Kimbilir! Ama biliyorlarsa, bu bilgiç telkinleriyle karşı-devrimi püskürtecek direnişi kırma ve bize sözde muhalifler elbisesi giydirip “Başka Türkiye”cilerin işlerine katarak onları meşrulaştırma gayretinde oldukları ortada.
*
Büyük ihanet parlamento koridorlarından yükseliyor. O halde parlamento-dışı muhalefet sözünü söyleyebildiği en yüksek perdeden söylemeli:

Başka Türkiye yok! Anayasa Üzerine Müzakere Yok! Anayasaya dokunma!

***

[İlgili diğer yazı: http://yeniadana.net/kose-yazilari/yeni-degil-baska-turkiye-527.html ]
[Şuradan da erişilebilir: http://baguler.blogspot.com.tr/2015/11/bu-yeni-degil-baska-turkiye.html


23 Kasım 2015 Pazartesi

BU ‘YENİ’ DEĞİL, ‘BAŞKA’ TÜRKİYE


Yeni Anayasa politikası güdenler, yepyeni bir anayasa yapmak istiyorlar. O anayasayla “Yeni Türkiye”’yi kuracaklarını ileri sürüyorlar. Gerçekte kurmak istedikleri şeye “yeni” demeleri doğru değil, yapmak istedikleri şey anayasa eliyle “Başka Türkiye” yaratmak.

Başka Türkiye…

O Türkiye’de bireyler devlet karşısında “Türk vatandaşı” olmayacak.

Vatandaş “Türk” olmaktan çıkarılınca, devletin sahibi olan toplum da “Türk Milleti” kimliğini yitirecek.

Vatandaşa “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” adını vermeye karar vermiş durumdalar. AKP bunu açıktan açığa söylüyor, en yetkili ağızlardan ve resmi belgelerinden eksik etmiyor. HDP’nin zaten istediği bu şey, Y-chp yöneticileri tarafından da benimseniyor.

‘Başka Türkiye’ cephesi, millete ne ad verecekleri konusundaki fikirlerini açıkça söylemek için gereken cesareti henüz toparlayabilmiş değil. İmralı’da sözde mahpus Öcalan durmadan “demokratik bir millet tanımı getirilmesi gerekir” deyip durdu. Bunun ne demek olduğunu, TBMM kürsüsünde Leyla Zana yemin ederken açık etti. Metindeki “büyük Türk Milleti önünde yemin ederim” sözünü “Türkiye milleti önünde…” diyerek okudu. Böylece yeni anayasayla yaratmak istedikleri Başka Türkiye’nin “millet”ine de isim anası oldu.

AKP yöneticileri “TC Vatandaşlığı”nın isim babalığını çoktan kabul ettiler; Y-chp yöneticileri ise, bunu kabul ettiklerini yüksek sesle söyleyebilmek için “chp’deki değişimi sürdürmekte” kararlı olduklarını tekrarlayıp duruyorlar.

Peki bunlar, “Türkiye milleti” sözünün de isim babası olurlar mı?

Şimdiki Cumhurbaşkanı’nın başbakanlık zamanlarında “milliyetçiliği ayaklarımın altına aldım” deyişi hala kulaklarımızda. Eskiden beri “tek millet” diye bağırmasına karşın, bir kez bile milletin adını söylememesi aklımızda. Çeşitli konuşmalarını izleyince öğrendik ki, aklında ve ağzındaki millet, Türk Milleti değil. Milleti ortaya çıkaran şeyin “anasır-ı İslam” olduğunu dile getirdi. Yani kurucu olan birey ve topluluklar, tarihsel – kültürel değil de dinsel unsurlar. Cümle alem bilir ki, insan toplumlarının dinsel temelde bir araya gelmiş olanlarına ‘millet’ denmiyor; onlara verilen ad “ümmet”. Ümmet olarak tanımlanan toplumlar da elbette ulusal ve laik hukuk sistemi ile yönetilmiyor; bu temelin gerektirdiği rejim ‘dini ve şer’i sistem.

Böyle bir amaç peşinde koşanın Türkiye’si “yeni” değil, olsa olsa “başka” Türkiye’dir.

PKK/HDP ve benzerlerinin Türk Milleti’nden duydukları rahatsızlık üzerine çok şey söylemeye gerek yok. Onlar Kürtçülük davası güdüyorlar. Bu cenahın Irak ve Suriye’deki uzantıları, neye hizmet ettiklerini o ülkelerde gösterdiler. ABD silahlarıyla kendi vatanlarına karşı işledikleri suçlar, Türkiye’deki pozisyonları için yeterli açıklama. Bölücü amaçları, ümmetçi ufuklarda yelken açmalarına engel olmak bir yana, o ufukların hizmetinde iş görmelerini sağlıyor.

Y-chp yöneticilerinin durumuna gelince, artık belli ki, bunların yelkenleri “Başka Türkiye” rüzgarıyla şişti ve “yeni chp”leri ‘yeni’ değil, “başka chp” özellikleri sergilemeye başladı. ‘Başka chp’ uğruna partideki değişimi kararlılıkla sürdüreceklerini ilan edip duruyor ve hem gerçek CHP’ye hem de ulusal ve üniter Cumhuriyet’e meydan okuyorlar.

Bize gelince…

Başka Türkiyecilik hayaliyle kol kola girenlerin tek umutları Anayasa’yı ortadan kaldırmak ve kendi yıkım sözleşmelerini kara bir çuval olarak ülkenin kafasına geçirmek. Bu durumda bizim konumumuz, işimiz, sözümüz de belirlenmiş oluyor.

“Başka Türkiye yok!”

Anayasa Üzerine Müzakere Yok!

Anayasa’ya Dokunma!


***


[BAG, Yeni Adana Gazetesi, 23 Kasım 2015]



22 Kasım 2015 Pazar

GAYRIMİLLİ REFORMLARIN SON ARACI



DPL, Development Program Loan, Dünya Bankası’nın 2000’li yıllardan bu yana verdiği borçların adı, Kalkınma Programı Kredisi. Programı Banka yapıyor. Kalkınma nedir ne değildir buna Banka karar veriyor, çizdiği plan uygulansın diye bir de şartlar sıralıyor. Azgelişmiş ülkeler bu aklı üstüne para ödeyip alıyor. Öyle ucuz da değil, aldıkları para faizi oynak bir kredi. Faiz LİBOR, yani Londra Bankalar Arası Faiz Borsası’nda belirlenen, yani ne olacağı bilinmeyen değişken faiz.

“Biz yerli ve milliyiz” diyen AKP hükümeti, adımlarını son on yıldan beri bu DPL’lerle birlikte atıyor. İmzalayıp uyguladıkları sayıca az ama paraca epey yüklü borç anlaşmaları, en son tarihli olandan geriye doğru şunlar:

2014: 500 milyon dolar, Paylaşılan Büyümenin Sürdürülmesi Kredisi, SSG-DPL.

2013: 800 milyon dolar, Rekabetçilik ve Tasarruf Kredisi, CS-DPL.

2011: 700 milyon dolar, 2010: 1.3 milyar dolar Adil Büyümenin ve İstihdamın Tesisi, REGE –DPL.

2008 ve 2007: Toplam 1 milyar dolarlık Rekabetçilik ve İstihdam Kredisi, CE-DPL.

2008 ve 2006: Toplam 1 milyar dolarlık Programatik Kamu Sektörü Kalkınma Kredisi, PP_DPL.

2001, 2002, 2004: Toplam 3.5 milyar dolarlık Programatik Kamu Maliyesi ve Kamu Sektörü Uyarlaması adlı üç ayrı kredi, PFPSAL.

***

DPL’li saldırının özü, Türkiye’nin dünya tekellerine ardına kadar açılmasından ibaret. Bunun için birincisi, devlet yapısının Türkiye aleyhine “reform”a tabi tutulması isteniyor. Bu çerçevede “Türkiye’nin merkeziyetçilikten uzaklaşma gündemi”ni genişletmekten söz ediyorlar. “Mali yerelleşme”, “mali adem-i merkezileştirme” için planlar hazırlanmasına öncülük ediyorlar. İkincisi, istihdam sisteminin emek kesimi aleyhine esnekleştirilmesi isteniyor. “Kıdem tazminatı reformu”, “istihdamda esnekliğin arttırılması”, “işgücü piyasası reformları” için adımlar belirliyorlar. Üçüncüsü, özel sektör bakımından, rekabetçilikten dem vurup yerli sermayenin taşeronlaştırılmasıyla sonuçlanacak önlemler sıralıyorlar.

Dünya Bankası, azgelişmiş ülkelerin devlet yapıları üzerinde böyle iş görürken, IFC – MIGA kollarıyla da doğrudan özel sektöre uzanıyorlar. IFC 2010 yılında İstanbul’da 200 personeli aşan bir ofis kurmuş ve enerji, altyapı, belediye işleri, hastanecilik özelleştirmelerini hızlandırmak için özel sektöre borç satıp, yerel sermaye piyasasını teşvik ve rekabet tavsiyeleri veriyor.

***

Kendi karışık diliyle “Dünya Bankası, çok yıllı kalkınma politikası kredileri (DPL) gibi araçlar yoluyla, sürdürülebilir ve kapsayıcı ekonomik büyümeyi sağlamak için yapısal politikalarla ilgili politika diyalogunu düzenli olarak sürdürmektedir.”

Bunu Türkçe’ye çevirirsek… Dünya Bankası Grubu bir ‘sosyoekonomik kalkınma’ örgütü değil, “ekonomik büyüme” kurumudur. Onun ekonomik büyüme dediği şey, kendisi tarafından “sürdürülebilir ve kapsayıcı” sıfatlarıyla tanımlanmıştır. Sürdürülebilir sıfatı serbest piyasacılık nizamı, kapsayıcılık sıfatı ise bu nizamın toplumun her hücresine işlemesi demektir. “Yapısal politikalar ile ilgili politika diyalogu”na gelince, bu sözler, ulusal planlamanın doğrudan kendileri tarafından yönlendirildiğinin ilanıdır. Yani bu kurum, Türkiye’nin sosyo-ekonomik düzenini yöneten siyaset dünyasının uzun vadeli, düzenli, sürekli aktörüdür. Türkiye’nin plan ve programlarını desteklemez; kalkınma plan ve programlarını yönlendirmekle de sınırlı kalmaz. Bütün bir ülkenin yörünge ve yönünü, hazırladığı CPS’ler eliyle doğrudan belirler.

***

Yerlilik ve millilik mi demiştiniz! Açıkça dünya tekelleri çetesinin hizmetine girmiş, yalnızca meşruiyetini değil hukukiliğini de yitirmiş Dünya Bankası Grubu, hem devlet koridorlarında hem özel sektör masalarında at koştururken, sen aklını onun AAA (Analyse & Advice Activities) timlerine tam-teslim etmişken, nasıl oluyor o?


[BAG, Aydınlık Gazetesi, 22 Kasım 2015]


19 Kasım 2015 Perşembe

YENİ DÜNYA BANKASINA DOĞRU


Türkiye’nin IMF Bağımlılığı 2008’den bu yana tarih oldu. Ama bunun ikizi Dünya Bankası (World Bank) topraklarımızda koşturup duruyor. Emperyalizmin küreselciliği bölgeleşme yönünde yeni bir döneme girerken, Dünya Bankası’nın bunaltıcı değişimi de gözlerimizin önünde yaşanıyor.
*
Dünya Bankası bizim gibi ülkelerde altyapı yatırımlarına destek olurdu. 1980’de politikaya girdi. Bizim gibi ülkeleri küreselciliğe bağlamak için yapısal uyarlama kredileri vermeye başladı. Bu siyasal kredilerle tarım, enerji, iletişim, mali sektördeki özelleştirmelere ve yabancılaştırmalara militanca öncülük etti. 1990’lı yıllarda bunlara sağlık, eğitim, istihdam alanlarını da kattı. Mesafe aldı, ama Türkiye’de dünyada da tıkandı.
IMF’nin yaptığı gibi, o da 1998 yılında çalışma tarzını değiştirdi.
Türkiye’de 2001 yılında CAS/CPS Anlayışı (Country Assistance/Partnership Strategy) ile yürütmeye başladı. Yoksulluk yönetimi ve eşitsizlikleri giderecek diye ilan edilen CAS Anlayışı (ülke yardım/ortaklık stratejisi), üçer yıllık plan kitapçıklarında vücut buldu. Türkiye’de CAS’ların sonuncusu 2015’te bitiyordu, bir yıl uzatıldı. CAS’lar, önceki yapısal uyum denen işlerin yayılıp derinleştirilmesine odaklanmıştı; amaç da ikinci dalga reformlar idi. İktisadi liberalizyonu başardık, şimdi bunlara siyasal ve idari liberalizasyonu yaptıracağız dendi.
Çabaların bir bölümü kamu yönetimi ve kamu mali yapısını değiştirmeye odaklanmıştı. Bu çerçevede kamuda 657 Memurluk Rejimi’ni yok etmeye ve esnek istihdam denen emek düşmanlığını yasal-kurumsal hale getirmeye; üniter devleti çözecek ademi merkeziyetçilik düzenini kurmaya; okul-hastane ve her türlü kamu kurumu için idari ve mali özerklik yolundan kamu hizmetlerini gevşetip piyasalaştırmaya giriştiler. Tırmaladılar, kanattılar, ama istediklerince olmadı.
Çabaların bir bölümü de, sağlık sektöründe hastaneciliği KÖO Modeli (kamu özel ortaklık modeli) yöntemiyle piyasalaştırmaya, enerji-elektrik özelleştirmelerini yaygınlaştırmaya ve dünyanın bir avuç sözde yenilenebilir enerji – temiz teknoloji tekellerine Türkiye pazarını ardına kadar açmaya odaklandı. CAS’lar bu alanlarda görece daha fazla mesafe aldı.
*
Dünya Bankası çalışma düzenini yine değiştirecek. Yeni sistem Türkiye için 2017 yılında başlatılacak. CAS yerini, 4-6 yıl süreli Ülke İşbirliği Çerçevesi anlayışına bırakacak. Yani bizde ve bizim gibi ülkelerde kamuyu çözmek ve özel sektörü taşeronluk ilmikleriyle nefessiz bırakmak anlayışına…
Ve, daha da önemlisi. Banka’nın yeni çalışma düzeninde “daha fazla Dünya Bankası Grubu olarak çalışmak” kararına varıldığı ilan edildi.
1945’te kurulduğunda ortada yalnızca IBRD (uluslararası imar ve kalkınma bankası) vardı. Kuranlar ve ortak olanlar, devletlerdi. Sonraki yıllarda yeni örgütler eklendi, kurumun adı “Dünya Bankası Grubu” oldu. IBRD, 1945 yeni-sömürgeciliğine uygun bir Bretton Woods kurumuydu, yalnızca devletlerle çalışır ve yalnızca devletlere kredi verirdi. Şimdi bu parça geri çekilirken öne çıkan iki parça çok farklı. Biri yabancı tekellerden para toplayıp bunları devlet garantisi aramadan azgelişmiş ülkelerin yalnızca özel sektörüne kredi diye veren 1956 doğumlu IFC (uluslararası mali işbirliği). Diğeri ise, yabancı yatırımcılara sigortalık işi gören 1965 doğumlu MIGA (Çoktaraflı Yatırım Garanti Anlaşması).
Bu değişikliğin önemi, dünya genelinde parlamentoların ve hükümetlerin, dolayısıyla halkların etki alanlarını ortadan kaldırmasından geliyor. Çünkü, her türlü eksikliğine karşın, kendi halklarının iradelerini temsil eden parlamentoların ve hükümetlerin yarattığı Dünya Bankası, artık bunların her türlü denetim ve gözetiminden azadedir.
Öte yandan yabancı özel sermayeci IFC ve bunların sigortacısı MIGA’nın kazandığı ağırlık, bu kurumun doğrudan ve açıkça dünya para tekellerinin hizmetine yerleştiğinin göstergesidir. Daha kuruluş yıllarında, 1945’te bir ‘acaba’ ve ‘olumsuz olasılık’ olarak dile getirilmiş bu durum, kurumun yasallık temelinde kocaman bir gedik açmıştır.
*
Uzun yıllardır azgelişmiş ülkelerin sanayileşmesini ve kalkınmasını türlü yollarla engelleyen bu kurum, aracı olduğu baraj-yol yapımları gibi altyapı yatırımları sayesinde, hiç olmazsa 1980’lere kadar, IMF gibi açık ve öfkeli tepkiler görmemişti. Ama bu değişimiyle, emperyalizmin girdiği yeni dönemde, hiç kuşkusuz büyük öfkenin tam karşısında olacak.

[BAG, Aydınlık, 18 Kasım 2015] 

EMPERYALİZMDE YENİ DÖNEME DOĞRU


Türkiye’nin IMF karşısında borç alan ülke konumu, Mayıs 2008’de sona erdi. Toplam 62 yıl süren ve 19 standby anlaşmasıyla biçimlenen IMF Bağımlılığı tarih oldu.
1980 – 1995 yıllarının küreselleşme rüzgarı, yapısal uyum politikalarıyla estirilmiş, Asya Mucizesi bunun övünç kaynağı olmuştu. Türkiye’de dönemin küreselcileri şahlanmış, “bu uyum dediğiniz şey yıkımdır” diyenlere esip gürlemişlerdi. Batıcı borazanlar kısa bir zaman sonra bozguna uğradılar. Çünkü 1997 yılında mucizenin adı değişti, Asya Krizi oldu. Asyalılar ise bu krize IMF Krizi adını verdiler. Küreselciliğe “yapısal uyum” için reform şampiyonu sayılan ülkelerde 1997-1998 yıllarında IMF İntiharları baş gösterdi. Güney Kore, günde 25 IMF intiharıyla tüm dünyanın dikkatini çekti. 1998 yılının ortalarında, Endonezya Başkanı Yusuf Habibi, halkını haftada iki gün oruç tutmaya, böylece paralarının değer yitiminden ötürü dışalımını yapamadıkları için ellerinde çok az kalmış olan pirinç stoklarını idareli kullanmaya çağırmıştı. Hem Asya’da hem Afrika’da malnutrition -beslenme bozukluğu sorununun yaygınlaştığı haberleri doğrulandı. Açlık ve yiyecek kıtlığı sorunu, unutulmaya yüz tutmuş tüberküloz gibi hastalıkların hortlaması, azgelişmiş ülkeleri küresele uyarlamacı politikaların yaldızlarını dökmeye başladı.
Bu gelişmeler karşısında IMF ve bununla ortak çalışan kurumlar, yaklaşımlarını değiştirmek zorunda oldukları değerlendirmesi yaptılar. IMF, 1999 yılının sonunda, bundan sonra yapısal uyarlama anlayışıyla değil, PRGF Anlayışı ile çalışmaya karar verdiğini ilan etti. PRGF, Poverty Reduction and Growth Facility, yani Yoksulluğu Azaltma ve Büyüme Yaklaşımı. Dünya Bankası da aynı biçimde davrandı. 1998 yılında bir karar alarak, çalışma düzenini bundan sonra CAS, Country Assistance Strategy yani Ülke Yardım Stratejisi anlayışı çerçevesinde yürüteceğini ilan etti. Onun yeni anlayışında da yoksulluk sorunu baş köşeye çekilmişti.
Elbette yapısal uyarlamacılıktan, yapısal reformlar lafından vazgeçmemişlerdi. Yaptıkları şey, bunu “yoksulluk” ve bir de “yolsuzluk” odaklı olarak yürütmekti. İşte bu kontrollü yıkım aşamasında daha on yıl bitmeden, küreselciliğin ikinci büyük bunalımı patladı. 2008 Amerikan Krizi. Onlar Amerikan Krizi değil, küresel kriz demeyi sevseler de, bunalım ABD’nin konut krediciliğinde başlamıştı ve asıl olarak müttefiki İngiltere gibi ülkelerin bankacılık sistemini vurdu. Elbette dünya ticareti üzerinde de etkileri oldu. Küreselciler bu bunalımın Türkiye’yi “teğet geçti”ğine sevinmişlerdi.
Amerikan bunalımının ardından IMF düzeninde bir değişiklik daha oldu. IMF, yoksulluk yönetimi –PRGF- Anlayışı’nı terk etmeye karar verdi. 2009 yılının sonunda ECF -Extended Credit Facility yani Genişletilmiş Kredi Verme Anlayışı ile yürüyeceğini ilan etti. Bundan böyle kredi verirken her ülkenin gerekliliklerini göz önünde bulundurma esasına dayanacaktı. Her ülke için ayrı elbise! Böylece IMF dünyayı kurtaracak müjde gibi ilan ettiği genel, tek, kapsayıcı stratejiler ilan etme kibrinden vazgeçerek kurumsal eriyişini de belgeledi.
Türkiye, 2008 yılında borçlarının son taksidini ödeyip, IMF’nin özel olarak dikeceği elbiseleri giyme derdinden kurtulmuştu. Bunun ikizi Dünya Bankası ise, dili paslı dişi kırık olsa da hala kapımızda. Üç yıllık CAS’larını hazırlamayı sürdürüyor ve ülkenin içinden yükselen papağanvari “yapısal reform şart!” bağırışlarının ardında sırıtıp duruyor.
1945 doğumlu IMF ile Dünya Bankası, yetmiş yaşında devirlerini tamamlıyorlar. Küreselleşmenin kurumları olmaya gayret edip tazelenmeye kalkıştılar, ne çare ki küreselleşme 35 yaşını bulmadan kırılıp döküldü. Şimdi hep birlikte, ansiklopedilerdeki emperyalizm başlığının “tarihçe” bölümüne taşınıyorlar.
Emperyalizm, küresel sömürgecilik aşamasında bir dönemi kapatıyor. Yaşlı IMF – Dünya Bankası’na 1995 yılında taze kan olsun diye Dünya Ticaret Örgütü’nü katmıştı; dünya hükümeti olacak dediği bu kurum daha onuncu yılı biter bitmez dondu kaldı. Şimdi ABD bir elini Atlantik Okyanusu’na, öbür elini Pasifik Okyanusu’na daldırmış, trans-atlantik (TTIP) ve trans-pasifik (TPP) bölgeci serbest ticaret ve yatırım anlaşmaları peşinde koşuyor.
Küresel sömürgeciliğin ‘küreselci’liği, yerini ‘bölgesel blokçuluk’a bırakıyor. 

[BAG, Aydınlık, 15 Kasım 2015]

16 Kasım 2015 Pazartesi

CUMHURİYET HALK PARTİSİ -2015



Cumhuriyet Halk Partisi’nde bir “kaset olayı” yaşandı. Genel Başkan Deniz Baykal, kasetçi – şantajcı çetelerin marifetiyle 2010 yılında görevini terk etmeye zorlandı. Yerine getirilenler siyasette bir anda” ve kolayca yükselip ilk on sıradaki koltuğa yerleşmenin tadını aldılar. Öyle aldılar ki, 2014 yılında yapılan Mart yerel yönetim seçimlerine doğru, başbakanın gizlice kayıt edilmiş kasetlerini miting alanlarında ve TBMM’de Salı günleri basına açık yapılan grup toplantılarında kullanmaya kalkıştılar. Öyle ya, parti iktidarına bu araç sayesinde yerleşmişlerdi, demek ki ülke iktidarına da bu yolla çıkılabilirdi! Gizlice kaydedilmiş kasetleri bir onlar kullanıyorlardı, bir de cemaate ait olan tv’ler ve gazeteler…

Karanlığa gizlenmiş korkak odaklarla iktidar uğruna işbirliği, ayrıca bir emirname yayınlamaya gerek bırakmadı. Böyle “derin” işbirliğinin mesajı hemen yayıldı. Cemaat mensubu iş adamı dernekleri CHP’li milletvekillerine “birlikte çalışacağımıza göre birbirimizi tanıyalım” ziyaretleri düzenlediler. İlçe örgütlerinin toplantılarını izleyen cemaatçi basın muhabirleri ön sıralara geçtiler. CHP’li adaylar, bunların ekranlarında adeta resmi geçit yaptılar. Parti örgütleri cemaatçi esnaf, tüccar, madenci, eğitimci çevrelerle kahvaltılı toplantılarda seçim buluşmaları ayardılar. İl örgütlerindeki yöneticiler, cemaate ilişkin olumsuz bir laf söyleme potansiyeli gördükleri kişileri köşelere çekip “sakın ha!” diye tembihlediler.

CHP – Cemaat birlikteliği ayyuka çıktı. İttifak ayyuka çıkmasına çıktı, ama işbirlikçi parti yönetimi bunu inkar etti. “Biz herkesten oy isteriz”, “bize oy vereceğini söyleyene verme mi diyeceğiz?” dediler. “Önemli olan iktidarı alaşağı etmek, şeytanla işbirliği gerekirse o da yapılır” deyip, ardından bu tavırlara eleştiri yöneltenlere “AKP destekçisi” suçlaması yönelterek pusturmaya bile kalkıştılar.

Siyasi partiler, kendi dışındaki kişi, grup, kurum, partilerle elbette ittifak yaparlar. Siyasal ittifak, yetkili kurulların ve üyelerin açık bilgilerine, tartışıp uygun bulmalarına dayanır; uygulaması da alınmış bir kararın ilan edilmesiyle gerçekleşir. Kısacası siyasal ittifak, ortak karar ve alenen ilanla olur. Bu iki koşul yerine getirilmemişse, yapılan şeye gayrımeşru işbirliği denir, bu da hem ahlaken hem siyaseten suçtur.

Ama daha da önemlisi… Gayrımeşru işbirliklerinde iplerin kimin elinde olduğu belli değildir. Gerçekten de, bu işbirliğinde ipler kimin elindedir? Dizginleri tutan yeni chp’nin yöneticileri mi, yoksa Cemaatçi ortakları mı?

Yoksa yeni-chp yöneticileri, bu kaset-sever şantaj siyasetini yürütenlerin elinde tutsak mı?

Ya da bunlar, Yalçın Küçük’ün söylediği gibi, başından beri, yani kaset operasyonundan bu yana, zaten Fethullahi olan kadrolar mı?

***

Yeni Cumhuriyet Halk Partisi, 2014 yılında Fethullahi Parti yüzüne bürünmüştü. 2015 yılında ise, Ermeni soykırımı iftiracılarına verdiği desteklerle, daha ürkütücü bir görüntü sergilemeye başladı.

2015 Ocak ayında, İstanbul’da, üzerinde “Soykırımla Yüzleş” yazan dev bir pankartı taşıyanlar, partinin yönetim koltuklarında oturanlardı. İki genel başkan yardımcısı, Şafak Pavey ile Sezgin Tanrıkulu, pankartın orta yerinde, yüzlerindeki öfkeli parıltılarla yer almışlar, eleştirilere ise sözcü Haluk Koç yanıt vermişti: Düşünce özgürlüğüdür! Aynı yılın 7 Haziran’ında yapılan genel seçimlerden sonra partinin genel başkanı, bu öfke parıltılı yüzlerden Şafak Pavey’i Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkanlık koltuğuna oturtarak ödüllendirdi ve gerçek CHP’ye ve Cumhuriyet’e meydan okudu. Diğer kişi ise işgal ettiği yönetim koltuğundan kıpırdamadı bile.

Sonra, 2015 Ekim ayında, hem de 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda, yeni-chp’nin genel merkezinde başkan yardımcılığı koltuğunu işgal eden bir başkası, Veli Ağbaba, eski bir devlet başkanına ev sahipliği yaptı. Ev sahipliği yükünü DİSK ve Tekin Yayınevi ile paylaştığını duyurdu. “Saraysız başkan” diye propaganda ettikleri bir tonton amcayı şehir şehir gezdirirlerken, 2010-2015’te Uruguay devlet başkanlığı yapmış bu kişinin Ermeni Soykırımının Yüzüncü Yıl Komitesi’nin onur üyesi ve soykırım iftirasının pek kararlı bir temsilcisi olduğu açığa çıktı.

Arada geçen sürede partinin ilçe gençlik kolu başkanı kişilerin soykırım iftiracısı mesajlarına karşı hiçbir önlem alınmaması, partide soykırım iftirasına karşı hiçbir çalışma yapılmaması, bu konuyla ilgili çalışma yapılmasını talep eden önerilerin doğrudan genel başkan tarafından reddedilmiş olması gibi olaylar, pankartçılık yapmak ve iftiracıları ağırlamak suçları karşısında adeta önemsiz kaldı.

Bu bakımdan sorulacak soru var mı? Sanmıyorum. Mevcut yeni-chp’nin verdiği resim, ülkemize ve ulusumuza atılmış bu haksız kara çamurun savunucusu olduğudur.

***

Yeni chp genel başkanlık koltuğunda oturan kişinin “Ben Dersimli Kemalim” demesinden bu yana tam bir yıl geçti. Biz “Dersimlilik” dendiğinde Cumhuriyet’i reddeden, CHP’yi ve Mustafa Kemal Atatürk’ü suçlayan, CHP’den hesap sorma ateşiyle yanıp kavrulan gerici ve intikamcı bir ideolojik-politik tutumun sesini duyuyoruz.

Bu ses, 1 Kasım 2015 genel seçimlerinin sonuçlandığı akşam, “CHP’yi değiştirmek” amacı güttüğünü ve bunu kararlılıkla sürdüreceğini ilan etti. Bu ilan, kendisinden önce ve sonra, HASPARTİ’den arta kalmışlardan alıp partinin tepesine kadın kotası hilesiyle kondurduğu ve AKP bürokratları arasından alıp Kurultay delegelerine rağmen koltuk açtığı yardımcıları tarafından da yapıldı.

Cumhuriyet’e ve gerçek CHP’ye karşı meydan okuma, gözlerimizin önündedir. Bu durumu “ama 1950’lerden beri…. 1980’lerden beri… Deniz Baykal’ın hatalarından…" diye sulandırmak, olup bitene destek çıkmaktan başka anlam taşımaz. Durum yepyenidir. Durum, Cumhuriyeti CHP desteğiyle yıkmak stratejisinin, sahne selamından bir önceki perdesidir.

Bu durumun bilincinde olarak, 2019 Yürüyüşümüzün CHP’deki işgale karşı mücadeleyle içiçe gerçekleştirilmesi olduğunu görmeliyiz. Parti bağnazlıklarını bir yana bırakmak ve Cumhuriyet için büyük direniş birliğini oluşturmak zorundayız.

 

[BAG, 16 Kasım 2015 Ulus Gazetesi Yazısı]

10 Kasım 2015 Salı

10 Kasım 2015


Bugün, 10 Kasım 2015'te, 
Mustafa Kemal Atatürk'ün anısı önünde saygıyla eğiliyor, 
Türk Ulusu'nun egemenlik hakkına, 
bağımsız Cumhuriyet'e ve 
emanet ettiği mirasına 
gözümüz gibi bakacağımızı 
bir kez daha ilan ediyoruz.

Bu yıl saygımızı, 
Atatürk'ün kurumlarında ve 
Atatürk resimli profillerle gizlenmeye çalışan 
soykırım iftiracısı korkakların yüzüne karşı 
"ne mutlu Türküm diyene" 
diyerek pekiştiriyoruz. 

İFTİRACILARA KUTLAMA


"Türkler soykırımcıdır" diyenler, böyle diyenlere destek verenler, sizi şiddetle kutluyoruz.

Eski bir gerilla olup, sonraki zamanlarda devletine başkan olmuş, kamil insan görüntülü tonton bir adam bulmuşsunuz. Memleketi Uruguay. 

2010-2015 yılları arasında başkanlık yapmış, şimdilerde 80 yaşına sağlıkla ulaşmış Jose Mujica´yı eşiyle Türkiye´ye getirip şehir şehir dolaştırdınız. Konferanslar verdirdiniz. Gazetelerden öğrendik, bilhassa İzmir´de izdiham olmuş, izlemek dinlemek aydınlanmak isteyenler kocama salonlara sığmamış, bahçelere taşmış. 

Uruguay nüfusu 4 milyondan az, pek küçük bir ülke. Batı Avrupa buraları keşfettikten sonra İspanyol edilmişler, 1825´de devlet olmuşlar, dünyanın Afrika kıtasının en ucundaki güney Afrika hizasında, ama oradan sonra kocaman bir okyanus geçildikten sonra, bizden binlerce kilometre uzaklarda. 

Bu değerli insan, Türkiye´ye örnek bir insan! 

Devlete başkan ama sarayı yok, dünyanın en yoksul devlet başkanı diye ün yapmış. Tam zamanı; Türkiye´de saray meselesi önemli, herhalde bu gösterişçiliğe haklı bir öfke duyan pek farklı düşünceden insanlardan çok övgü almışsınızdır.

Hele bu işi chp genel başkan yardımcılarıyla birlikte gerçekleştirmeniz yok mu! Sezgin Tanrıkulu bir yanda, bir yanında Veli Ağbaba, sonra da Kemal Kılıçdaroğlu ile kahvaltı fotoğrafı doğrusu müthişti!

Kimine göre kamil insan kimine göre tonton amcayı, bu "saraysız kıral"ı dinlemeye gelenlere söylemediniz, belli. 

Ama merak ediyoruz; Sezgin Tanrıkulu, Veli Ağbaba´ya, Kılıçdaroğlu´na söylediniz mi? Yoksa onlar zaten biliyorlar mıydı?

Neyi mi?

Neyi olacak! 

Bu misafirin Ermeni Soykırımı Yüzüncü Yıl Komitesi üyesi olduğunu! Bu komiteye üyelikten, onur üyesi olmaktan gurur duyacağını daha görevindeyken Ocak 2015´te ilan ettiğini; 30 Mart 2015´te başkanlık görevi bitince üyeliğinin başladığını; ve o tarihten bu yana yüzyıllık iftiracılığa "onur" kattığını!

CHP yöneticileri bu gerçeği biliyorlardı ve bu çıkarmaya ortak oldular ise, ortadaki büyük bir "mesele". 

Bilmiyorlardı da ermeni soykırımı iftiracılarına alet oldular ise, karşımızdaki büyük bir "dert".

Ama her iki durumda da söyleyebileceğimiz tek şey var: Artık herşey ortada!

[Yeni Adana Gazetesi, 9 Kasım 2015]


3 Kasım 2015 Salı

DENİZE DÜŞEN KİM?



Bazıları “denize düştük yılana sarılacağız artık, n´apalım” deyip kumarbazlıktan mecburiyetlere geldiler. Beş ay önce Cumhuriyetçi seçmenden HDP için oy istemişlerdi, şimdi hem ona oy istiyor hem de seçimde partisi ve açıkça adayı olmasa da C´emaat´e destek dileniyorlar. Cumhuriyet için yürüyen büyük mücadele bu çukurdan yükselecek.


BUGÜNE KADAR NE OLDU?

Cumhuriyet´e düşmanlık dertli bir iş. Bu ortak paydada yola çıkanlar birbirlerine düştüler.

Toplumdaki karşılıkları yüzde 5´i bile bulmayan siyasi islamcıların cemaatler koalisyonu bir parti yarattılar. Bunu 12 Eylülün yüzde 10 barajı sayesinde yüzde 38 oyla iktidara taşıdılar.

Cumhuriyet´ten öç almak için yanıp tutuşan kozmopolit liberaller bu siyasi parti görüntülü koalisyonun desteğine koştular. Kozmopolit liberal hem sağdan hem soldan olur. Kimi komünizmle mücadele cephesinden kopup gelirken, kimi sosyalizme bulaşmışlığıyla karşı cepheden gelir. İntikam ateşleri çok güçlüydü, bu beraberlikten hiç gocunmadılar.

Kendi hedefi Cumhuriyet düşmanlığından kök almış etnik ayrılıkçılar da fırsatı gördüler. Önce Cumhuriyet´i hal´etmek gerekiyordu; liberal destekli cemaatler koalisyonuyla hızla el ele verdiler.

100 yıl önceki eski düşmanlar küllerini silkeleyip bir kez daha büyük saldırılarını başlattılar. Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy davalarını tertipleyip, demokratikleşmek için “askeri vesayet”i kıracağız dediler. Sivil toplum yaratacağız derken Kemalist saydıkları derneklerle vakıfları, elbette bunlarla birlikte gazeteci, yazar, siyasetçi aydınları soruşturmalara mahpusluğa sürüklediler. Ayakta kalan başlıca siyaset ve basın-yayın kurumlarına sızarak yönetimlerine yerleştiler; bunları gerçek direnç odakları olmaktan çıkarmak üzere istila ettiler.

Ama Cumhuriyet´e düşmanlık gerçekten de dertli bir iş. Çoklu evlilikleri daha onuncu yılı bulmadan darmadağın oldu. Partinin iyice irileşen koalisyon ortağı C´emaat “devlete ortağım” deyince, bir anda av oldu. Ortağı tarafından bankalarından şirketlerine, himmetlerinden sermayesine “terör örgütü FETÖ” ilan edildi.

Kozmopolit liberallerin bir bölümü avın, bir bölümü avcısının yanında saf tuttu.

Etnik ayrılıkçılar AKP yöneticilerinin Cumhuriyet düşmanlığının partiye oy veren milyonlarca seçmenin de tercihi olduğu yanılgılarının bedelini kötü ödedi. Yıllarca süren pazarlıklar ayyuka çıkınca işler kesat hale geldi.

Cumhuriyet düşmanlarının bir tarafı karşıya “diktatör ve hırsız” diye bağırıyor; öbür tarafı “teröristler” diye haykırıyor.

ŞİMDİ NE OLUYOR?

Yukarıdaki manzara artık açık ve seçik.

Bu gösterinin yeni olan yanı ise, istila edilen kurumların ve yönünü yitirmiş olan zihinlerin hali.

Bunlar, sözde Cumhuriyet´i savunmak için, bugüne dek direncini hep yüksek tutmuş olan Cumhuriyetçi Ruh´u teslimiyete sürükleme gayretleriyle kendilerine biçilmiş rolü açıktan oynamaya başladılar.

Artık sözcülerinden öğreniyoruz ki; 7 Haziran 2015´te bir kumar oynamışlar ve “HDP´ye oy verelim, yüzde 10 barajı geçsin, böylece AKP tek başına hükümet kuramasın” kararı vermişler. Ellerini çırpıyorlar, başarmışlar! Evet, ama AKP-CHP koalisyon hükümeti kurulmasını da istemişlerdi; CHP de bunun için utanç verici bir arzu sergilemişse de onu başaramadılar.

Şimdi 1 Kasım 2015 seçiminde de kumara oturduklarını söylüyorlar. “PKK ve PYD´ye yaslansa da olsun, HDP´ye oy verilecek ve C´emaat desteklenecek”. Kimler tarafından? Elbette geriye kalan CHP – MHP yönetimleri ve bunlara oy verenler tarafından. Elbette Cumhuriyetçiler tarafından.

Peki, ama neden?

Dediklerine göre “AKP gitsin diye!. N´apalım, denize düşen yılana sarılır”.

NE YAPMALIYIZ?

Şimdi olup bitende insanı çok rahatsız eden, ürküten tuhaflıklar var.

İlk olarak, şu “kumar oynadık” diyenler kimler? HDP´ye oy vermek MHP için söz konusu değil. CHP ise bunu yetkili organlarından alınmış bir karar olarak açıklamadı, böyle bir kararım var demedi. Siyasal partiler değilse, özellikle Cumhuriyetçi seçmeni yönlendiren bu kararı alanlar kimler? Nasıl bir odak oluşturmuşlar? Partileri ve seçmeni yönlendirme güçleri nereden geliyor? Böyle “bilinmeyen” bir odağın yönlendiriciliğinin kabul edilmesi “demokrasi”lerde mümkün müdür?

İkinci olarak, bizler, Cumhuriyetçiler “denize düşmüş”ler miyiz?  Denize düşmüş ve o çaresizlik içinde kendine zarar vereceğini bile bile C´emaat – PKK yılanlarına sarılacak durumda, o kadar çaresiz miyiz? C´emaatçiler ile PKK/HDP çevreleri kendilerini “denize düştük” diye görüyor olabilirler; Cumhuriyetçiler neden kendilerini böyle hissetsinler ki?

Biz bugünkü Türkiye fırtınasında denize düşmedik; denizdeki en kuvvetli gemilerden biriyiz. Denize düşmüş olanlar Cumhuriyet´ten öç almak için mahkemeler tezgahlayarak ya da elinde silahla yıllardır yurttaşlarımızın kanına girmiş olanlar. Kendi durumumuzu göremez hale gelmek, bunlara can simidi atmaktan başka bir anlama gelmez.

Kendi durumumuzu doğru tanımlayamamak, kurumlarımızda ve zihinlerde yaşadığımız pis bir istila harekatının sonucundan başka bir şey değildir. İstila, fark ettirmeden işgal etmek demektir. Bunu durdurmak ve süregiden sinsi işgale son vermek için olmazsa olmaz ilk adım, istilayı fark etmektir.

Biz denize düşmedik, yılana/yosuna sarılmak zorunda değiliz. Görevimiz, kendi gemimize diğer gemiye ve denize düşmüşlere karşı doğru ve güçlü bir yön vermekten ibaret.

Üçüncü olarak, her adımı bir sonraki adım izler. Cumhuriyet düşmanlarından biri, AKP, siyaset – hukuk yasalarıyla çevrelenebilecek olan kanat. Diğer ikisi ise yabancı destekleri, gizli, istihbaratlı, silahlı yapıları ve nefretleriyle karşımızda duruyor. Bunlarla işbirlikçilik, çok ağır ipotekli bir yüktür. Bu, Cumhuriyet mücadelesini ahlaki olarak teslim etmekten, yani Cumhuriyetçi Ruh´u öldürmekten ve Türkiye´yi sahipsiz bırakmaktan başka bir sonuç vermez.

***
Bu yüzlerini gösteremeyen kumarbazlar her kimlerse, dayattıkları yöntemlerle belki kendi güçlerini koruyup artırabilirler. Türkiye´nin ve Türk Ulusu´nun geleceğine ise kapkara bir teslimiyet gölgesinden başka bir şey getiremezler.

Cumhuriyet için mücadele, 1 Kasım 2015´ten sonra, seçim sonuçları ne olursa olsun, Cumhuriyetçi zihniyetin kendini yeniden tanımlamasıyla yükselecek görünüyor. Ve belki de bu savaşımı kazanmamızı sağlayacak büyük kaldıraç böylece harekete geçecek.


[Yeni Adana Gazetesi'nde 1 Kasım 2015 günü internet sitesinde seçim sonuçları açıklanmadan önce yayımlanmış, 2 Kasım 2015 günü gazetede basılmıştır.]