30 Haziran 2015 Salı

İVO ANDRİC’İ NASIL BİLİRDİNİZ? (1-2)


İvo Andric, öykü ve romanları Türkçe’ye çevrilmiş, en ünlü romanı olan Drina Köprüsü çok baskı yapmış olan uluslararası üne sahip bir yazar. Türkçeden okuyanların tanışması 1960’lı yılların başında olmuştu. Tanışma, yazarın 1961 yılında İsveç Kraliyet Akademisi Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık bulunmasıyla mümkün olmuştu. O zaman ve uzun yıllar boyunca, hem Türkiye’de hem de tanındığı her ülkede hümanist diye nitelendirilmişti. Bir diğer unvanı büyük Yugoslav yazar idi.

SORULAR ve TARTIŞMALAR

İşte bu “hümanist Yugoslav yazar”, 1892’de başlayıp 1975’te seksenüç yaşında tamamladığı ömründen çeyrek yüzyıl sonra, bambaşka tartışmaların ortasında kaldı.

İvo Andric Sırp mı -Ortodoks yoksa Hırvat mı -Katolik?

Adı İvo mu yoksa İvan mı?[1]

 Andric mason muydu?

O daha iki yaşındayken tüberkülozdan ölen babası “resmi” babası mı? “Gerçek” babası bir fransisken –katolik rahip miydi?

Belgrad, ikinci dünya savaşı boyunca Nazilerin sıkı kontrolü altındaydı ve Andric tam dört yılı bu kentte bir apartman dairesinde hiçbirşeye bulaşmadan “inziva”da geçirebilmişti. Bu nasıl oldu?

Pek bilindik bir yazar değilken, 1961 Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilip bu ödülle taçlandırılması nasıl mümkün olmuştu?

Öyküleriyle romanlarında, hümanizma görüntüsü altında Boşnakları “dehümanize” ettiğini düşünenlerin dedikleri gibi, Andric yaşanan büyük bunalımlara zemin kurmuş biri olabilir mi?

TARTIŞMALARIN GENEL GÖRÜNÜMÜ

Son on yıldan beri bu sorularla tartışılan kişi İvo Andric, öykü ve romanlarında Yugoslavya coğrafyasının parçalanma, işgal, savaş ve iç savaşlarla bezenmiş tarihini ele alıyor; etnik-dinsel parçaların her birinde aynı insani özellikleri ve çok benzer yönetim usluplarını bulup bunları etkileyici bir biçimde anlatıyordu.

1892’den 1975 yılına kadar gençliğinde Slav birliği yanlısı; gençliğinden orta yaşlarına krallığın diplomatı; yarım yüzyılı devirince ikinci dünya savaşı yıllarında yalnızca romanlarını yazan bir münzevi, sonra uluslararası ünlü ve suskun bir yazar olarak yaşamış. Bir de, bir arkadaşıyla evli olan sevdiği kadını otuz yıl bekleyip kadın dul kalıncaya kadar sabredebilmiş bir aşık.

Son yıllarda, romanına konu ettiği Vişegrad’taki Drina Köprüsü’nün yanıbaşına onun adıyla bir film şehri inşa ediliyor; şehrin adı Andricgrad. Bölge, şimdi, Bosna Hersek topraklarında “entite” diye anılan Sırp Cumhuriyeti sınırları içinde yer alıyor. Bu işi, zamanın Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın önderliğinde protesto edilip Antalya Film Festivali’ne jüri üyesi olarak katılması önlenmiş olan yönetmen Emir Kusturica yapıyor.

Avrupalılar için Balkan insanını anlamanın aracı, Sırplar için bir milli kahraman, Hırvatlar için aslen Hırvat-Katolik kökünden olduğu inancıyla bir oğul, Boşnaklar için kendilerine pek uzak olan bir yazar… Hümanizma ve Yugoslavlıktan, kalem gücü ve yazınsal özelliklerden söz eden varsa da, onların sesleri diğerlerinin gürültüsünde boğulmuş bulunuyor.

TÜRKÇEYE ÇEVİRİLERDE SUNULUŞU

Hasan Ali Ediz 1962 yılında Drina Köprüsü kitabının Nuriye Müstakimoğlu imzalı, kiremit renginde kapitone ciltli Türkçe çevirisine yazdığı önsözde şöyle diyordu:[2]
“Gerçekten de İvo Andric’in eserlerinin değil her sayfasında, her satırında bile derin bir insan sevgisini görmek mümkündür. … romanında gerçekçi ve tarafsız kalmayı bilmiştir… Eserde, Saraybosna’daki çeşitli ulusların, din ve ırk ayrılıklarına bakmadan, dışarıdan ya da içeriden bir kışkırtma olmadıkça, nasıl kardeş gibi geçindiklerini anlatan çok canlı bölümler vardır… Drina Köprüsü, bir yandan dört yüz küsur yıl kader birliği ettiğimiz Bosna’yı ve Bosnalıları, öte yandan bugünkü Yugoslavya’nın en büyük yazarlarından biri olan İvo Andric’i tanımamıza yardım ederse, ne mutlu!”
Tahir Alangu, 1963 yılında, diğeri gibi yine Altın Kitaplar Yayınevi’nce basılmış, yine kapitano ama bu kez mavi ciltli olan Travnik Kronikası -Gün Batarken- adlı romanın Türkçe önsözünde şu satırları yazmıştı:
“[Türk okuyucular] Konuları ve kişilerinin davranışları ve yaşamalarile bizim dünyamıza ne ölçüde yakın olduklarını, bu eserleri bir Türk yazarının eserleriymiş gibi kabul edebileceğini artık anlamış bulunuyor. … Batı Avrupanın aydın ve sanatçı çevreleri ve araştırmaları, Andric’i Bosna’ya daha sağlam bağlarla bağlamış, batı kültürünün üstünlüğü ise onu kendi öz varlığına itelemişti. Bunu belki de Yahya Kemal’,in Paris’ten Osmanlı dünyasına bağlanarak dönüşü ile karşılaştırabiliriz. Yahya Kemal’in Osmanlı tarihindeki canlı sohbetlerini hatırlayanların ve bu zevki tadanların Andricin bu kitabından çok hoşlanacaklarını sanıyorum.”
Yaşar Nabi, 1965 yılında, Varlık Yayınları arasında çıkan Bosna Hikayeleri başlığı altındaki üç öyküyü, yazdığı önsözde şöyle sunmuştu:[3]
“Çoğu hikayelerinde Bosna’da Osmanlı egemenliğinin son yıllarını dile getirir. Müslüman idaresinin ve cemaatinin gerilemesi ve çöküşünü, hiçbir düşmanlık eseri göstermeden ve hatta denilebilir ki adeta acırcasına bir duyguyla inceler. Anlattığı olayların kahramanları ister Müslüman, ister Hristiyan olsunlar, aynı Slav ırkından kişilerdir. Aynı dili konuşurlar, aynı din taassubu ile gereksiz yere birbirlerine düşman olur, eziyet ederler….. Balkan edebiyatlarını ne yazık ki hiç tanımıyoruz, bize kendimiz hakkında da çok şeyler öğretecek nitelikte olan bu edebiyatları daha yakından tanımamızın gerekliliğini…”
Aydın Emeç, 1964 yılında Ağaoğlu Yayınevi tarafından Uğursuz Avlu başlığı altında toplanıp yayımlanan başka bir grup öykünün kitabına yazdığı önsözde, İvo Andric’in 1960’lı yıllarda da kimi tartışmaların hedefi olduğuna ilişkin iki küçük ipucu veriyordu.[4]
“26 Ekim 1961 günü İsveç Kraliyet Akademisi Nobel Edebiyat Armağanını yazar İvo Andric’e veriyordu. Haber Yugoslavya’da bomba gibi patladı ve büyük sevinç uyandırdı. Yugoslavya bir gün içinde, sanki büyük devletler arasına katılıvermişti. Kıskanç ve tarafsız olamayan birkaç eleştirmenle yazar bir yana, her Yugoslav, bu mutlu olay karşısında büyük gurur duyuyordu….. Onun suya sabuna dokunmayan, herşeye fotoğraf makinesi gibi aynı gözle bakan tarafsız hali, kendi ülkesinde pek çok kötü niyetli kişi tarafından yerilmesine yol açmıştır. ….. “
Çevirmen, Andric’e ilişkin olumsuz görüşlerin “kıskanç; tarafgir; kötü niyetli kişiler”e ait olduğu düşüncesinde olunca, doğal olarak bunların neler olduğu üzerine hiçbir şey söylememiş ve bizi merakta bırakmıştır. Merakımızı gidermek için yarım yüzyıl öncesine gitmek ve bir tür arşiv çalışması yapmak gerekecek.

ALİYA İZZETBEGOVİÇ'İN GÖRÜŞÜ

İvo Andric’in kitaplarına yazılan önsözler böyle iken, Bosna Hersek Devletinde Boşnakları temsil eden Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç, 2000 yılında Bosna’ya yerleşen yabancı devlet temsilcisi yöneticilerin “Bosna kültürüne ve halkına karşı önyargılı” olmalarından şikayet ederken, bundaki sorumluluğu açıkça İvo Andric’e yüklemiştir:[5]
“[Yabancıların] Çoğunluğu, kafalarındaki Bosna fikrini, Avrupa’da popüler olan Andric’in romanlarından edinmişti: bu romanlarda Bosna imajı da şöyleydi: ‘Üç dine ait olanlar, akılsız ve derin bir biçimde, doğumdan ölüme kadar, birbirinden nefret eder ve bu nefret ölümden sonraki hayata akseder. (…) Bu nefretle doğarlar, büyürler ve ölürler.’ Andric’in Müslümanlara kini de iyi bilinir. Bu önyargı duvarını yıkmak zor.”[6]
İzzetbegoviç, yazarın “Müslümanlara kini de iyi bilinir” sözüne dayanak olacak bir gönderme yapmamıştır; ifadesinden de anlaşıldığı üzere, bu yargının en azından kendi düşünce çevresi için tartışmasız sayılan genel bir yargı olduğunu göstermektedir.

Bu durumda Türkçe çevirilerin sunuş ve tanıtım yazılarında kağıda düşmüş değerlendirmelerle, Bosna’da müslüman kesim arasında geçerli olan yargılar arasında ciddi bir uzaklık, hatta karşıtlık olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.

DİNSEL BÖLÜNMELERE İTİRAZ

Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra ortaya çıkmış bulunan Sırbistan ve Hırvatistan cumhuriyetleri arasında paylaşılamayan; Bosna Hersek içindeki Sırp Cumhuriyeti’nin Bosna’nın temel figürü yapmaya uğraştığı İvo Andric, Boşnak Cumhurbaşkanı İzzetbegoviç’in bu değerlendirmeleriyle “eksiksiz hümanist” olmaktan uzaklaştırılmıştır. Andric artık bir anlamda “dinlerden hoşnutsuz hristiyani hümanist” sınıfına yerleştirilmiştir.

Gerçekten de İvo Andric, dinsel taassupla açıkça çatışmaktadır.

İzzetbegoviç’in, yabancılarda Bosnalılara ilişkin olarak yerleşmiş algıyla ilgili olarak söylediklerine en net örneklerden biri, Travnik Kronikası adlı kitabında, sayfa 218-219’da Fransız diplomat des Fosses ile keşiş Fra Julian arasında geçen konuşma olsa gerek:
“- Halkın, Avrupa'nın hiçbir memleketinde görülmedik ölçüde öylesine parçalanmışken, bu memleketi barışa ve düzene kavuşturmak, hiç olmazsa en yakın komşularının medeniyet basamağına ulaştırmak nasıl mümkün olacaktır? diye des Fosses soruyordu. Dünyanın bu en fakir, dar ve dağlık toprak parçasında dört ayrı din var. Her biri kendi adına imtiyazlar peşinde koşuyor, diğer üçünden şiddetle ayrılık davaları görüyor, burada hep birlikte ve aynı gökyüzünün altında yaşıyorlar, aynı topraktan besleniyorlar, her dört dini cemaatin de ruhi hayatları uzak, yabancı memleketlerde bulunan yabancı merkezlere bağlı oluyor: Roma'da, Moskova'da, İstanbul’da, Mekke'de, Kudüs'te, Allah bilir kimbilir nerede? Fakat ne olursa olsun dünyaya geldikleri ve bir gün üstünde ölecekleri yerde değil. Ve dördünden her biri de, kendi iyilikleri ve gelişmelerinin, diğer üçünün çökmesi ve yıkılması pahasına kabil olacağı görüşünde ayak giriyor ve onların ilerlemelerinin de ancak kendi gelişmelerine yük olabileceğinden gayrısını düşünmüyor. Her dördü de müsamahasızlıklarını en yüksek bir fazilet haline getiriyor ve hepsi de birbirine karşı yönlerden gelecek bir dış kurtuluşa bel bağlamış bulunuyorlar.”
….
Muhafazakar görüşlerini savunmaya yatkın insanlarda görüldüğü gibi Fra Julia bir koket tavrıyla cevap veriyordu:

-Ah sayın bayım, maddi ilerlemenin zorluğundan, sağlam tesirlerden ve Çinli gelenekçiliğinden kolayca bahsediyorsunuz. Fakat sizin istediğiniz kadar da değil, ancak pek az ölçüde bile gelenekçiliğimizi gevşetseydik ve kapılarımızı sizin sözünü ettiğiniz çeşitli “sağlam tesirler”e açsaydık, şimdi benim keşiş kardeşlerimin adları Anto ve Pero olacağı yerde iyice müslümanlaşır ve Muyo ile Huso olurdu.

-Müsade ediniz hemen işi aşırılığa ve kalın kafalılığa düşürmeye lüzum yok.
-Ne yapalım? Biz Bosnalılar kalın kafalı insanlarız. Dünya bizi böyle tanımıştır ve biz bununla ün kazandık.
…… Genç Fransız ve keşiş birbirlerinden aşikar bir teessüfle ayrıldılar.”
Aliya İzzetbegoviç, medeniyetin temelinde dinleri bulan bir devlet adamıdır. Bunların içinde de önceliği İslamiyet’e vermiştir. Andric’in dinlere dönük bu toplum ve siyaset anlayışını kabule değer bulmamasını olağan karşılayabiliriz.

"HRİSTİYANİ HÜMANİST"LİK Mİ?

Peki ama, İzzetbegoviç’in kaleme döktüğü “Andric’in Müslümanlara kini iyi bilinir” yargısı için ne diyebiliriz? Yargı sahibi genel bir “bilinirlik”ten söz ediyor, ancak üzerinde durabileceğimiz başka bir gönderme yapmıyor. Türkçe’ye çevrilmiş ve en çok bilinir hale gelmiş kitapları okunduğunda, nüfusun belli bir kesimine yönelik böylesine biriktirilmiş keskin bir olumsuz duygu görülmüyor.

Bu yargıyı tam olarak kavrayabilmek için, buna temel oluşturan durumların neler olduğunu, İzzetbegoviç gibi bizzat yaşamın içinde yer almış olanlardan sorup soruşturmaktan başka çare kalmıyor.

Böyle bir noktada, Andric’in Belgrad Locasına bağlı bir mason olduğu; “gerçek” babasının bir rahip olduğu ve bu kanaldan Cizvit eğitimi ve koruması altında olduğu; bu korumanın savaş yıllarında inzivaya çekilebilmesinde ve uluslararası üne kavuşmasında etkili unsur olarak iş gördüğü… biçimindeki dedikodu-iddialar işe yarayabilir mi?

İLK SONUÇLAR

İvo Andric’in içinde, ülkesinin insanlarından bir bölümüne “iyi bilinen bir kin” var idiyse, bir insanın içinde böyle ağır bir duygu taşırken elimizdeki öykü ve romanları nasıl yazabildiği hayret edilecek işlerdendir.

Kitaplarındaki tarih bilgisi, devletlerin -bunlar arasında Osmanlı kayıtları yoktur- ya da kiliselerin -bunlar asıl olarak Katolik kurumlardır- resmi kayıtları üzerinde besbelli ki özenli ve sabırlı incelemeleri, insanların kişiliklerine ve görünüşleriyle tavırlarına ilişkin gözlem gücü, bütün bunları birbirinin içinden çıkan olaylara bağlayıp kağıda dökme yeteneği hiç de sıradan sayılamaz.

Ve evet, anlattığı öyküler yalnızca genel olarak insanlık durumları bakımından değil, aynı zamanda bizimle doğrudan ilgili olduğu için okunmaya değer.

İvo Andric’in kitapları arasından genel olarak Drina Köprüsü öne çıkarılır. Benim önerim, öncelikle, Türkçe’ye Gün Batarken başlığıyla çevrilmiş olan Travnik Kronikası.

İstanbul’da III. Selim’in tahttan indirilişiyle başkent Travnik’teki Osmanlı yönetiminin durumunu, Napolyon Fransasının konsolosluğuyla Avusturya Monarşisi konsolosluğunun buralara ilk kez adım atışlarını ve gitgelli kapışmalarını, bunların arasında katolik kilisesinin konumunu, yerel beylerle bütün bunlar arasındaki güç oyununu, bürokrasileri ve insanları, tarihin 1807-1814 arasındaki bütünlüklü anlatımını başka hiçbir “tarih kitabı”nda bu berraklıkta görmek pek mümkün değil.

Ortada dolaşan dedikodu-iddialar mı? 

İşin heyecanla köpüren kısmı. Onları izlemeden ve mümkün olursa bir sonuca ulaşmadan olmaz.





[1] İvo Cermen ve Çek kökenli, Katolik azizlerden Saint Yves adına gönderme yapan, Hırvatlar arasında yaygın kullanılan bir isim. İvan ise eski Yunancada “ionnes” adından türeyen ve Rusya, Bulgaristan gibi Ortodoks kültür çevresinde yaygın olan bir isim. Bazı kaynaklarda “ivo”nun “ivan” adının kısaltması olduğu belirtilse de, bunun uygulamada rastlanan yanlış bilgi olduğu belirtiliyor.

[2] İvo Andric, Drina Köprüsü (Çev. Nuriye Müstakimoğlu-Hasan Ali Ediz), Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1963.

[3] İvo Andric, Bosna Hikayeleri (Çev. Zeyyat Selimoğlu), Varlık Yayınevi, İstanbul Haziran 1965.Yazarın başka dört öyküsü: Irgat Siman (Çev. Adnan Özyalçıner – İlhami Emin), Cem Yayınevi, İstanbul 1976.

[4] İvo Andric, Uğursuz Avlu (Çev. Aydın Emeç), Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul Nisan 1964.

[5] Aliya İzzetbegoviç, Tarihe Tanıklığım (Çev. Alev Erkilet, Ahmet Demirhan, Hanife Öz), Klasik Yayınları, İstanbul 2003, Dokuzuncu basım 2011, s. 470.

[6] İzzetbegoviç buradaki alıntıyı, Andric’in Gospodica adlı kitabından yapıyor. Başka bazı dillere Saraybosnalı Kadın adıyla çevrilmiş olan bu kitaptan Türkçe’de ‘Küçük Hanım’, ‘Matmazel’ diye söz edilmişse de, Türkçe’ye çevirisi yapılmamış. Bu kitap yazarı tarafından Drina Köprüsü ve Travnik Kronikası ile birlikte üçlemenin parçası olarak 1945 yılında tamamlanmış. 

* İvo Andric, "Travnik Kronika" Gün Batarken (Çev. Tahir Alangu), Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1963.




29 Haziran 2015 Pazartesi

DEMOKRATLIK ÇIKMAZI


21. yüzyıl demokrasi çağı oldu. Demokrasinin kaynağı Avrupa, bekçisi ve dağıtıcısı ise Amerika. Dört koldan demokrasiyle sarıldık. Aşağıdaki satırlar, bu manzaranın çizimidir.

*

Bildiklerimizin en eskisi liberal demokratlık.

Liberal demokratlığın mekanı, aslında bir yarımada olmakla birlikte “kıta” yerine geçmiş olan Avrupa. Kralların, feodal bey aristokratların karşısında tüccarlara sonra sanayicilere özgürlük ve eşitlik istediler. Ardından zar zor da olsa, özgürlük ve eşitliği işçilere köylülere gıdım gıdım akıtmalarıyla tarihe geçtiler.

*

Bunları izleyen, sosyal demokratlık oldu.

Sosyal demokratlığın mekanı da, bir yarımada olduğu halde kendini uygar kıta saydırmayı başarmış Avrupa. Liberal demokratlara, böyle gıdım gıdım olmaz, özgürlük ve eşitlik yalnızca siyasal düzlemde kalmaz, dediler. Özgürlük ve eşitlik toplumsal düzlemde sağlanmalı. Bu işin ancak mülkiyet yeniden bölüşülürse olabileceğini söyleyen sosyalistler bunlardan koptu. Kalanlar, bunalımlarla başa çıkabilmek için refah devleti kapısından geçmenin zorunlu olduğunu gören liberal demokratlarla iktidarı nöbetleşe kullanan sosyal demokratlar olarak yollarına devam ettiler.

*

Liberal ve sosyal türden demokratlığın, Hristiyanlığın altın çağlarını tarihte bırakma eğilimine karşı üçüncü kol doğdu. Hristiyan demokratlık.

Hristiyan demokratlığın mekanı da kendini kıta sanan aslında bir yarımada olan Avrupa oldu. Kilisenin desteğiyle fırsat bulunca demokratların liberalleriyle, fırsat bulunca da sosyalleriyle iktidar paylaştılar.

*

1980´li yıllara doğru Atlantik´in öte yanında Reagan, bu yanında Thatcher, liberal demokratlığı dinle sarmaş dolaş yeni-liberal ve yeni-muhafazakar demokratlık haline çevirdiler. Köklerine sarılıp iyice gerilere savrulup saldırganlaştılar.

*

Buna karşı Atlantik´in iki yakasındaki kimi kuvvetler el ele verdi. Almanya kanadı başka coğrafyalardan destekçilerle beslendi. Habermas adlı bir Alman düşünürün çevresinde yeni tipte başka bir demokrasi zihniyeti uç verdi: Müzakereci demokratlık.

Müzakereci demokrasi, kökünü liberal demokratlıkta buldu. Yurttaşlığı etkinleştirmek gerekir çağrısı yaptı. Toplumdaki tüm farklı kesimlerin bir araya geleceği geniş, iktisadi – sosyal – siyasal, hepsini kucaklayan kamusal müzakere kanalları açılmalı, bu kanallarda konuşarak uzlaşmanın yolu bulunmalı diye akıl yürüttü. Yönetişimcilik sözüyle havalandıysa da, havalanmakla kaldı.

*

Ama Avrupa´nın İngiltere´sinde yerleşik bir ses buna itiraz edermiş gibi yapıp, yolunu temizledi. Önce “konuşup uzlaşmayla olmaz, uzlaşma çatışmayla olur”, diye haykırdı. Ses, yaşamlarını da paylaşan Bay Laclau ile Bayan Mouffe tarafından kaleme alınan bir kitapla geldi. Böylece yüzyılın keşfi doğdu: Radikal demokratlık.

Radikal demokratlar şöyle dediler: Liberal demokrasi atamızdır. Onun özgürlük ve eşitlik ideali, bizim de idealizmizdir. Ama liberal demokratlar bunu yalnızca burjuvaziye hasrettiler. Biz bu durumu radikalleştireceğiz. Özgürlük ve eşitliği “herkes için” isteyeceğiz. Herkes için özgürlük ve eşitliği sağlamak için, aktörlerin tüm farklılıklarını hesaba katacağız. Her farklı aktöre bir kimlik vereceğiz; kimlikler çatışsın demokrasi şahlansın! İşte çağın radikal demokratlığı: Kimlik siyaseti!

*

Meğer 2011 seçimlerinin “herkes için CHP” sloganı, Cumhuriyetin kurucu partisini radikal demokratlığa çekmenin utangaç, açıktan açığa dile getirilememiş yansıması imiş.

Doğrusu açıktan söylemek de kolay işlerden değildir. Çünkü memlekette radikal demokratlık çoktan sahiplenilmiştir. Türkiye´nin radikal demokratı halklara-özerklikçiHDP, ve bir de arkalarda bir yerde sessizce bekleyen bölge-özerklikçi kardeşi DBP.

*

Türkiye´nin siyaset aklı, her yanıyla “demokrat”. 

Bir yanda AKP var; Avrupa´nın Hristiyan demokratlığına eş koşulmuş müslüman-demokrat

Öbür yanda HDP var; kökü dışarıda radikal-demokrat. 

Öte yanda CHP var; Atatürkçülüğü reddeden Avrupai sosyal demokrat görüntüsünü bir geriye daha çekme derdinde utangaç, herhalde radikal-sosyaldemokrat. 

Beri yanda MHP var; muhafazakarlık/Müslümanlıkla milliyetçiliği harmanlama derdince, bir tuhaf muhafazakar-milliyetçi demokrat.

Kısacası, içine düştüğümüz çıkmaz liberali, sosyali, muhafazakarı, radikaliyle işte böyle bir demokratlık manzarası.



21 Haziran 2015 Pazar

“ES”LER ve RÜZGARLARI SONA ERDİ


Ortada bir rüzgar esiyor. Eski sosyalistler HDP’yi destekliyor rüzgarı.

Kim onlar?

Zor zoru!

Kah yıllarca hapis yatırılmış, o yüzden boynumuz onlara kıldan ince bir zamanların devrimcileri, kah hep parlak yaşamış dergi ve yayınevi sahibi düşünüp yazanlardan bazıları…

Eski sosyalistler, kısaca “es”ler diyelim, orada burada diyorlar ki, HDP solcudur, sosyalisttir! Neden öyledir diye sorunca, çünkü, diyorlar ezilenlerin yanındadır.

Ama emperyalizmle hiç sorunları yok, deyince de hımmm sesi veriyorlar.

“Es”lere saygımız var. Ama söylediklerinde de bir tuhaflık! Yapılacak tek şey, saygımızın gereğini yerine getirip sözlerinin anlamını çözmek.

HDP ile AKP Aynı Yolun Yolcusu Değil mi?

HDP, ulusal devlete düşman. Aynı AKP gibi. İkisi de Türk vatandaşlığını tek-biçimci, inkarcı sayıyor. HDP, halklara dayalı, yani etnikçi devlet istiyor, solcu oluyor; AKP ise çok benzer birşeyi Osmanlı’daki gibi bir mill(iy)etler rejimini istiyor, gerici oluyor. Tuhaflıklardan biri bu.

HDP kanbağına göre ayrılacak etnikler arasında eşitlik (etnik toplulukların eşitliği), inançlar-mezhepler için ise özgürlük (hepsinin kendi hukukunda yaşamasını) istiyor. AKP, etnik kimliklerle inanç-mezheplerin çoğu zaman örtüştüğünü düşünerek buna yakın duruyor ve Medine Sözleşmesi’ni hatırlayıp bunların her birinin ayrı hukuk daireleri oluşturmasını istiyor. HDP her biri özerklik ve bağımsızlığa açık yamalı bohça bir toplum hayal ediyor; AKP bu bohçayı din birliğinde “ümmetlik” temelinde birleştirme düşü görüyor. Aynı yolun yolcuları olarak “müzakere” tutmaları anlamlı.

Anlaşılan o ki, AKP’nin “ümmet” niyeti onu gerici yapmaya yetiyor. Ama, HDP’nin yol arkadaşlığı AKP’nin ümmetçilik yolundaki taşları temizlemiş olmuyor mu?

Bu noktada “es”ler diyor ki olabilir, ama ortaklık bir noktada bozulacak, o zaman mücadele başlayacak! Yani “devrim”e giden yol, ümmetçilikle ortaklıktan geçiyor!

Sınıf ve Sınıf Mücadelesine Ne Oldu?

Peki ama, işçi sınıfıyla bağlaşığı kesimlerin kanbağı ve dinsel inanca göre birbirlerinden ayrılmaları, ayrı hukuk dünyalarına kapanmaları, sınıf mücadelesini başarısızlığa mahkum etmez mi?

O zaman “es”ler diyor ki artık ortaya çıktı ki, sınıf kavramı yetersiz! Toplumda sınıftan başka etnik, dinsel, cinsel, bir sürü özellik var. Bizim de bunu kabul etmemiz gerekir.

Ama sosyalistler bu özellikleri hiç inkar etmediler ki! Sınıflar, bu özellikleri de içerirler. Fakat temel olan sınıf ve onun mücadelesidir; diğer özellikler bunun içindeki diğer katmanları oluştururlar. Siz cümleyi sınıf, etnisite, inanç, cinsiyet… farklılıkları diye kurarsanız, sınıf öbürlerini kaplayan temel unsur değil, yalnızca unsurlardan bir unsur olur. O zaman da kah etnik mücadele öne çıkar, kah inançlar mücadelesi ve sınıfın çıkarı gözardı edilmiş olur. Bu durumda toplumun yapıtaşının sınıf, değişmesinin temel yasasının da sınıf mücadelesi olduğu ilkesi reddedilmiş olmaz mı?

“Es”ler gerçekçi olmuşlar, öyle! diyorlar.

“Eski”den böyle şeylere revizyonistlik ya da sağ-sapma falan denirdi. Şimdi? “Es”ler diyor ki sen çok takılmışsın eskiye, geçti o zamanlar”!

"Ezilenler" Kim? 

Solcu, sosyalist dediğin, ezilenlerin yanındadır. HDP ezilenlerin partisi. Başka bir parti göstersene bana, bugün Türkiye’de ezilenlerin haklarını savunan?

“Es”lerden gelen bu soru iyiden iyiye şaşırtıcı.

İnsaflı ve hatta yalnızca nesnel olalım, bugün bütün partiler “ezilenler”in yanında. Hiçbir parti zenginler için vaatte bulunmuyor. Tüm vaatler sayısı milyonlar ve milyonlarca olan düşük gelir gruplu nüfus kesimleri için. Hepsi yoksul, muhtaç durumda olanlara destek ve yardım sağlamak için adeta yarıştalar. Yalnızca yoksulluk üzerinde de durmuyorlar. Aynı zamanda yoksulluğu “kimlik”le de buluşturmuş durumdalar. Toplumdaki dezavantajlı topluluklar için, örneğin ağır yoksul Romanlar için açılımlar birbirini kovalamıyor mu? En başta AKP’nin yapmadığı açılım kalmadı. Engelliler için de öyle…

Bundan daha önemlisi, “ezilen”lerden söz etmek sol, sosyalist olmak için yeterli mi? Bu dünya görüşü için “ezilenler” diye bir toplumsal mevzi yok ki! Mevzileri belirleyen şey ezen sınıf – ezilen sınıf varlığı değil mi? Tanım böyle olduğu için de, sosyalist düşüncede sömürü ve ezilme, sınıflar mücadelesiyle ortadan kaldırılacak denmez mi?

Oysa HDP sözlüğündeki “ezilenler” de, aynı öbür partilerde olduğu gibi etnik topluluklar, inanç grupları, cinsiyetler, hayvanlar, doğa, vb. şeylerden ibaret. HDP farklı olarak bu sıralamanın bir yerlerine “sınıf” sözcüğünü de yerleştiriveriyor bazen, o kadar.

Konuşmanın bu kısmından sonrası pek dağınık!

“Es”ler Artık Birer Bukçinci Radikal Demokrat

“Es”ler kendi zamanlarında kendilerini Marks- Engelsçi, Lenin-Stalinci, Maocu, Castro -Che devrimciliği yolunda olan kişiler diye tanıtırlardı. Sınıftan kaçış, bu sıfatlara gönderme yapmaya son vermiş bulunuyor.

Peki, yerine neyi koydular? Kendilerine yeni adlar takmaktan hoşlanmıyorlar. Ama madem ki siyasal yaşamda etkilerinin sürmesini istiyorlar, çaresi yok, tanımlanacaklar.

Görülen o ki, HDP’nin koruyucusu “es”ler, HDP sayesinde Bukçinci Radikal Demokrat olmuşlar. Bukçinci, yani önce troçkist, sonra anarşist, sonra onlardan da ayrı tek başına bir adam olan Amerikan feylezofu Murray Bookchin’in peşinde, Bookchinist…. Ve aynı zamanda liberalizmi genişletmek anlamına gelen radikal demokrasiye eklenmişler. Onlar artık küreselciliği “ileri” taşımayı amaçlayan Batı-merkezli çizgilerden birinin içindeler, adları da Radikal Demokrat!

Kısacası, şimdilerde HDP’yi serinleten “es”ler rüzgarı, sıfatlarından tümüyle kopuk olarak, sosyalizmden değil, Atlantik liberalizminden doğru esiyor. O yüzden de “es”ler, Türkiye’nin bugünü ve geleceğinde, kendi başlarına değerli ayrı bir odak olma niteliği taşımıyorlar. 

Ve artık kendilerine hala 'sosyalist' demeye devam ettikleri için saygımızı da hak etmiyorlar.

[Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, Yeni Adana Gazetesi, 21 Haziran 2015]
http://yeniadana.net/kose-yazilari/eslerve-ruzgarlarisona-erdi-109.html 




13 Haziran 2015 Cumartesi

HDP ile KARDEŞİ DBP

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER


HDP, Halkların Demokrasi Partisi’nin bir kardeşi var: Demokratik Bölgeler Partisi, kısası DBP.

O da eşbaşkanlı. İkisi birlikte, demokrasiyi birey-yurttaş temelinde ve ülke genelinde değil, “halklar” ve “bölgeler” üzerine inşa edeceklerini seçtikleri adlarla ilan ediyorlar.

Şimdi baş rol HDP’de.

HDP, Türkiye’de anayasa ve siyasal rejimi “halklar”, yani milliyet, etnik topluluk, ulusal azınlıklar temelinde değiştirmek için uğraşıyor. Kısacası etnikçiliği, güney doğu Anadolu bölgesinden çıkarıp tüm ülkeye yayıyor.

Amacı şu: Anayasa değiştirilsin, etnik topluluklar siyasal kimlik olarak kabul edilsin, anadiller resmi dil olsun, eğitim-yargı başta yaşamın tüm alanları “çok-milliyetli” hale getirilsin. Bunun için “Türk vatandaşlığı” ve Türkçe’nin resmi dil olması engel; bu engel anayasadan çıkarılacak.

Çıkarılacak sözcükler konusunda 2012 yılında AKP ile anlaşmışlardı; CHP yönetimi de bu anlaşmayı uygun bulmuştu. Ama olmadı, Anayasa’yı değiştiremediler.

Şimdi, Haziran 2015 seçimlerinin hemen ardından, belli başlı çıkar çevreleri “çözüm süreci”ne göre koalisyon derlerken, hiç kuşkunuz olmasın, anayasayı bu yönde değiştirme gücü yakalamaktan söz ediyorlar. HDP’nin ardından bakan Kandil-HPG, “silah bırakmak da neymiş, önce çözüm sürecini tamamlayın bakalım” derken, anayasadan söz ediyor.

HDP bütün bu süreçte, “milleti bakımından bölünmez bir bütün” olan Türkiye’yi yurttaşları bakımından bölme hedefi güdüyor. Böylece ulusal devlet yerine milliyetler devleti yaratabilecek.

Kardeş DBP beklemekte.

Yedekte bekleyen DBP, şimdilerde köşeye çekilmiş, kardeşinin ne kadar mesafe alacağına bakıyor. Öyle ya, “millet” yerine “milliyetler devleti” getirildiğinde bu rejim nasıl örgütlenecek? Bunun bir şekilde toprağa yerleştirilmesi gerekir. Bir şekilde bedene kavuşturulması gerekir.

Kardeş DBP, milliyetler devleti kurulması için ipin ucu göründüğünde, büyük ve yaratıcı çözüm gücü olarak sahnenin önlerine doğru yürüyecek. Ülke bölgelere ayrılsın, bölge idareleri kurulsun; anayasanın tanıdığı “etnisiteler”in anadilleri, artık her biri siyasal kimlik sahibi olduğuna göre, bir bölgede hangi etnisite çokluk ise onun anadili o bölgede resmi dil olsun.

Zaten büyüklerinden BDP, 2012 yılında TBMM’nde kurulmuş olan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na bu önerileri resmi olarak vermişti. Hazırlık hiç yok değil.

DBP, “ülkesi bakımından bölünmez bir bütün” olan Türkiye’yi toprağı bakımından bölme hedefi, yani eyaletler devletinin ortaya atılması için hazırda bekletiliyor.

Atlantiğin iki yakasında heyecan var.

Atlantik dünyasının iki yakası da HDP’yi seviyor. Zamanı gelince kardeşini de sevecek. Atlantiğin iki yakası, ABD ile AB, Irak’a olduğu gibi, dünyanın her köşesine barış, özgürlük ve demokrasi götüren çağdaş merkezler. HDP de kardeşi de zaten barış ve demokrasinin partileri! Kardeşi henüz çok küçük, ama HDP büyüdü ve Diyarbakır’dan yola çıkıp İstanbul finans-medya çatıları üzerinden Brüksel ve Washington’a uzanmış durumda.

Avrupa Birliği’nin HDP sevgisi en çok “milliyetlere özerklik” hedefine bağlanmış görünüyor. ABD’nin sevgisi ise, kardeş DBP ile birlikte “etnik bölgelere özerklik” çerçevesinde daha da kabaracak gibi. Etnik bölgeler/eyaletler hayali, Atlantik’in iki yakasında besbelli, çok heyecan yaratıyor.

Yüz yıl önce yine böyle heyecanlı idiler. Muradları gerçekleşmedi. Bu heyecanı bir yüzyıllığına daha erteletme mücadelesini sürdürmek de bizim için onurlu bir iş olacak.

[BAG, Yeni Adana, 15 Haziran 2015]


 


9 Haziran 2015 Salı

10 Maddede 2015 Seçiminde CHP Gerçeği


Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER


AKP 50'den 41'e, -9 düşüş. CHP 26'dan 25'e, -1 düşüş.
MHP 13'den 16'ya, +3 artış. HDP 7'den 13'e, +7 artış
HDP oyları eskiAKP oylarıdır. 
"Eski sosyalistler",
 tekelci medyanın "emanet verdim"cileri, 
kimi strateji-sever oycular,
böyle bir suya karışıp gidenlerdir.

[1] 2011'e göre %1, 2014'e göre %3 kaybedeceksin; sonra "demokrasi kazandı" deyip hezimetin hesabını vermeden koltuğa gömüleceksin.. Ne demişler? "Kelin utanacağı, başı açılıncaya kadarmış"!

[2] Bu seçimde seçmen sayısı 4,2 milyon kişi arttı (%8)... CHP oyundaki artış 319 bin... Bu durumda;
%25 oy alan partinin 1 milyon yeni seçmeni kendine çekmesi gerekmez miydi? Başarı nerededir?

[3] Demokrasi, "fırsattan ganimet elde etmek" rejimi mi? Seçimde hezimet, sonuçtan ganimet... Oylar düşmüş, zafer yok! Zafer yokken ganimet kapmaya kalkarsan, bir esaretten öbür esarete düşersin. Bütün mücadele "tayyip esareti" yerine "piyasalar esareti"ne düşmek için miydi?

[4] İstanbul'a bakalım, 2011'e göre:
İstanbul -1. Bölge: AKP -9, CHP -1 düştü; MHP 0,5 arttı. HDP bölgeden 11 aldı
İstanbul -2. Bölge: AKP -7, CHP -1,4 düştü; MHP 2 arttı, HDP bölgeden 12 aldı
İstanbul -3. Bölge: AKP -9, CHP -4 düştü; MHP 1,5 arttı; HDP bölgeden 15 aldı.
* Sonuç: "HDP oy artışı AKP'lidir."

[5] İzmir'e bakalım:
AKP -10 düştü; CHP %45'te korundu; MHP 3 ve HDP 7 arttı.
AKP'nin -10'u nerede? ... 3 MHP'de, 7 HDP'de....
CHP HDP'ye kaydı?! Nasıl yani?
Eğer öyleyse AKP'nin kayıp oyu nereye gitti?

[6] Diyarbakır'a bakalım:
2011'de AKP %33 idi, CHP %2,2 idi, bağımsızlar %60 üstü.
2015'te AKP %14'e düştü, CHP %1'e indi, HDP %80 oldu.
* HDP'nin oyları nereden kaymış? * Sonuç: HDP oyları, AKP'lidir.

[7] Tunceli'ye bakalım:
2011'de CHP %56, Bağ. %23, AKP %16, MHP %2
2015'te CHP %20, HDP %61, AKP %11, MHP %6
* AKP -5, CHP -36 düştü. MHP +4, HDP 38 arttı....
* Sonuç: chp genel başkanının oyu hdp'yedir.

[8] Sonucum şudur:
CHP'deki yönetim kliği, genç seçmenin yüzde 10'una bile ulaşamadığından belli olduğu üzere, CHP iktidarını hedeflememiştir. Klik, HDP'li ganimetten pay almayı hedeflemiştir. Buna karşın CHP seçmeni kliğin hedefini reddetmiş, aklı ve yüreğinde karmakarışık duygularla, sandıkta, kliğe rağmen partisine oy vermiştir.

[9] CHP'deki yönetim kliği, AKP ile koalisyon için telaşlı bir gayrette.
"Piyasalar" yine sahnede; tekelci medya zaten baş rolde; Almanya gibi, dinsel-demokrat ile sosyal-demokrat koalisyonu, ne güzel! diyorlar. Taraf'laşmış cmhriyet gastesi dış sesleri içeriye taşıyıp duruyor. Kem.derviş zaten ben bakan olurum demişti.. Ama bana öyle geliyor ki, ufukta AKP-MHP koalisyonu var.. Yönetim kliği için pek kötü bir haber. o zaman ganimetçi kliğe diyecekler ki: fol yok yumurta yok, çök tavuğum çök!

[10] Hepsinin özeti:
CHP seçmeni stratejik falan değil, Atatürk'ün partisi diye gördüğü partisine sadakat ile oy kullandı. Stratejik davranan, yönetici kliktir: partili seçmene söz geçiremedi, ama partinin yükselmesini ve yeni seçmenle buluşmasını önledi. Klik şimdi ganimetten pay kapma derdinde. Koalisyon ortağı olursa nefes alma süresini uzatır; olamazsa nefesi o anda kesilir. Ama iki durumda da güzelim partiye ve Türkiye'ye zararı, hesabı zor verilecek kadar büyüktür.


[BAG, sosyal medyadan paylaşılan 10 ileti toplamı, 9 Haziran 2015]


16 PARTİ = %4,8 OY


Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER


Haziran 2015 genel seçimlerinde geçerli oyun yüzde 95,2 oy dört parti tarafından paylaşıldı.

İktidar partisi olan AKP yüzde 50’den 41’e düşmekle birlikte seçimin 1. partisi oldu. Anamuhalefet partisi CHP 26’dan 25’e gerilese de 2. parti konumunu korudu. Muhalefet partilerinden MHP yüzde 13’ten 16’ya yükseldi. Bağımsızlardan kurulmuş ve son seçime parti olarak giren yüzde 7’ye yakın olan oyunu 13’e yükseltti.

İlk dört partinin aldıklarından sonra geriye kalan yüzde 4,8 oy diğer 16 partiye dağıldı. 

Bu az miktarın yüzde 2’sini bir parti (SP) aldı. Dolayısıyla yüzde 2,8 oy, sayıyla söylersek yalnızca 1,3 milyon oy, tam 15 parti arasında paylaşıldı. Bunlar arasında en yüksek pay binde 3, en düşük pay da onbinde 1 oldu.

BARAJ "MİLLİ İRADE"Yİ BİR KEZ DAHA TUTSAK ALDI

Oy kullanmayan seçmen sayısı toplam 7,3 milyon oldu. Bunun "protesto oyu" olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü bu kesimle ilgili olarak bu yönde herhangi bir irade ilanı olmadı.

Seçim sisteminin yüzde 10 barajlı olması nedeniyle, sandalye dağılımında 3. ve 4. artiler birbirlerine eşit sayıda milletvekili çıkarınca, MHP daha çok oyla sahip olduğu 3. sırayı korumakla birlikte TBMM içinde sırasını 4. Partiyle paylaşma durumuna düştü.

Oysa seçimden bir yıl önce kurulmuş cumhurbaşkanlığı seçim sandığına seçmenin yüzde 76’sı gitmişti; gitmeyenler arasında daha önceden oy kullanmayacağını ilan edenler vardı. CHP-MHP’nin ortak dayatma adayına karşı, seçilme şansı olmayan HDP adayına oy kullananlar; geçersiz oy verenler vardı. Hesaplamalara göre 5 milyonu aşkın seçmen, seçim barajı yüzden 10’dan fazla bir miktar, protesto halindeydi.

Yapılan değerlendirmeler, AKP dışında ve genel olarak CHP-MHP’ye ait olan yüzde 10’luk bir kesimin, yeni bir toplanma yeri aradığı yönündeydi. Bu kesimi toplamak için pek çok girişimde bulunuldu. Bu girişimlerin hemen bir yıl sonra yapılan seçimde aldıkları sonuçlar, binde 3 ile onbinde 1’lik dilimde değişen dibe vurmuş bir karşılık oldu.

Bu durumun temel nedeni, yüzde 10’luk anormal barajlı seçim sistemiydi.

Birincisi, barajı geçemeyecek partilere verilecek oyların öncelikle iktidar partisi AKP’yi besleyeceği gerçeği, muhalif kesimin oldukça kavgalı olduğu CHP ve MHP’de bir kez daha tutulmalarına yol açtı. İkincisi, seçim sistemi gereğince, parlamentoya dördüncü bir partinin girememesi durumunda iktidar partisi AKP’nin anayasayı tek başına değiştirme olanağı yakalayacağı 376 üstünde milletvekili alması olasılığı, bir kısım seçmenin buna en yakın durumda bulunan etnikçi partiyi desteklemesine neden oldu.

Böylece özgürce tercih yapma hakkına el koyuldu. “Milli irade” barajlı seçim sisteminin yönettiği bir iradeye dönüşerek, 1983 yılından beri olduğu üzere, parlamentoda kendisini bir kez daha çarpılmış bir halde buldu.

BARAJ VURGUNUNUN 16 SONUCU

Haziran 2015’te Türkiye’de toplam 98 siyasal parti kurulmuş durumdadır. Partilerin listesi için: http://www.yargitaycb.gov.tr/belgeler/site/documents/SPartiler20052015.pdf

Bunlardan beşte biri seçime girebildi. Seçime girenlerin de yalnızca beşte biri TBMM’nde yer alabildi. Parlamento dışında kalan 16 partiden hiçbiri, Hazine yardımı almak anlamına gelen ikinci barajı, yüzde 3’ü aşamadı.

Toplam 16 partiden en çok oy toplayan parti, Saadet Partisi (SP) ile Büyük Birlik Partisi’nin (BBP) seçim ittifakı oldu. İttifak yaklaşık 1 milyon oya uzanabildi. Ne var ki daha önceki 2011 seçiminde SP yüzde 1,25 oy alırken BBP 0,74 oy almıştı. İkisi birleşince oyları 1,99’dan yalnızca 2,06’ya kıpırdayabildi. SP, AKP'nin kurulduğu 2001 yılında kurulmuş, girdiği seçimlerde yüzde 2 civarında gezinmiş, 2011'de yüzde 1'e doğru çekilmişti. BBP 1992'de kurulmuş, önceki seçimlerde 1,5 civarında olan oyunu yitirmeye başlamıştı. BBP ittifaklı SP, Hazine yardımı almak için gereken yüzde 3'ü de yakalayamadı. Birleşme etkisizdi. Listede 5. sıraya yerleşti.

Aldığı oy yüzde 1’den daha az olan 15 partinin ilk sırasında Vatan Partisi (VP) geldi. Daha önce İşçi Partisi olarak girdiği 2002 seçimindeki kadar, 161 bin seçmenden destek bulabildi. İP’nin oy desteği 2007 seçiminde 125 bine gerilemişti, o tarihe göre bir miktar oy artırabildi. VP asıl olarak, cumhurbaşkanlığı seçimindeki CHP-MHP içindeki tepkili oylara odaklanmıştı. Ancak görüldü ki, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığına gösterilen tepki, barajlama sayesinde o seçimle sınırlandı. VP. 6. sırada yer aldı.

Bağımsız Türkiye Partisi (BTP), 2001 yılından beri siyasetteydi. 2002’de 153 bin, 2007’de 197 bin seçmenin onayını almıştı, 2015’te desteğini yitirdi, 96 binlik bir desteğe geriledi. 7. sıraya yerleşti.

Demokratik Sol Parti (DSP), Bülent Ecevit’in partisi olarak binde 2’yegüçlükle erişti. Bir önceki seçimde 106 bin seçmenin desteğine sahipken, 86 bin seçmenin oyuna gerileyerek 8. oldu.

Demokrat Parti, ismiyle 1950’lerin ve amblemi kıratla 1960-70’lerin hatıralarına yaslanarak 2007’de kurulmuştu. Çok daha büyük bir erime sergiledi; bir önceki 2011 sandığında 281 bin kişilik desteği 2015 sandığında 76 bine düştü. Parti, 9. oldu.

Toplumsal Uzlaşma Kalkınma ve Reform Partisi, listenin en uzun adlı üyesi (TURKPARTİ), 2010 yılında kurulmuştu. 2014 yerel seçimlerinde ülke genelinde 1200 kişinin desteğini almıştı. İlk kez girdiği 2015 sandığında 73 bin kişiden destek bularak listenin 10. sırasına yerleşti.

Halkın Kurtuluş Partisi (HKP), Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın düşüncelerine bağlı sosyalist parti olarak 2005 yılında kurulmuş, bir yıl önceki yerel meclis seçimlerinde 26 bin kişilik destek bulmuştu. 2015’te 60 bin seçmenden destek alarak listede 11. oldu.

Hak ve Adalet Partisi (HAKPAR), 2002 yılında Kürt etnisitesini ve Türkiye’de federalizmi savunmak üzere kurulmuştu. Yerel seçimde 44 bin oy ve 1 belediye almıştı. 2015’te seçmenden 59 bin kişilik bir destek buldu. Listede 12. sıraya yerleşti.

Doğru Yol Partisi (DYP), 1983’te kurulan partinin hatıraları üzerine 2007’de kurulmuştu. 2011’de 65 bin seçmenden destek bulurken 2015’te desteği 29 bin kişiye düştü. Listenin 13. sırasındadır.

Anadolu Partisi (AP), 2014’te kuruldu. İlk seçiminde 28 bin oy alarak listenin 14. sırasına yerleşti.

Liberal Demokrat Parti (LDP), önceki genel seçimde 15 bin kişilik seçmen desteğini 27 bin kişiye yükselterek başarı sıralamasında listenin 15. sırasında yer aldı.

Merkez Parti, 2014’te kuruldu. İlk olarak girdiği seçimde 21 bin oyla listenin 16. oldu.

Millet Partisi, 2011’de 60 binlik desteğini yitirdi ve 2015’te 17 bin seçmen desteğiyle 17. sıraya yerleşti.

Komünist Parti, önceki seçimde 61 bin olan desteğini 14 bin kişiye geriletti, listenin 18. sırasına yerleşti.

Yurt Partisi, 2002 yılında yeni kurulduğunda yaklaşık 300 bin olan seçmen desteğini, aradaki yıllarda seçime girmeden 2015’te 9 bin kişiye düşürdü. Listede 19. sırada yer aldı.

Hak ve Adalet Ana Partisi (HAP), 2015 başında “Ana Parti” ile birleşmeyle yeniden biçimlenmişti. İlk seçimi olan 2015’te 6 bin seçmenden destek bularak listenin son sırasında yer aldı.

*
MİLLİ İRADE DEĞİL, BARAJ İRADESİ

2002 yılında yeni kurulmuş bir parti olan AKP, seçmenden %34,3 oy almıştı. Buna karşılık TBMM'nde 363 sandalyeye sahip oldu.

Aynı yıl CHP %19,4 oy almıştı. TBMM'de 178 sandalyeye sahip oldu. Böylece iki parti 550 koltuğu doldurdular.

Yüzde 10 barajı geçebilen başka parti yoktu: Oyların %46,3'ü TBMM'ye girememişti. Böyle bir kütle, adaletsizliği ortada bir sistemden doğan sonuca nasıl itiraz edemedi? Nasıl sustu ve kabullendi? Bu, artık o zamana ilişkin olarak sonuç verici olmasa da, gelecek için ders çıkarmak için üzerinde durulması gereken bir soru.

DYP yüzde 9,5 ile, MHP 8,4 ile, Genç Parti 7,3 ile, DHP 6, ANAP %5, Saadet 2,5, DSP 2,1, YTP 1,1, BBP %1 ile dışarıda kalmıştı.

O seçimde Hazine yardımı almak için yüzde 10 barajını aşmak gerekiyordu; dolayısıyla toplumun yaklaşık yüzde 50'si hem TBMM'nin hem de Hazine'nin kapısından çevrilmişti.

Onüç yıllık AKP iktidarları, işte böyle %34 oyla açılmıştı. 2015 yılında AKP %41 aldı, ama Hükümet kurma gücü bile elde edemedi. Bunun tek nedeni de, TBMM'ne o zamanki gibi 2 partinin değil 4 partinin girmiş olması.

Bu durumda, ortadaki şeyin "milli irade" değil, barajın iradesi olduğunu söylemek doğru değil mi?

Peki bu baraj kimin tercihi? 12 Eylül istikrarcılığının....

Ama 12 Eylül rejimi, MGK'nin Cumhurbaşkanlığı Konseyi olarak sona erdiği 1989 yılında herşeyiyle bitmişti. O tarihten bugüne "istikrarcı baraj"ı ortadan kaldırmaya girişmemiş onca iktidar-muhalefet partisi, bu acayipliğe son vermediklerine göre, 12 Eylül iradesi aynı zamanda onların da iradesi değil mi?

SONUÇ

Günümüzde iktisadi tercihlerde 24 Ocak Kararları nasıl sürüyorsa, 12 Eylül rejimi de öyle sürüyor.

Ortalıkta kaldırılıp kopartılan AKP ve "Tayyip Diktatörlüğü" fırtınası sahte bir fırtınadır. Radikal demokratından sosyal demokratına, milliyetçi demokratından müslüman demokratına, "demokratlar ligi", hep birlikte 24 Ocak - 12 Eylül darbesinin uzamış parçalarıdır.

Bir çıkış yolu bulacaksak, bu gerçekten hareket etmek belki derde gerçek bir çare bulmamıza yardımcı olabilir.









2 Haziran 2015 Salı

LAİKLİK İLE SEKÜLERLİK


Gazeteci soruyor: “Siz sekülerlikten uzaklaşıp muhafazakarlaşıyor musunuz?”

Öyle bir kavramlaştırma ki, soru sanki Türkçe değil! Anlamak ve üzerine konuşmaya başlamak çok zor.

Birincisi, bizim konumumuz ‘sekülerlik’ değil. Altı ilkemizden biri ‘laiklik’, sekülerizm değil. Gazeteci bu iki şeyin “aynı şey” olduğunu mu düşünüyor? Yoksa bizim, dinci düşüncenin bize biçtiği sekülerlik elbisesini giydiğimizi mi varsayıyor!

İkincisi, “muhafazakarlık”tan kasıt ne? Muhafazakarlık günlük kültürel yaşamı temsil eden bir konum değil mi? Bizler pek çoğumuz günlük yaşam ve ahlaki değerler bakımından bal gibi muhafazakarız! Gazeteci muhafazakarlık derken ne demek istiyor?

Gazeteci sorusunu öyle iki uca yerleştirmiş ki, olmadığımız bir şeyden olduğumuz bir şeye dönüşüp dönüşmediğimizi öğrenmek istiyor. İşin içinden çıkmak zor.

O halde kendisine sormalı: “Seküler’den ve muhafazakar’dan kastettiğiniz ne?

Gazeteci şunu kastediyor: Sekülerlik, yani laiklik! Muhafazakarlık, yani İslami dinsel emirlere göre yaşamak.

Ama bize göre sekülerlik laiklik demek değil, muhafazakarlık da dinsel emirle yaşamak değil!

BİZ "SEKÜLER" DEĞİLİZ

Bugünlerde ilk görev ideolojik işgali kırmak. Yani düşünce ve eylemlerimizin kavramlarını ilan etmek; bunların tanımını kendi ellerimizle yapmak.

Biz sekülerizm değil, laiklik ilkesinin sahipleriyiz. Ve bu ikisi aynı şey değil.

Niyazi Berkes Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı kitabında ikisinin aynı anlama geldiğini, ikisinin de ‘dünyevileşme / dünyevileşerek çağdaşlaşma’ demek olduğunu yazdı.

Ama bu durumda daha 1868’de Padişah Abdülaziz’in sekülerizmin devlet tarafından benimsenebileceği görüşünü nereye koyacağız? Seküler düşüncenin tarihsel olarak saltanatla da hilafetle de sorunu olmadığı gerçeğini nasıl açıklayacağız?

Seküler anlayış, ne saltanatı ne de hilafeti engeller. İşte laik değil, seküler İngiltere! Kraliçe, saltanat başta duruyor. İşte seküler Amerika! Hristiyanlığın Evangelizm kolu, siyasette "değerler" temelinde iktidarın ta kendisini oluşturuyor. İslam dünyası için söz konusu olduğunda, zemini "halifeli" rejime uygun kılıyor.

Laiklik ile sekülerliğin nasıl iki başka kavram olduğunu, Aytunç Altındal’ın Devlet ve Kimlik kitabından öğrenmeye başlayabiliriz.

Durumu pek güncel bir olayla da vurgulayabiliriz: Laiklik, cumhurbaşkanlığı makamına aday olanların adaylık ilanı konuşmasına Kutsal Kitap’tan duayla başlamalarını, dini siyasete alet etmek sayar. Sekülerizm ise saymaz.

SİNSİLİĞİN ZİRVESİ

Anlaşılıyor ki, Türkiye’de kozmopolit İslamcılığın ilk derin müdahale alanı, laiklik ilkesini sekülerliğe dönüştürmek olmuş durumda.

Bu müdahale ender olarak açık tartışmayla yürütülüyor. Çoğu zaman ise, “kavramların adlarına takılmayın; laiklik deyip içini sekülerlikle doldurun” hilesiyle yürütülüyor. Sinsilik ve üçkağıtçılık, karşı devrimin bir numaralı ‘entelektüel’ aracı.

Siyasal konum bakımından muhafazakarlaşmaktan kastedilen şey, günlük yaşamın kültürel gelenek – görenekçiliği değil. Toplum ve devlet işlerinin, tüm yaşamın dinsel emirlere göre sürdürülmesini ilke saymak. Bizim verdiğimiz adla “dincilik”.

Şimdi soruyu bir onların dilinden bir de bizim dilimizden soralım:

- Sekülerlikten uzaklaşıp muhafazakarlaşıyor musunuz?

- Laiklikten vazgeçip dincileşiyor musunuz?

Gericilik, laiklik anlayışını sinsice “sekülerlik” yapmış; dinciliği ise muhafazakarlık diye yumuşatmış. İlerici düşüncenin ekseni böyle böyle gericiliğin ana eksenine taşınmış.

DÜŞÜNCELERİN SAVAŞIMINA DÖNMEK

Düşünsel eriyişimiz, pratik siyasette elle tutulacak kadar somut haldedir. Öyle ya, şimdi [belediye başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, 2014] en çok duyulan söz “ilerici – devrimci adaylarla seçim alınamaz; o halde ‘stratejik’ davranalım!” sözü değil mi? Takiyyeciliğin yeni sahipleri var.

Düşüncenin mücadelesi verilmiyorsa, siyasal mücadelede başarı elde etmeyi beklemek boş hayaldir. Bugünkü takiyyeci hareketlerin de, ilkesizliklerin de, ve elbette başarısızlığın da temel nedeni, ideolojik kavgayı şilte kenarlarına sıkıştırmış olmamızdır.

Oysa derler ki ‘zaman seni bir çekemeyenin taşıyla taşlatmadıkça nimetini ortaya çıkarmaz’. Laiklik ilkesi taşlana taşlana, nimetleri bir bir ortaya çıkıyor. Bu, ideolojik mücadele için yaşamın kendisinden aldığımız büyük soluktur.

Ve biz, mızrakların üstüne oturmak zorunda değiliz; bunun için ideolojik mücadeleyi hakkıyla verip bu sinsi mızrakları bir bir kırmak gerekiyor. Demek ki okumak, yazmak, tartışmak gerekiyor. Okuyup yazmak tartışmak zamanı geçti, hadi eyleme hadi harekete diyenlerin, içinde bulunduğumuz sorunları görmekten kaçtıklarını ve bizleri avare kasnağa dönüştürdüklerini görmemiz gerekiyor.


[Bu yazı, Laiklik ve Dincilik başlığıyla, Aydınlık, 13 Temmuz 2014'te yayınlanmıştır. Buradaki yayımda başlıkta ve yazıda bazı değişiklikler yapılmıştır.]