BİRGÜL AYMAN GÜLER’LE GÜNDEM DIŞI SOHBET
15 Kasım 2014, Odatv, Nurzen Amuran
1-Neden siyasete girdiniz? Hedefiniz miydi yoksa getirilen öneri mi ilginç geldi?
Yetmişsekiz kuşağı hep siyaset içindeydi, ben de öyle. “Siyasete girmek”, parlamenter siyaset anlamında ise, bu hedefim değildi, ama zamanıydı. Hem okulda yapmak istediklerim derlenip toplanmıştı, hem de 2011-2015 dönemi anayasa değişikliğinin öne çıkacağı dilimdi. Meclis’te olmak zamanıydı.
2-Siyasete girmeden önce siyaset deyince neyi algılıyordunuz, Meclis çatısı altında yapılan siyaseti farklı mı buldunuz? Mesela sizi en çok şaşırtan neler oldu?
Siyaseti önceden de şimdi de sosyo-ekonomik yaşamın en yoğun anlatımı ve bu yaşamı yönlendirmenin aleti diye anlıyorum. Meclis bir bütün olarak bu tanıma uygun bir yapıya sahip, ancak siyasal partiler düzeninden başlayarak demokratik değil oligarşik. Bunun başlıca nedeni temsildeki eksiklik sanırım. Oligarşik işleyiş, herşeyi ve her kişiyi sınırlandırıyor. Bu da bireysel tavırlar ve parlamenter demokrasi adına memnuniyet vermeyen tablolara yol açıyor.
3-Seçim çalışmaları sırasında halkla iç içe oldunuz. Onların siyasete bakışı daha mı farklı yoksa sizinkine yakın mı?
Sözün tam anlamıyla “halk” dersek, onun bakışı güzel. Seçim kampanyasında “Allah utandırmasın” sözüyle adeta önemli bir yola çıkarcasına uğurlanıyorsunuz. Beklenti geniş açılı; “memleketin iyiliği için çalış” öğüdüne dayalı. Halk sözcüğü içine gömülmüş olan çıkar odaklarının bakışı ise çok farklı. Çekişmeli ve çekiştirmeli, herşey söz konusu odağın çıkarına bağlanmış beklentiye göre iyi ya da kötü.
4-Kente sık sık uğramayan kırsal kesimde yaşayan yurttaşlarımızdan ilginç dersler aldığınız oldu mu? Ya da sizi şaşırtan, yanıtını veremediğimiz sorular yöneltildi mi? Bir kaç örnek verebilir misiniz?
Kırsal kesimde yaşayan aksakal bilgeliği, artık bir Türkiye gerçeği değil. En azından İzmir için değil. Köyler kent merkezleriyle içiçe. Kendisi köyde kalsa da çocuklar ve torunlar artık kent merkezlerinde. Televizyon ve banka kredi sistemi de devreye girerek mekanları bütünleştirmiş durumda.
5-Halkın beklentileriyle, Meclisin beklentileri örtüşüyor mu? Örtüşmüyorsa seçimler sırasında halk nasıl ikna ediliyor? Burada sorun halkta mı, seçimleri kazananda mı, yoksa kaybedende mi?
Beklentiler çoğu zaman örtüşmüyor. Siyasal partilerin vaatleri ile gerçekte yaptıkları arasındaki makas çok açık. Halka beklentilerine uygun şeyler söylüyor, nabzına göre şerbet veriyor; ama bazen tam tersini yapıyorlar. Örnek çok. AKP Türk bayrağı ile geliyor; ardından Anayasadan Türk vatandaşlığını silmeye girişiyor. Ama öyle bir resim veriyor ki, seçmeni “yapar mı, yok canım, yapmaz” hesaplaşmaları içinde gidip geliyor. Aslında, seçimlerdeki vaat broşürleri kredi kartı sözleşmeleri gibi. İhtiyaç çok, okuyanı yok, imzalar basılıyor. “İkna”da vaatlerin, seçim kampanyalarının, ilan-reklamların, “dombra”ların, ev-ev gezmelerin etkisi elbette var. Konjonktürün de etkisi var. Ama “ikna”da mevcut sosyolojik yapı ve ilişkilerin biçimlendirdiği en temel tercihler belirleyici görünüyor. Yoksa AKP’nin kuruluşundan hemen 1,5 yıl sonra, kıl payıyla da olsa iktidara gelmesini açıklamak zor olur. Ya da DSP’nin 1999 iktidarına yükselişini ve sonra bir çırpıda eriyişini açıklamak zor olur.
6-Bakıyoruz siyasi iktidar, yasalarla örtüşmeyen bir karardan söz ediyor. Siz karşı duruyorsunuz. “Bu yasaya aykırı” diyorsunuz. ama bir gecede bile yasaya uygun hale getiriliyor. Çünkü Meclis çoğunluğu onlarda. Yürütmenin emrinde bir Meclis var. Siyasi iktidardan çatlak bir ses çıkmamasını siz sosyal bir bilimci olarak hangi nedenlere bağlıyorsunuz? Sadece bir daha seçilememek mi, korku mu, baskı mı yoksa biat kültürünü atamamış olmak mı?
Nurzen Hanım, siyasi iktidar partisi içinden “çatlak ses” çıkmaması diyerek siz bile itirazda bulunmayı “çatlaklık” diye nitelendirdiniz! Demek ki böyle davranmak pek hoş karşılanmayan bir şey! Şaka bir yana, nedeni davranış sorununda bulabiliriz. Ama sanırım asıl neden, güç dağılımındaki eşitsizlik ve oligarşik yapının kendisinde gizli. Parlamenter siyaset aile – para – örgütlü yapılarla ilişkiler sacayağı üzerinde yükseliyor. Kitaplarda yazılan “fikri ve vicdanı hür bireyler”den oluşan ideal dünyadan uzaklardayız.
7-Tek partinin iktidarda oluşumu mu yoksa koalisyonlar mı demokrasiye daha çok hizmet eder? Koalisyon ortakları kendi parti programlarını uygulayamazlar ama birbirlerini de denetleme şansları vardır, katılıyor musunuz?
İkisi de uygundur. Biri ya da öbürü kötü değildir. Bizde 12 Eylül döneminde koalisyon kötüdür gibi yanlış bir görüş yerleşti, bunun gerçekle ilgisi yok. Dönemin koşullarına göre her ikisi de işe yarayabilir. İktidarın denetlenmesini sağlayan mekanizma, bundan daha çok, iktidar – muhalefet ilişkilerinin sağlıklı işlemesiyle ilgili. Meclis çoğunluğunu elde bulundurmanın “her istediğini yapma” olanağı verdiği açık. Yapabilirsiniz, ama bu güzel rüzgar hem size hem tüm ülkeye fırtına olarak döner. Maliyet, en çok da keyif sahibi için ağır olur. Bu basit gerçeği akılda tutup öyle hareket etmek gerekir.
8-Demokrasiler, siyasal partilerin yapısına ve seçim sistemlerine de bağlıdır. Ancak yıllardır seçim sistemlerinde değişiklik yapılmaması siyasal partilerde parti içi özgürlük sınırlarının, yönetimlerce belirlenmesi, yönetimdekilerin yetkilerinin çok geniş olması, demokrasinin işlerliğini etkilemiyor mu?
Çoğu sorunun kaynağı burada. Nispi temsil yerine çoğunlukçu modeller, türlü barajlarla toplumun temsiline getirilen kısıtlamalar, büyük olan lehine işleyen bu tür mekanizmalar, temsilde yansıma hatasını kabul edilemez boyutlara taşıyor. Temsili demokrasinin temsil boyutunu sakatlayıp kırıyor. Siyasal partilerde üye iradesi adeta yok ediliyor. Karar, seçim, politika oluşturma süreçlerinde kendisine yer bulamayan üye partisine kayıtsızlaşıyor. Sonuçta ortaya tabandan tavana işleyiş yerine grupçuklar arası pazarlık düzeni kuruluyor. Böyle düzenlerde istikrarı sağlamanın tek yolu despotizm oluyor. Parti-içi demokrasi yok, suskunluk ya da disiplin sopası var.
9-Parti içi özgürlüklerin karşısında, parti disiplini her zaman bir tehdit unsuru. Özgürlükler nerede disiplinle karşılaşmalı? Yani parti içi özgürlüklerin sınırı ne olmalı?
Partiler özgürlük alanları olmaktan çok görev – yetki – sorumluluk alanları. Bu alanı da parti hukuku çizer. Herşeye yön veren iki temel ilke var. Birincisi parti ilkeleriyle programına bağlılık. Herhangi bir üye ya da parti yöneticisi, partinin ilkelerine ve programına aykırı düşmüşse, parti disiplini bu aykırılığı görmeyi, göstermeyi, düzeltilmesi için çalışmayı gerektirir. Bunu yapmayan kişi parti suçu işlemiş olur. İkincisi parti hedefleri için çalışırken parti tüzüğünde belirlenmiş kurallara uygunluk. Hangi kararın hangi organca nasıl alınacağı kurala bağlıdır; parti-içi demokrasi de burada ortaya çıkar. Bir makam kendisine verilmemiş yetkileri kullanmaya başlar, diğerlerinin yetkilerini gasp ederse; kararlar ortaklaşa değil keyfi alınırsa; karar sürecinde katılımcılık sağlanmazsa parti-içi demokrasi biter. Meşruiyet (yasallık) bitince meşrutiyet başlar. Yani bir zümrenin ve giderek bir kişinin yönetimi. Bir üye buna karşı çıkmazsa yine parti suçu işlemiş olur.
10- Bu çerçeve bizde yaşananlara pek uygun değil gibi…
Değil gerçekten ve hatta “pek” ve “gibi”si fazla! Çünkü söylediğim, doğru düzen ile bunun bozulması durumu. Asıl mesele, bozulma durumlarında herşeyin birbiriyle yer değiştirmesiyle birlikte ortaya çıkıyor. Örneğin program ve ilkeleri ihlal eden yöneticiler, bunu ilan ve ifşa eden tarafa disiplin sopası gösterebilir. “Kurullar çalışmıyor, katılım sağlanmıyor, kararlarda keyfiyet var” diye yanlışlara işaret edene yine disiplin sopası sallanabilir. İşte bu durumda ortada bir tür Gordion Düğümü var demektir.
11- Kör düğümleri çözmek de zor iş!
Zor ama mümkün. Ve de zorunlu. Biz şöyle bir deneyim yaşadık örneğin. Şikayetlendik, “her kafadan bir ses çıkıyor” diye. Gerçekten kötü bir durum. Hepimiz “tek ses vermeliyiz” dedik. Kimi yönetici arkadaşlarımız “biz demokrat partiyiz, bizde herkes serbestçe konuşabilir” diye durumu savundular. Oysa bu doğru olmaz. Çünkü mesele herkesin serbestçe konuşmasını sağlamak değil. Mesele, herkesin yetkili kurulların düzenli toplantılarında yer almasını, buralardaki kararverme sürecinde hiçbir baskı görmeden serbestçe konuşmasını sağlamak. Kararları ortaklaşa çıkarmak. Öyle olunca “herkes serbestçe konuşmaz”; kararı benimsemese de arkasında durur. Böylece ortak aklın ürünü kararlar tek ses olarak savunulur, güçleniriz. Ama yönetim makamları toplantıları yapmazsa, gündem ve karar oluşturulmazsa, ilgili ve yetkililer karar sürecinin dışında kalırsa, elbette “her kafadan başka ses” çıkar. Bu durumda yönetim kimi suçlayabilir? Hata kendine aittir. Öyle olduğu halde dönüp bir de “sen kamuoyuna konuştun, partiye zarar verdin” derse, bir de üstüne disiplin yollarını açarsa, iş iyice içinden çıkılmaz hale gelir. Oysa sorunun çözümü basit; parti-içi demokrasi! Aşağıdan yukarıya işleyiş, yetkili kurulları çalıştırmak, ortak aklı ve ortak gücü birlikte hareket ettirmek, bu kadar.
12-Parlamentoların da yasama yanında, denetleme yetkisi vardır. Ama işlemiyor. Anayasaya uygunluk açısından çıkan yasaları, başvurulursa yüksek yargı denetler. Meclisi denetleyen de belirli koşullarda yargıdır. İdari açıdan artık denetim yok. Biz bu durumda Meclis demokrasinin simgesi diyebilir miyiz?
Diyebilmek zor. Son çarpıcı örnek, Ankara Milletvekilimiz Aylin Nazlıaka’nın Ankara sularında sorun olduğu ve belediye yönetiminin bu sorunu gidermesi için yaptığı çalışmalar oldu. Ankara Belediye Başkanı bu çalışmaları kişisel ya da muhalif husumet gibi gördü. Basın-yayın kuruluşları da hatta TBMM’nin kendisi de, sorunu gündeme getirenin TBMM üyesi bir parlamenter olduğunu adeta unuttu. Bunun, kamuoyu araçları yoluyla bir yasama denetimi etkinliği olarak görülmemesi, Meclis – İdare ilişkilerindeki kopmanın ürkütücü boyutlarını gözler önüne serdi. Ve tabii, “çoğunluğum var” şımarıklığının yarattığı torba yasacılık; muhalefetin itirazlarına kör kalıp sağır durma; komisyon ve genel kurul çalışmalarını zamana sıkıştırarak elgördülük hale getirme, daha pek çok örnek var. Bunlar adeta TBMM’ni askıya alma uygulamaları.
13-Ülkenin bugününden söz edelim. İktidarın en çok dile getirdiği paralel yapı öz eleştirisi 17 Aralık yolsuzlukları sonrası söylem ve kararlar, Meclis’te okunan milletvekili andıyla örtüşüyor mu? Bu öz eleştiri “biz tek başımıza iktidar olamadık, gizlice koalisyon kurduk. Onlar örgütmüş farkına varmadık” sözü, ”O halde iktidar kimdeydi?” sorusunu getirmiyor mu? Burada suçlu olan sadece cemaat mi ?
AKP’nin 2002-2012 iktidarları, bu yapıyla ortaklık halinde geçti. Bu yılların sorumluluğunu üzerinden “ben yapmadım, o yaptı” diye atma şansı yok. Cemaat yapısına gelince, hiç kuşkusuz Türkiye için büyük bir sorun. Aralarında çıkan çatışma ülkemizin hayrınadır. Bunun gizli, katı hiyerarşik, dış bağlantılı bir yapı olduğu görülüyor. Örtülü her türlü yapı gibi, Türkiye’nin bu ve benzeri yapılardan arınması çok önemli. AKP iktidarlarının eylemleri, başlı başına suç zinciri. Cumhuriyeti tasfiye etmeye kalkışmış bir güç için başka ne denebilir ki?
14-Yargının yasamanın hiçe sayıldığı, ülkemizin tüm kurum ve değerlerinin altüst olduğu bu süreçten kurtulmak için nasıl bir siyasal yapılanmaya ihtiyaç var?
Ülkemiz gericilikle bölücülüğün pençesine düşmüş durumda. Bu karşıdevrim pençesi. Anayasayı değiştirerek geri dönülmez bir noktaya erişme derdinde. 2015 seçimlerini bu özlemle bekliyorlar. İlerici, devrimci, Cumhuriyetçi güçlerin bu beklentiyi boşa çıkarması gerekiyor. Önceliği karşıdevrimi püskürtmeye vermemiz gerekiyor. Bağımsız ve özgür Türkiye’yi, cumhuriyeti ve aydınlık bir geleceği ancak bu başarı üzerine kurabiliriz.
[Odatv, 15 Kasım 2014]
http://www.odatv.com/n.php?n=akp-turk-bayragiyla-gelip-anayasadan-turku-siliyor-1511141200