31 Mayıs 2017 Çarşamba

ŞU 'REFORMLAR' DEVLETE NE YAPAR?


Yapısal reformlar sözü, küreselci neo-con gücün ulusal devleti çözme stratejisinin adı. Küreselcilik çöküp gitmiş; bu ardçı dalga kıyıya vurup duruyor.
*
Söze konu reformların devleti çözmeye odaklanmış ikinci neslinin iş listesi, uzun zamandır hemen tüm ayrıntılarıyla bilgimiz dahilinde.
İlk sırada para politikası var. Ulusal siyasetten bağımsız, küresel piyasa odaklarına bağlı para politikası için Merkez Bankası’nın nihai “bağımsızlığı”. Cumhurbaşkanının bu konuda çok yerinde çıkışları ‘Merkez Bankası’nın bağımsızlığına sözüm yoktur, ama uyarımı yapacağım’ sözüyle noktalandı. ‘Olmaz öyle şey’ sonucuna varamadı.
İkinci sırada temel sektörlerin, reformcuların diliyle ‘hassas sektörler’in yönetimini ulusal devletten ayırmak operasyonu var. Bunların yönetimini ulusal siyasetten alıp sektörün küresel ajanslarına bağlayan 2001 Kemal Derviş doğumlu düzenleyici ve denetleyici kurullarını (üstkurullar) canlandırıp yaymak. Son beş yıldır cilaları ve ‘ulusaldan özerk’ halleri epey sökülse de yerlerinde duruyorlar.
Bakanlık sistemini tasfiye etmek. Bakanlıkları devlet tüzelkişiliğinden çıkarıp her birini özerk kuruluşlara dönüştürmek. 16 Nisan referandumuyla bakanlıkların tümü cumhurbaşkanına devredildi. Bakanlıklara ilişkin tüm yetkilerin cumhurbaşkanına verilmesi, bu hedefin gerçekleştirilmesini mi sağlayacak?
Kamu personel rejimini memuriyetten temizleyip piyasa tipi sözleşmeli istihdam edilen çalışanlardan ibaret bir yapıya çevirmek. Özerk kurumlar, sözleşmeli personel ister. 1990’lardan beri süren, 2005 yılında arşa çıkan bu personel reformu, şimdi yine dillerde dolaşıyor.
Devlet emeklilik sisteminin tasfiye edilmesi ve ilk adımları atılan otomatik bireysel emeklilik rejiminin genişletilmesiyle tüm fonun bu piyasa sistemine aktarılması. Otomatikliği kusurlu olsa da, bu yönde adım atıldığı malum.
Özerkleştirilmiş kamu kurumlarının gelirlerini kendilerinin yaratması hedefi çerçevesinde piyasa kuruluşu haline getirilmesi… Belki de Nihat Zeybekçi’nin geçtiğimiz günlerde “vergi toplama işi özelleştirilmeli” sözü bu damarın atışıydı!
Yönetim yerine kamu yetkilerini aralarında yerli – yabancı ayırım yapmaksızın özel sektör ile sivil toplum örgütleriyle paylaştırmaktan ve zamanla yetkileri bunlara devretmekten başka muradı olmayan “yönetişim”cilik. … Acaba Başbakan Binali Yıldırım’ın prompterden okuduğu konuşmalarında duyduğumuz ‘yönetişim’ lafını, İkinci Nesil Reformcuların danışmanlıklara yerleştirilmiş olduğuna işaret saysak mı!
Ve elbette, bu listenin olmazsa olmazı: Merkeziyetçilik ilkesinin kırılması ve ademi merkeziyetçilikle yerelleşme, bölgeleşme, federalleşme… AKP belgelerinde bol miktarda bulunabilecek bir vaat olduğu hemen herkesin malumu.
*
Yapısal uyum reformları…
Bazı yetkililerin ağzından, şu çökmüş küreselciliğin ekonomi ve yönetim sistemi planına ait parçaları duymak, çoktan durmuş bir motorun sıcaklığını duymak gibi bir şey!
*
Oysa, bu planın tüm yapı taşları eridi.
Bu planın en küçük hücresi, vatandaşı müşteri’ye dönüştürmekti. Türkiye’de hendek kalkışmalarından ve 15 Temmuz işgal girişiminden sonra herhangi bir siyasal iktidarın, özellikle de şimdiki iktidarın halkı ve vatandaşları ‘devletin müşterisi’ derecesine indirmesi artık olanak dışı. Dünya genelinde ise küreselcilik adına ulusal varlıkların aşağılanması devri, pek açık ki kapandı.
Bu durumda yerli – milli deyip, bu yabancı ve gayrımilli kokuşmuş yönetim sistemi planıyla yürümek olur mu? Olmaz.

Ne var ki AKP’de kendileri çoktan tasfiye edilmiş bulunan küreselci kadroların kaleme aldıkları belgeler oldukları yerde duruyor. Neo-con’lar kenarda, ama planları halâ sahnede…
[BAG, Aydınlık, 31 Mayıs 2017]


30 Mayıs 2017 Salı

ŞU 'REFORMLAR' ŞARKISI NE DİYOR?


İktidar partisi 2019 takvimini sistemli biçimde yürütüyor.
Ama en temel politikalar bakımından manzara farklı.
*
İktisat politikaları bakımından hükümetten Mehmet Şimşek ve gazetelerde kimi ‘ekonomi yazarı’ etiketli kimseler, ‘reformlar’dan söz ediyorlar. Bunlar ne ‘reformlar’ı?
*
Anlaşılıyor ki, kastedilen reformlar, Ahmet Davutoğlu’nun Kasım 2014’te başında olduğu hükümetin Yapısal Dönüşüm Paketi olarak ilan ettiği, bir yıl sonra 2015’te yine Kasım ayında hükümetinin yol haritası olduğunu söylediği, o zaman 2019’a kadar başbakan olacağı sanılan Davutoğlu’nun piyasaları memnun ettiği vaatler. İngiliz Financial Times gazetesinin piyasalarda reform yapma sözü diye beğenerek özetlediği şeyler.
Davutoğlu hükümetlerine ait olan o yapısal reformlar Ali Babacan damgası taşıyordu. Babacan bunlara “İkinci Nesil Ekonomi Reformları” diyordu. Bunun ilk nesli 1980 – 2000 arasında idi. 2000 geçiş süreci dersek 2008 krizinden sonra ikinci nesil reformlar lafı ortaya çıkmıştı. Buna “İkinci Washington Uzlaşması” diyenler de var. Kısacası küreselci kuvvetlerin işleri toparlama derdiyle giriştikleri, sonuçta yine ulusal devleti çözecek olan işler. Bizde 12 Eylül’le başlayan ‘reformlar’ birinci kuşak idi; 2001 Kemal Derviş programı birinciden ikinci nesle ‘geçiş’i temsil etmişti. Babacan’ın sözünü ettiği atak, Derviş’le başlayan bu süreci tamamlamaktan başka bir şey değildi.
Yabancı ve gayrı milli programa devam!
*
İktidarın 2019 takviminin gerisinde piyasaları coşturup halkı borç verenlerin ipoteklerine ve Türkiye’yi daha da derin bağımlılık batağına gömen, küreselcilik artığı o reformlar mı var?
*
Kısaca ‘reformlar’ deyip geçilen bu şey, çöküp gitmiş küreselcilikten arda kalmış bir garabettir.
Mali disiplin; parasal disiplin; yani kamu yönetimini ve kamu hizmetini daraltmak, kamu kurumlarını siyasetten ayırıp piyasalara bağlamak amaçlı devlet reformu… Şirketlerin finansmana erişimini kolaylaştırmak; yani kredi verenin ipotek haklarını genişletmek gibi yollarla küresel para satıcılarını kollamak, ulusal özel sektörde borçlanmayı malı mülkü ipoteğe vererek teşvik etmek … İşgücü piyasasında maliyetleri düşürmek; yani ücretleri bastırmak ve iş güvencesini daha da sınırlandırmak…
*
IMF’siz Türkiye’deki IMF’ci yerliler, yerlilik ve millilik görüntüsü altında, belli ki iktidarın önüne derli toplu büyük plan koyabilen tek aktör biziz nasılsa! deyip işlerini yürütüyorlar. Elbette onlara bu yetmiyor. Bir zamanlar olduğu gibi isimleri ve cisimleriyle yine dümene geçmek için didinip duruyorlar.
*
Bu ‘reformlar’ için daha 10 yıl önce “toplumun geniş kesimlerinde davranış değişikliklerine yol açacağı için, geniş bir toplumsal mutabakat önkoşuldur” diye açık açık yazmışlardı. Reformlarının uygulamaya konan parçaları “çözüm süreci” başta olmak üzere “düzenleyici ve denetleyici kurulculuk”, “bağımsız merkez bankacılığı” ve “yeni anayasa” parçaları türlü bunalım görüntüleri altında büyük maliyetlerle reddedildi.
Artık IMF’siz IMF’ciliğe karşı Türkiyeci bir yanıtın yükselmesi şart.
*
Peki böyle bir yanıt var mı?
19. yüzyılın İngiliz serbestçisi, yabancı ve gayrımilli Ohannes programı ortalıkta halâ kol geziyor. Hatta iktidarın masasına yayılmış, gazete köşelerinden akıl hocalarıyla destekleniyor.
Ne iyi ki bunun garantörü IMF niyet mektupları ve koca Türkiye’ye halatını geçirmiş AB ‘çıpası’ yok. Dolayısıyla içerideki temsilcileri de eskisi gibi özgüvenli değiller.

Ama panzehir, dertleri toptan çözecek ulusal kalkınmacı Akyiğitzade programı nerede? İşte asıl mesele burada, gönüllüsü çok da o büyük paket ortada yok.

[BAG, Aydınlık, 28 Mayıs 2017]

23 Mayıs 2017 Salı

TAKVİM GİBİ DURUM DA SIKIŞIK


Anayasa değişikliğinin geçici 21. maddesi, cumhurbaşkanı ile milletvekili seçimlerinin aynı gün yapılmasını ve yeni düzenin ilk seçiminin 3 Kasım 2019 günü gerçekleştirilmesini öngörüyor. Ama TBMM karar alacak olursa tarih öne çekilebilir. Böyle bir durumda iki seçimin birlikte yapılması yine zorunlu.
Yani şu demek ki, 16 Nisan 2017 referandum sandığından çıkarılan yeni anayasa hükümleri, 3 Kasım 2019’dan önce de yaşamımıza girebilir. En çok 2 yıl 4 ay…
*
Bunları pazar günü bu köşede yazdım. Şimdi Güncel Türkiye Takvimi’ni biraz daha ayrıntılı hale getirelim.
*
Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerinden önce ülke çapında yerel seçimler var. İl genel meclislerinin, belediyelerin, köy ve mahalle muhtarlıklarının beş yıllık görev süresi 2019 yılının başında, Mart ayında doluyor. Bu durumda 2019 yılı, her yanı kuşatacak seçim havası solumak anlamına geliyor. O halde, hesaptan 2019 yılını tümüyle düşün; en çok 1 yıl 6 ay…
Yaşadıklarımızdan biliyoruz ki, genel nitelikteki seçimler, yasal olarak seçimin yapılacağı tarihten bir yıl önce, fiili olarak ise son altı ayda toplumun, bürokrasinin, siyasetin ana hareket güdüsü olur. Gerçekçi analiz, uzun dönemli programlama, doğru hareket, ahlâklı duruş üzerine her söz ve her uyarı, karşısında “dur şimdi, zamanı mı, seçimler var!” diye bağrışan sonuca odaklanmış son yüce başarı avcılığını bulur.
Demek ki, Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşının 100. yılına ve tepeden tırnağa bütün siyasal karar verme makamlarının belirleneceği 2019 yılına doğru doğru düşünce – doğru eylem üzerine söz edebilmek için altı aylık bir zaman dilimi var. Haydi üzerine bir altı ay daha koyalım! Ama bu ikinci dilimin o ‘son yüce başarı’ avcıları tarafından kolayca teslim alınabilecek bir süre olduğunu akılda tutarak…
*
Takvim sıkışık…
İktidar partisi 2019 takvimini başlattı. Kurultayını yaptı. Cumhurbaşkanı partinin genel başkanı oldu. Merkez organlarını seçti. Bu merkez şimdiden, il ve ilçe örgütlenmesini yenilemekle görevlendirildi. Bunlara “unutmayın ha! bundan sonraki seçimlerde yüzde 50+1 oy almak zorunlu” hedefi kondu; yerel seçimlerin cumhurbaşkanı ve TBMM seçimleri için büyük hazırlık olarak görülmesi gerektiği hatırlatıldı. Partideki yeni yapı, bugün yarın, hükümette yenilenme ile tamamlanacak.
*
Ya muhalefet partileri?
Muhalefet partilerinde ışıklar bile yanmıyor.
Bu sallanma, anayasa oylamasında yüzde 48.59 oranında “hayır” diyen ve en temel ilkelerde birbiriyle yan yana gelmezlerden bir cephe imal etme hayali içinde yürüyenlerin 2. Ekmeleddin Vak’asına doğru uzanma tehlikesinin sinyallerini veriyor. Ortalıkta AKP’den yüzde 10’luk bir dilim koparıp, kopukların başı çekecekleri ve CHP ile HDP’yi bu sahte önderliğin tabanı yapma hayali kuranlar belirdi.
*
Bir kısım yorgun muhalif, Birinci Ekmeleddin Vak’asında olduğu gibi sürüklenmeye hazır olarak açık arazide bekleyişteler.
Ama bu kapalı siyasete ‘siz en sonunda bana bile Erdoğan’a oy verdirteceksiniz!’ diye isyan eden o kadar çok ki, karanlıkta iş görme usulü besbelli işe yaramayacak.
*
Peki ne?
Sözde pragmatik, özünde karanlık kapı arkası siyasete karşı etnikçi, ümmetçi, sömürgeci kuvvetlere karşı Türk ulusunun egemenlik ve bağımsızlık hakkının sahibi olduğunu ilan eden ilkeli siyaset…

Bunu yapabilirsek ne alâ!

GÜNCEL TÜRKİYE TAKVİMİ


Referandum sonuçları, 27 Nisan 2017 günlü Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlandı. Yayımlanan metin Yüksek Seçim Kurulu’nun 633 sayılı kararı. Buna göre yurt içi katılım oranı %87,45, yurtdışı katılım oranı ise %44,60 düzeyinde. Yurt dışı, yurt içi ve gümrük toplamında hesaplandığında katılım %85,53.
Geçerli oyların %51,41’inden ‘evet’, buna karşılık %48,59’undan ‘hayır’ yanıtı gelmiş ve MHP destekli AKP önerisi olan anayasa değişikliği yürürlüğe girmiş bulunuyor.
*
Yürürlüğe giren anayasa değişikliği metni, Resmi Gazete’de daha önceden, 11 Şubat 2017’de yayımlanmıştı; bir kez daha yayımlanmasına gerek yok. Anayasa değişiklikleri referandum sonuçlarının kesin olarak ilan edildiği 27 Nisan 2017 günü yürürlüğe girmiş oldu.
*
Kamuoyuna yaygın biçimde malum olan ilk sonuç, cumhurbaşkanının ‘partili’ hale gelmesi oldu. Referandumda Anayasa’nın 101. Maddesindeki “cumhurbaşkanlığı seçilen kişinin varsa partisiyle ilişiği kesilir’ hükmü kaldırılmıştı.
Cumhurbaşkanı, 2 Mayıs günü AKP üyesi oldu.
Şimdi, olmaması gereken bir adım atılacak. Cumhurbaşkanı aynı zamanda parti genel başkanı olacak. Devletin, milletin, ordunun başı, çok partili siyasal rejim içinde “bir” siyasal partinin genel başkanlığı unvanını da üstlenecek. Makamların doğasına aykırı olan bu iş, siyasal – yönetsel ilkeler bakımından olduğu gibi uygulama bakımından da doğru değil. Önümüzdeki günlerde bunun nasıl dertli bir sorun kaynağı olduğunu yaşayarak göreceğiz.
*
Referandumla bağlı olarak üç değişiklik adımı daha atıldı.
Yapılan anayasa değişikliğiyle birlikte Hakimler ve Savcılar Kurulu üyeliğine atamalar yapıldı.
Milli Savunma Bakanı’nın askeri yargıyı tasfiye çalışmaları başladı.
Referandum sonuçları henüz kesin olarak açıklanmamışken, seçimlerle ilgili yasalarda yapılacak değişiklikler için Adalet Bakanlığı’nın görevlendirildiğini öğrenmiştik. Adalet Bakanlığı cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi, seçimlerin temel hükümleri, siyasi partiler, hakimler savcılar kurulu, uyuşmazlık mahkemesi, askeri ceza konularını düzenleyen 7 yasada 144 değişiklik yapılacağını duyurdu.
*
Değişikliğin geçici 21. maddesi önemli madde…
Bunun (F) paragrafında, kanun hükmünde kararname, tüzük, yönetmelik gibi düzenlemelerin hükümlerine 2019’da yapılacak seçimlere kadar uyulacağı; ama bunların o zamana kadar iş başında kalacak Bakanlar Kurulu tarafından yürürlükten kaldırılabileceği yazıyor.
Herhalde en hummalı temizleme bu hüküm çerçevesinde olacak. Çünkü, şimdiye kadar bunları çıkarmış olan Bakanlar Kurulunun kendisi, 2019’dan itibaren olmayacak. Bakanlar ise siyasal değil atanmış teknikerler haline dönüşmüş olacak. Sayılan metinlerin hepsinin yeni sahibi artık cumhurbaşkanı. Mevcut mevzuatın yerini onun çıkaracağı kararnameler ve onun emriyle yön alacak yönetmelikler alacak.
Demek ki yalnızca yeni yapılacak düzenlemelere değil, ortadan kaldırılacak olanlara da özel bir dikkat gerek.
*
Bütün bunlar geçiş hükümleri. Bugünden başlayıp 27. Dönem TBMM seçimlerine kadar geçecek süre içinde olup bitecekler. Elbette bir de yapılacak seçimlerden sonrası var.
Yine geçici 21. madde, cumhurbaşkanı ile milletvekili seçimlerinin aynı gün yapılmasını ve yeni düzenin ilk seçiminin 3 Kasım 2019 günü gerçekleştirilmesini öngörüyor. Ama TBMM karar alacak olursa tarih öne çekilebilir. Böyle bir durumda iki seçimin birlikte yapılması yine zorunlu.

Yani şu demek ki, 16 Nisan 2017 referandum sandığından çıkarılan yeni anayasa hükümleri, 3 Kasım 2019’dan önce de yaşamımıza girebilir. En çok 2 yıl 4 ay…


14 Mayıs 2017 Pazar

ŞİMDİ PLANLAMACILIĞIN TAM ZAMANIDIR


Küreselcilik çöktü. Patronları şurada burada mevzi tutmak için koşuşturma içinde.
Küreselcilerin dünya parlamentosu, dünya hükümeti ve şimdiki ulus-devletlerin birer şube derecesine indirilmesi esaslarına dayanan yeni dünya düzeni hesabı tutmadı. Mal ve hizmet serbestleşmesi adını verdikleri yayılmacılık, azgelişmiş ülkelerin üretim güçlerinin toptan yok edilmesine neden oldu. Attıkları ok, kendilerine “göçmen sorunu” diye döndü. IMF’nin adeta soluğu kesildi. Dünya Bankası, ulusal devletleri çözmekten başka bir anlama gelmeyen “yapısal uyarlama reformculuğu” günlerini hatırlayıp iç geçiriyor. Şimdilerde kendini ‘kamu-özel-ortaklığı’ adını verdiği ulusal devlet – yabancı sermaye ortaklıklı imtiyaz projelerine hasretmiş, küresel sermaye için nefes boruları açmaya çalışıyor.
Devletler yine yaşamın merkezindeler.
Hem kendi ülkelerinde, hem de uluslararası ilişkiler arenasında…
*
Küreselcilik, karar mekanizmalarını öyle uzağa taşıyordu ki, insanlar kendi kaderlerine kimlerin karar verdiğini bile göremez hale gelmişti. Ülkeler “açık sistem”, karar masaları büyük para sahibi elitlerin “kapalı devre”si oldu. Öyle kapalı bir devre ki, biraz genişçe toplanmak zorunda kaldıklarında, dünyanın ulaşılması güç adacıklarında toplanmaya başlamışlardı. Kapalı devre çalışma düzeni, bunların işbirlikçisi olan “insan hakçı, sivil toplumcu, azınlıkçı” iktidar sahiplerini de sardı. Avrupalılar, AB ile ABD arasında imzaları atılan TTIP adlı serbest ticaret anlaşmasında neler görüşüldüğüne ilişkin haber ve bilgi alabilmek için sokaklara dökülmek zorunda kaldılar. Ortadoğu, Afrika, Asya ülkeleri küreselci demokratlığın işgalci karakterini yaşayıp öğrenmişti. Avrupalılar da yasakçı ve emredici karakterini öğrenmiş oldular.
*
“Ulus-devletler, milliyetçilikler dünya savaşlarının sebebidir” diye bilgiçlik yapan küreselcilik, hem dünyadaki büyük yoksulluğun hem de hiç sönmeden yanan savaş ateşlerinin gerçek sebebinin kendisi olduğunu gizleyemez oldu. Hepimiz bir kez daha yineledik ki, kötülüklerin sebebi, sömürgeciliğin klasiği, yenisi, küreseliyle emperyalizmin kendisi…
Ve şimdi otuz yıldır duymadığı sesleri duyuyor: Uluslar ve devletler yapar!
*
Şimdi dünyaya cennet kapıları açılmış değil elbette. Ama Türkiye’ye, özellikle bizim gibi ülkelere ve tüm insanlığa bir fırsat daha doğmuş durumda. Bağımsız ve kalkınmış bir ülkeye sahip olmak için derin bir nefes alma, o nefesle daha iyi bir geleceğe uzanma fırsatı…
Bu fırsattan yararlanmanın tek etkili aracı var: Planlama.
“Stratejik” denen IMF planlaması değil. “Sonuç odaklı” piyasa projeciliği değil. Amaç odaklı, iktisadi bağımsızlık amacına odaklanmış bir planlama. Kapsayıcı iktisadi ve toplumsal planlama.
*
Sorun, 1930 yılından bu yana elde edilmiş büyük planlama birikimimizin 1947-50’de Marshall-Truman’a; 1960’larda canlandırılmaya çalışılan birikimimizin Dünya Bankası’na; ve 1985 yılından başlayarak da planlamayla yürümenin küresel sömürgeciliğin yapısal uyarlamacılığına kurban edilmiş olması…
2011’den beri Devlet Planlama Teşkilatı yok. Kapandı! Ulusal kurumsal birikim havaya savruldu. 2014-2018 dönemini kapsayan Onuncu Plan, sözde plan! Planlamayı bölge idarelerine, kalkınma ajanslarına havale etmiş bir laf kalabalığı.
Şimdi büyük bir onarım gerek.
*

Bizde “serbestleşmeci”lerle bağımsızlıkçıların kavgası çok eskidir. Sömürgeleşip zenginleşme hayali kuranlarla büyük iktisadi kalkınmacıların kavgası çok heyecan vericidir. Bugünler, bu kavganın geleceğimizi bir kez daha biçimlendireceği günler…
[BAG, Aydınlık, 14 Mayıs 2017]


9 Mayıs 2017 Salı

GÜNÜN ve YARININ ASIL MESELESİ…


Sandığa girmemesi gereken yalap şalap bir anayasa değişikliği sandığa girdi. Egemenlik yetkisi oylandı ve referandumculuğun yüzde 49-51 kapısına sıkıştırıldı.
Oylama gerçekten de bu orana sıkıştı. Ama ne çare? Referandum dediğiniz yüzde 49 – 51! Bir taraf yüzde 80 de alsa yüzde 60 da, mesele yüzde 51’e kilitli. Ellibiri bulan referandumu alır. Öyle de oldu. Yüzde 49, ardında iki çaresizlik bıraktı. Mühürsüz pusulayla çıkış bulma umutsuzluğunu ve bambaşka gerekçelerle ‘hayır’ diyenlerden bir ‘hayır partisi’ çıkarma samimiyetsizliğini. Sayım suyum direnişçiliği, AB ile ABD başta gelmek üzere, diğer ülkelerin başları sonuçları kabul etme işaretleri verince söndü. ‘Hayır partisi’ samimiyetsizliğinden ise geriye, daha 17 Nisan günü, chp-hdp çatısı kotarma gayretkeşliği ile Ekmeleddin fırsatçılığı kaldı.
Şimdi mi?
*
Şimdi siyaset tepeden tırnağa yeniden şekillenecek.
Partilerin tümü kendi paylarına düşen herşeyi yaşayacak. Ama asıl mesele partilerin ve siyasal hareketlerin neler yaşayacağı değil.
Asıl mesele, daha bu referandum oylaması gündeme geldiğinde bekleme sırasına geçmiş olan ikinci adımın kendisi.
İkinci adım, bu referandumla halledilen egemenlik yetkisinden sonra, Türk ulusuna ait olan egemenlik hakkının oylamaya koyulması. Türk ulusunun egemenlik hakkının anayasadan silinmesi ve ortadan kaldırılması.
*
Az önce, partili cumhurbaşkanının ilk konuşmasında bu hedef yerli yerine yerleştirildi. Partili cumhurbaşkanının “kimse ikinci sınıf vatandaş olmayacak” sözü, bizim aklımızdaki yurttaşlar arasında yalnızca kanun karşısında değil, aynı zamanda toplumsal yaşamda da eşitlik gerektiği inancının ifadesi değil.
Bu, “Türk etnisite adıdır; ümmetin bu etnisiteden olmayan parçaları ikinci sınıfa itilmiştir” anlamına geliyor. Bu söz, sosyal ve dinsel bir değerlendirme olmakla sınırlı değil. Söyleyen kişinin makamı ve güttüğü siyaset nedeniyle siyasal bir değerlendirme. Anlamı açıktır: Şimdi sıra, 1920’den bu yana Türk Milleti’ne ait olan egemenlik hakkının anayasal olarak ortadan kaldırılmasında…
*
Önümüzdeki dönem, bu büyük soru üzerine yükselecek.
Ulus-devletin, yani Türk vatandaşlığının ve Türk Milletinin egemenliği rejiminin sona erdirilmesini isteyenler adım atacak. Önerileri de hazır. O öneri, ulusal egemenliğe karşı “çok-milletli ümmetî egemenlik” önerisidir ki, yeni egemenin adı bile bellidir. O ad, çözüm süreci adı verilen teslimiyet boyunca yapılan pazarlıklarda bulunmuş, “Türkiye milleti” diye bir ad üzerinde anlaşma yapılmıştı.
Doksan yıllık reklam arasını kapatmak meselesi…
*
Önümüzdeki dönemin asıl meselesi, ulus-devlet mi yoksa çok-millet mi sorularının sonuca bağlanmasıdır. Tek-millet sözünde toplanan siyaset, çok-milletliliği ümmetî sıfatta birleştirmekten ibarettir.
Peki, laik devleti ve laikliğin tek mümkün zemini olan ulus-devleti savunacak olanlar nerede? “Ümmetî devlet” kimliğinin Türkiye’nin birliğini sağlama potansiyeline sahip olmadığını söyleyecek olanlar? Bu hayalin ülkemizi etnikçiliğe ve mezhepçiliğe boğacağını; Türk Milletinin egemenlik hakkına el uzatılamayacağını; ulusal egemenliğin üniter devlet için şart olduğunu söyleyenler nerede?
*
Evet, siyaset yeniden şekillenecek. Ama “asıl mesele”yi es geçen her şekillenme, çıkışı değil dağılışı besleyecek. Bugünkü iktidara herhangi bir nedenle karşı olanların birliğini çözüm sanmak, dağılışa kılıf aramaktan daha fazla bir anlam taşımaz.

Günün getirdiği, siyaseti şekillendirmekten öte, “asıl mesele”yi gören gerçek bir omurga üzerinde kurma görevidir.