31 Ekim 2018 Çarşamba

AVRASYA’YA DOĞRU


Bölgecilere, etnikçilere, ümmetçilere, her türlü liberale karşı, Türkiye yüzünü 21. Yüzyıldaki yönüne dönmüş durumda. Bu kaçınılmaz yön, Avrasya’dan başka bir şey değil. Dr. Volkan Özdemir’in, Batı iş dünyasının yayın organı Bloomberg kaynağından seçip paylaştığı bir grafik var, aklın gereğini gösteriyor.
Buna göre önümüzdeki beş yılın sonunda dünyada iktisadi büyümenin yarısı BRICS ülkelerinde (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) olacak. Dünya ekonomisine Çin %28, Hindistan %16 katkıda bulunmuş olacak. Dünya ekonomisinde Brezilya %1.8, Rusya %1.6 yer alacak. Bunların karşısında Atlantik’in batı yakasında ABD %9 pay alır deniyor. Atlantik’in doğu yakasında eski imparatorluklardan Almanya %1.7,  İngiltere ile Fransa %1.3…
Türkiye’nin beklenen katkı oranı %1.3. Hiç fena değil.
2022-2023 yılında dünya ekonomisindeki büyüklükleri okuyan Dr. Volkan Özdemir “diğer Asya ülkeleri de göz doldururken, AB’nin toplam katkısı %5’in altında! Bunu bile bile size yine de Türkiye’nin geleceği AB’de, “yaşasın Gümrük Birliği” derler… Demezler mi?” diye soruyor.
Derler… Ve Türkiye’ye zaman kaybettirmeye devam ederler.
Eğilim bu kadar açık rakamlara dökülünce bu gerçeği görmezden gelmek artık mümkün olmadığı için, sözlerini bu sefer “tamam da mesele ekonomi değil demokrasi!” diye sürdürürler. O eski kısır tartışmaya sarılırlar: “Demokrasi mi kalkındırır, kalkınma mı demokratikleştirir?”…. Irak’ta El Garip, Amerika’da Guantanamo’da yükselen büyük demokrasi!
*
Oysa artık gelmeye başlamış olan yeni zamanın gerçeklerine odaklanıp onları çalışmak ve düşünmek gerek.
Türk Milletinin egemenlik hakkına ve yetkisine saldırılara karşı her zaman uyanık olmak ve Avrasya’da yükselen gelecek dünyayı sarıp sarmalamak.
Doğu Avrupa’yı, Balkanları, Rusya’yı, Türki cumhuriyetleri, Pakistan’ı, Hindistan’ı, Çin’i ve elbette İran’ı günü gününe izlemek, bu toprakları kavramak…
Tanımak değil. Bu dünyayı “tanıma” aşamasını geçtik. Yer yer “ben egzotik birşeyler bekliyordum, ama bizden şeyler buldum buralarda?!” şaşkınlığı bitti artık. Şimdi geldiğimiz aşama, sistemli ve kapsamlı bilgi üreterek Avrasya’yı kavrama aşaması. Bu kocaman coğrafyayı, muhteşem tarih ve kültür dünyasını, iyi bir işbölümü ve kurumlaşmayla çalışmamız gerek.
*
Bu çaba için ortam hazır.
Çok değil, daha beş yıl önce milli bayramlara deyim yerindeyse yasak gelmişti. Üzüntümüz büyük oldu. Ama mücadelemiz de büyüktü. Türkiye’nin ve dünyanın koşulları, haklılığımızı ulusal hak ve yetkilerimizi reddedenlerin adeta gözlerine soktu. “Ulus-devlet bitti, uluslar düştü” diye kitaplar döşenenler suspus oldular. Kendilerini şuradan buradan gösterme gayretinde olanların maskeleri yüzlerinde zor durur hale geldi.
Milli bayramlara “kabilecilik olmaz, kabilecilik dinimizce yasaktır” diye sırt dönenler, işin başka türlü olduğunu bir daha unutamayacak biçimde öğrendiler. Sonunda Cumhurbaşkanı, Anıtkabir özel defterine kimin temsilcileri olduklarını yazdı. “Aziz Atatürk”, dedi “Cumhuriyetimizin ilanının 95. Yıl dönümünde Türk Milletini temsilen huzurundayız”. Makamına yakışanı yaptı. Televizyonlar mesajın bu paragrafını ısrarla görmeyip izleyicilerine aktarmasalar da fark etmez. Yakışan söz, her ilgiliye ulaştı.
Bağımsız Türkiye’de, Türk Milletinin egemenlik hakkına ve yetkisine gölge düşürme cüreti gösteren densizliğin sona ermesi, 21. Yüzyıla hazırlanmanın olmazsa olmaz şartıydı. Bugünlerde gözlemliyoruz ki, Türkiye benliğinin bir kez daha farkına vardı. Bundan sonrası, benlik-kimlik krizlerini aşan Türkiye için, hani derler ya, “çocuk oyuncağı”.

[BAG, Aydınlık, 31 Ekim 2018]

24 Ekim 2018 Çarşamba

LİBERALLER


Bölgeciler toprakta eyaletleşme, etnikçiler toplumda çok-milletlilik isterler. Liberaller, bunların hamileridir. Aferin, işte böyle, parçalanın ve dünyaya/küresele bağlanın derler. Bizim buralardan bakılınca muhafazakar/neo-muhafazakar denen Reagan-Bush-Thatcher’lar ile demokrat denen Clinton – Obama – Blair’ler hep aynı torbada yer alırlar. Liberal torba…
*
Liberaller, yani tüm fraksiyonlarıyla Atlantikçiler, yaklaşık kırk yıldır konuşuyorlar. Bizde aynı sürede girişmedikleri operasyon kalmadı. Türkiye’de oyunları 24 Ocak 1980 kararlarıyla başladı. Bu kararları uygulamaya geçirmek uğruna, oğlanları 12 Eylül darbesini becerdi. İktidarlar geldi gitti, her bir iktidarla birlikte siyaset dünyamızın serbest piyasaya –Atlantik merkezine- bağlılığı adeta imana dönüştü. Önce devletçilik tu kaka edildi, sonra karma ekonomi kötülendi, ardından sosyal piyasa ekonomisi diyenler korkak ilan edildi, nihayet murada erişildi. Şimdi Türk siyasetinde dağ taş “serbest piyasa ekonomisine bağlıyız” diye inliyor. Demokrasiye bağlıyız, hürriyetçiyiz, iyi yönetim diyoruz –yani artık herşeyimizle bu dünyanın liberallerindeniz! Sağından soluna, buna biat etmeyen yok gibi…  
*
Liberaller, ilk adımı 1980’li yılların hemen başında bizim ülkede atılan yapısal uyarlama reformu siyasetinin sahipleridir. Yapısal reformlara Türkiye’de başlayıp Güney Amerika, Afrika, Asya ülkelerinde devam ettiler. Yapısal reform darbelerini, ta 2008 yılına kadar, çerçeveyi de hedefleri de değiştirmeden sürdürdüler.
Sonuç acı oldu.
Biz ve bizim gibi ülkeler, ithal ikameciliği bırakıp ihracata dönük sanayileşmeye geçerek, sınırları-gümrükleri kaldırıp ülkeyi açık pazara dönüştürerek, yani o meşhur deyişle “dünyayla bütünleşerek” zenginliğe kavuşacaktık.
Zenginleşmekle de kalmayacaktık. Aynı zamanda demokrasiye ve barışa da kavuşacaktık. Adeta çifte kavrulmuş lokum! Çünkü biz ve bizim gibi ülkeler kendi başlarına bırakılınca hep diktatörlük üretiyorduk. Oysa “dünya”ya açılınca “dünya” bizi denetimi altına alacak ve otoriter-totaliter-diktatörlük üreten damarlarımızı hareketsiz kılacak, demokrasi üstümüze boca edilecekti. Hele var ya, bir de AB’ye üye olursak… AB üyeliği “kendi başımıza beceremediğimiz artık iyice ortaya çıkmış olan demokrasiye kavuşmanın garantili sistemi” idi. Hepimizin bildiği hikayeler…
*
Gelin görün ki üretken gücümüz çöktü. Kısır tohumlama, kimyevi gübreleme, üretime kotalamalar sonunda tarımda bile... Eşitsizlik artışı öyle hızlandı ki, bizi bırakın, yapısal reformcular durumdan kendileri korktular.
Liberallerin ürettiği demokrasi BOP, Arap Baharı, Renkli Devrimler, Libya’nın, Irak’ın açık işgali, Somali, Sudan, ve daha nerelerin parçalanışı oldu. Irak’ta El Garip Hapishanesi, Guantanamo’da liberal işkencehane, belki de herşeyin özeti…
Hikayenin berbat sonu da hepimizin bildiği şeyler.
*
Asıl söylemek istediğim şu…
Liberaller, 2008’den beri meşruiyetlerini yitirdiler. En güçlüyü koruyan, zayıfı ezen sözde çok-taraflı ticaret anlaşmaları da, ardından örmeye çalıştıkları TTIP’leri de battı. Ulusların çöküşü geldi çattı! diye attıkları naralar gök kubbede asılı kaldı. Yoksullaşma, katlanan eşitsizlik, parçalanan ülkeler, söndürülmesin diye uğraştıkları yerel ve bölgesel savaş ateşleri, nihayet güzelim Akdeniz’i Ege’yi mülteci bebeklere mezar eden kibirli yapısal reformlar siyasetini savunacak halleri yok artık.
Bugünlerde dikkatimizi çeken şu ki, meşruiyet yoksunu liberaller, Atlantik merkezlerinin gücünü tazeleyebilmek, kendilerini yeniden var edebilmek için epeyce gayretteler. Bu cenahtan kimilerinin Atatürk’ten dem vurmaya başlamış olmaları, gerçekten tuhaf. Tuhaf, çünkü Atatürk Türk Öğün, Çalış, Güven diyen bir ulusal önder; küreselci liberaller ise bırakınız yapsınlar, bırakınız yönetsinler diyen küresel aktör ve işbirlikçiler…
Bakalım neo-liberaller Atatürk’le aldatmayı başarabilecekler mi? Hiç sanmıyorum ama izleyip görelim.
[BAG, Aydınlık, 24 Ekim 2018]

21 Ekim 2018 Pazar

ETNİKÇİLER


Bizde bölge yönetimi heveslileri hiç eksik olmadı. Önceki yazımda bunları yazdım. Bölgeciler, peşinde oldukları şemayı kurabilseler, ortaya çıkacak olan şey eyaletlere ayrılmış, yani “ülkesi bakımından bölünmüş” federal bir Türkiye’dir.
Bölgecilerle at başı iş gören etnikçiler de hiç eksik olmadı. Etnikçilerin şeması, bölgecilerle paslaşarak kurulur. Ama onlar başka bir boyutu işleyip dururlar. Gözlerini toprak üstünde bölme operasyonlarından, insanlar arasında bölünmeye yani “milleti bakımından bölünmüş” bir Türkiye yaratmaya çevirmişlerdir.
Bölgecilerin federal şemaları yediden yetmiş yediye herkesçe gözde canlandırılır da, etnikçilerin şemaları bir türlü gözde canlanmaz. Zaten onlar da nihai hal anlaşılmasın diye ellerinden geleni yaparlar.
*
Siyasi egemenin Türk Milleti ve ulusal-resmî dilin Türkçe olması, onlar için tek renkliliktir, öbür renklerin inkârıdır, ırkçılıktır, faşistliktir, vb. vb. İşin bu yönü yeterince açık biçimde biliyor.
Önerileri de vardır.
Türk Milleti değil Türkiye Milleti dense, iyi yönetim gelir. Türkçe tahtından edilse, anadillerde eğitim gelse, yani etnik dillere anayasada resmî statü verilse, kötü yönetim biter. Anayasa’da devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkese Türk vatandaşı değil de, TC vatandaşı – Türkiye vatandaşı dense ya da Türk lafı silinip sıfatsız niteliksiz sadece “vatandaş” dense özgürlük ve barış devri açılır. Yeter ki ülkemizde milleti bakımından Türk’lük sıfatını terk edelim.
*
PKK/HDP tarafı buna ‘demokratik millet tanımı getirmek’ der.
Parlamentodaki siyasi partilerin topu - AKP’si, CHP’si, İYİP’i, Saadet’i resmi belgelerine, aynı anlama gelen, anlamı etnikçilerin öneriler manzumesinden ibaret olan ‘anayasal eşit vatandaşlık’ formülünü yerleştirir.
Okullardan Andımız’ın kaldırılması, bu sessiz oydaşmanın en baş nişanesi olmuştur. Eşit [yani etnik] vatandaşlık/yurttaşlık oydaşmasının nişanesi… Türk Milleti’nin egemenlik yetkisini, Türk Milleti sıfatını ortadan kaldırarak yok etme oydaşmasının nişanesi!
*
Etnikçiler, önerilerinin nasıl bir şema yaratacağını hiçbir zaman açıkça söylemediler.
Ümmetçiler bu yolun kendi dini devlet yolunu açacağı hülyası içinde, liberaller küreselleşmeyle nihai kucaklaşmalarını gerçekleştirecekleri düşüyle, çeşitli nedenlerle Türklükle başı hoş olmayanlar da intikam hevesleriyle aynı yerde saf tuttular. Bunlar işin nihai şema her halükarda iyi olacaktı.
Etrafta böyle yapalım, ne olur ki! diyen empati şampiyonu kimseler bol miktarda mevcuttu. Hem eşit vatandaşlık/yurttaşlık idi madem bu, nesi kötü olabilirdi ki! Kendilerinin realist, rasyonel olduklarını iddia eden bu empatikler de, “peki, ortaya nasıl bir nihai yapı çıkacak?” diye sormayı nedense hiç akıl etmediler.
*
Bunlar, peşinde koştukları sistemin şu nihai görüntüsünü söylemediler, söylemeyecekler.
Hedef tahtalarında, Anayasa’da madde 3’te bağlanmış olan ülkesi ve milleti bakımından bölünmez bütünlük ilkesi var. Yani (1) Türkiye toprağı üzerinde üniterdir; bölgesel siyasi özerklik olmaz; federalizm olmaz -ülkesi bakımından bölünmez. Bölgeciler, olsun diyorlar. (2) Türkiye halkı tek ulustur; etnik siyasi özerklik olmaz; çok-milletlilik olmaz. -milleti bakımından bölünmez. Etnikçiler, Türk Milletini silelim, egemenliği etnikler arasında paylaştıralım diyorlar.
Bize düşen, böyle yaparsak ortaya nasıl bir ülke/toplum çıkar, gözümüzde canlandırmak. Bir tarafta üniter ve ulusal devlet, karşıda eyaletler ve çok-millet…
Andımız’a olanlar, bu tarihsel mücadelenin dışavurumundan ibaret.
[BAG, Aydınlık, 21 Ekim 2018]


17 Ekim 2018 Çarşamba

BÖLGECİLER


Bizde bölge yönetimi heveslileri hiç eksik olmadı.
Görünürde demirden devlet yanlısı 12 Eylül Rejimi, bölge hevesi bakımından ilk sıralarda yer alır. 1980’lerin başında bir kararnameyle ülkeyi sekiz bölgeye ayırmışlardı. Her birinde birer bölge valiliği kurmuşlardı. Gerekçeleri daha iyi yönetmek, işleri daha sıkı tutmak, kaynakları daha etkin kullanmak gibi “aklî” laflardı. Bu işi 81 numaralı kararnameyle yaptılar.  Tepedeki bölgeci klik büyük adım atmıştı atmasına da, bu adımı tamamlamayı başaramamıştı. Kararnameleri sekiz ay sonra da iptal edildi ve bölge valiliği genel yönetim yapımıza yerleştirilemedi.
Ama aynı dönemde adalet alanımız bölgelendi. İdari yargı için bölge idare mahkemeleri sistemi kuruldu.
*
Sonraki yıllarda bölge heveslilerinin bir numaralı resmî sözcüsü AB oldu. 2000’li yılların İlerleme Raporlarında, AB Türkiye’ye bölgeleşme ödevleri verdi durdu.
Genel yönetim sistemini bölgeleştirmek, besbelli ki zor görünüyordu. Aslına bakarsanız esas istedikleri, Türkiye’de özerk bölge meclisleri sistemi kurmaktı. Ama Türkiye’de eyaletleşmenin nasıl bir tehdit olduğunu herkes, yediden yetmiş yediye herkes çok açık görüyordu; dolayısıyla bu isteği doğrudan ve resmen dile getiremediler.   
AB’nin sömürgeci edalı raporları, pragmatik yollara yoğunlaştı. İki kurumsal zafer elde etti. Birincisi, 2005 yılında bölge kalkınma ajansları adı verilen yapılar yaratılmasını sağladılar. İkincisi, 2015 yılından itibaren ilk derece mahkemelerimizle Yargıtay’ın arasına, istinaf mahkemesi adıyla bölge adli mahkemesi yerleştirmeyi başardılar.
*
Süresi neredeyse 20 yıla yaklaşan AKP iktidarlarında yerli bölgeci klik de boş durmadı. Kimi başbakan yardımcılarının zaman zaman seçimli valilik sisteminden söz ettiğini duyduk. Kimi cumhurbaşkanı danışmanları güçlendirilmiş yerel özerklik laflarını sarf etmekten geri durmadılar.
*
2005’te, AB’nin doğrudan ve açık isteği doğrultusunda, Belediye Kanunu gibi yerel yönetim yasalarında çok kritik bir değişiklik yapıldı. Belediye ve il özel idaresi, kendi yasalarında  “idari ve mali açıdan özerk kuruluşlar” diye tanımlandı. Oysa Anayasa bunları özerklikleri bakımından değil, idari vesayet sistemi bakımından tanımlıyordu, halen de öyle tanımlar. Gelin görün ki AB’nin anayasaya aykırı olan bu isteğine karşı koyulmadı ve kimi hukukçular bile siyasetin ‘hallederiz hallederiz’ pratikliğine katıldı.
Sonra, 2012’de çıkarılan başka bir yasa 2014’te uygulamaya girdi ve büyükşehir sistemi genişledikçe genişledi. Büyükşehirlerin sayısı 30’a çıktı; daha önemlisi bu belediyelerin sınırları il sınırlarıyla çakıştırıldı. İller, belediye yönetimleri bakımından özerkleştirildi. Bölge heveslileri ile özerk yerelciler gidişatı kutladılar. Bu yeniliği, eyaletleşme hedefleri bakımından çok dolambaçlı olsa da yol temizliği saydılar.
Öyle ya! İlde valiyi kaldırıversen, iller “idari ve mali özerk belediyeleriyle birer bölge özerk yönetimidirler! Son adım siyaseten olmasa da işlem bakımından çok kolay.
*
Gelişmeler kabaca yukarıdaki gibi.
Gerçek ise Türkiye’nin bölgelere ihtiyacı olmadığı. Genel yönetim bakımından da, iktisadi ve adli bakımdan da bölge ara kademesine ihtiyacımız yok. Aklî gerekçeler gösteriyor ki bu kademe israf, karmaşa ve hizmetlerde eşitsizliklerin hızla artması demektir. Siyasi gerekçeler de gösteriyor ki, eyaletçilik Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü için tehlikelidir.
[BAG, Aydınlık, 17 Ekim 2018]

10 Ekim 2018 Çarşamba

TABANDA İTTİFAK AYIBI


Parlamentonun muhalefet partileri, yerel seçimlerde ittifak yapacaklar yapmasına da, bu ittifakların hesabını veremeyeceklerini düşündükleri için ilginç bir formülle konuşuyorlar. Tabanda ittifak diyorlar. CHP sözcüleri de, İYİP adına konuşanlar da, galiba HDP tarafında söz edenler de, böyle bir kaçgınlığın ardına sığınmış durumdalar.
Belli ki, önümüzdeki yerel seçimlerde birbirleriyle açıkça ittifak yapmaya cesaret edemiyorlar.
Cesaretlerini kıran şey, anlaşıldığı kadarıyla “tabanın tepkisi”.
*
CHP yönetiminin 2014’de cumhurbaşkanlığı için Ekmeleddin İhsanoğlu gibi bir adaya, sonra 2015’deki iki seçimde “şimdi cemaate destek zamanı” ya da “her aileden bir kişi HDP’ye oy vermeli” cinliğiyle o kadar alıştırmaya çalışmasına karşın, tabanın öfkesi parti yöneticilerinin cesaretlerini kırıyor. CHP yönetimi yaptığı denemelerde arzu edilen sonuca ulaşamadı. Tabandan ikna edilenler oldu; ama herkes biliyor ki, işte bu kadar! Bu taban bundan fazla kaymaz!
İYİP bakımından da durum farklı değil. Hatta İYİP tabanı, 24 Haziran 2018’in ertesinde “CHP ile ittifak bize zarar verdi” diyen parti yöneticilerini duydu. Besbelli ki bir kısmı buna yerden göğe hak verdi.
Etnikçi siyasetle hiçbir yere varamayacağını çoktan görmüş olan HDP, sırtını dayadığı kanlı mirası, bir süre “Biz’ler Siyaseti”yle aşmaya çalıştı. Böylece suçuna başka etnik grupları da katmaya çalıştı. Kültürel özerklik kışkırtmasını yaymaya gayret etti. Hep birlikte yaşayıp gördük, bunu hiç tutturamadı. Şimdi PKK ve kollarının Türkiye’yi ABD silahlarıyla Suriye’den ve Irak’tan kuşatıp kuşatamayacağının merakı içinde bekliyor. HDP çatısının varlığını sürdürebilmesi için, aynı cemaatçiler gibi, CHP’nin yorgun sırtına ve İYİP’in yalpalayan bacaklarına yapışmaktan başka çaresi yok. Gelin görün ki HDP tabanı hepsinden bıkkın.
Saadet Partisi’nin şişirme ‘bilge başkan’lı hali ise, CHP – İYİP – HDP’ye Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı adayı olarak kabul ettirme girişiminden bu yana zaten sıfırı tüketmişti.
*
Böyle bir manzara içinde, partilerin tepesinde güç kullananlar, Mart 2018 seçimleri için yanyana gelerek açıkça, yüksek sesle, planla-programla ittifak kurmaktan söz edemiyorlar. Nedeni, tabanlarından korkmaları.
Ama tam burada karşımıza büyük bir soru işareti dikiliyor. Bu ittifakları taban istemiyorsa, sözkonusu partiler nasıl “tabanda ittifak”tan söz edebiliyorlar?
*
Bu durumun nedeni, Türkiye’yi saran FETÖ ruhunun siyaset üzerindeki bozucu etkisi olabilir mi dersiniz? Olmadığı biri gibi görünmeyi dert saymama, gerçekte yapmak istediği şeyi yapmıyormuş gibi gösterme, kendisi hakkında hiçbir gerçeği söylememeinkar ve inkar… Öyle görünüyor ki, tek tek bireylerde tanık olunduğunda iç bulandıran bu tarz, şimdi siyasette alenen boy gösteriyor.
*
Böyle olmaz.  
İttifak, tarafların siyasal sorumluluğu üstlenmeleri gereken tavırdır. Tabanda ittifak falan deyip, ittifakların sorumluluğundan kaçmak olmaz.
Siyasetin kurumları birbirlerine, ondan da önce kendi üyelerine ve seçmenlerine açık, samimi, dürüst ve her kararları gerekçelendirilmiş davranmak zorundalar. O gerekçeler yarın tarihe karşı verilecek hesabın da defterleridir. Ya değilse, kokuşmanın ta orta yerine düşmüşüz demektir.
[BAG, Aydınlık, 10 Ekim 2018]

8 Ekim 2018 Pazartesi

KAMU’YU DEVLETE KAVUŞTURMALIYIZ



Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER
Birleşik Kamu İş Dergisi Yazısıdır. 

Kamu, güzel sözcüklerden biridir.

Eski Türkçe’de “kamag, kamug, kamagı” gibi kullanımları olduğu bilinir ve “bütün, tüm, toplum, genel” anlamlarındadır. Yani, “herkes” sözcüğü gibi herhangi bir bütünü tek tek unsurları bakımından değil de, topluca kendisi bakımından anlatır. Dikkatlerimizi tek’lere değil, elbette tek’lerle birlikte, tek’lerin basit bir toplamından daha farklı bir şey olan bütün’ün kendisine çeker. Örneğin bir partinin kendisini “herkes için (x) partisi” diye tanımladığını düşünün, bir de “hepimiz için (x) partisi” diye tanımladığını… İlk bakışta basit bir sözcük farklılığı varmış gibi görünen manzara, biraz kafa yorulduğunda, gözlerimizin önüne devasa bir zihniyet farkı serer.

Kamu, zengin bir sözcüktür.

Türkçe’nin gizlenmiş takılarını açığa vurursak, avucumuza hem kamu(nun) yönetimi hem de kamu(ca) yönetim anlatıları düşer.

Kamu(nun) yönetimi - halkın – toplumun – ulusun (bu üçünden hangi kavramı kullanırsanız kullanın, hepsi olur) yönetilmesi işi demektir. Ama aynı zamanda bu işi yapan öznenin, yani devlet’in kendisi demektir de… Kamu(ca) yönetim, halk – toplum – ulus tarafından yönetim anlamına gelir. Yaygın olarak bilinen ‘halkın halk tarafından yönetimi’ düsturu, yani demokrasi konusunun ta kendisidir. Kavramlardan bir diğerini kullanmışsanız, eldeki anlam ‘milli irade’ ilkesinin mekanizmasından başka bir şey değildir.

Kısacası elimizdeki terim, hem yönetme işini ve usulünü, hem de bu işi yapan kurumsal yapının kendisini –özneyi içeren zengin bir anlam bütünlüğü sergiler. Demokrasi ve milli irade gibi yüksek kavramlarla bağı ve çağrışımı, kamu sözünü ışıltılı hale getirip çekiciliğini besler durur.

Tüm parıltının ardında ve konunun özünde günümüzdeki anlamıyla kamu = devlet demektir.


Kamu, basitçe “devlet” demektir.

Gelin görün ki, çoğu kişi ya da kurum, devlet demektense ‘kamu’ demeyi yeğler ya da farkına varmadan öyle alışmıştır.

Örneğin devlette değil de “kamuda çalışma ilişkileri” deriz.

Bunun tam açılımı “kamu sektöründe çalışma ilişkileri”dir. Çünkü içinde yaşadığımız düzende bir de “özel sektör” vardır. Son elli yıllık neo-liberal imanlı sözde serbest piyasacılığın, neredeyse yaşamın ve tarihin özü ilan etmeye kalkıştığı Piyasa’nın asıl mekânı… 1950’li yıllar başlangıç olmak üzere 1980’lerden beri dilimizde ve elbette zihinlerde Piyasa’nın çalışma ilişkileri mekânı “özel sektör”dür, Devlet’in çalışma ilişkileri mekânı ise “kamu sektörü”….

Yarım yüzyılı aşkın zamandır liberaller bunu adım adım işlediler ve zihinlerimizi Piyasa – Devlet zıtlığına ve Özel – Kamu denkliğine alıştırmayı başardılar. 1980’li yıllardan bu yana daha da iri adımlar attılar. Devlet/kamu sektörünün etkisiz – verimsiz – sırtta kambur – gereksiz olduğu fikrini işlediler. Siyaset dünyasının tepesine yerleşip fikirlerini politikiya dönüştürdüler. KİT’lerden başlayıp devlet kurumlarını özel sektöre devretmek üzere özelleştirdiler. Cümleten özelleştiremediklerini “hizmet alımı”, yani taşeronlaştırma ile Piyasa’ya devrettiler. Bunu da yapamadılarsa merkezi yönetimin elindeki hizmetleri yerel yönetimlere devretme yollarını arayıp durdular.

Bu gelişmeler çalışma ilişkilerini elbette doğrudan etkiledi.

Özelleştirme için ilk kötülenen “memur zihniyeti” oldu. Güvenceli işin doğurduğu tembellikten dem vuruldu. Memurluğun ömür boyu iş güvencesine karşı yıllık/üç yıllık sözleşmelilik övüldü. Devlet yönetiminin üst düzey yöneticiliklerine kamu kariyerinden [devlet terbiyesinden] değil, özel sektörden acar ve iş bitirici CEO’lar transer edilmeye çalışıldı. Hepimizin çok yakından bildiği, tanık olduğumuz süreçler…


Neo-liberaller özel sektörden söz ederken Piyasa’yı, onun özünü, çıkarlarını, gereklerini hiç unutmazlar. Tam tersine, neredeyse dinsel-ahlaki değerlere denk ağırlıklarda Piyasa Değerleri üretecek kadar, bunları da yaşamın her deliğine sokacak kadar iddialıdırlar.

Buna karşın “kamu”dan söz edenler çok unutkan, akışkan ve geçişken bir zihin haritasıyla, kendi öznelerinin “kamunun kamuca yönetimi”, halk – toplum – ulus, kısaca Devlet olduğunu unutmaya çok yatkındırlar.

Yaşadığımız özelleştirme ve özel sektörleşme öyküsünde, bazı memur sendikaları bile yıllarca neo-liberal cenahın üyeleri gibi konuştular. Kimi etnik siyasetin pençesinde, kimi ümmetçi siyasetin peşinde, her ikisi de ulusal devletle hesaplaşma fırsatının ateşi içinde kavruldular. Neoliberal küreselciliğin en sadık müttefikleri oldular. Elbirlik ettiler, memurluğu aşağıladılar. Kimileri sol soslu “kamu emekçisi” lafını çok beğendi. “Kamu – özel fark etmez, emekçiler tek personel rejimine sahip olmalıdır” dediler. Bunu da en çok, zamanında, elbette TİSK ve TÜSİAD beğendi. Memur sendikaları Piyasa’nın işveren trenine katar oldular. Onlar zaten çok uzun zamandır “çalışma ilişkilerinde özel – kamu arasında ayırım olmasın, tek rejim olsun, ama kuşkusuz özel sektörde var olan rejim geçerli olsun” diyorlardı.


Dananın kuyruğu, cümlenin son bölümündeki ifadede koptu. “Tek rejim olsun; özel sektördeki çalışma rejimi kamuda da geçerli olsun”! Sözde memur sendikaları bu yanlış hedefe kilitlenince, Piyasa işverenlerinin yolları açıldıkça açıldı.

Bugünlerde siyasetin en tepesinde, artık bildiğimiz bakanlığa benzemeyen ama adı bakanlık olan kurumların en tepesinde de eylemli iş adamları oturuyor. Üst düzey yöneticiliklerin kamu kariyeri yerine özel sektörden transferi Turgut Özal döneminden beri mümkün halde. Orta ve alt düzey yöneticilikler ve yönetici olmayan personel de memurluktan alınıp sözleşmeliliğe bağlandı mı, yıllardır zorlanan proje tamamlanmış olur.

Hangi proje?

Resmi adı “Kamu Personel Rejimi Reformu” olan, özü devlet yönetiminin toptan özelleştirilmesi/özel sektörleştirilmesi projesi elbette…


Bu proje yanlıştır.

Küreselcilerin tüm dünyaya dayattıkları bu proje, küreselleşmeciliğin kendisiyle birlikte patlayıp dağılalı çok oldu. Devlet istihdamında iş güvencelerinin çözülmesi; ücretlendirmede performans değerlendirmelerin uygulanma çabası; döner sermayeler, vakıflar, dernekler eliyle kamu hizmetinin çözülüp özel sektör işine dönüştürülmesi; taşeronlaştırmanın taşeronlaştıranların kendi elleriyle sona erdirilmek zorunda kalınmasında gördüğümüz gibi darmadağın oldu.

Bu proje sakattır.

Çünkü kamu sektörünün ruhu “devlet” kavramından kaynak alır. Kamu/devlet hizmetine tüm toplumun (1) ivedi ve ertelenemez, (2) yaşam ve kuşaklar boyu sürekli, (3) tüm yurttaşların eşit ölçüde erişebilir, (4) fiyat değil vergi ödeyerek ulaşma zorunluluğu vardır.

Devlette/kamu sektöründe istihdam ve çalışma ilişkileri, bu ilkeler doğrultusunda düzenlenmelidir. Özel sektörün ilkeleri, bu gereklilikleri karşılamaktan acizdir; Piyasa’nın istihdam zihniyeti, bu gereksinmeler karşısında güdüktür, cücedir.


Şimdi bize gereken, devlette/kamu sektöründe, (1) Türkiye’nin bağımsızlık ve kalkınma gereklerine, (2) kamu hizmetinin ruhuna uygun bir istihdam rejiminin yeniden tesisidir. Bu rejim, giderek özel sektördeki yağmacı ve insan/yetenek harcayan dar görüşlü istihdam rejimini de düzeltme etkisi yapmalıdır. Yayılması gereken, özel sektörün değil kamu sektörünün çalışma düzeni olmalıdır.

En temelde “eşit işe eşit ücret” değil, sosyal ücret ilkesi savunulmalıdır. Eşit işe eşit ücret, cinsiyetler arası eşitlik amacıyla sınırlı olan başlangıç değerine geri döndürülüp doğal sınırları içindeki ilke olarak yerli yerine oturtulmalıdır.

İş güvencesi, devlet hizmetinin ertelenemez sürekliliği nedeniyle yeniden tesis edilmelidir.

21. Yüzyılın sunduğu geniş olanaklar çerçevesinde, Türkiye’nin gereklilikleri ve kamu/devlet hizmetinin isterleri doğrultusunda, kadro sisteminin değil kariyer sisteminin inşası üzerinde çalışmamız gerekir.

Liyakat, göreve uygunluk, hizmete girme süreçleri, yani sınavlar ve eğitim düzeni yeniden ciddiyetle ele alınmalıdır.

Devlette istihdam, ülkenin ve kamu hizmetinin gereklerine göre yeniden düzenlenmedikçe, yani kamuda toplumcu tavır yükseltilmedikçe sorunlarımızın uzun vadeli çözümü için daha çok zaman yitireceğiz.

Bu Dergi’nin böyle bir entelektüel platform olarak uzun ömürlü ve çok başarılı olmasını diliyorum.

[Ankara, 4 Ekim 2018]



RANTÇIYLA EYALETÇİ İTTİFAKINA KARŞI



Yerel yönetim seçimlerine altı ay kaldı.
İçişleri Bakanlığı’nın sayılarına göre 81 il ve 921 ilçe içinde yer alan yerel yönetimler için seçim yapılacak.
*
Üçte ikisi bildiğimiz mahalle, üçte biri aslında tipik köy olan 32.034 mahallede mahalle muhtarı ve ihtiyar heyeti seçilecek. Köylerin sayısı, artık mahallelerden az. Şimdi yalnızca 5 milyon kişinin yaşadığı toplam 18.336 köyde köy muhtarı ve köy ihtiyar meclisi üyeleri seçimi yapılacak. Muhtarla heyet/meclis üyeleri -enaz dört üyeden hesaplayın, köylerde 90 bin, mahallelerde 160 binden çok yerel yönetici demek.
*
Şimdi nüfusumuzun 75 milyonu belediyeli. Belediye, şehirlerin yönetim modeli. Buna göre Türkiye artık yüzde 95’i şehirleşmiş bir ülke.
Nüfusun büyük çoğunluğu belediye sınırları içinde yaşamaya başladı. Ama belediye sayısı durmadan ve 2014 yılında da keskin biçimde azaldı. Üçbini aşkın belediye varken sayıları şimdi yalnızca 1398.
Belediyeli nüfus çok yüksek, belediye sayısı azsa, temsil oranı bir hayli daralmış demektir. Nitekim belediyelerde başkan ve meclis üyesi seçilecek kişilerin sayısı 20 bini bile bulmayacak.
*
Yerel yönetim sistemi bakımından iki Türkiye var. Biri 51 ilde süren bildiğimiz geleneksel sistem, öbürü 30 ilde kurulmuş bulunan büyükşehir belediyesi sistemi. Nüfusumuzun yalnızca yüzde 15’i geleneksel sistemde yaşıyor. Yüzde 85, büyükşehir sakini.
Geleneksel sistemdeki 51 ilde yaşayan seçmen, köyde olsun belediyede olsun, ilin neresinde yaşıyorsa yaşasın, kendi ilinin il genel meclisi için oy kullanacak. Bu 51 ilde ayrıca il merkezi belediyesi (elbette 51 adet), 402 ilçe merkezi belediyesi, 396 belde belediyesi ve 18.336 köy var. Seçmen bunlardan hangisinde oturuyorsa oranın yönetimi için oy verecek. Bir de mahallesi için tabii.
Büyükşehirli sistemde yaşayan 30 ilde ise il özel idaresi, beldeler, köyler toptan kaldırıldığı için, seçmen yalnızca mahallesi (muhtar+heyet), ilçe belediyesi (başkan+meclis) ve büyükşehir belediye başkanı için oy kullanacak. Büyükşehir meclisi ayrıca seçilmiyor, İlçe meclislerine ilk yüzde 20’de girenler aynı zamanda büyükşehir meclis üyesi oluyorlar, dolayısıyla bunlar için oy kullanmayacak.
Geleneksel belediye dünyasında ortalama 1000 kişiye 1 temsilci düşerken, büyükşehirli sistemde 4000 kişiye 1 temsilci düşüyor. Yerel yönetimler yerel halktan çok uzağa savruldular. Büyükşehir modeline taşınanlar ise en uzaktakiler.
*
Ölçek geniş, coğrafya dağınık, ama belediye görev ve yetkileri geleneksel sistemde olduğu gibi kalmış durumda. Uygulamada ortaya çıkan sorunların çözümü bakımından adamakıllı düzeltmeler üzerinde çalışılmış da değil.
Belediyecilik bakımından sorunlara karşı körlük, yalnızca iki kesimi rahatsız etmiyor. Bir, yaşamını toprak-bina rantına odaklamış olanları. İki, eyalet sistemine geçiş fırsatları kollayanları.
Bunların karşısında yeterli ve erişilebilir yerel kamu hizmeti bekleyen büyük kesim seyrediyor. Ülke kaynaklarının tarumar edilmeden korunarak yönetilmesinden sorumlu bürokrasi de tarihinin en dalgın seyrini yaşıyor.
Yeterli-adil yerel hizmet ve ulusal kaynaklarımızın doğru yönetimi… Bu seçim sürecinde rantçılarla eyaletçilere karşı doğru hattı, dalgın seyircilere karşın, bu iki temel üzerine inşa etmemiz gerekiyor.
[BAG, Aydınlık, 7 Ekim 2018]

3 Ekim 2018 Çarşamba

BİZİM KRİZİMİZ



Bizim ekonomik krizimiz şimdi başladı.
Devletin mali sistemi, temel politikaları, yönetim yapısı Amerikan menşeli McKinsey adlı sözde danışmanlık şirketine sözleşme ile bağlanmasıyla birlikte.
*
Temmuz ayında başlayan kriz bizim değildi.
O kriz, borç veren açgözlü küresel sermayenin kardan zarar ihtimalinin kriziydi. “Onların” kriziydi. Tetikçileri devreye girdi. Dolar – avro değer kazanıp lirayı düşürecek piyasa ve kur oyunları sahnelendi.
Mesele, tetikçilere karşı direnmekti. İktidar, bütün yüksek sesli belagat oyunlarını sergiledi, ama gereken güçlü direnişi sergileyemedi. Sonunda Yeni Ekonomik Program adını verdiği ödünler silsilesiyle teslim oldu. Damat Bakan Albayrak, para satıcılarına üç güvence verdi. Bir, cari açığımızı ulusal zenginliğimizin yüzde 2’si düzeyinde tutacağız; sizin alacaklarınızı fazlasıyla kenara atacağız, merak buyurmayın, dedi. İki, Merkez Bankası bağımsızdır, yani Türkiye’nin değil, -ne demek efendim-, elbette sizin emrinizde iş görecektir, diye ilanda bulundu. Üç, istediklerinizi and olsun harfi harfine yapacağız, ama madem siz bizim yeminimize inanmıyorsunuz, o halde şirketlerinizden biri elbette bizi denetleyebilir, buyursun McKinsey denetlesin, bakın onunla sözleşme bile imzaladık, dedi.
Para satanların krizi böylece biterken, Türk Milleti’nin sonuncu iktisadi krizi başlamış oldu. Türkiye şimdi yalnızca iktisadi değil, bunun da üzerinde kalkınma ve bağımsızlık özlemini açıktan açığa kemiren bir siyasal krize sürüklenmiş durumdadır.
*
Bürokrasi, en son Sayıştay Başkanı’nın Abdülaziz fotoğrafı önünde karar alıp plaket verme fotoğraflarında gördüğümüz üzere, emperyalizme teslimiyetten ibaret çaresiz siyaseti, zamanın hangi noktasında ve nasıl bir durumda olduğunun bilincinde bulunmayanların çocuksu neşeleri içinde yaşıyor. Sayıştay kendi iflasını yakışıksız gülücükler ve kaykılmış oturmalarla ilan ediyor.
*
Bütün bu üzücü manzara karşısında parlamentodaki muhalefet, CHP ile İYİP sandalyeleri, yürek burkuyor.
İYİP’in ve CHP’nin ekonomi adına konuşan temsilcileri, bugünkü teslimiyeti daha Temmuz ayında, yani “kriz” para satıcılarının krizi iken, para satıcılar adına konuşarak, onların isteklerini dile getirerek, teslim olunmasını daha o zaman istemişlerdi. İktidar Merkez Bankası’nın bağımsızlık saçmalığını reddeder görünürken, “Merkez Bankası bağımsız olmalıdır” diye bayrak açmışlardı. Özelleştirmelerden ve üretim damarları tıkanmış Türkiye’den ibaret olan “yapısal reformlar”ın sürdürülmesini istemişlerdi. Daha birkaç ay öncesinde CHP’den Faik Öztrak ile İYİP’ten Durmuş Yılmaz’ın açıklamalarına bakın, görün. Dolayısıyla şimdi, “iktidar McKinsey adlı şirketle anlaştı” diye söyledikleri heyecan verici ve doğru sözlerde hiçbir samimiyet yoktur.
*
Ülkemiz, uzun süreli derin bir iktisadi ve siyasi krize sürüklenmiş bulunuyor.
İktidar, 16 Nisan 2018’de referandumdan geçirdiği anayasa değişikliğiyle pekçok kara delik içeren yönetim sisteminin ağırlığı altında bu krizin üstesinden gelebilecek mekanizmalara sahip görünmüyor. Emperyalizme teslimiyeti tek çıkış yolu olarak gören mevcut meclis muhalefeti ise hiç umut vermiyor. Cümlesi, çoktan çökmüş sözde serbest piyasa ekonomisine secde edip duranlarla, sömürgeci “Kötü Yönetim” lafazanlığıyla sözde iyilik üretmeye soyunmuş kadrolarla çıkış yok.
*
Bizim Türkiye’ye, Türkiye Cumhuriyeti’nden ve Ankara’dan bakan gerçek bir muhalefete, ivedilikle, şiddetle, gerçekten ihtiyacımız var.
[BAG, Aydınlık, 3 Ekim 2018]