28 Haziran 2014 Cumartesi

Cumhurbaşkanlığı İçin Emine Ülker Tarhan'a İmza...


Kamuoyuna Duyuru

Eskişehir Milletvekili Prof. Dr. Süheyl BATUM, seçeneğimiz var diyerek Ankara Milletvekili Emine Ülker Tarhan’ı cumhurbaşkanlığı için aday gösterdi.

Kamuoyu huzurunda imzaladığı simgesel dilekçeyi, ikinci olarak Uşak Milletvekili Dilek AKAGÜN YILMAZ imzaladı.

Üçüncü imza, yine kamuoyu önünde Adana Milletvekili Ümit ÖZGÜMÜŞ’ten geldi.

TBMM’nde birlikte görev yapma şansı bulduğum için onur duyduğum arkadaşlarıma katılıyorum.

Kamuoyu huzurunda, Türkiye’nin aydınlık geleceği için ve halkımızın gerçek yararı doğrultusunda imzaya açılan bu iradeyi, İzmir Milletvekili Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER olarak imzaladığımı saygılarımla duyuruyorum. 28 Haziran 2014

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili

24 Haziran 2014 Salı

REALİST 'DEVRİMCİ'LER

Birgül AYMAN GÜLER
İzmir Milletvekili

Dostlardan biri diyor ki “romantik devrimciliğinizin önünde saygıyla eğiliyorum ama doksan yıllık yolculuk bu durakta bıraktı bizi işte!”

Yani kabullen! Biliyorum kendisi öyle demez ama “akıllı ol!” 

“Her sabah” diyor, “onlarca bilgili kalemin yazılarını okuyorum, bunların hepsi karanlık çuvalın bir ucuna mı yapışmışlar yani?”

Konu, tahmin edileceği üzere, devletin çatısına önerilen aday hamlesi.

*
Bu nasıl bir yarılma?

Herhalde bu kez yarılmanın şiddeti, Prof. Dr. Tolga YARMAN’ın yazısına verdiği başlıktaki gerçekten kaynaklanıyor. Sayın Yarman, “Zurnanın Zart Dediği Noktadayız” başlığını koymuş yazısına. http://www.ilk-kursun.com/haber/186007/zurnanin-zart-dedigi-noktadayiz-ne-ki-turkiye-sahipsiz-degildir

Gelişmeler öyle bir noktaya geldi ki, birlikte yürüdüğümüz kişi ve kurumlar Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine aykırı bir adaylaştırmayla adeta çatırdadı. 

Oysa adaylaştırmanın yönteminden kişileştirilmesine kadar durum her şeyiyle ortada. Gözler, öneri sahiplerinden önce arkada ve örtülü durmalarına karşın gerçek fikir sahiplerini anında seçiyor. Arkadaki “lobi”ler portre halinde bile değil, adeta boydan sırıtıyor.

*
O halde neden bu yarılma?

Bunun açıklaması, toprağı bol olsun, Doğan AVCIOĞLU’nda. 1974 yılında yayımlanan “Milli Kurtuluş Tarihi” adlı çalışmasının ilk cildinde.

Bu ilk cilde de bir başlık vermiş Avcıoğlu. Başlık şöyle: Emperyalizm karşısında Türk Aydınının Aymazlığı ve Tam Bağımsızlık”.
Diyor ki, kurtuluş savaşının lider kadrosunda bağımsızlık anlayışı tek değildi. İki bağımsızlık anlayışı vardı. Biri tam bağımsızlık anlayışıydı. Diğeri ise “ekonomik açıdan sömürge koşullarında dahi, siyasal bir bağımsızlık görüntüsünü bağımsızlık say”ma anlayışı.

Bu anlayış sahipleri, “kurtuluş savaşımızın lider kadrosunda [birlikte] yer almışlardır. Amerikan ve İngiliz emperyalizmlerinin Türkiye’ye karşı tutumu açık seçik iken, Sivas Kongresi’nde Amerikan mandası olma görüşünün ilanı, ABD mandayı kabul edeceğine dair bir garanti vermediği için ancak [zar zor] önlenebilmiştir.”
Bu iki anlayış, Batılaşma konusunda Tanzimatçı Ali Paşa’nın 'enternasyonalist' Batıcılığı ile millici Batıcılık diye belirmişti. İlki büyük devletlerin memurluğunu kabul etmiş, ikincisi büyük devletlerle tam eşitlik talep etmiştir.

İki anlayış, kalkınma konusunda 1838’de başlamış serbest ticaretçi ‘enternasyonalist’ kalkınma – millici kalkınma diye belirmiştir. İlkinin temsilcisi “Türkler, Batının büyük devletlerinin yardımıyla ileri hareketlerine devam etmek istemektedir” diyen Sadrazam Damat Ferit Paşa’dır. İkincisinin temsilcisi ise “Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi” diyen Atatürk’tür: Milli amaç, “milletin tam bağımsızlığını sağlamak ve bunun için ekonomisinin gelişmesine neden olan bütün engelleri ortadan kaldırmak”tır.
*
Yani yine iki anlayış: 

Devrimciliği “realist” olanlar ile “romantik” olanların anlayışları.

Kozmopolit millicilik/Batıcılık, şimdi sindiği her köşeden sızıyor. Küreselciliğin 'başka alternatif yok' emri sayesinde özündeki teslimiyetçilik ayan beyan ortaya çıkıyor.

Buzdolaplarına yapıştırılan “istekler olanaklarla sınırlıdır” çıkartmasını aklına yazmış "realist" devrimcilik, pek ağırbaşlı çağrılarla teslim olalım dyor.  

"90 yıllık yolculuk bu durakta bıraktı bizi, n'apalım!"

*
Ne demeli?

Madem durum ve yarılmalar aynı, o halde Mustafa Kemal’in, Sivas Kongresi’nde “manda iyidir” diyen zamanın 'realist' devrimcilerine bakıp söyledikleriyle yetinmeli. (D. Avcıoğlu, C.1, s. 268)
“Bunlar bizi üçbeş adamın bir araya gelip hayal peşinde koşması kabilinden kişiler sayıyorlar. İtilaf devletlerinin baskısı ve hıyanet şebekelerinin propagandası altında belki de şaşırmış ve bunalmış bulunuyorlar. Şimdilik bunlara “biçareler” demekten başka yapacağımız bir şey yoktur.”
Not: Zamanınız varsa aşağıdaki yazıya da bkz. Şu realist 'devrimci'ler gerçekte 'yeni-mandacılık'tan muzdaripler diyor... 

22 Haziran 2014 Pazar

KÖŞKÜ EMANETE VERMEK


AYDINLIK, 22.06.2014
"Manda'nın isminden korkmayalım, isterseniz buna 'müzaheret' [yardım] diyelim. ... Tamamiyle müstakil yaşamaya, mali vaziyetimiz müsait değildir… Şimdi istiklalimizi kurtarsak bile..” Vasıf Bey böyle diyordu.

"Harici rekabetleri ve kuvvetleri memleketimizden defedebilecek bir yardımcıya ihtiyacımız var.” Halide Edip böyle yazıyordu.

‘Müzaheret’ Askersiz Olmaz

General Harbord, “tamam” demişti. “Amerika, sermayesi ile Türkiye’ye yardım etmek ister. Bunu iyi karşılayacağınızı, şimdiye kadar görüştüğümüz devlet ileri gelenlerinden ve halkınızdan anladık. Fakat bu sermayeyi korumak için bir miktar da asker getirmek ister.” O zaman Kazım Karabekir, “fakat asker niye ki?” diye sormuştu. Harbord “sermayenin her duruma karşı korunması için….” yanıtını vermişti. Karabekir’in tepkisi şuydu: “siz sermayenin kazancıyla asker mi besleyeceksiniz? Bu Türkiye’yi istila etmek demektir ki, buna milyonlar ordusu gerekir… Hürriyet ve istiklalimizi alacak sermaye, bizim için ateştir.”

Sivas Kongresi’nde toplanmış olanların hepsi “vatanın kurtuluşu”nu istiyorlardı; kuşku yok. Ama büyük bölümü bunun için tek umudu mandada görüyorlardı; tercihan Amerikan mandası.

Gönlünü Rahat Tut Evlat!

Askeri tıp öğrencileri delegesi Hikmet, Sivas Kongresi’ne manda davası için değil, istiklal davası için geldiğini haykırmıştı. Ve demişti ki, “olması mümkün değil ama, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i ‘vatan kurtarıcısı’ değil, ‘vatan batırıcısı’ olarak adlandırıp lanetleriz!”

İşte o zaman doğru ses tarihe düşmüştü: “Evlat, gönlünü rahat tut… Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal ya ölüm!”

Vatan sevgilerinden kuşku duymayız. Ama mandacılığa kapılmış bu aydınları kötürümleştirmiş olan şey neydi?

Bunu anlamak çok önemli. Bugünü çözmek için çok önemli.

Yeni-Mandacılık

Mandacıları anlarsak, kitaplarıyla yazılarını okuyarak yetiştiğimiz akıllı adamlarla kadınların neden “iç dinamiklerle yapamıyoruz, ancak AB sopasını kabulle demokratikleşeceğiz” diye düşündüğünü çözebiliriz.

Ortadaki apaçık yanlış politikaya neden “tamam, yanlış, ama arkasında dış dinamik, dış istek, dış destek var” diye boyun eğdiklerini açığa çıkarabiliriz.

Mandacıları anlarsak, kimi dostlarımızın neden gözlerini “arkadaki güçler”den alamayıp İslam Kalkınma Örgütü’nden yapılan cumhurbaşkanı adayı transferine teslim olma çağrıları yaptıklarını anlayabiliriz.

İster moderniteci olsun ister siyasal islamcı, her kesimde aynı teslimiyetçilik varsa, toplumun “laik - muhafazakar” diye sınıflandırılışı bir aldatmacadır. Her ikisinde de aynı teslimiyetçilik varsa, siyasetin “sol – sağ”, “sosyal demokrat – milliyetçi muhafazakar” diye ayrılması büyük aldanıştır. Türkiye’de gerçek ayrışma, artık bunların hiçbiri değildir.

Tek ve Değişmez Parola

Aydınlardan başlamak üzere, siyaset ve toplum günümüzde iki ana parçadan oluşuyor:

Yeni-mandacılar, şimdi “gericiliğe karşı ancak dış müzaheretle ve kendimiz de gericileşerek var olabiliriz” diyorlar. “Ortadoğudaki ateş Türkiye’yi yakmasın” diyerek, savaş tanrılarının eteğine tutunup “cumhurbaşkanlığını ateş tanrılarına emanate verelim” diyorlar.

Bunu pek basit bir yolla, imal edilmiş sahte bir Tayyip paranoyasıyla gerçekleştiriyorlar. Samimi, kararlı, örgütlü bir hamleyle, zaten düşmeye hazır bir yaprağa dönüşmüş AKP iktidarını yenilgiye uğratmak üzere mücadele etmek yerine, ülkenin çatısını küresel diyalogçulara emanate vermeye kalkışıyorlar.

Yeni-bağımsızlıkçılar olarak bizler “esir düşmekte değil teslim olmamakta mesele” diyeceğiz. Tek ve değişmez parolayla mücadeleye devam edeceğiz:

Tam Bağımsızlık!

***
Bir Notum Var: Doğan Avcıoğlu’nun Milli KurtuluşTarihi’nin birinci cildini okuma seferberliği, bugün yapılacak en isabetli işlerden biri olur.

15 Haziran 2014 Pazar

BARIŞ ve ÇÖZÜM MÜ DEMİŞTİNİZ?


Öfke biriktirmenin alemi yok. Dürüst olmak ve kavramak yeter.

“Kürt sorunu” adı verilen konuya ilişkin olarak ortada üç istek var. İlki sorun değil, gerçeklik. Gereğini yapmak gerek. Diğer ikisi ise siyasal sorun. Onlarla mücadeleyi sürdürmek gerek.

Bireylerin kültürel hakları

Birincisi, bireysel kültürel özelliklerle ilgilidir. “Adam askere gitmiş, telefonda annesiyle konuşacak. Annesi yalnızca Kürtçe konuşabiliyor, asker cezayı yemiş! Şu gençler Kürtçe müzik dinlemek istediler, yasak! Aralarında Kürtçe konuştular diye…”

Sorun buysa, konu insani – kültürel niteliktedir. Bu tür etnik isteklerin hem gerçekliği hem haklılığı vardır. Bireysel kültürel hakların güvence altında olması, anadilin öğrenilmesi, geliştirilmesi için olanaklar verilmesi, bunun öncelikle devlet ve tüm toplumsal kurumlar tarafından gerçekleştirilmesi gerekir. Asimilasyon –özümseme gibi yok edici araçlar körleştirilir; entegrasyon –bütünleşme yolu açılır. Bunu sağlayacak olan şey, yurttaşların eşitliği ilkesidir. Bu, her kökenden Türk vatandaşının sahip olması gereken bir konumu anlatır; buna belki çok küçük bir kesim dışında hiç kimse itiraz edemez.

Milliyetlerin kültürel özerkliği

İkincisi, milliyet oluşla ilgilidir. “Ben Türk değilim; ayrı bir milliyettenim. Milliyet olarak özerklik isterim. Türkiye’nin her yerinde eğitimimi anadilimde görmek, mahkemede savunmamı ve siyasal propagandamı anadilimde, siyasette milletvekilliğimi ve bürokrasideki genel müdürlüğümü Kürt olarak yapmak isterim.”

Sorun böyle tanımlanmışsa, ortada ulusal devlete karşı “milliyetler devleti”ni hortlatma çabası var demektir. Bunlar geçen yüzyılın başında Otto Bauerci ve Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) içindeki Bund hizbine ait türden istekler. PKK’nın ‘demokratik cumhuriyet’i ve her kesime sinsice yayılmış ‘eşit vatandaşlık’ projesi, bu bakışın aracıdır. Milliyetlere özerklik adı verilen bu görüşün, ülkenin her yerinde eğitim, savunma, sağlık, pazarda çok resmi dille iş görmek anlamında pratik olarak uygulanabilirliği yoktur. Öte yandan gerçekleşmesi için ‘Türk vatandaşlığı’nı kaldırmak tek anayasal yoldur. Bu tek yol, “Kürt sorunu”nu bir anda “Türk sorunu”na dönüştürür ki, böyle bir yolun siyasal olarak çıkmaz sokak olduğunu görmek için fazlaca bir yetenek gerekmez.

Toprak ve devlet sorunu

Üçüncüsü ise millet/ulus olma iddiasıdır. “Kürtler ayrı bir millet/ulustur. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı vardır. Kürtler kendi kendilerini yönetmelidir. Kendi devletlerini kurma hakkına sahiptir.”

Bu durumda konu bir “toprak ve devlet sorunu”dur. Bunu net olarak bir tek İsmail Beşikçi söylüyor. Parti olarak örgütlenmiş etnik siyasetin BDP/HDP kanadı “bölgesel özerklik” isteğiyle bu görüşe utangaç bir giriş yaparken, KDP gibi başka bir kanadı “federe devlet”ten dem vuruyor. Mesele, söz konusu isteğin yalnızca Türkiye’yle ilgili olmaması. Amaç gizlenmiyor. Türkiye, Irak, Suriye, İran’ın Kürt kökenli vatandaşlarına dönük bir devlet yapılanmasının önünü açmak isteniyor. Dolayısıyla bu istek çerçevesinde, yalnızca Türkiye’ye özgü bir sorundan değil, her yönüyle bir “uluslararası sorun”dan söz ediliyor.

“Barış ile çözüm”

Etnik siyasetle neo-osmanlıcılık şimdi kolkola. AKP/HDP, artık hangisi tutarsa, ya milliyetler devletine ya da ‘Anadolu ve Mezopotamya [İslam] Konfederasyonu’ hülyasına doğru yürüyorlar. Gerçek olur mu? Onlar umutlu. Çünkü Ortadoğu ateşinin kıvılcımları üzerimize yağmaya başladı ve Atlantik ötesi ile berisi yanlarında.

‘Barış ile çözüm’ mü demişlerdi?

Yok! Bu olsa olsa savaş ile boğma-düğüm!

11 Haziran 2014 Çarşamba

EŞİTLİK, AMA HANGİSİ?


Duygusal sloganlar var. Bir de düşünsel olanlar. Düşünsel sloganlar dünya yıkıp dünya kuruyor. Duygusal olanlar da bunlara destek işi görüyor.

Bir süredir “eşit vatandaşlık” sloganı dikkat çekiyor. Bu duygusal olanlardan değil, belli bir siyasal rejimi işaret eden düşünsel sloganlardan biri. Aslında bir düşünsel hortlak...

1900 başlarında Avusturyalıların Otto Bauer’ci “milliyetlerin kültürel özerkliği” teorisi vardı. Daha o zamanlarda hem Bolşeviklerin teorik eleştirisi hem tarihin kendisi tarafından yırtılıp atılmıştı. “Eşit vatandaşlık”, bu teorinin zamane hali...

Eşit vatandaşlık projesi


"Eşit vatandaşlık”, toplumsal ve siyasal yaşamın, kişilerin bireysel hakları üzerinde değil etnisite hakları üzerine kurulmasını istiyor.

Diyor ki, “madem farklı anadiller var, içlerinden biri değil tümü resmi dil olsun. Çok anadillerden yalnızca biri resmi dil olmuşsa, orada eşitlik yok demektir! Eğitim, artık resmi dil niteliğine yükseltilecek olan her bir anadilde yapılsın. Mahkemelerde savunma da, hastanede muayene de, muhasebe işleri de, belediyedeki işlemler de… Vatandaşlık hakları kapsamındaki her iş, vatandaşın etnisitesi ne ise onun özelliklerine göre yapılsın”Milliyetlere siyasal statü!


“Eşit vatandaşlık”, etnik yapıların yanı sıra dinsel yapıların da göz önüne alınmasını istiyor.

“Farklı dinler, dinsel mezhepler, inanç toplulukları ayrı ayrı tanımlansın” diyor. “Devlet çıksın aradan. Yani Din İşleri Başkanlığı gibi bir kamu kurumu olmasın; dinsel toplulukları tek tek yetkilendirin. Her dinsel topluluk yaşamı kendi inançlarına göre yönlendirsin.” Ama bunların yaşamın hangi alanlarını yönlendirme yetkisiyle donatılacağını kimse sormuyor, bunu savunanlar da söylemiyor. Nasılsa istim arkadan gelir… Cemaatlere siyasal statü!

“Eşit vatandaşlık”, etnik yapıları eşitlemek üzere konuşanlarca “halklar” diye ifade ediliyor; dinsel yapıları eşitlemek için konuşanlarca da “topluluklar” sözüyle vücut buluyor. Kısacası bu düşünsel slogan bize bir “milliyetler ve cemaatler devleti” oluşturmayı öneriyor.

Yurttaşların eşitliği ideali

Özü bakımından “eşit vatandaşlık” sloganının anlamı, ulusal ve laik devlet idealinden vazgeçmekten ibaret. Ulusal devlete “tekçi”, “inkarcı”, “baskıcı” diye sıralanan küfürler, işte bu projeyi güçlendirmekten ibaret. Laik devlete “halkın değerlerine uzak”, “elitist”, “dinsiz” diye yapılan saldırılar da aynı slogana ve projeye hizmete koşuyor.

21. yüzyılda etnik elbiselere sığışmaya çalışmanın ‘özgürlük’ diye sunulması tam bir cinlik! İnsanı dinsel toplulukların dar bağnazlıklarına hapsetmenin “özgürleşme” diye yutturulması daha da büyük bir cinlik! Gerçekten de, kültürel çitlemeleri siyasal statülere dönüştürüp iyice sertleştirmenin, insanları birbirine yabancı düşürmenin neresi özgürlükçüdür?

Evliliklerle, iş ortaklıklarıyla, askerlikle, okulla, hastaneyle, komşulukla, … kültürel çitlemeleri büyük uluslaşmayla aşmış bir toplumu böyle kanırtarak paralamak, tarihe de güncel gerçeğe de umutsuz bir meydan okumadır.

Bizim düşünsel sloganımız yurttaşların eşitliğidir. Etnik köken ve dinsel inanç çevrelerimiz, kültürel özelliklerimizdir. Toplumda varlığımızı bu bakımlardan red, yüceltme, aşağılama olmadan sürdürmeliyiz. Bunu güvence altına almanın tek yolu, bireysel yurttaşlık statümüzdür.

Yurttaşların eşitliği, ancak, milliyet – cemaat bakımından var olan çitlemeler silinerek, bireysel haklar güçlendirilerek sağlanabilir. Özgürleşmenin güvencesi budur. Ulusal ve laik siyasal rejimin kurucu temeli de…

Eşitlik! Eşit vatandaşlık değil. Yurttaşların Eşitliği…

11.06.2014
AYDINLIK

8 Haziran 2014 Pazar

SAKIN GERİ ADIM ATMA!


Siyasal mücadelede kibirden başı dönmüş bir taraf var. Karşıtı saydıklarını “özür dile!” çığlıklarıyla dize getirmeye kendilerini kaptırmış durumdalar. Buna karşı duranlar ise birbirlerine “sakın geri adım atma!” çağrısıyla güç veriyorlar.
8.6.2014
AYDINLIK

Tarihe ve gerçeğe aykırı Ermeni iddiaları karşısında Türkiye “özür dile”meye zorlanıyor.

Gerici feodal üretim ilişkilerinin ulusal kuruluşa karşı ayak diremesinden kaynaklanmış gerici isyanların bastırılmasıyla ilgili olarak Türkiye ve CHP “özür dile”meye çağırılıyor.

Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığını işgal saydırmak isteyenler, güttükleri amaçlar için kapıları “özür dile”terek açtırmaya gayret ediyor.

Anayasa’da Türk vatandaşlığını silmeye kalkışan dinci ve etnikçi neo-liberal gericilik, Türk ulusu savunmasına ilişkin her fikri “özür dile”terek ezmeye girişiyor.

Günlük yaşamda bireyler arasındaki ilişkileri yumuşatan “teşekkür ederim” ya da “özür dilerim” kibarlıklarını, siyasal yaşamın büyük davalarına taşıyarak haksız amaçları gizlemek, gerçekten de cin işi bir buluş! Öyle ya, ne var ki özür dilemekte? Büyüklüktür!

Ama bu cin fikir, barikatını da adeta kendiliğinden yaratmış durumda. Linç-severlerin “özür dile!” saldırıları karşısında, duygu ve düşüncenin harmanlandığı cümle hemen bulunmuştur: Direnişin özeti “sakın geri adım atma!” çağrısı olmuştur.

Anti-emperyalist ulusal ve üniter siyasal düzeni; özgürlükçü laik ve eşitlikçi sosyal devleti; insanca kalkınırken hakça bölüşmek için planlamayı ve kamu ekonomisini savunmak, şimdilerde ilk olarak “sakın geri atma!” direnişiyle mümkün olabilir görünüyor.

Sakın geri adım atma!
Britanya emperyalizminin daha 1916’da savaş propagandası için yazdırdığı “Mavi Kitap”a ve 1917 – 1920 yılları arasında yazılmış Ermeni “Kırmızı Kitap”ına karşı Osmanlı’nın “Beyaz Kitap”ı, Gürcülerin ve Bolşeviklerin “Kızıl Kitap”larını; Ermenistan’ın ilk başbakanı Kaçaznuni’nin parti raporuyla Boghos Nubar imzalı belgeler, tarihsel gerçeği görmeye ve göstermeye yeter de artar.

Dinci ve etnikçi neo-liberal gericiliğin adeta imal ettiği Dersim sorununun, Türkiye’yi cemaatler ve milliyetler devletine dönüştürmek amacına hizmet eden bir siyasal araç olduğunu görmek ve göstermek boynumuzun borcudur.

Kıbrıs’ta Britanya üslerini görmezden gelenlerin KKTC’ye dikilmiş gözlerinin bir anlamı olsa gerek. Birleşmiş Milletler içinden yürüyen Amerikan çıkarlarına tek söz söylemekten kaçınanların, Türkiye’yi mahkum etme yarışında döktükleri ter de bu anlamın parçasıdır.

Etnikçi ve dinci siyasetler, ülkemizde Kürt sorunu – din sorunu diye işe başlayıp Türk Sorunu yarattılar. Geçen yıl TBMM Genel Kurul kürsüsünde “millet ile milliyet eşdeğer değildir” dediğim için “özür dile!” diye aylarca çığlıklar attılar. Her ikisi de, Anayasa’dan Türk vatandaşlığı silinmedikçe rahat edemez haldeler. İstedikleri cemaatler – milliyetler devletini, ancak böyle yaratabileceklerini düşünüyorlar. Bu nedenle “Türk” olan her şeyi ırkçılıkla yaftalama derdine düştüler. Ne var ki, Türkiye, bunların hayalini gördükleri “cemaatlerin ya da halkların yamalı siyasal bohçası” olamaz. Biz öyle istediğimiz için değil, tarihsel ve nesnel zorunluluklar nedeniyle olamaz.

Hemşeriler/etnikler ve mezheplerle ilgisi yok; hemşericilik ve mezhepçilik esaslı siyasetlere reddiyemiz var. Kimlikler değil kişilikler için, topluluklar değil toplum için, yani ancak yurttaşlığın getirebileceği büyük özgürlük için mücadele, emeğimize değer!

“Sakın geri adım atma!”