29 Nisan 2018 Pazar

ADAY


18 Nisan’dan, Devlet Bahçeli’nin erken seçim önerisinden bu yana, koca ülke 24 Haziran 2018’de yapılacak seçimlerle yatıp kalkıyor. Yalnızca seçim olayının önemli bir şey olması nedeniyle değil. Siyasetten çok proje usulü patlayan, akla zarar, insanı mahcup eden ‘Muhalefet Oyunları’ nedeniyle.
Hep birlikte, hangi nedenle kilit oyun kurucu olduğunu anlamadığımız Temel Karamollaoğlu figürünü merak ve hayretle seyre daldık. İktidarın seçime sokmayacağı kuşkuları nedeniyle, CHP’nin İYİP’e 15 Vekil verişindeki fedakârlığa hayran kaldık. Verilen vekillerin mahzunluğu yürekleri dağladı. Sonra, meğer bu iyi şeyler Abdullah Gül’ün çatı aday yapılması içinmiş, bunu öğrendik. Ama Meral Akşener başka bir şey daha öğrendi. Gül İttifakı’nın anlamı, ilk turda Gül’ün de bulunduğu bir yarış değil, kendisinin Gül için adaylıktan vazgeçmesi anlamına geliyormuş. Anlaşıldı ki vekil armağanlarının arkasındaki sürpriz buymuş. Akşener, bütün bu olup biten proje çamurunda tek alkışlanacak şeyi yaptı ve adaylığını sürdürdü. Hem de ‘15 vekilinizi ne yapmak isterseniz yapın, bunları kullanmayacağım’ dedi ve 100 bin imzayla adaylık yoluna girdi.
Şimdi Karamolla ortada yok. Gül yine suskun. CHP halâ aday arıyor. Deniyor ki 15 vekil CHP’ye dönecekmiş. Seçilebilecek yerlerden aday gösterileceklermiş. Bilmiyorum, belki unutmuşuzdur, ama sanki böylesini daha önce hiç görmemiştik gibi…
*
Biz bunlarla uğraşırken, çevremiz yangın yeri.
Ermenistan’da Soros ağzı ve rengiyle sokak gösterileri hükümeti düşürdü. İran’da devletin başındaki kişi basın toplantısı yaptı ve paralarının iktisadi nedenlerle değil yabancı istihbarat örgütleri marifetiyle pul edildiğini ilan etti. Suriye ve Irak’ta sözde idealist gerçekte terör örgütü maşalarca sürdürülen vekalet savaşları iflas etti diye, belli ki onların işini yüklenmeye aday, Suudi Arabistan merkezli Amerikancı bir Arap Birliği ordusu kurulacağı haberleri yayıldı. Doğu Akdeniz’de Atlantik tekellerince ilan edilmiş gaz savaşları kandili yanıp durdu. Çok demokrat Avrupa Birliği Yunanistan üzerinde baskısını ve onun eliyle bizimle çatışma rüzgârlarını estirip durdu. Rusya üzerinde ‘yaptırımlar’ kılıcı zaten durmadan savruluyor.
Belli ki Atlantik dünyası yine yeniden “turuncu devrimler” kuşağını çözmüş. Bizde olup biten, yalnızca bizde olup bitmiyor. Belli ki, sancılı Atlantik – Avrasya oluşumu yeni bir devreye girmiş, bizi dört bir yanımızdaki komşularımızla birlikte sarsıyor.
*
Çevremizde olup bitenler, aynı zamanda bizde olup biten şeylerin kendisi.
Gelin görün ki, böyle bir dönemde ülkeyi yönetmeye soyunanlar, önümüze iç-dış kamu politikası tercihlerini değil, çözmeyi de üstümüze yıktıkları yeni ahlaki sorunlar koydular.
Dünyanın durumuna ve gidişatına ilişkin görüşleri ortada yok. Komşularda olup bitene ilişkin tek sözleri yok. Türkiye’nin dünya siyasetinde alması gereken yer üzerine sözleri yok. Oysa iç sorunlarımızın çözümü, dış dünyada alacağımız pozisyona bağlı. Zaten bu yüzden, yani temel tercihlerini ilan etmekten kaçtıkları için, iç iktisadi – sosyal sorunlarımızla ilişkili sözleri yavan, içi boş, yönsüz. Bu öyle alışılmış bir şey haline geldi ki, herhangi bir soruna ilişkin olarak doyurucu bir açıklama almayı uman hiçkimse bu aktörlere bir şey sormaz oldu.  
Bu durum büyük kayboluş değil de ne?
*
Ahlaki çarpıklıklardan, kapalı kapılar ardında iş görme alışkanlığından, projeci karakterden gına getirdiğimiz bu ortamda, Türkiye için dürüst ve açık sözlerini adaylık kürsüsünden söylemesi gereken seçenek, Vatan Partisi’nin genel başkanı Dr. Doğu Perinçek. Aday olması için 100.000 seçmenin ilçe seçim kurullarına gidip aday gösterme hakkını kullanması gerekiyor.
Dr. Doğu Perinçek’i, yalnızca demokratik yarış yolları güçlensin diye değil, Atlantik – Avrasya kırılmasında Türkiye’nin aydınlık geleceğini temsil eden Avrasya yönünü savunduğu ve Türk Milletini silmeye yemin etmiş Yeni-Anayasacılığa ve bin türlü benzer saldırıya karşı direndiği için aday göstereceğim.

[BAG, Aydınlık, 29 Nisan 2018]

25 Nisan 2018 Çarşamba

ATEŞ DENİZİNDE MUMDAN GEMİLER


Kurtuluşu arayan insanın içine düştüğü zor hallerde karşısına ne kadar çok sahte kurtarıcı çıkarmış meğer. Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk yapıtında sahte kurtarıcı örneği çok. Ama bunlardan, bir kez duyanın aklına adeta çakılanı, hiç kuşkusuz, ‘ateş denizindeki mumdan gemiler’ ve o gemilere çağıranlar.
*
Aşk, o ateş denizi üzerindeki mumdan gemiler hikayesini daha önceden duymuş. 
Çıktı yolu üzre şimdi nâgâh
Ol kulzüm-i âteş-i ciğer-kâh

Mumdan gemiler edip hüveydâ
Kılmış nice dîv o bahri me'vâ

Çün âteş o kavme etmez âzâr
Âzürde olur mu nârdan nâr

Keştîleri ber hevâ tutarlar
Çok ebleh-i bî nevâ tutarlar.
...
Tabut idi san o keştî-i mûm
Olmaz girenin mezarı malûm

Şimdi o ciğerler yakan ateş denizi, ansızın onun yolunun üzerine çıkmıştı. Çok sayıda dev, mumdan gemilere binmiş o denizde seyrediyordu. Ateş o kavme zarar vermiyordu, öyle ya, hiç ateş ateşten incinir mi? Gemileri havada yürütüyorlar ve birçok akıldan yayan ahmağı bununla avlıyorlardı. Gemiydi ama, balmunundan yapılmış süs ağacına benziyordu; gövdeleri kırmızı, alev görünüşlü… Mumdan gemiler, içine girenin mezarının belli olmadığı birer tabuttu.
*
Çün dîvler etti Aşk'ı davet
Gel keştîye bulasın selâmet

Aşk eyledi macerayı iz'ân
Sabreyleyip olmadı şitâbân

Devler Aşk’ı “gel, gemiye bin de kurtuluşa er!” diye davet ettiklerinde, Aşk olan biteni kavradı, sabretti ve gemiye koşup binmedi.
*
Ama ne çare ki yol kapalıydı, çıkış görünmüyordu.
Gayret gibi yok per ile balim
Bu ateş ile nic’ola halim

Şahin değilim ki edip aheng
Pervaz edeyim hezar ferseng

Aşk sızlanıyor, çıkış yolu arıyordu: “Benim Gayret gibi kanatlarım yok ki… Bu ateşle ne yaparım? Şahin değilim ki kanatlanıp binlerce fersah yol alayım!”
*
Şeyh Galib’in ateş denizinden kurtuluş için gösterdiği yol, mumdan gemilere atlamamayı başarmaktan geçiyor. Öncelik ise, o ateşin gerçekte ne olduğunu anlamak: “Bu, o büyünün ateşi, canını yakma. Kartal gibi uç, bu imtihan potasının tepesine tırman!” Aşk öyle yapmış. Yanından hiç ayrılmayan Gayret’le beraber, gulyabanilerle savaşa savaşa…
Velhasıl o ateşin rahı
Geçti çü nesîm-i subhgahı.

Hasılı Aşk, meltem yeli gibi geçiverdi o ateşten yolu.
*
Bugünlerde Türkiye’nin ulusal bağımsızlıkçı insanlarını “sizi ateş denizinden çıkaracağım” diye mumdan gemilerine çağıranlar var. AKP’nin eski cumhurbaşkanı kaptan köşküne oturtulmaya çalışılıyor.
O gemiler mumdan, onlara binilmez.
Binilirse “tabut sanki o keştî-i mum, olmaz girenin mezarı mal’um.”
Aynı Ekmek için Ekmeleddin gemisine atlayıp da kurtuluş umanlar gibi…
Bu devirde doğru tavır almak için elzem olan, şu büyük soruyu sormak ve yanıtlamak: Bu ateş denizinin kimyası ne?
Mumdan gemilerden söylendiği gibi ‘yalnız ve yalnız Tayyip Erdoğan!’ mı?
Yoksa bizim aklımızın gördüğü üzere Atlantikçilik mi?

[BAG, Aydınlık, 25 Nisan 2018]

22 Nisan 2018 Pazar

NEDEN ANİDEN ERKEN SEÇİM?



“Erken seçim olacağı son altı aydır konuşuluyordu” diyenler, öyle genel bir cümle kuruyorlar ki yanlış demek olanak dışı. Orada burada sözü geçtiği elbette doğrudur.
Ne var ki, bu tür konuşmalar, bir erken seçim sürecine girildiği anlamına gelmiyor. Siyaset kurumlarının seçim takvimleri daha uzun vadeye yayılmıştı; gözden geçirilmedi. Seçim düzenlemeleri bir an önce yapılsın, gibi sözler gündemin çok altlarında kalmıştı; ön sıralara geçirilmedi. Nihayet, ortada erken seçim söylentisi var idiyse de, zamanın bu yazın sonu ya da bu yazın başı olabileceğini tahmin eden herhalde yoktu. Erken seçim sürpriz oldu.
*
Öneri MHP başkanı tarafından 17 Nisan günü ortaya atıldı; 18 Nisan günü AKP başkanı tarafından daha erken bir tarih önerisiyle kabul edildi; yasası 20 Nisan günü TBMM’de kabul edildi. Erken seçim kararı ışık hızıyla alındı.
Muhalefet, iyi ama neden diye sormadan, daha önerinin dile getirildiği ilk gün, 17 Nisan günü bir anda ‘hodri meydan’ladı. Oysa iktidarların gerekçelendirme bakımından cimri davrandığı işleri aydınlığa kavuşturmak, muhalefetin başlıca görevlerinden biri. İktidara ‘neden’ diye sormadan, ‘işte biz demiştik, yönetemiyorlar, yönetemediklerini itiraf etmiş oldular’ deme hevesi baskın geldi. O zaman da erken seçim yasasına ortak olmaktan başka yolları kalmadı.
*
Muhalefet, erken seçim önerisinin gerekçelerini açıklığa kavuşturmamıza yardımcı olmayınca, soru ortada kaldı.
Neden?
İktidar ortağı ve iktidar partisi, bu kararı neden aldı?
Muhalefetten yükselen “çünkü yönetemiyorlar” gerekçesi doğru. Yönetebilseler, kendilerine verilen iktidar yetki süresini sonuna kadar kullanırlardı. Ama bu sözün açıklayıcı bir tarafı yok. İçeriği ve ruhu farklı olmakla birlikte, iktidar sahipleri bunu kendileri de söylediler. Zorlandıklarını söylediler. Peki ama neden?
*
Devlet Bahçeli önerisini ortaya atarken şöyle dedi: Türkiye'nin 3 Kasım 2019'a kadar dayanması kolay değildir. 3 Kasım 2019'a kadar ulaşmak her dakika zorlaşmaktadır. … 31 Mart Mahalli idareler seçiminden sonra neyle muhatap kalacağı belli değildir. Önümüzde 2 seçim vardır. Ya normal tarihi beklenecek. Ya da Milli mecburiyet ve ortaya çıkan meşru gerekçelerden dolayı seçimler erkene çekilecektir.”
Bu sözlerin “biz, yani MHP ile AKP dayanamayız” anlamına geldiğini söylemeden önce, özneyi Bahçeli’nin cümlesine koyduğu gibi, “Türkiye dayanamaz” diye okuyorum. Bu nasıl bir gerekçe?  “Türkiye dayanamaz” sözü nasıl bir sözdür! Bunun anlamı nedir?
*
Tayyip Erdoğan öneriyi kabul ederken şöyle dedi: “Gerek Suriye'de yürüttüğümüz sınır ötesi operasyonlar, gerek Suriye ve Irak merkezli olarak bölgemizde yaşanan tarihi önemdeki hadiseler… ülkemizin karşı karşıya bulunduğu fotoğraftan hareketle… Türkiye'nin önündeki iç ve dış gündemin yoğunluğu… Suriye'deki gelişmelerin hızlandığı, makroekonomik dengelerden büyük yatırımlara kadar her konuda çok önemli kararlar vermemiz gereken bir dönemde seçim konusunu ülkemizin gündeminden bir an önce çıkarmamız şarttır.”
Erdoğan’ın konuşmasında, Bahçeli’nin Türkiye dayanamaz sözüne örnekler var: (1) Suriye-Irak gelişmeleri –ABD/PKK sorunu, (2) makroekonomik dengeler -döviz spekülasyonu ve borç sorunu. (3) Büyük yatırımlar –enerji ve askeri yatırımlar. Yani Türkiye bu odak konular üzerinden hareket edemez hale mi getirildi?
*
 Erken seçim kararı alan iki partinin, bu kararı kendi iktidar gelecekleriyle ilgili olarak almaları olağandır; anlaşılabilir. Sözlerini, kendi çıkarlarını ülke çıkarlarıyla özdeşleştirerek dile getirmeleri de görülmedik bir şey değildir.
Ancak, dünyada ve bizdeki durum, bu sözlerin Türkiye’nin gerçek durumunu yansıttığını gösteriyor. O halde, iktidar ile ortağının, seçim sürecini öz-çıkarlarına değil Türkiye’nin gereklerine göre yürütme sorumluluğu çok büyüktür.
Aksi halde, zaten çok birikmiş olan yanlışlarının maliyeti kendileri için ödenemez hale gelecek. Türkiye için ise daha büyük ve gereksiz yükler doğurabilecektir.

[BAG, Aydınlık, 22 Nisan 2018]

18 Nisan 2018 Çarşamba

GÜNÜN GERÇEĞİ


Atlantik ülkeleri ancak “düşmanlar” ilan ederek nefes alabiliyor. Düşmanlarına yeni adlar takıp iş görebiliyor. Sovyet sistemi yıkılıp sosyalizm sahneden çekilince, bizdeki deyişiyle ‘komonislik’ küfürü boşa düştü. 
Boşluğu üç grup küfür-etiket ile doldurmaya başladılar. Bunlardan biri “ırkçı ve faşist” grubu oldu. İkincisi (tiran, firavun çeşitlemeleriyle) “baskıcı ve diktatör” etiketleri grubuydu. Üçüncü grup, siyasal değil de daha çok toplumsal içerikli olmak üzere (söylemesi zor olan ‘ötekileştirici’ dahil) “ayırımcı ve homofobik” küfürlerinden oluştu.
*
İlk grup küfür kısa sürede anlamsız hale geldi, çünkü artık anlamlı ve etkili biçimde kullanılamayacak kadar fazla yayıldı. Öyle ki, herkes birbirine “ırkçı-faşist” der oldu. Atlantik ülkeleri etrafa ‘ırkçı-faşist demeye kalkıştıklarında, karşılarında çok etkili örnekler sayıp dökenleri buluverdiler:  Irkçı öyle olmaz, senin gibi olur! Zenci, Kızılderili, göçmen düşmanı seni! Faşist bizde olmaz, sende olur! Faşizmin kitabını yazan sensin: Bu uğurda el kadar Avrupa yarımadasında iki dünya savaşı çıkarmışsın yine de doymamışsın!
İkinci grup küfür diktatörlükle suçladıkları ülkelerde, siyasal iktidarların genel oy hakkına dayalı seçimlerle belirlenmesi karşısında inandırıcılıklarını yitirdi. Rusya’da Putin, Macaristan’da Orban, Venezuela’da Maduro, Çin’de Şi Cinping, bizde Erdoğan, vb. iktidarlara “diktatörlük” demeleri, en başta kendi ağızlarında paslı bir tat bıraktı. Çünkü bu ülkeler birincisi, İngiltere yada İsveç gibi monarşi de değil cumhuriyet idi; ikincisi siyasi iktidarlar seçimle belirleniyordu; üçüncüsü böyle demeleri o ülkelerde insanların yüzde 50’sini karşılarına almak anlamına geliyordu. Bu gruptan küfürler hala savruluyor, ama pek kırıklar.
Üçüncü grup küfür, “demokrasi çoğunluğun/güçlünün değil azınlıkların/zayıfın rejimidir” diyenlerin eseriydi. Dezavantajlılar… Toplumda en dezavantajlı olan gruplar belirlenmişti. Zenciler, romanlar, engelliler, eşcinseller, kadınlar, hayvanlar, çevre… Bu unsurlarla ilgili olarak, önerdikleri siyasetleri tartışma konusu yapmaya kalkışan herkes anında küfrü yedi ve aşağılandı: Ayrımcı! Homofobik! İnsanlık düşmanı! Duyarsız! Neoliberallerin dezavantajlılar üzerinden üstünlük kazanma uyanıklığı, neoliberalizmin çöküşüyle birlikte şiddetini yitirdi; ama hala orada burada karşımıza çıkıyor. Örnek mi? İşte “Roman açılımı yarışmaları” aklımızda hala taze olan CHP ile AKP genel başkanlarının son iki gündür yaptıkları Roman topluluğunu paylaşma atışmaları…
*
Kim ne? Kim nerede?
Sol neresi, sağ neresi?
Haklı kim, haksız kim?
Bu ideolojik kayboluş, ilk olarak 1980’li yıllarda “Gorbaçov ne?” sorusuna yanıt aranırken yaşanmıştı. Kimi “komünist tabii” demişti. Kimi “ama özgürlükçü [liberal] komünist” diye itiraz etmişti. Yeni zamanlar! Yeni sollar!
İkinci kayboluş hemen ardından 1990’lı yıllarda yaşandı. Biri çıkıp “tarihin sonu” geldi dedi, “herşey buharlaştı”. Koro “modernizm bitti” diye araya girdi. Eski kozmopolitizm kendini küreselleşme diye sundu. Eski sollar kozmopolitizmi enternasyonalizm sanmışlardı; yeni sollar ise evrensellik sanıp hiç sektirmeden peşine takıldılar.
*
Şimdilerde işte bu 40 yıllık kocaman parantez kapanıyor.
Dünya Atlantik – Avrasya olarak yeniden biçimleniyor. Atlantik dünyası yeni döneme “liberal demokrasi adına” diyerek tüfek kuşanıyor. Ama çok kısırlaşmış; düşman ilan ettiklerine attıkları son kurşun “sen illiberalsin!”den ibaret. İşe yaramayan plastik bir kurşun!
Doğrusu ya, epeyce bakındım. Dünyanın yıkıcı güçlerinin elinde başka ideolojik silah görünmüyor. Eski egemenin hegemonya ambarı boşalmış.  
Şimdi ya Atlantik ülkeleri ile berabersin ve boynunda ırkçı – faşist – yalancı - saldırgan – terminatör – Sorosçu yaftası…
Ya da Avrasya dünyasıyla berabersin ve elinde ulusal birlik, bağımsızlık, egemenlik, uluslararası dayanışma ve işbirliği pankartı…
[BAG, Aydınlık, 18 Nisan 2018]

15 Nisan 2018 Pazar

EMPERYALİZMİN SON SORUNU: İLLİBERALLİK ve VİŞEGRAD GRUBU



Atlantik dünyasının has çekirdeği, kendi dünya görüşüne liberalizm, bu görüşün militanına liberal der. Bu dünya liberal sözünü güzel, iyi, tatlı sözcükleri gibi hoş sözcükler grubundan sayar. Birine liberal deyince, mecazi anlamıyla o kişiye ‘hoşgörülü kimse’ demiş oluyorlar.
Bunlar kendilerini dünyanın direği saydıklarından, reddiyecilerine özgün bir ad vermek yerine giderek daha sık biçimde, eksiklik gösterecek biçimde illiberal diyorlar. İl-liberal; yani liberal-olmayan. Mecazi anlamıyla da, ‘hoşgörülü olmayan, bağnaz, dar görüşlü’ kimse!
Kendini beğenmişlikten öyle muzdaripler ki, ‘küresel’ olduklarını söyleyip duruyorlar; ama dünyanın büyük kısmında ‘liberal’ lafının bağımlılık, kölelik, eşitsizlik olarak anlaşıldığının farkında değiller. Mecazi anlamıyla ise bizdeki ‘liboş’ lafının taşıdığı türden çok katlı aşağılamalarla yüklü olduğunun da…
*
Bizde kimi köşe-yazarlarının kalemine dolandığını görmeye başladığımız illiberal lafı, 1997 yılında Fareed Zakaria imzasıyla Amerikan Foreign Affairs adlı dergideki makalede işlenmiş. Türkçesi için tıklayınız.  
   Yafta olarak son kullanılışı, Vişegrad Grubu’nun boynuna asılmış olarak Avrupa’da karşımıza çıktı. Vişegrad ülkeleri Barcelona Merkezi, Friedrich Ebert Vakfı, Yurttaşlar Avrupası adlı üç kurumca 2017’de yayımlanmış bir kitapla illiberal ilan edildi. Dikenli tel örgüler resimli karanlık kapağı, kitabın ruhunu kestirme yoldan anlatıyor: Günün düşmanı illiberalizm!
*
Vişegrad Grubu dört ülke tarafından oluşturulmuş bir dostluk ve işbirliği platformu. Kısaca V4 olarak biliniyor. Polonya, Macaristan, Çekya, Slovakya’dan oluşuyor. Bu ülkeler farklı dinsel geleneklerden olsalar da tek bir uygarlığın üyeleri olduklarını, birlikte hareket ederek sorunlarını daha hızlı çözeceklerini düşünmüş ve 1991’de “V4” olmuşlar. Hepsinde, kuruluşları bin yıl öncesine kadar giden Vişegrad adlı birer kale-kent var; grubun adı buradan geliyor. Birbirleriyle komşular. Dördü de 2004’te AB üyesi oldular. Beraberliklerini AB üyesi olduktan sonra bugün de sürdürüyorlar.  (http://www.visegradgroup.eu)
*
AB’deki İlliberal Demokrasiler:Visegrad Grubu ve Dağılma Riski başlıklı kitap, V4 ülkelerin AB’nin yüce liberal değerlerinden uzaklaştıklarını, Avrupa’yı doğu – batı ayırımı temelinde görmeye ve göstermeye başladıklarını, Avrupa’nın bütünleşme sürecini dinamitlediklerini söylüyor. Bu ülkeler ‘euroscepticism’ (abkuşkuculuğu) çizgisine gelmişler. Yani, anti-AB’ci ya da AB’nin reddi anlamına da gelebilen AB eleştiricisi olmuşlar. AB’yi eleştiriyorlar; ulusal egemenliğin Brüksel’e devrinin istenmesinden rahatsızlar. Brüksel iktidarını iş dünyasıyla içiçe ama halktan uzak ve bürokratik olmakla, eşitlikçi olmamakla eleştirenler kervanına katılmışlar. Fena!
*
Kitaba göre bu ülkeler demokrasi mi, evet demokrasi. Çok partili siyasal sistem var, iktidar açık yarışmacı seçimlerle belirleniyor, parlamento işliyor, ifade ve söz özgürlüğü var, vb.. Peki bunlar liberal ülkeler mi, zinhar hayır! 1990’larda Kopenhag Kriterleri sayesinde liberalleşiyorlarmış. Ama her ne olmuşsa olmuş, bu kutlu süreci kesmişler. Polonya liderinin “bizim için egemenlik, hukukun üstünlüğünden [yani devletin piyasa adına sınırlanmasından] önde gelir” demesi… Macaristan liderinin “liberalizm yolsuzluktan, üç beş kişinin herşeye sahip olmasından başka bir şey getirmiyor” demesi… Demokratikleşmede mesafe alıyorlar, ama bir türlü devletlerinden –egemenliklerinden- ve halkın ihtiyaçlarını görmek saplantısından –popülizmden- kurtulamıyorlar. Liberalleşemiyorlar, illiberaller!
*
Biz en iyisi şu “illiberal” terimine biraz ilgi gösterelim. 
Ve Vişegrad deneyimini görüş alanımıza çekelim. 
Çünkü bu laf ile bu deneyimde çağın temel gerçeği saklı gibi duruyor. Yani Batı’nın elinde dünyaya satabileceği rüya kalmadığı, demokrasi örtüsünden vazgeçip doğrudan “liberalizm ihracı”na sıkıştığı, dolayısıyla ideolojik hegemonya gücünün gözle görülür biçimde zayıfladığı gerçeği…

[BAG, Aydınlık, 15 Nisan 2018]

12 Nisan 2018 Perşembe

MACARİSTAN’DA VIKTOR ORBAN



Macaristan’da seçim oldu. Viktor Orban üçüncü kez başbakan seçildi.
Viktor Orban’a, kendi dillerince olumsuz anlam yükleyip “Avrupa’nın Chavez”i diyenler, küresel liberalliğe karşı çıkan Orban’a, önceleri demokrat + diktatör bireşiminden ürettikleri demokratör unvanını yapıştırıyorlardı; sonra ve şimdi diktatör demeye başladılar. Atlantik medyasının takipçisi yerli köşe yazarlarımız, malum ‘saygın’ Atlantik medyasından alıntılar yapıp, bize Macaristan’da ne fena şeyler olduğunu anlatıp duruyorlar.
Avrupa Birliği’nin kapalı kutu dar tepe yönetimi ve Avrupa Parlamentosu’ndaki liberaller, yeşiller, sosyalistler kampı bas bas bağırıyorlar. Soros Tabanlı Kuruluşlar, STK temsilcileri,  seçim sonrasında Orban’ı kim kutladıysa, kutlama yapanı kınıyorlar.
Orban’ı Soros’a karşı mücadelesi nedeniyle anti-semitizm yapmakla; medyayı sınırlandırmakla; kadın ve LBGT bireylerin eşitliğine karşı çıkmakla, temel hak ve özgürlükleri tanımamakla suçluyor, böyle birinin nasıl kutlanabildiği hesabı soruyorlar. Bizdeki çevirmen-köşe yazarlar ise bunlardan çok, herhalde bizde daha çok para edeceğini düşündüklerinden, Orban’ın “göçmen (Müslüman) düşmanlığı”nı öne çıkarmayı uygun görüyorlar.
*
  Macaristan Başbakanı Orban’a dönük bu saldırganlık yeni değil. Durum 2011 yılından bu yana devam ediyor. Atlantik cenahı için asıl mesele, her zaman olduğu gibi, demokrasi ve insan hakları laflarının ardında  “tamamen duygusal”!
Viktor Orban’a karşı saldırgan tutumun başında, Macaristan’da ulusal yatırım gücünün tasfiyesine, ülke ekonomisine yabancı mali gruplar tarafından el koyulmasına, ülkenin altından kalkılamayacak ölçülerde borçlandırılmasına karşı ayak diremesi geliyor. Bu ayak direme, 2012 yılında yapılan yeni anayasa süreciyle birlikte gün yüzüne çıkmıştı.
Yeni Anayasa’ya, liberal demokrasinin ülkeye kabul ettirdiği “Merkez Bankası’nın Bağımsızlığı” düzeneğinin kırılacağını gösteren hükümler girmişti. Merkez Bankası’nın Bağımsızlığı, liberal demokratların küresel dünya düzeninin selameti ve tek tek ülkeleri boyunduruk altında tutabilmeleri için öylesine kritik bir siyaset idi ki, liberal demokratlar işte o zaman derhal harekete geçmişlerdi. Bizim 2018’de borç ilişkimizi nihayet sona erdirdiğimiz Uluslararası Para Fonu (IMF) ve bizzat Avrupa Birliği, kredi musluklarını kestiler. Fitch adlı sözde uluslararası mali denetim kuruluşu Macaristan’ın notunu anında düşürmüştü. Üstelik o zaman Macaristan’ın ödeme vadesi gelmiş 5 milyar avroluk borcu da kapıdaydı.
Tabii, her zaman olduğu gibi, meselenin yalnızca “para sistemi” olduğunu örtbas etmek üzere, Macaristan bir türlü kanıtlamasa da temel hak ve özgürlükleri ihlal edip durmakla suçlanmaya başlandı. Bu hakların savunucusu Soros idi; en önde o yürüyordu. Dolayısıyla AB eline Lizbon Anlaşması’nı almış ve “temel hak ve özgürlükleri sınırlandırırsan, ben de senin AB’deki karar hakkına el koyarım” tehditlerini savurmaya başlamıştı.
*
 Atlantikçi baskı, hep ve yalnızca bu temel sorun etrafında örülmüştü. Viktor Orban, işte bu baskıya karşı kimi zaman geri çekilmelerle yürüyen bir siyasetçi. 2018 seçiminde yüksek katılım oranlı seçimde oyların yüzde 50’sini alması, besbelli ki militan liberal demokratları şaşkına çevirdi.
Polonya’nın Macaristan seçim sonuçlarını ilk kutlayan ülkelerden biri olması, şaşkınlığı sinir bozukluğuna çevirmiş görünüyor.
Şimdi “demokrasi demek seçimde zafer kazanmak değildir” diye yazıp çizenler var. Liberal demokratlar, dünyanın farklı ülkelerinde kendi iradelerine karşı “direnen sandık” gerçeğiyle burun buruna gelmiş durumdalar. Bunlar temsili demokrasiyi kontrol gücünü yitirdikçe “sandık”tan iyice soğudular.  
*
Macaristan’da yalnızca siyasi önderlerin değil, aslında halkın tümünün karalanmasına varan hadsiz saldırganlıklar, açık ve seçik olarak, kendi bencil iktidarlarının çıkarlarına odaklı kesimlerden kaynaşıp çıkıyor. Bu kesimlerin sözde medyalarından ve stk’larından yayılan propaganda ürünü sözde bilgilere karşı uyanık olmakta büyük yarar var.
Seçimler, Macaristan halkına ve Avrupa’ya hayırlı olsun.

[BAG, Aydınlık, 14 Nisan 2018]

8 Nisan 2018 Pazar

NADİR DEVLET’İN EKSPEDİSYONU


Kitabın kapağında İdil – Ural Bölgesi adı verilmiş bir harita var. En solda batıda Mordva, bunun sağında kuzeyde Çuvaşistan ve Mari, ikisinin tam sağında doğuda Tataristan, onun kuzeyinde Udmurt ve doğusunda Başkurdistan çizili. Kitap 1995 yılının yazında, bunlardan üçünü kapsayan bir ay süreli bir inceleme gezisinin (ekspedisyon) notlarından oluşuyor. 
Tam künyesi şöyle: Nadir Devlet, İdil-Ural Ekspedisyonu -Tatarlar, Başkurtlar, Çuvaşlar, Marmara Üniversitesi Yayınları: 625, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü: 3, Ankara 1997, 143 sf.
*
Yazar, 1991 yılında tam adının Nadir Mirza İbrahimoğlu Devlet-Kildi olduğunu tescilletmiş. Roman gibi bir yaşamı var. Sovyet vatandaşı olan anne ve babası, İkinci Dünya Savaşı sürerken Mançurya’dan yaptıkları yayınlar nedeniyle sürgüne gönderilmiş, 1944 doğumlu olan yazar iki yaşından itibaren başka bir Tatar aile tarafından büyütülmüş. Ömrünün 11 yılı, 1972-84 arasında, Almanya’dan yayın yapan Amerikan “Hürriyet Radyosu”nda Tatar-Başkurt programları yapmakla geçmiş. ABD’ye ait soğuk savaş propaganda makineleri içinde önemli bir yeri olan bu radyonun öyküsü herhalde ciltler doldurur.
*
Yazar Türkiye ve Rusya ilişkilerine, Türkiye odağından değil, o ülke içindeki siyasal ilişkiler dünyasının içinden ve kendi siyasi programı açısından bakıyor. Yazar Rusya’da bulunan İdil-Ural Bölgesi olarak adlandırdığı yöre için, kitabın sonuç bölümünde, şu saptamaları yapıyor:  
“Tabii ki bu ülkelerdeki gelişmeler, merkezdeki (Moskova) gelişmelerle sıkı sıkıya bağlı. Dolayısıyla Rusya’nın kaderinden bu İdil – Ural cumhuriyetlerinin kaderini ayırmak mümkün değil. Rusya Federasyonu demokratlaştıkça, liberalleştikçe bunun müspet etkileri bu cumhuriyetlere ve burada yaşayan soydaşlarımıza da olacak.”
 “Bölgenin kaderi Rusya’nın kaderine bağlı” saptaması açık seçik ve kuşkusuz gerçekçi bir saptama. “Rusya demokratlaştıkça, liberalleştikçe” ifadesi ise böyle açık değil. Ama belli ki, Rusya’nın bu yolla ulusal birliğini perçinlemesinden değil, dağılma dinamiklerinin serbestleşmesinden söz ediyor. Sözün hemen devamından da anlaşılıyor.  
“Ancak Rusya kendi siyasi, ekonomik, sosyal ve askeri sorunlarını çözemezse İdil-Ural’da da sorunlar artacak. Bunun ise ücreti çok yüksek olacak kayıplara rağmen tam bağımsızlığa da yol açması muhtemel. Fakat buna ulaşabilmenin bizce en mantıklı yolu başta İdil-Ural cumhuriyetlerinin ekonomik, siyasi ve kültürel işbirliğini (İdil-Ural Ortak Pazarını) kurmaktan geçiyor. Çünkü her ne kadar demoralize olmuş, yaşlanmaya başlamış olsa da karşılarında 120 milyonluk bir Rus dünyası mevcut. Fakat bu fikirlerin yeşerebilmesi için yaşlı neslin ve metodlarının ortadan kalkması lazım. Ortak Sovyet vatanı değil. İdil-Ural, Türk-Tatar, Tatar-Başkurt-Çuvaş adı ne olursa olsun, bölgenin kendi vatanları olduğu anlayışının ve bunun icabında kan dökülmeye varacak kadar fedakarlık yapılması gerektiği şuurunun oluşması da gerekecek.”
Bu birkaç cümle, sansürsüz ve pek sert bir siyasi program önerisi. Yazar, bu sözleri şöyle noktalıyor: 
Rusların Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmenlere verdiği neredeyse bedava bir bağımsızlığı İdil-Ural cumhuriyetlerine verilme ihtimali yok. Çeçenler çok kan döktüler; ancak Rusya onlara kendisinden çok uzak olmasına rağmen tam bağımsızlık vermedi. Kısacası İdil-Ural bölgesi önümüzdeki on yıllarda tekrar bir değişime gebe. Temennimiz bu doğumun fazla sancılı olmaması.”
*
Yeterince zaman geçti. Amerikan “hürriyet radyoları”nın başında nöbet tuttuğu gebelik, yalancı çıktı. 2018 seçimlerinde bu ve başka federe birimler, seçimlere yüksek katılım ve Putin’e yüksek destekleriyle boy verdiler. Şimdi Türkiye ile Rusya’nın, aralarındaki dayanışma sayesinde, birlikte zenginleşip yükselmelerini umut ediyorlar. 
Aynı Türkiye’de bizim de umut ettiğimiz gibi.
Gerçekten! Bir devir kapandı. Açılan Avrasya devri, yeni kuşakların bağımsız bilgi ve akıl temelindeki entelektüel güçlerinin doğrudan katkısıyla barışa, kardeşliğe, kalkınmaya yapılan büyük bir çağrı!

[BAG, Aydınlık, 8 Nisan 2018]


4 Nisan 2018 Çarşamba

RUSYA’NIN KODLARI



Rusya’nın kodları, Dr. Volkan Özdemir’in geçtiğimiz günlerde (Nisan 2018) Kırmızı Kedi yayınevinden çıkan kitabının adı. Bir alt başlığı da var: Türkiye’de Rusya’yı ararken Rusya’da Türkiye’yi bulmak. Kişisel tanıklıklarını paylaşan yer yer muzip bir kitap.
*
Başlığın kendisi, Rusya’nın Kodları, iddialı bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu yeterince açık biçimde gösteriyor. Türkiye’nin deniz komşusu olarak çok yakın ama bir o kadar uzak kalmış, şimdiye kadar büyük ölçüde Batılı yazar-çizerlerden çeviri yoluyla öğrenmeye mahkûm edildiğimiz kocaman yabancı bir ülkenin varoluş ve hareket şifrelerini çözmek…
Dr. Volkan Özdemir iddiasının farkında bir yazar. Üstelik böyle bir iddiayı “Rusya arşınla ölçülmez, akılla anlaşılmaz” diyen, hele yabancıların bu işin altından hiç kalkamayacaklarını düşünen bir halk ve onun ülkesiyle ilgili olarak ortaya atıyor. Bu inançtan kaçmadan onunla da hesaplaşıyor. ‘Ama hangi yabancılar için zor? Batılılar için m Çinliler için mi? İşte burada toptancılık yaptıkları için Ruslar yanılıyorlar. Onların dilinden konuşmak, yaptıklarını anlamak her yabancı için zor değil. Bizim için asla zor değil. Bunun sebebi Türkler ve Rusların büyük benzerliklere sahip olması.’ Yazar, kişisel gözlemlerinin de doğruladığı bu ‘büyük benzerlikler’den emin. Dikkate değer bir saptamada bulunuyor: ‘Bugün dünyada tam anlamıyla Avrasyalı diyebileceğimiz sadece iki ülke var: Türkiye ve Rusya’. Bizim Rusya’yı anlama gücümüz, işte bu tarihsel ve coğrafi özelliğimizden geliyor.  
*
Peki yazar Rusya’nın şifrelerini kırmış mı? 
Bence evet. Yazar hiçbir noktada kaçmıyor. Bilgisini, sorularını, yanıtlarını lafı dolandırmadan satır satır peş peşe yazıyor. Elbette şifrelerini kırdığı şey bir bilgisayar programı değil. Tarihsel, sosyo-politik canlı bir sistem. Dolayısıyla çözüm yolları da, sonuçları da, yorumları da elbette tartışmaya açık. Kimilerine itiraz edebilir, kimi sonuçlarını doğru ya da yanlış bulabiliriz. Nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, kitaptan hepimiz Batılı değil bizden ve bizim-için bir aklın doğrudan gözlemleriyle döşenmiş, sağlıklı bir düşünme ve tartışma zemini elde ederiz.
*
Biz, toplumlar arasındaki ilişkilerde bin yılı, devletlerarası diplomatik ilişkilerde ise yarım bin yılı aştığımız bu eski komşuyu doğrudan karşılıklı kültür alışverişiyle değil, tuhaf biçimde Fransızca ve İngilizce çevirilerin süzgeçlerinden öğrendik.
Elimizdeki ikinci kaynak, çeşitli nedenlerle Rusya’dan Türkiye’ye göçmüş Türk kökenli aydınların yazılarıydı. Örneğin Yusuf Akçura; ondan çok şey öğrendik. Örneğin Akdes Nimet Kurat; onun Rusya Tarihi kitabı çok uzun yıllar biricik kaynak oldu. Örneğin, Zeki Velidi Togan; Başkırt ülkesinde başkanlık yapmış ve Rusya siyasetinde önemli roller üstlenmiş biri. Bu aydınlardan bazıları, Rusya siyasetiyle o ülkenin iç-siyaset unsurları olarak kavgalı olanlar, işin doğası gereği, Rusya’yı kendi kavgalarının penceresinden görmemize de yol açtılar.
Şimdi başka bir devir başladı. Artık Türkiye’de doğmuş ve yetişmiş aydınlar Rusya’da yaşayarak araştırıyor ve anlatıyorlar. İki ülke arasındaki ilişkilerin çağın gerekleri doğrultusunda yükseltilmesi bakımından sağlıklı bir kaynak. Dr. Volkan Özdemir, aynı zamanda işte bu yeni bilgi kaynağının temsilcisi.
*
Kitap, yazarın kendi deyişiyle ‘akademik bir çalışma değil’. Akademik metinlerden hazzetmeyen okuyucu için iyi haber; okuma su gibi akıp gidiyor. Akademi için ise adeta alarm zili. Yazar diyor ki ‘yaşadığım olaylar ve tecrübelerden sonra ülkemizde maalesef böyle bir çabanın [akademik kitap yazmanın] gerekli olmayacağını düşündüm.’ Akademik bir zihne, akademik bir çalışmayı hakkıyla yerine getirebilecek donanıma, zaten doktor unvanına sahip genç bir bilim adamı bunu yapmayı “değmez” görüyorsa, durum toplum bilimlerimiz için vahim demektir.
Alarm zilleri başka nasıl çalar?
[BAG, Aydınlık, 4 Nisan 2018]

1 Nisan 2018 Pazar

FRANSA’NIN SURİYE HEVESİ


1931 yılında İskenderun Sancağında dağıtıldığı tahmin edilen Arap harfli Türkçe yazılmış, yazarı bilinmeyen bir makale, Suriye’yi “manda”sı altına alan Fransa’nın 1921-1930 yılları arasında Türkiye’ye karşı kovaladığı siyaseti anlatıyor.
*
Diyor ki:
Birincisi, adına “manda” denen şey, özünde “Fransa’nın şarkta (doğuda) tutunması ve ‘En Büyük Fransa’nın tahakkuk etmesi”dir. Yani,  manda adına bakıp “bu ne” diye boşuna kendinizi yormayın.

İkincisi, Fransızların Türkiye – Suriye sınırını çizmek için ‘Roma Yolu’ diye tutturdukları şey gerçekte keçi yolu bile değil. Bu yol üzerindeki ısrarları Suriye yararını düşündüklerinden değil, “Şark’ta Fransız istilasına bir adım daha atmak” içindir.

Üçüncüsü, öteden beri Suriye’ye Ermenilerin getirilmesi ve “hududumuza zaif bir çit gibi dizilmesi Ermenilere acıdıklarından değil, Suriye’yi imar etmek istediklerinden değil, Suriye’nin su menbalarını kurtarmak için değil, Fransız istilasına öncü bir kuvvet hazırlamak, Suriyeliler ile daima geçimsiz kalacak bir unsur daha kazanmak, Türkiye hududunda hiç rahat durmayacak, Büyük Ermenistan akrânının karşısında kafaları daima dumanlanıp bulunacak ve Fransız parmakları arasında her zaman arzuya göre oynayacak bir alet bulundurmak içindir.”
*
Demek ki rastlantı değil.
Bugünlerde ABD’de Trump’ın Suriye’de Fransa’ya yer açması ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un kendi ülkesinden çok uzaktaki Suriye için bu kadar heyecanlanması, Suriye’yi 1920 – 1946 yılları arasında “manda”sı olarak boyunduruğu altında tutmuş ve sonra yitirmiş olmasından kaynaklanıyor.
Demek ki şu da rastlantı değil.
Gazetelerde okuduk ve fotoğraflarını gördük. HDP’nin Ermeni kökenli İstanbul milletvekili Garo Paylan, Fransa’nın Suriye hevesini ilan etmesinden kısa bir süre önce Macron’la görüştü. Macron durup dururken soykırım yalanına sahip çıkmaya devam edeceklerini ilan etti. Eski film eski aktörlerle şimdi de az değişiklikle yeniden çekilmek isteniyor.
*
Sözünü ettiğim makale, geçen yüzyıldaki Fransız niyetiyle siyasetini gerçekten çarpıcı bir biçimde inceliyor. Revue Politique et Parlementaire adlı dergide 10 Temmuz 1931’de yayımlanmış bir yazıdan alıntılar yapıyor ve Fransızların kendi durumlarını nasıl gördüklerini özetliyor:
“Mütarekeden sonra [Mondros, 1918] Suriye, Kilikya, Kürdistan dağlarının cenub (güney) kısımları, Mersin, Adana, Maraş, Ayıntab ve Mardin bize [Fransa’ya] verilmiştir. Fakat Kemalistlerin taarruzu üzerine Fransa, Türkler ile yeni bir muahede akdetti. Bu muahede [20 Ekim 1921 Ankara Anlaşması] bize [Fransızlara] bütün Kilikya’yı Ermeni ve Kürtler ile meskun bazı noktaları kaybettirdi….. Bu hudud, [Fransa için] birçok zararları mucip olmuştur. Asya içlerine doğru mühim bir kapı olan İskenderun limanı Türk toplumunun tesiri altına girmiş, ……”
Bizim yazar bu sözlere karşı diyor ki, insan bu satırları okurken kendini Ren sahillerinde, Türkiye’nin de Almanya’da olduğunu zanneder! Çok doğru söylüyor; sömürgecinin kendinden çok uzaklardaki topraklarda böyle hak görmesi kendi başına hayret verici. Ama asıl olarak aranan şey unutulmamalı. Bütün mesele “Asya içlerine girecek yolların Fransızların elinde bulundurulması”ndan ibaret.  
Zaten kendileri de saklamadan söylemişler: 
“Türk Asyası ile İngiliz Asyası [Irak olsa gerek] arasında ve Dicle üzerinde bulunan ve İran’dan uzak olmayan bir pencere, Fransız nüfuzunun genişlemesi için birinci derecede ehemmiyeti haizdir. Bu ehemmiyet bütün kesafetiyle Suriye’de toplanmıştır.”
Besbelli, şimdi de aynı hırs yükselmiş bulunuyor.
21. Yüzyılda Atlantik çöküp Avrasya yükselirken…
*
Fransa’nın başrol talep ettiği Suriye saldırganlığında 20. Yüzyılda sergilediği manzara çok ama çok öğretici. Daha ne çarpıcı boyutlar var!
İlgilenenlerin okumasını öneririm: 
Dr. Erdal İlter (çev.), Fransa’nın Suriye’yi İşgaline Dair Yayınlanmış Bir Risale, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/792/10154.pdf 

[BAG, Aydınlık, 1 Nisan 2018]