31 Ocak 2018 Çarşamba

ADEMİ MERKEZİYETÇİLİK ZORLAMALARI


Batı’nın sömürgeci ülkeleri idari reform konusunda uzmandır. 19. yüzyılda dünyayı, bavullarında “ıslahat”, “idari reform” taslaklarıyla geziyorlardı. Sosyalist sistemin yıkılışıyla birlikte, 1990’lardan itibaren ise notbook’larında hazır edilmiş “anayasa” taslaklarıyla gezmeye başladılar. Küreselleşme çığlıkları, anayasa bezirganlığıyla iç içe geçmişti. Şimdi küreselleşme bir yana “liberalizm başarısız oldu” itirafları var. Doğal olarak, Irak halkına işgalin gölgesinde giydirdikleri türden akıllara durgunluk veren anayasa pazarlamacılığı da gündemden düştü. Öyle görünüyor ki, şimdi yakın gelecekte “idarî ıslahatçılık” yine başrole çıkıyor.  
*
19. yüzyılın ikinci yarısında, 1870-1880’lerde, Batı reformcuları Osmanlı’dan “tefriki vezaif” istiyorlardı. Yani görevler ayrılığı… Ayrılık, görevleri merkez ile yerel parçalar arasında paylaştırmak, merkezin görevlerini sayıp sınırlandırmak, geri kalan tüm görevlerle işleri yerel idarelere bırakmak demekti. Bunun yanı sıra yetkileri de ona göre dağıtmak gerekirdi. İstedikleri uygulama “tevsii mezuniyet”, yetki dağıtımı idi. Öyle ya, görevleri ayırmışsanız, yetkileri de ona göre dağıtmalısınız. Örneğin kim hangi görevden sorumluysa, o işle ilgili vergi ve harcı da o belirlesin ve toplasın, elbette o harcasın…
Batı mantalitesine göre Osmanlı tefriki vezaif değil, “cem’i vezaif” yapıyordu; yani görevler birliği ilkesini benimsiyordu. Tevsii mezuniyet değil, “tahdidi mezuniyet” yapıyordu; yani yetkileri sınırlandırma yolunu seçmişti. Bu kavramların örtülü öznelerini açığa koyarsak, dediği şuydu: Görevler devletin merkezinde toplanıyor; merkez yerelin yetkilerini sınırlandırıyor… Bu, merkeziyetçilik idi. Oysa 19. yüzyılın sömürgecileri kendi memleketlerinden başka her yerde ademi merkeziyetçilik, özerklik istiyordu. Özerkliklerle özgürleşme cenneti vaat ederek, masalara parçalanma planları yayıyordu.
*
Batı “reform”u, Osmanlı’nın parçalanma sürecinde hatırı sayılır bir yere sahip olan 1878 Berlin Anlaşması gereğince, Haziran 1880’de yabancı devlet temsilcileri ile Osmanlı memurlarından oluşan bir komisyon marifetiyle hazırlanmıştı. Kararname 440 maddelikti; 23 Ağustos 1880’de yayımlanmıştı. Memleket genelindeki yapıyı ademi-merkeziyetçilik yönünde köklü şekilde değiştiren bir metindi.
İsmail Hakkı Göreli’nin yazdığına göre bu yasa yürürlüğe konmuşsa da, uygulamaya sokulmamıştı. Hatta metin kendine Düstur adı verilen yasalar külliyatında bile yer bulamadı. Yok sayıldı. 1864 düzenlemesi uygulandı.
*
Zaman ilerleyip 1910 yılına gelindiğinde konu yine gündeme geldi. Bu kez hükümet, 1910-1911 yıllarında 233 maddelik bir il idaresi yasa taslağı hazırlamış, taslak 1913 yılında Meclisi Mebusan’da 171 maddeye düşürülerek kabul edilmişti. Bu taslak, 1880 karma komisyonunun, adeta unutturularak yok edilen kararnamesine benziyordu.
Tartışmalar çoktu. İşe de yaradı.
Kavramların tanımlanışı değiştirildi. 1913 Encümeni diyordu ki, tevsii mezuniyet memurlar eliyle yürütülen işlerde olur, yerel yönetimlerde olmaz. Tefriki mezuniyet ise ahaliye taalluk eder, yerel yönetimlerde olur, ama çok dikkat gerektirir. Çünkü öyle yapılabilir ki, ortaya “hakikatte tefriki vezaif değil ademi merkeziyeti siyasiye” çıkar. Oysa “Vatani Osmani yek vücut ve mümteniuttaksimdir [bölünemez]”.
Hazırlanan ademi merkeziyetçi metin, yasa değil, bugünkü deyişle kanun hükmünde kararname olarak uygulamaya kondu. Ama yarısı... İl özel idareleriyle ilgili kısım yürürlüğe girdi, bu 1913 metni 2005’te değiştirilinceye kadar uygulandı. Diğer yarısı olan il genel idaresi bölümü askıda kaldı, Cumhuriyet döneminde 1929 yılında değiştirilinceye kadar 1864 Nizamnamesi uygulandı.
1876 Anayasası’na yerleştirdikleri tefriki vezaif anayasadan temizlendi, il idaresi için anayasaya yetki genişliği ilkesi kondu ve tarih sayfası çevrildi.
*

Bu, ademi merkeziyetçilerin fırsat bulduklarında saldırmalarının, her defasında tam ‘şimdi oldu’ dedikleri anda yere serilmelerinin hikâyesidir. 
O yüzden bu hikâyeye “bitmeyen senfoni” derler. 
Gerçeği ise, yenilen pehlivan güreşe doymaz durumu!

[BAG, Aydınlık, 31 Ocak 2018]


28 Ocak 2018 Pazar

ATLANTİKÇİ SOLCULUK


Siyasal konum alışlarda fırsatçı kolaycılık devri kapandı. Sözünü çeşitli yollarla örtüp ‘mış gibi’ yaparak gemisini yürütme alışkanlığı edinmiş olanlar için işler artık iyice zor. Bunların kendilerini “solcu” diye pazarlayarak siyasette yer tutmaya çalışmaları ise, bir hastalık hali.  
*
Bir sağa bir sola dönüp her karşısında gördüğüne tükürük saça saça ‘faşist’ diye bağıranların, Türk ulusuna karşı ilkel bir nefretle hareket ettikleri ayan beyan ortaya çıktı. Bunların başında Ermeni soykırım- yalanı militanları ile PKK’sı YPG’si ile ABD-askeri oldukları artık dünyaya malum olan paralı bölücüler geliyor. Bunların kendilerini “sol” diye pazarlayanları, kendilerine özgürlükçü demokrat diyorlar.
Sağ-dinci gibi görünenlerin toplu bir adları var mı bilmiyorum; ikide bir ‘kavmiyetçilik değil ümmetçilik’ diyenler bu kefedeler. Sözleri farklı görünebilir, ama kaynakları aynı, Türk ulusundan hazzetmeme ve ona düşmanlık hali…
*
Özgürlükçü demokratlar, bir önceki aşamanın ‘sosyal demokrasi’ çizgisinden türemeler. Kurtuluş Savaşı zamanında İstanbul’dan ses verip Batı’ya boyun eğmeli çağrısı yapan sosyal demokrasi, 1970’li yıllarda şahlanmıştı. Atatürkçü/Kemalist kurumlara yerleşip, 1990’lı yıllarda ‘aslı CHP’dir’ görüntüsü altında SHP adıyla “tepe”lere tırmanmış, CHP yasakların içinden çıkıp ikinci kez kurulunca alaşağı olmuştu.
Sosyal demokratlar, yirmi yıl sonra CHP’nin içinden bir kez daha tepeye yürümeye başladıklarında ise, 35. Kurultay Bildirisi’nde reddedildiler.
Bildiri’de deniyordu ki, sosyal demokrasi dört devrimden üçüncüsü idi; şimdi dördüncü devrimi yapıyoruz, özgürlükçü demokrasiye geçiyoruz! (Hatırlamayanlar için not: Dört devrimden birincisi kurtuluş savaşımız, ikincisi çok-partili sisteme geçiş, üçüncüsü ülkeye sosyal demokrasiyi getirmek, dördüncüsü özgürlükçü demokrasiye geçmek imiş.) O tarihte bir kısım sosyal demokrat, çoktan “dördüncü devrim” elemanı olmuşlardı. Olmayanlar ise aldırış etmediler. Türk ulusuna duyulan nefrete yastık olmaya devam ettiler.
Sosyal demokrasinin sosyalist enternasyonali, uzun zamandır Türk ulusuna ve Türkiye’ye açıkça karşı bir konumdaydı; en son Afrin Zeytin Dalı’nı karaladı. Orada CHP adına yönetici olan Umut Oran artık dayanamadı, kendisinden çoktan yapması beklenen doğru işi yaptı ve istifa etti. Tony Blair’li yıllardan beri belli olan bir gerçeğin altı iyice çizildi ki, sosyal demokrasi Atlantik Rejimi’nin yani emperyalizmin “sol”undan başka bir şey değildir. İkibinli yılların başlarındaki adıyla Kemal Derviş ‘sol’u.
Sosyal demokrasi, özgürlükçü demokrasi gericiliğinin, artık yetersiz görülen, geçmişte kalmış versiyonu. Günümüzde, nefes alabilmek için bile “özgürlükçü demokrat”ların himmetine muhtaç olan bir yokluk.
*
Bu iki ‘demokrat’ kanat, doğal olarak, ‘Atlantik demokratları’yla birlikte yürüyorlar. Bunlar, Türkiye’nin açıkça karşı karşıya geldiği Atlantik Rejimi’nin sürüp giden saltanatına yalnızca ülkemizde ve bölgemizde değil giderek tüm dünyada son verecek hamlelerin önünde bent olma gayretindeler. Türkiye’nin Rusya, İran, Irak, Suriye ile işbirliğine, özellikle de Rusya ile birlikte hareket etmesine karşı çıkışları, görene parmak ısırtıyor. Bunun son örneğini televizyon ekranından, Doğu Perinçek ile tartışmaya giren Öztürk Yılmaz verdi. Dünyanın Atlantik Rejimine karşı büyük dayanışmasını ve başarı yolunu temsil eden Rusya ile ittifakı ‘taşeronluk’ diye yaftaladı; böylece Atlantik Rejimine herkesin gözü önünde selama durdu.
*

Bu manzaraya göre bugünlerde özgürlükçü ve sosyal demokratlık, etnik özgürlükçülük ve Atlantik militanlığı anlamına geliyor. Ortadaki durum, “sapma” ötesi. Kendilerine ‘solcu’ dediklerine bakılırsa, kendi karşıtına dönüşme durumu. Ya da, kendi ulusuna karşı emperyalizmin yanında olma haline bakılırsa, solculuk, üstlerinden çekip almamızı bekleyen bir örtü.

[BAG, Aydınlık, 28 Ocak 2018]

24 Ocak 2018 Çarşamba

CEPHE


Ermeni soykırımı iftirası, emperyalizmin yönetiminde yürüyen karanlık bir iş.
Önceleri başrol diasporadaydı. 2000’li yıllarda bizdeki yansıması ‘Ermenistan Açılımı’ olan protokoller ve futbol maçları eşliğinde, başrol Ermenistan’a verildi. Ermenistan bu yükün altında ezildi. Öyle görünüyor ki, takvimler 2015’i gösterdiğinde, son on yıldır açıktan açığa fonlanıp beslenen üçüncü aktör Türkiye’de başrole çıktı. Ergenekon, Balyoz saldırıları sürerken, üniversitelerde ve vakıflarda “tartışalım, konuşalım, tabuları yıkalım, özür dileyelim” toplantıları peşpeşe geldi. Ulusun bağrında ulusa iftiralar ayyuka çıktı. Soykırım yalanını sahiplenenler, meydanlarda “yüzleş!” pankartıyla yürüdüler. Yürüyüşçüler, 2015 yılında milletvekillikleriyle ve hatta TBMM Başkanvekilliğiyle bile ödüllendirildiler. Müfterilik, partilerin delege oylu seçimli zeminlerinden bile ses verir oldu.
*
Apaçık ki, ortada emperyalizmin izlediği bir strateji var. Bu stratejiyi görülmez kılma işlevi görenlerin kendilerini mazur gösterecekleri hiçbir mazeretleri olamaz.
Ne şu dar siyaset çemberindeki “hamili kart yakınimdir” tadındaki aklamalar…
Ne “partimizi yıpratmayalım” lafları…
Ne de “AKP’ye hayır cephesi kuracağız, cepheyi zayıflatmayalım” lafları…
Ortadaki strateji karşısında ne benim tanışıklığımın, ne partimin, ne iktidara muhalefetimin bir değeri var.
Bu tavra “ama soykırım iftirasını asıl cesaretlendiren AKP idi! Zürih Protokolleri onun değil mi? Maç gösterileri onun değil miydi? Unutacak mıyız bunları?” diye örtü atmaya kalkışmak da bir tuhaf! Unutma tabii, unutmayalım. Ama aynı zamanda müfterilerle beraber hayır cephesi arayışına girenlerin unutulmayacağını da unutma!
*
Muhalefet yapmak uğruna emperyalist soykırım yalanını önemsiz görme tavrı, daha önceden hazırlanmış bir zemin. Zirve noktası, herhalde 2014 Cumhurbaşkanı seçiminde Ekmek İçin Ekmeleddin oldu. Sonra, 7 Haziran 2015 seçiminde ‘şimdi cemaati savunma/‘şimdi HDP’ye barajı aştırma zamanı’ diye ifade edilen o çok ‘zekî’ ve ‘cesur’ stratejist görüşler geldi.
Muhalefet yapmak uğruna, seçim kazanmak uğruna, gerekli sayıya ya da orana ulaşmak uğruna, AKP’yi devirmek uğruna, Erdoğan’dan kurtulmak uğruna, bunun karşısında kim varsa armudun sapı üzümün çöpü demeden herkesle, gerekirse şeytanla bile siyasal işbirliklerine gitmek…
Üzümün çöpü dediği PKK/HDP ile Cemaat/Tarikatlar ve Soros Vakıfları…
Armudun sapı ise AB ve ABD emperyalizminin ta kendisi…
Bu saplar ve çöplerle ‘hayır cephesi’ olmaz. Böyle bir ‘cephe’ye bu ülkede kimse evet demez.
*
Şimdi, ABD tarafından silahlandırılmış Kobanicilik’e ve her halükarda emperyalizmin kendisine karşı yürütülen Afrin Zeytin Dalı Harekâtı’na ‘AKP’li gençler gitsin’ gibi zeka gösterileri, bu sözde muhalefet duruşunun –o kadar diyelim- boşboğazlığı oldu.
Amerikan Kobaniciliğinin Türkiye’yi ve komşularımızı kana boğan saldırıları, YPG – ABD askerlerinin iş üstündeyken çekilmiş fotoğrafları ortada; gelin görün ki muhalefet etmek uğruna yaşayanların tereddütleri yine çok… Ve ağızlarında aynı replik! Ama çözüm sürecini o yapmıştı; bölücüleri o beslemişti; unutacak mıyız bunları? Tabii unutmayalım. Ama sen de Kobanicilerin yedeğine sürükleneceklerin asla unutulmayacağını unutma!
*
Bu gazetede pekçok kez ve ustaca yazıldığı gibi, Şam’a uzatılan Zeytin Dalı, Suriye yönetimi ile birlikte hareket ederek, kadim Fırat’ı batısı ve doğusuyla özgürleştirmeli. Soykırım müfteriliği ile etnik bölücülük, sahipleriyle birlikte bölgemizden sökülüp atılmalı.

Yurtta ve dünyada barışın gereği bu; öyle görünüyor ki başka bir yolu yok.

[BAG, Aydınlık 24 Ocak 2018]

21 Ocak 2018 Pazar

SİNE-İ MİLLET PLATFORMU KURULDU


9 Ocak 2018 günü Sine-i Millet Platformu kuruldu.

Ahmet Yavuz, Arslan Bulut, Birgül Ayman Güler, Dilek Akagün, Mustafa Önsel, Nihat Genç imzasıyla aşağıdaki kuruluş bildirisi yayımlandı.

Platformun iletişim adresi sineimilletplatformu@gmail.com

Twitter adresi @sineimillet1923

Facebook adresi https://www.facebook.com/sineimilletplatformu/

Platform ilk kamuoyu açıklamasını, 20 Ocak 2018'de yaptı. Afrin Zeytin Harekatı ile ilgili olarak yaptı. Suriye'nin toprak bütünlüğünü, Suriye Devleti ve Rusya ile işbirliği gereğini vurguladı. Bu harekatın bölgedeki ABD siyasetinin ve unsurlarının sona erdirilmesini hedeflemesi gerektiği ilan edildi.

Platformun açıklamaları, yukarıdaki adreslerden edinilebilir.






BİR DE BABACANLIK SORUNUMUZ VAR


Sorunlarla başa çıkmanın ilk adımı, kuşkusuz sorunları açık seçik görmekten ibaret.
CHP’de İstanbul il başkanlığı ve ardından Bursa İl Başkanlığı “sorunları” ortaya çıktı. “Sorunlar”, bunlara bakıp tartan yorumcularla birlikte daha başka “sorunlar” ile sarmaş dolaş oldu.
*
Dün Sözcü Gazetesi’nde Emin Çölaşan, “sorun”u, bu makamlara seçilen kişilerin ‘asla ve asla Mustafa Kemal’in askeri olmadıklarını söylemeleri’ diye tanımladı. Kitlelerin benimsediği bir sloganın, böyle bir zamanda vurgun, soygun, yolsuzluk, rant, açlık, sefalet, devletin tarikatlarca ele geçirilmiş olması, laik rejimin kaldırılması, Atatürk’ün isminin bile kaldırılması, işte bu dev gibi sorunlar karşımızda iken reddedilmesini saçma sapan bulduğunu yazdı. Bu işi yapanları entel-liboş tipler diye nitelendirdi. Çölaşan, “bundan sonra daha dikkatli olmalarını, bu gibi zırvalardan mümkün olduğunca kaçınmalarını dilerim!” diye temennide de bulundu. En sonda kendisinin de Mustafa Kemal’in askeri olduğunu ve faşist olmadığını yazarak bitirdi.
Sorunu böyle gördü.
Hafif yüz ekşitmeli… Babacanca: “hadi neyse, bundan sonra daha dikkatli olun bakayım!” “Ben”, mesela, “Mustafa Kemal’in askeriyim ve faşist değilim” diyerek… Mustafa Kemal’in askerlerine karşı olanların, Cumhuriyet’in 23 Nisan’ına değil soykırım iftiracılarının 24 Nisan’ına gittiklerini açıkça ilan ettiklerini görmezden gelerek… ABD’nin paralı ordusu PKK/YPG Kobaniciliği safında yer tuttuklarını da görmemeyi yeğleyerek…
*
Bu afacan entel-liboş iş, yani Mustafa Kemal’in adıyla faşistliği yan yana getirme, Erivan – Diaspora ve Kobani saflarında yer tutma hali, gerçekte ne demek ister?
Şu saatte bunu yazmak bile sıkıcı; herkes biliyor ki Türk Milleti’nin hukukunu ortadan kaldırmak ister.
*
Şu hatırlatma durumu gözde canlandırmaya yeter belki.
Soykırım müfteriliği anamuhalefette makam alırken, aynı günlerde, HÜDAPAR da iktidar ittifakının etrafında dolanıyordu. Soykırım müfterileri gibi, o da çok açık sözlü davrandı.
Dedi ki, AKP-MHP iktidar ittifakında yer almak isteriz, ama ufak tefek bir engel var! Sizin milletten anladığınız nedir? Bir etnik temele dayanmış millet anlayışıyla [Türk Milleti diyor] biz yan yana gelmeyiz. Biz “millet”ten Millet-i İbrahimi anlarız; İslam ümmetini anlarız; siz de açıkça söyleyin bakalım, sizin milletinizin adı ne?
Belli ki HÜDAPAR fırsatı yakalamış. Millet millet deyip “tevriye” yapan AKP yöneticilerini köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Millet deyip ümmet’i kastedenleri, millet dendiğinde bundan Türk Milleti’ni anlayanların / anlamak isteyenlerin gözünde bozguna uğratmak istiyor. AKP- MHP ittifakında böyle bir çatlak yaratıp, artık her ne yapmak istiyorsa….
Birisi dincilikten, öbürü Erivan-Diaspora ve Kobanicilikten aynı hedefe vurma derdindeler: İkisi de Türk Milletinin varlığını, 1918’deki deyişle Hukuku Milliye’yi reddediyorlar.
*
Türk ulusunu Ermeni soykırım iftirasıyla lekelemek, Hukuku Milliye’yi, yani Türk ulusunun egemenlik haklarını ortadan kaldırmak mücadelesinden ibaret.
Sağcı – dinci – ümmetçi HÜDAPAR ile solcu – diasporacı – çokmilletçi CHP işgalcileri arasında hedef ve karakter bakımından hiçbir fark yok.
Temel sorunumuz vurgun, soygun, rant,……. çeşitlemesinde sayılanlar değil; bunların tümü çözülür. Temel sorunumuz, ülkenin ulusal sahipliği üzerindeki lekeleme, çekiştirme, çökertme saldırıları.

Yaşadığımız sarsıntıların bir türlü sona erdirilememesinde hiç kuşkusuz bu saldırıları görmezlikten gelmenin, küçümsenin, şefkat çemberine almaların da çok payı var.

[BAG, Aydınlık, 21 Ocak 2018]


17 Ocak 2018 Çarşamba

BÜYÜKŞEHİRLEŞME: AMA HANGİ İLKEYE GÖRE?


Basında yer alan bazı haberlere göre, ülkemizde 81 il belediyesi ve 921 ilçe belediyesi =1002 belediyeli (az daha ilçe kurulursa biraz daha çok) bir sistem olacak. İl özel idarelerinin (51 adet), beldelerin (396 adet) ve köylerin (18 bin adet) geriye kalanları da kapatılacak. Bu türler yok olacağı için, yerel yönetim demek, belediye demekle özdeş olacak. İşte bu “reform”un adı, bütün illeri büyükşehirli yapmak.

İyi mi olur kötü mü?

Belde belediyeleri israftan başka bir işe yaramıyor, iyi olur diyen elbette çıkar.

Büyükşehirliği falanca ile yakıştırdın da, bize mi yakıştıramadın! diye siteme kalkışan da olur.

Ama mesele ne odur ne diğeri.

*

Mesele şu:

Aynı yerlerden sorumlu 81 büyükşehir+921 ilçe belediyesi kurulacak aynı yerlerde, hali hazırda aynı alanlarda iş gören 81 valilik + 921 kaymakamlık var. Bir ipte iki cambaz misali...

Eyaletçiler/federasyoncular, işte bu manzaraya bakıp sönmüş heyecanlarını tazeliyorlar. Ne de olsa çağımız yerel yönetimler çağı. Zaten 2005’te Anayasa’ya aykırılık bile göze alınmış, Avrupa Birliği’nin istediği uyum yasaları çıkarılmış, belediye yasalarına bunların “idari ve mali özerk” kurumlar olduğu hükmü yerleştirilmişti. Özerklik hakkı kazanılmış bir kere, büyük mevzi! O halde, valilik/kaymakamlık sembolik hale getirilirse, il ve ilçelerin patronu fiilen belediyeler olur. Hatta, sonra uygun bir zamanda valilik-kaymakamlık kurumlarının kendileri tümüyle ortadan kaldırıldı mı, tamam!

Tamam mıdır gerçekten?

Evet, gerçekten “tamam”dır!

Merkeziyetçilik ilkesinin istinat duvarı valilik ve kaymakamlık sistemidir, öbür adıyla il genel idaresidir. Merkezi idarenin organik parçası olan bu idare sembolik kılınır ya da ortadan kaldırılırlarsa, merkeziyetçilik ilkesi ortadan kalkmış olur.

Peki, yerine ne gelmiş olur?

Elbette “özerk iller sistemi”. Eyalet/federasyon isteyenlerin ana hedeflerine kıyasla geri bir aşama, ama hedeflerine doğru çok büyük bir adım. Üniter devlet yapısı için ise, büyük bir çözülme…

*

Gerçekten böyle olabilir mi?

“Böyle olmaz” demek için ortada dişe dokunur bir önleyici yok.

Olabilir.

Çünkü “her ile büyükşehir belediyesi” diyenler, aynı ipe çıkarılacak olan bu iki cambazın ilişkilerini nasıl düzenleyecekleri konusunda sistematik ve açık şeyler söylemiyorlar. Parçalı laflarından yayılan hava, il genel idaresinin, yani valilik-kaymakamlık görevleriyle yetkilerinin azaltılacağı, sınırlandırılacağı yönünde.

Öte yandan, 2005 yılında Anayasa’ya aykırı şekilde yasalara yerleştirilmiş olan AB-ev ödevi ürünü “belediyeler idari ve mali özerk kuruluşlardır” hükmünü geri almak gibi hiçbir söz de yok.

Oysa bu işi illa yapacaklarsa, olması gereken şey, merkeziyetçilik ilkesinin gereklerini karşılamaktır. Herşeyden önce, üniter devlet kuruluşuna uygun olarak, yerel yönetimlerin yanı sıra il idaresi sistemini de –daraltmak değil, güçlendirmek gerekir. Aynı zamanda, Anayasa’da yazıldığı gibi, yasalara da yerel yönetimlerin idari vesayet sistemine ait kurumlar olduklarını gösteren açık bir hüküm yerleştirmek şarttır.

Model sahibi siyaset çevresinden şimdiye kadar böyle sözler duymadık.

*

Bu konulara açıklık getirmek için sormakta büyük yarar vardır:

Her ile büyükşehir modeli düşünenler, üniter devlete uygun idari kuruluş konusunda hassaslar mı?

Yoksa bu modeli üniter devlete aykırı olan ademi merkeziyetçilik esasına göre mi kurmayı düşünüyorlar?

***

ANAYASA MAHKEMESİ’NDEN BİLGİLENDİRME. Pazar günkü yazım üzerine Anayasa Mahkemesi Basın Bürosu arayarak, 11 Ocak 2018 gün ve saat 23.13 ve 23.22 twitlerinin ilgili Ağır Ceza Mahkemelerine değil, kamuoyuna yönelik bilgilendirme amaçlı olduğunu, iletilerin mahkemelere dönük olduğu şeklindeki yanlış izlenimin basında yer alan haber tarzından doğdu”ğunu söyledi. Değerlendirme kamuoyunundur.

Bu olay bir aksamaya işaret etti. Tüm kamu kurumları, ama özellikle etkileri büyük karar ve işlemler üreten yüksek kamu kurumları, sosyal medyanın nasıl kullanılacağı konusunu ayrıca ve özenle ele almalıdır. Bu kanallar -ileti zamanlaması dahil, uyarına – gelişine göre değil, standart kurumsal kurallara göre kullanılmalıdır.

[BAG, Aydınlık, 17 Ocak 2018]


14 Ocak 2018 Pazar

HUKUK DEVLETİNİN “TWİTLE TEBLİĞ” SINAVI


Anayasa Mahkemesi 1961 yılında kurulmuştu. 1971, 1982, 2010, 2016’da çeşitli değişikliklere konu oldu. Son durumda toplam 17 üyesi var. Gazetelerde şema halinde yayınlanıyor ki, bu üyelerin 3’ü Ahmet Necdet Sezer, 8’i Abdullah Gül, 3’ü Recep Tayyip Erdoğan ve 3’ü TBMM tarafından atanmış. Şemalar, Mahkeme’nin son olarak, FETÖ davasından tutuklu “Şahin Alpay – Mehmet Altan tahliye edilsin” diyen son kararının 6’ya karşı 11 ile alınmış olması nedeniyle anlamlı.
Hemen hiçkimse kararların hukukiliği ya da yerindeliği konusuyla ilgilenmiyor. Şemaya bakan, her yanıyla sert bir siyasi kavganın özetini görüyor, doğru ve haklı olarak.
Bu fiilî gerçek karşısında, hukuk ilkelerine dayanıp “Anayasa Mahkemesi üst mahkemedir, alt mahkeme onun kararını tartışamaz” diye kitaba uygun konuşanların sesleri boşlukta çınlama yaptığıyla kalıyor.
*
Hukuk, sıcak siyasetin açık savaş arenası olunca, yönümüzü bulmamızı sağlayacak pratik bir ölçü, belki “bu hengâmede hukukun ilkelerini ve saygınlığını kim koruyor” sorusu olabilir. Bunu, anayasal – siyasal kuruluşun en tepesinde yer alışı nedeniyle, herkesten önce elbette Anayasa Mahkemesinden bekleriz.
Ama Anayasa Mahkemesi öyle bir şey yaptı ki, ülkenin anayasal koruyucusu olması gereken bu kurumda sorumluların kendilerini siyasal tarafgirliğe fena kaptırmış olduklarını gözlerimizin önüne serdi.
Mahkeme twitledi!
*
Adı geçen kişilerin yargılamasına bakan Ağır Ceza Mahkemesi, “bize yukardan -Anayasa Mahkemesinden herhangi bir karar bildirilmedi” deyince Anayasa Mahkemesi “twitledi”; “twit”le kararın kendi internet sitesinde olduğunu söyledi.
Herhangi bir kamu kurumu, hele anayasal konulara, yani siyasal yaşamın en tepe konularına bakan bir devlet kurumu, yaptığı bir işlemin sonucunu internet sitesine yerleştirmekle yetinebilir mi? İlgililere kararını twitleyerek tebliğ edebilir mi?
*
Kamuoyunu bilgilendirme amaçlı bir açıklama olsa, diğer kanalların yanı sıra, son yıllarda ortaya çıkmış bu kanalı da kullanmasını olağan karşılayalım. Ama bu öyle değil. O kadar değil ki, her kurumun, hele ki Anayasa Mahkemesi gibi bir kurumun yaptığı bir işlemin nasıl yürürlüğe gireceği, genelge ya da yönetmelik gibi alt kademe mevzuatta da değil, kurum için özel olarak çıkarılmış yasada düzenlenmiş bulunuyor.
Böyle olması, Anayasa’da devletin üzerinde yükseldiği ilkelerden biri olarak gösterilen “hukuk devleti ilkesi”nin gereği. Yoksa işleri bürokratikleştirmek değil. Öte yandan ne ilgili taraflar, ne mahkeme, ne bakanlık Anayasa Mahkemesinin internet sitesini takip etmekle yükümlüler. Takip edebilirler, hızla haberdar olabilirler, ama bunun merak gidermekten, sevinmekten ya da üzülmekten başka anlamı olmaz; işlerin yürümesine yetmez.
Anayasa Mahkemesi’nin kendi yasasında, işlemlerinin yani kararlarının nasıl uygulanacağı yazıyor. Yargılamayı yapan mahkemeye kararını ve ilgili dosyayı göndermesi, kararını ilgililere ve Adalet Bakanlığına bildirmesi gerekiyor. Nitekim yetkili mahkeme de bunları hatırlatmış.
Normalde, üst mahkemelerin alt mahkemelere eksiklerini kusurlarını hatırlatması beklenir. Bu sefer tersi olmuş, eksik-kusur yüksek mahkemede ve bunu ona bildirmek işi alt mahkemeye düşmüş.
*
Tweet, Türkçe çevirisiyle cıvıldamak. Kuş cıvıltısı…
Devletin, hem de yargı dünyasının ve yargının en tepesindeki kurumların cıvıldaşması…

Bu yalnızca devlet açısından ayıp değil, vatandaşların devlete güvenlerini de sarsan bir haldir. Anayasa Mahkemesini kendi yasasını bir yana koyup “cıvıldamak” usulüyle iş görme durumuna düşürenler, neden oldukları güven ve saygınlık erozyonunun hesabını zor verirler.

[BAG, Aydınlık, 14 Ocak 2018]

10 Ocak 2018 Çarşamba

DEVLET REFORMU BÜYÜK İŞTİR


Yeni-sağcılık ya da neo-liberalizm denen siyasetin yerinde yeller esiyor. Felsefelerini ve zihniyetlerini ortalığa saçıp çektiler gittiler. Zamanında da dikkat çekiciydi, ne kadar çok “rapor” hazırlamışlardı. Söylenmeleri birbirinden zor, anlamları kendilerinden menkul şeffaflık, hesapverebilirlik, katılımcılık, toplam kalitecilik, yönetişimcilik…
Bugünlerde öyle anlaşılıyor ki, ilgi çekici birşeyler söyleyip yapmak peşinde olan bazıları, bir yerlerden ele geçirdikleri bu raporları kullanıp laf söyleme, iş yapma gayretindeler. Kendilerine başkanlık rejiminin yönetim modelini hazırlama görevi de verilmiş ki, bunun altından kalkmak için Dünya Bankası’nın, OECD’nin kendilerince bile unutulmuş raporların tozlarını kaldırıyorlar.
*
Bir zamanların küreselleşmecileri, Batı dillerinden çevirme, ‘yönetişim’ gibi tuhaf yönetim ilkeleriyle devletleri tasfiye edip yerine piyasa gurularını yerleştirmek için uğraşmışlardı.
Bunlara göre merkeziyetçilik ilkesi çağ-dışı, en iyi ilke ise ademi merkeziyetçilik idi. Bizim gibi zengin deneyimlere sahip bir memlekette hatırlanmaması olanaksız. Bu yeni bir şey değil, parçalayıp asit gibi eritici olduğu için yüz yıl önce reddettiğimiz Prens Sabahattincilik! Ademi merkeziyetçilik asidi o zaman ‘teşebbüs-i şahsi’ hürriyetçiliğiyle pazarlanmıştı, yüz yıl sonra yerel çoklukların hürriyetçiliği diye satılmaya çalışıldı. Yüz yıl önce olduğu gibi, dün de reddettik. Herkesin çok iyi bildiği gibi, bu kararlı reddi gören ademi merkeziyetçiler, hendek kazmaya koyuldular. Ademi merkeziyetçiliğin, memleket toprakları üzerindeki belirişi olan bölgesel özerklik, yerel özerklik, vb. baskılar, hendeklere gömüldü.
Şimdilik işin bu tarafından bastıran bir tehdit yok.
*
Ademi merkeziyetçilik adlı tehdit, şimdi yerelden değil merkezin ta kendisinden nüksedebilir.
Başkanlık rejiminin kamu yönetimi, yani devlet yapısı, küreselcilik artığı neo-liberal raporların da yardımıyla, adem-i merkeziyetçiliğe sürüklenebilir.
*
Hamarat, iş-gören, daha kurumsal laflarla etkili ve verimli bir yönetim yapısı yaratacağız lafları eşliğinde, geleneksel olarak var olan tek devlet tüzelkişiliği ortadan kaldırılmak istenebilir. Bu yolda, her bakanlığı ve her valiliği ve her kaymakamlığı, devlet bütününün hukuksal parçası olmaktan çıkarmaya, bunların her birine kendine ait ayrı tüzelkişilik vermeye kalkışanlar olabilir. “Kamu yönetimi kurumlarının kendileri özerkleştirilsin; ancak böylece demokratikleşebiliriz” diye fetva veren ‘demokrasici’ler ortalığı kaplayabilir.
Böyle bir siyasetin somut anlamı özetle şudur:
Hukukta idari – adli ayırımı ortadan kalkar; adli hukuk tek kalır; devlet işlemleri de buna tabi olur. Yani, idare sözleşmeleri gibi idareyi/devleti piyasa karşısında daha korunaklı hale getiren devlet hizmeti anlayışı ortadan kalkar. Devletin, her işte tam bir piyasa özel kişisi gibi davranması kuralı benimsenmiş olur. Bir anlamda, devletin bir bütün olarak özel sektörleşmesi….
Devletin merkezi olarak kurumları üzerinde ademi merkezileştirme, yani kurumları özerkleştirme, ortaya çıkaracağı tek-yönetim ve büyük-eşgüdüm sorunları nedeniyle, toprak üzerinde özerkleştirmeleri adeta kendiliğinden çağırır. Yani, pekçok bedelle üzerleri örtülmüş olan hendeklerin üzerleri açılır. Başkanlık rejiminin çelikten demirden sağlam yönetimini kuruyoruz diyenler, Türkiye’yi kendi elleriyle Prens Sabahattinci asit kuyusuna atmış olurlar.
*
Kamu yönetimi, devletin ta kendisi demektir.

Başkanlık rejiminin yönetim yapısını kurmak adına çalışanlara hatırlatırız. 

[BAG, Aydınlık, 10 Ocak 2018]

7 Ocak 2018 Pazar

TAŞERONLAŞMA SİYASETİNDEN DERS ALIR MIYIZ?


Taşeron işçiler kadroya alınacak. Güzel haber.
Mesele şu ki, taşeronlaşmayı büyük kurtuluş görüp yaygınlaştıranlarla şimdi taşeronluğa karşı önlemler almakla ve önlemler alınmasını savunmakla övünenler aynı çevreler.
Dün taşeronlaşmanın büyük çözüm olduğunu savunanlar adeta hem büyük teorisyen, hem dünyayı en iyi anlayan analist, hem de birer uygulama militanı idiler.
O zamanlar, bunun her anlamda yıkım olacağını söyleyenler, içlerinde kendim de olduğum için çok canlı biçimde hatırlıyorum, biz, ne berbat insanlardık! Ne dünyayı anlıyorduk, ne yenilikleri benimseyebiliyorduk! Biz, taşeronlaşmaya karşı yönetim bilimi açısından eleştiri yapanlar güya akademiktik! Yok canım, ne akademiği, bunlar –biz, ideolojik körlük yaşayan dinazorlardan ibarettik! Her yeniliğe karşı çıkan! Hep “olmaz” diyen! Yeni şeylere olumlu yaklaşmasını hiç bilmeyen işe yaramazlar!
*
Taşeronlaştırma, özelleştirme politikasının buluşuydu.
Eğer kamu malını satabiliyorsan, en iyisi buydu. Yok, satamıyorsan “hizmet gördürme usulü” ile yürümeliydin. Buna frenk teorisinde “işlem maliyeti”nden kazanmak diyorlardı.
Ne cafcaflı laflardı!
*
Devlet büyüktü; hantaldı; pahalı iş görüyordu. Sen eğer devlet içinde görülen işlerin her birini birbirinden ayırırsan, her işlemi piyasa ölçüsü “para” ile ifade eder hale gelirdin. Bu yolla her kamu hizmeti piyasada görülebilen iş haline gelirdi. Bu ifade, işte bu “işlem maliyeti” ifadesi var ya, işlemleri bir kez parayla ölçülür hale getirirsen her şey tamamdı. En az girdi ile çok çıktı elde etmek, verimlilik….
Hem yalnızca o da değil. Bu, aynı zamanda ucuzluk demekti. Kamu hizmetlerini parçala, ihale et, şirketler onun için rekabet etsin, fiyatlar düşecek! Kamu hizmetini alan kişi başka ne ile ilgilenir ki! Onun için bütün mesele işinin görülmesi değil mi? Hem işi görülsün, hem de hızlı ve ucuz olsun, herkes bunu beklemiyor muydu?
Derken kamu hizmetleri “işler”e bölündü.
Kamu kurumunun güvenliği mi? Özel güvenlik şirketleri kuruldu. Yemekhane mi? Ya şirketlere ihale edildi ya da memurlara kupon verildi; ‘git istediğin lokantadan ye!’ Bu, özgürleşmenin ta kendisi değil miydi? İşte sana ‘seçme özgürlüğü’!
Laboratuvar hizmetleriyle uğraşmanın ne anlamı var? Kamu kurumu, devlet, asli görevlerini yapsın, böyle hamaliye işlerle özel şirketler uğraşsın! Sonra, cezaevlerini neden devlet yönetiyordu ki! Buraları özelleştirmek en iyisiydi. Topluca olmuyorsa cezaevlerinin çeşitli işlerini ihaleyle gördürmek en iyisiydi. Hatta vergi toplama işini 657’lik memur eliyle görmek de ne oluyordu! Eskiler mültezim sistemini boşuna mı bulmuşlar?
Hele belediyeler, hele belediyeler! Mümkün olsa da, belediye içindeki işleri “hizmet gördürme yolu” denen ihale sistemine parça parça devretmek yerine, belediyeleri beş yılda bir sandığa değil ihaleye sokabilseydik!
Bu sözleri hatırlamıyor olmazsınız!
*
Bizim itirazlarımız çok fazla değildi. Diyorduk ki, bu model:
Birincisi, iş-güvencesini bitirir. Sendikal örgütlenmeyi yok eder. Ücretleri düşürür.
İkincisi, bu yol kamu bütçesine yük bindirir. Şirket kârları ek maliyettir. Şirketlerin kâr baskısı yüzünden kamu kaynakları haksız kazanç kanallarında heba olur.
Üçüncüsü, bu model kamu yönetimi ile halk arasında şirketleri sokar; demokratik yönetim olanakları felç olur; idare yolsuzluklar eşliğinde feodalleşir.
Dördüncüsü, piyasa fiyatıyla ödeme yapamayacak olan toplum kesimi hizmete erişemez olur; toplumsal bölüşüm ve adalet perişan olur.
İşte, bunlara benzer şeyler… Demişlerdi ki “soyut konuşuyorsunuz”!
*
Şimdi ‘itiraz edenler haklı çıktı’ diyen yok. Zaten bu alicenaplığı beklediğimiz de yok. Ama şunu bekliyoruz; desinler ki: “yanlış yapmışız, yanlış görmüşüz”!
Bunu söylemelerini beklemeli ve istemeliyiz. Çünkü bu hesaplaşma yapılmazsa, buna benzer yanlışların yine yapılmasını önlemek mümkün olmayacak.

Küreselci neo-liberalizmden çok zarar gördük; hiç olmazsa ders almış olalım.

[BAG, Aydınlık, 7 Ocak 2018]

2 Ocak 2018 Salı

TARİHSİZ ve FİKİRSİZ ‘PLANLAMA’


2019 Kurtuluş Savaşımızın, 2023 Cumhuriyetimizin 100. Yılı. 1919 – 1923, bizim için tarihsel bir direniş ve Türk ulusunun var olma başarısını temsil eden eşsiz bir zaman dilimi. Şimdi, bu zaman diliminin 100. yılına yürüyoruz.
Onbirinci Kalkınma Planı, işte böyle bir zamanı, tam tamına 2019 – 2023 yıllarını kaplıyor. Planlama işine başlama emri, Başbakanlık Genelgesi’yle 29 Temmuz 2017 günlü Resmi Gazete’de yayımlandı. Kalkınma Bakanlığı, geçtiğimiz Kasım ayında çalışmaları yönlendirecek bir elkitabı çıkardı.
Genelgede de kitapçıkta da 100. Yıla ilişkin tek bir söz ediş yok. Hiçbir gönderme, hiçbir bağ kurma, hiçbir heyecan yok. 
[İlgili metne, buraya tıklayarak bakabilirsiniz]
*
Planı yüklenenler dünyadaki yeni duruma karşı da pek kayıtlı değiller.
Önceki planlarda küreselleşme devrindeyiz diye başlayan uzun ve atak ‘tahliller’ vardı. Şimdi öyle değil, tek söz var, o da şu: “Plan çalışmaları, küresel ölçekte yeniden dengelenme süreci devam ederken” yapılıyor.
Dünyada ne oldu da küreselleşme demez olduk? Yaşanan değişme bir eksen kayması değil mi? Küresel ölçekte yeniden dengelenme ne demek? Bu, küreseller içi bir şey mi? Bunun hakkında bizim değerlendirmemiz ne? Hiçbir anlayışımız, öngörümüz yok mu?
Yok görünüyor. Plan emri veren siyasal irade, bu konuların üzerinde durmuyor.
Başbakanlık genelgesi, ne olduğu açıklanmayan ‘yeniden dengelenme’nin analizini çok önemli görmüyor, bunu aynı küreselleşme devrindeki gibi, fırsat olarak değerlendirmeyi yeterli sayıyor: “Ülkemizin bu süreçten kazançlı çıkması için gerekli politika ve stratejilerin tespit edilmesi açısından önemli bir fırsat olacaktır.”
*
Hazırlanan Plan’ın en temelde tek amacı var: Ekonomik büyüme. Bu niceliksel bir hedef, niteliksel değil. Yani mümkünse durumun yükseltilmesinden ibaret, sıçrama ya da atılım gibi bir hedef yok. Adımcı, artımcı, Batı dillerindeki deyişle incrementalist işlerden biri.
Dünya ahvali bakımından derin analiz ve bunun sonuçlarına uygun tavır belirlemek yerine ise 'fırsatları değerlendirmek’ten ibaret pragmatik iş görme hali.
*
Hedef – amaç, ölçüt, gösterge, vb. yok. Eğer siz sözleri ayıklar da, bu hedef şu da gösterge diyebilirseniz, bu durumda da herkesi aynı yolda yürütecek tanımlar elde yok.
Plan hazırlığı için kurulan 43 Özel İhtisas Komisyonu ile 32 Çalışma Grubu’nda görev alıp Türkiye için gelecek için hedefler çizmeye çalışanlara kolay gelsin! Analizsiz, tanımsız sözde hedef belgeleriyle çalışmanın güçlüğünü yaşayanlar bilirler.
Ama bu tür ortamların yarattığı asıl dert Türkiye’yedir. Böyle ortamlarda örgütlü ve raporları çoktan hazır olan baskı ve çıkar grupları, Türkiye’nin yararına aykırı olan şeyleri politika diye benimsetmekte büyük kolaylıklar yakalarlar. Güçleri adeta tavan yapar. Bu süreçte işleri çok kolay!
Planlama sürecini Türkiye adına sıkı izlemek gerek.
*
Bugün yeni bir yıla giriyoruz.
Yeni bir yıla adım atarken, 2019-2023 Planı’mıza sahip çıkarak, dilediğimiz güzel, bağımsız, refah dolu, mutlu Türkiye yıllarına emek verebiliriz.
Nice nice yıllara,
tüm sevdiklerimizle,
sağlıkla,

gönlümüzce…

[BAG, Aydınlık, 31 Aralık 2017]