18 Ocak 2017 Çarşamba

BAKANLIKTAN KAÇIŞ


Dünyayı yoksulluk ve savaş çemberine kıstırdıktan sonra devrini tamamlayıp ortadan kaybolan neoliberalizm, küreselleşme uğruna yıllarca “devleti küçültmek” ve “etkin devlet yaratmak” adını verdiği yıkıcı bir siyaset yürütmüştü. Bunun devlet üzerindeki somut etkilerinden biri bakanlık sistemini dağıtmak idi.
1980’li yıllarda operasyonların başında bütçe yerine fon sistemi kurmak geliyordu. 1988’de sayısı 141’i bulan fonlar, adeta bütçenin yeri almıştı. Bütçenin karar aracı “kanun”dur; fon sistemi bundan sıkılıyordu; kendi aracı olarak kanun hükmünde kararnameleri öne çıkardı. Para ve karar ayrılınca, bürokrasi de ikiye ayrılmıştı. Bir yanda alternatif yeni bürokrasi, öte yanda hantallık, yavaşlık, başarısızlıkla suçladığı bakanlıklar dünyası kalmıştı. Issızlaştırılan bakanlıklar daha sonra sosyal alanda devletteki vakıflaşmayla, iktisadi ve mali alanda ise üstkurullaşmayla ‘eski dünya’nın kurumlarına dönüştürüldüler.
Devleti küçültmek işinin teknik adı, bakanlıktan kaçış idi. Süreç neredeyse bitmişti. Sıra yeni-anayasalarla durumu değişmez hale getirmekteydi.
Gelin görün ki 2008’de hem IMF, hem Dünya Ticaret Örgütü siyasetlerinin iflasını adeta ilan ettiler. Dünya Bankası, zamanı dolup devri kapanan “küçük devlet” projelerini yalpalayıp sürüklenerek kapatma derdine düştü. Bakanlık sistemini ortadan kaldıramadan kendileri çöktüler.
*
Böyle bir noktada, bugünlerde TBMM’den çıkarılmaya çalışan anayasa değişikliğinin devlet örgütlenmesinde bakanlık sistemine son verecek hükümler getirmesi şaşkınlık vericidir.
Anayasa değişikliği tasarımı, bakanlıkların bütüncüllüklerini ortadan kaldırıyor; çünkü anayasada nerede bakanlar kurulu sözü geçiyorsa, o sözü siliyor. Buna göre bakanlar, artık “hükümetin üyeleri” olmayacaklar. Bunların eşgüdümlü çalışmasının cumhurbaşkanı tarafından sağlanacağı varsayılıyor.
Bakanlıkların TBMM ile ilişkileri de kesilip atılıyor. Bakanlar milletvekili olamayacaklar.
Değişikliğin 10. Maddesinde Anayasa’nın 106. Maddesine eklenen sonuncu paragraf sayesinde, şimdi sayıları 21 olan bakanlıkların kuruluş ve yok ediliş esasları bile TBMM tarafından belirlenemeyecek.
Devletin en üst yöneticileriyle ilgili esaslar da TBMM’den alınmış bulunuyor. Her bir bakanlığın Ankara’da ve 81 il ile 912 ilçede örgütlenişleri, esasları ve işlemesiyle birlikte cumhurbaşkanı kararnamesine bağlanıyor. Bu da Anayasa’nın 104. Maddesine cümle arası cümlecikle sıkıştırılmış bulunuyor.
*
Elbette bütün bu işleri tek bir kişi yapamaz. Peki, nasıl yapılacak?
Yapılamayacak.
Bakanlıklar sistemi ortadan kaldırılmışsa, yani bakanlık denen kurumların TBMM, hükümet, cumhurbaşkanı üçlüsü tarafından inşası bir kalemde silinmişse, bunların yerine de hiçbir ortak eşgüdüm ve denetim mekanizması öngörülmemişse, ki öngörülmemiştir, yapılamayacak.
Yapılamayacağı için, ikinci adımda, kurumların özerkleştirilmesi diye bir dayatmayla burun buruna geleceğiz. Bakanlıklar, şimdi içinde erimiş bulunduğu devlet tüzelkişiliğinin dışına çıkarılacak. Her biri kendi başına birer kamu tüzelkişisi yapılacak; yani “özerk” hale getirilecekler.
Hizmetleri bakımından özerk kurumlarda parçalanmış devlet, toprak üzerinde “üniter” varlığını sürdürebilir mi? Evet diyen beri gelsin!
*
Karşı karşıya olduğumuz şey, küreselcilerin en kabadayı zamanlarında bile rüyalarında göremeyecekleri türden bir “açılım”dır. Bu, ülkemize 2003-2005’te dayatılan ‘kamu yönetimi kanun tasarısı’nın anayasa kılığına bürünmüş halidir.
Hem de küreselcilik batmışken, dünyada ulusal siyasetler yükselirken, asıl şimdi yeni bir dünya düzeninin kurulma sancıları yaşanırken, devlet tüzelkişiliğini berkitmek zorunluluğu her zamankinden daha da açık iken…

Bu tasarım Türkiye’nin hayrına değil. O yüzden hayır!

11 Ocak 2017 Çarşamba

BU TASARI BİZE KUŞKU VERİYOR


Ülkemizde hükümet sistemi parlamenter sistem değildir.
Yarı-başkanlık sistemidir.
Bu durum otuz üç yıla yayılarak ortaya çıkmış bulunan bir sonuçtur. İlk adım, 1982 yılında yürürlüğe giren anayasada cumhurbaşkanlığına geniş yetkiler verilmesiyle atılmıştı. 2007 yılında cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine karar veren referandum, sistemin anayasal düğümünü atmıştı. İlk seçim 10 Ağustos 2014 yılında yapıldığında ise uygulaması başlamıştı.
*
Yaşanan sürece karşın, anayasada “cumhurbaşkanı seçilenin partisiyle ilişiği kesilir” hükmünün saklı durması, sistemin yapısıyla çelişkili ve hatta eşyanın doğasına aykırı diyebileceğimiz bir durumdur.
Yaratabileceği sakıncalara iki örnek verebiliriz:
Bu hüküm kullanılarak, siyasal yaşamımızın içinden çıkıp cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan kimsenin her adımı ‘partiyle ilişiklik’ suçlamasıyla baskı altına alınabilir. Kolayca tehdide dönüştürülebilecek bu tür bir suçlama, cumhurbaşkanlığını çalışamaz hale getirebilir. Öte yandan bu hüküm, cumhurbaşkanlığına aday belirlerken, kendi siyasal yaşamımızın ateşinde pişmemiş ithal ya da teknokrat adaylar aramaya çıkmamızı teşvik edebilir. Böyle arayışların bizi nerelere sürükleyebileceğini ve ne tür bilinmezliklere onay vermek zorunda bırakacağını Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesi örneğinde gördük.
*
Söz konusu hükmün anayasadan çıkarılması, partili cumhurbaşkanlığı getirmek olarak adlandırıldı. AKP – MHP anayasa değişikliği teklifinde bu yapıldı.
Ne var ki burada durulmadı.
Ortaya çıkan şey, cumhurbaşkanlığı sistemi adı altında devlet başkanlığı rejimi oldu. Bu sözde sistem, hukuk devletini mümkün olmaktan çıkaran bir idari devlet heyulası ile tamamlandı. Partili cumhurbaşkanlığını partisinin genel başkanı da olan cumhurbaşkanı gibi yorumlayıp ilan eden AKP’li goygoyculuk, bunlara bir de parti devleti yaratmak becerisini ekledi.
Partili cumhurbaşkanlığı, bunun ne olup ne olamayacağını gösteren hiçbir tanım getirilmediği için, ‘cumhurbaşkanı aynı zamanda bir siyasi partinin genel başkanı da olabilir’ gibi, yine eşyanın doğasına aykırı olan, başka bir yorumun kucağına atıldı. Eşyanın doğasına aykırı, çünkü 21. yüzyıl Türkiye’si tek değil çok partili siyasal sisteme sahip bir ülke. Çok partili siyasal sistem içinde bir partinin genel başkanı olan kişinin aynı zamanda Türk Milletinin ve birliğinin temsilcisi ve devletin başı olarak kabulü olanak dışı. Bir parti başkanı kişinin başkomutan olarak onay bulması da olanaksız.
*
AKP ve MHP’de anayasayı ‘sistemdeki tıkanıklıkları gidermek’ için değiştireceklerini söyleyen ilgili kişiler, söylediklerini değil başka bir şey yaptılar.
Yaptıkları şey, MHP’nin daha dört ay öncesinde kadar şiddetle ve hiddetle karşı çıktığı bir şey. MHP, oturduğu masada başkanlık rejimine ve eyaletleşme yolunun temizliğine imza atıp bunların savunucusuna dönüştürülmüş bulunuyor.
Bu şey AKP açısından ise, Erdoğan’ın Saddam ve Kaddafi ile ilgili olarak küresel merkezlerde imal edilmiş, tam mühendislik ürünü ‘firavun, tiran, diktatör’ kalıpları içine yerleştirilme çalışmalarına tuttukları bir çanak.
Ortalık yerde “Türk Milletinin devri bitti” diyen, Atatürksüz ve Türksüz anayasa yapacaklarını söyleyen Mehmet Uçum gibi cumhurbaşkanı başdanışmanlarının “bu ilk adım, gerisi gelecek!” türden açıklamaları patlıyor.
Ve kamuoyu, bu paketin nerede, kimler tarafından, nasıl bir çalışma sürecinde hazırlandığını bilmiyor.
Anayasa ve hukuk tekniği olarak yalap şalap, hedefleri bakımından MHP’nin konumuna ve cumhurbaşkanıyla hükümetin maddi çıkarlarına aykırı bu paket, gerçekten neyin nesi?
Ortaya çıktığında bile inanasımız gelmeyen bunca kumpastan, kendi ülkesinde TBMM’ni bombalayacak kadar ülkesine düşman hale gelmiş bunca garip ruha tanık olduktan sonra, soruların içinde en önemli soru bu: Gerçekten, bu anayasa değişikliği neyin nesi?

Bu tasarıyı geri çekin!

8 Ocak 2017 Pazar

HUKUK DEVLETİ NASIL YOK EDİLİR?



AKP – MHP anayasa değişikliği önerisi, kendi oylarıyla Anayasa Komisyonunda kabul edildi. Acemice, aceleyle, kötü hazırlanmış olan metne bir de Komisyon el attı. Toplam 21 maddeyi 18 maddeye indirdi ve bazı değişiklikler yaptı. Ama metin iyileşecek gibi değildi. Zaten görüldü ki Komisyonun da böyle bir derdi yoktu.

Değişikliklerden ikisi devletin kuruluşuyla ilgili.

*

AKP – MHP önerisinde, mevcut anayasanın 126. Maddesine bir paragraf eklenmişti. Bu, kamuoyunda “eyalet sisteminin önü açılıyor!” değerlendirmesi yaratan eklemeydi. Eleştiriler haklıydı. Komisyonda AKP önerge verdi ve bu eklemeden vazgeçtiler.

Ama dayanamadılar; çıkardıkları paragraftan bir tutam tortuyu 106. Maddenin en sonuna bir cümlecik olarak yerleştirdiler.

İki partinin önerisinde, ‘cumhurbaşkanına kim vekalet edecek’ konusunu düzenleyen 106. Maddenin sonuna, bu maddeyle ilgisi olmayan bir cümle yerleştirilmişti. Buraya kondurulan cümleyle cumhurbaşkanına yeni bir yetki veriliyordu. Aslında yeri, hemen iki üstte cumhurbaşkanının yetkilerini düzenleyen 104. Maddeydi. Komisyon da hükmün maddeyle ilgisizliğini görmezden geldi ve ‘o bir tutam tortu’yu buraya sokuşturdu.
“Madde 106 – Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir.”
Oysa yürütme organı, böyle bir yetki kullanamaz.

Çünkü bakanlıklar, ayrı tüzelkişilikleri olmayan, devlet tüzelkişiliği içinde yer alan temel kamu kurumlarıdır. Bunların kurulması ve kaldırılması da, örgütlenme kurallarının ve görev - yetki çerçevelerinin belirlenmesi de “kanun” konusudur. Bu yetki TBMM’ne aittir. Yetkinin cumhurbaşkanına, yani “yürütme organı”na verilmesi, “kuvvetler ayrılığı ilkesi”ni ortadan kaldırmaktadır.

Daha da önemlisi, yapılan bu iş, hukuk devleti ilkesini yok etmektedir. Çünkü bir devletin hukuk devleti olup olmadığını belirleyen ölçülerden biri, “yasallık” (kanunilik) ilkesidir. Yani, idarenin kuruluş ve işleyiş usulleriyle esaslarının idarenin kendisince değil, yasamadaki halk temsilcileri eliyle belirlenmesi…

Komisyon, eklenen paragrafı kaldıracak yerde, buna bölgecilik özlemlerine kapı aralayarak “taşra teşkilatlanması”nı da eklemiş ve metne adeta tüy dikmiştir.

*

Diğer değişiklik, mevcut anayasanın 123. Maddesine yine bir paragraf olarak eklenmişti. “Üst düzey yöneticilerin atanma esas ve usullerini cumhurbaşkanı belirler” yazmışlardı. Kamuoyunda eleştiriler yükseldi; yani şimdi cumhurbaşkanı “valiler bundan böyle atamayla değil, seçimle işbaşına gelir” diyebilsin mi isteniyordu?!

Tepkiler karşısında önerideki bu ekleme de Komisyonda çıkarıldı. Ama buradan silinen paragraf, 104. Maddede bir cümlenin içine iç-cümle olarak yine yerleştirildi.

Üst düzey yöneticileri atamak, yürütme organının yetkisinde. Geçmişte de öyleydi şimdi de öyle.

Ama, üst düzey yöneticilerin atanmasına ilişkin kuralları, usul ve esasları belirlemek yetkisi, Türkiye’de her zaman TBMM’ye ait oldu. Kanun ile düzenlendi.

Çünkü bu kademeler, devletin kuruluşunun bir parçasıdır. Üst düzey yöneticilerin hangi temel kurallarla atanıp görevde tutulacakları meclis tarafından belirlenecek, bu düzeydekiler daha alt düzeylere atamalar yaparken yine meclisin belirlediği şablona göre davranacaklardır. Eğer usul ve esaslar şablonu yürütmeye ve dolayısıyla idareye bırakılırsa, hukuk devleti yıkılmış, idari devlet uçurumuna düşülmüş olur.

Adı üzerinde, cumhurbaşkanına verilen yetki, yürütme yani işlerlik kazandırma, çalıştırma, işletme yetkisidir. Yürütme organı atama işlemlerini yapabilir. Ama kurucu nitelikte esas ve usul belirlemek, yasama organının işidir. Bunun ondan başka bir organ tarafından yapılması kurucu iradenin, yasama işlevinin devri ve hatta gaspı olur.

Bu da hem “kuvvetler ayrılığı”nı hem de “hukuk devleti”ni berhava eder, gider.

*

Yanlışları düzeltilecek gibi değil!

En iyisi, bu tasarının geri çekilmesidir.

[BAG, Aydınlık, 8 Ocak 2017]

4 Ocak 2017 Çarşamba

PARTİLİ Mİ PARTİZAN MI?


Anayasa’nın 101. Maddesinde “cumhurbaşkanı seçilen kişinin varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmü var.
AKP-MHP anayasa değişikliği önerisi bunu metinden çıkardı. Böylece partili cumhurbaşkanlığı ilkesi benimsenmiş oldu.


*
Haydi diyelim ki, doğrudan halk tarafından seçilen bir makam için partisizlik aramak, eşyanın doğasına aykırıdır. Böyle bir yasak, cumhurbaşkanlığı üzerinde siyasal amaçlı baskılar yaratabilir ve bu baskılar söz konusu makamın çalışmasını engelleyecek boyutlarda olumsuz sonuçlar doğurabilir. Yasağın ortadan kaldırılması uygundur!
Ama AKP-MHP tasarısı kaldırdığı hükmün yerine başka hiçbir şey koymadı. Cumhurbaşkanının partililik hali tanımlanmadı.
Eğer toplumda partililik niteliğinin anlamı konusunda oluşup paylaşılmış yerleşik ortak bir görüş olsaydı, anayasadan bu konuda yön göstermesi istenmeyebilirdi. Ne var ki ortak görüş bir yana, kimileri bunun bir partinin genel başkanı olma hakkı anlamına geldiğini söylerken, kimileri de bir siyasal partiye mensubiyetin “iz”ine sahiplikten ibaret olduğunu söylüyor.   
*
Bu konuya benzer bir örnek, belediye uygulamalarımızda var.
Türkiye’de 1963 yılından beri belediye başkanları partili belediye başkanı. Belediye başkanları o tarihe kadar meclisin içinden ya da dışından ama meclis tarafından seçiliyordu. 1963 yılında çıkarılan 307 sayılı yasa, başkanların meclis gibi doğrudan halk tarafından seçilmesi kuralını getirmişti.
Bu kuralla birlikte, yasada partili başkanlığın sınırları da belirleniyordu. Ortak görüş şuydu: Başkan siyasal seçimle sandıktan gelecek. Ama görevi süresince parti faal hizmetlerinde görev almamalı.
Yasama sürecinde bu görüş uygulamaya yön verecek biçimde kaleme alınarak şöyle bir hüküm kuruldu: Seçilen belediye başkanları, bu görevlerinin devamı süresince siyasi partilerin genel merkezlerinde vazife alamayacakları gibi il ve ilçe idare kurulu başkan ve üyeliklerinde de bulunamazlar.
Bütün taraflar için gerekli ve anlamlı görülmüş olmalı ki, zamanın tutanaklarında bu düzenlemenin herhangi bir itiraza ve tartışmaya konu olmadığı görülüyor. Uygulama yarım yüzyılı aştı. Bu süre içinde belediye başkanları seçildikten sonra ‘artık tüm beldenin başkanıyım’ diyerek kamu hizmetlerini hiçbir siyasal ayırım yapmayacak biçimde yürüteceklerini ilan ederek iş gördüler. Partilerin başkanlar üzerindeki baskısı elbette hiç bitmedi. Başkanlar da partilerini kontrol etmek için didişip durdular.
Ama kamu hizmetlerini görmek bakımından partililiği partizanlığa dönüştüren her uygulama, ilgili belde halkından ciddi tekiler ve uyarılar aldı. Belli bir dengeye varıldı.
Dengeyi hiç kuşkusuz, partili belediye başkanlığının tanımını yapan yasa hükmü sağladı.  
*
AKP-MHP önerisinin Anayasa Komisyonunda görüşülmesi 30 Aralık 2016 sabahı bitti. Komisyonda epeyce değişikliğe uğratılan, 21 maddeden 18 maddeye düşürülen metinde partili cumhurbaşkanlığı konusu Komisyona geldiği haliyle bırakıldı.
Komisyon da partililiğin tanımını yapmadı.
Cumhurbaşkanının, mecliste çoğunluğu oluşturacak bir siyasal partinin genel başkanı olması, bunu destekleyen başka hiçbir şey olmasa bile, kuvvetler ayrılığı ilkesini kendiliğinden boşa çıkarıyor. Somut olarak söylersek, milletvekili aday listeleri, genel başkan/cumhurbaşkanının çekmecesinden çıkacak. TBMM yani ülkenin yasama organı, cumhurbaşkanı yani yürütme organı tarafından kurulacak. AKP-MHP’nin kuvvetler ayrılığına dayanan bir anayasa değişikliği yaptık sözü, içi boş bir söz.
Siyasal sistemimizin tek-partili değil, çok-partili olduğunu yinelememize gerek var mı? Cumhurbaşkanına hem bir siyasal partinin genel başkanlığı yetkisini hem de “devletin başı” unvanını vermek, basitçe parti-devlet inşa etmek demek. Bu sistemde cumhurbaşkanının devletin başı sıfatıyla “Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder” sözü ise, hiçbir gerçek mekanizması olmayan kof bir söz.
Yanlış yaratan boşluk giderilir mi? Belki.
Ama en iyisi, bu yalap şalap tasarının geri çekilmesi. 


[BAG, Aydınlık, 4 Ocak 2017]