27 Aralık 2017 Çarşamba

YIKIM PROJELERİNDE BUGÜNKÜ DURUM


Türkiye’yi parçalanmış gösteren haritaların arkasında, bu emele varmayı sağlayacak iki proje kuruldu.
*
Biri federasyon projesiydi. Asıl muradın Kürtçü ayrılıkçılık olduğu, bundan başka sahibi olmadığı malum olan proje. Sonraki adımda, Kuzey Irak ile Kuzey Suriye ve İran’dan koparılacak parçalarla ayrı bir devlet kurma hedefine doğru bir uçuşma.
Bunu açıkça talep edip siyasal arenaya taşıyanların sayısı az oldu. Ama bunlar, sinsi kollarla ve ne dediğinden bihaber AB-D’ci havarilerce güçlendirildiler. Şimdiki il sistemi yerine illerde seçilmiş valilik isteyenler, AB’nin kalkınma ajanslarına sarılanlar, illeri kaplayan büyükşehir yayılmalarını yüceltenler, toprak üzerinde federasyon rüyalarını besleyip durdular.
2017 yılının sonunda bu cenah umutlarını yitirdi. Türkiye, bölücülüğe teslim sürecini durdurdu. Kuzey Irak’ta referandum battı. Suriye’de Şam başardı. Bizde geriye, yönetim sisteminde sinsi kolların ve AB-D havariliğinin açmayı becerdiği gedikler kaldı.
*
Öbürü demokratik cumhuriyet projesiydi. Federasyonculuktan çok daha tehlikeli, sinsiliğin zirvesi olan bu proje, demokrasiyle aldatarak yürüdü. Siyasete eşit vatandaşlık ve ortak vatan laflarıyla yuvalandı. Tarih ve durum bilgisiyle uğraşmayı bilgiçlik sayan karanlık aymazlığın ortalığı kapladığı bir ortamda, ‘canım ne var ki bunda, ne güzel işte!’ciler sayesinde yayıldıkça yayıldı. Türklük ırkçılıkla damgalandı. İktidar sahipleriyle benzerleri ümmetçilikten, hayali solcularla liberaller dünya vatandaşlığı ile küreselleşmeden dem vurup bu kervana katıldılar. Türk milliyetçisi olduğunu söyleyen bir kısım bile ‘Türk Milleti yalnız Türkiye’deki değil, Turan’dakidir’ deyip büyük saldırganlık karşısında hem akıl hem alan boşaltmaya hazırlandılar.
2017 yılının sonunda bu cenahın ortalıkta kibirli kibirli salınışları bitti. Ama, partilerin resmi belgelerine sızdırılmış olan eşit vatandaşlık yıkımı oralardan çıkmış değil. Daha berbatı şu ki, akılların korkaklığı sürüyor. Türk Milleti’ni ve Türkiye’de egemenliğin yalnızca ona ait olduğunu savunmak, kimilerine halâ ürküntü veriyor.
*
Etnikçilik ve mezhepçiliğin, sahte farklılık, ötekilik, çeşitlilik demokratlığının, gerçekte emperyalizmin katı işgal projelerinin parçaları olduğu ortaya çıktı. Etnik bölücülüğün bu yöndeki gayretleri işe yaramadı.
Gelin görün ki halen iki destek işbaşında.
Böyle bir dönemde, ‘milliyet dediğin kavmiyetçilik’ gibi bir edebiyatla ‘önemli olan din kardeşliği’ sözleri ve büyük hümanistlik görüntüsü altında ‘önemli olan insan olmak’ şeklindeki yüce-gönül sahipliği taslamaları halen dolaşımda görünüyor. Oysa bunlar, etnik bölücülükle aynı sonuca varıyor. Türkiye halkını dağıtıyor; tehditlerle baş etme gücümüzü kemiriyor; ancak ve ancak Türk Milleti olarak yürünebilecek olan geleceğimizi karartıyor.
Dünya yeni dengelere doğru hızla ilerlerken, halâ ‘Biz kimiz?’, ‘alt kimliğimiz ne, üst kimliğimiz ne?’ ergenliği içinde debelenmek, artık hata olmaktan çıkıp ağır suça dönüşüyor.
*
Kimbilir kaçımızın kaç kez söylediği basit gerçekleri yinelemekten hiç vazgeçmemek gerekiyor:
Etnik kökenlerimiz başımızın üstüne, etnikçi siyaset değil.
Dini inançlarımız başımızın üstüne, ümmetçi – mezhepçi siyaset değil.
İnsanlık ve dünya ortak paydamız, küreselci siyaset değil.

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir. Gerçek anlamda demokratik ve güçlü bir cumhuriyet, ancak ve ancak, ülkemizin üzerinde yükseldiği bu ilkeyle, yani ulusal cumhuriyetle mümkün olabilir. Seksen milyonluk bu göz kamaştıran gövde, geleceğe ancak bu siyasetle yürüyebilir. 

[BAG, Aydınlık, 27 Aralık 2017]

24 Aralık 2017 Pazar

ÖNDER DEVLETE KAÇ VAR?


Bizde, Anayasa’ya göre, 16 Nisan 2016 referandumundan bu yana, başkanlık rejimi var. O rejimde başbakan ve ona bağlı hükümet yok. Bu rejim henüz uygulamaya girmedi. 2019 seçimlerinden itibaren uygulanacak.
Anayasada yazan rejim henüz uygulamaya girmediği için, halihazırda uygulanan rejim başka. 2007 yılında Anayasa değiştirilmişti; sonraki cumhurbaşkanını parlamento değil halk seçecek denmişti. Yedi yıl bitti, 2014 yılının yazında cumhurbaşkanı seçimleri yapıldı ve cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçildi. Üstüne, 16 Nisan 2016 anayasa referandumunda, cumhurbaşkanının siyasal parti ilişkisine yasak getiren madde silindi. Cumhurbaşkanı partili olabilir dendi. Mevcut cumhurbaşkanı partisinin başına geçti ve Partili Cumhurbaşkanlığı devri başladı. Bütün bunlar olup biterken, başbakan ile hükümet de durduğu yerde durdu. Bunlar hala işlerinin başında, 2019’da ortadan kalkacaklar. İşte bu özellikler nedeniyle şu anda fiilen yarı-başkanlık rejimine sahibiz.
*
Ülkemizin toprakları, geleneksel olarak il sistemine göre, yani il – ilçe temelinde mülki idare [taşranın devlet idaresi] eliyle yönetilir. Anayasaya göre halen öyle. Ama yasalara ve uygulamaya göre durum böyle değil. İl sistemi, yerini artık yarı-il sistemine bırakmış durumda.
Yarı-il sistemi 2014’ten beri uygulamada. Yasası 2012’de çıkarılmıştı. Toplam 81 ilimizin 30’u büyükşehir yapıldı ve hepsinin sınırları kuruldukları ilin sınırlarıyla çakıştırıldı. İl sayısına göre bakarsanız, illerin az bir kısmı. Ama nüfusumuzun yüzde 80’i buralarda yaşıyor.
Bunlarda il sistemi olduğu yerde dursa da, valilikler artık alanlarının tek yöneticisi değiller. İl – ilçe idarelerinin yanı başında bir de hatırı sayılır bütçeler ve yetkilerle il genelinde büyükşehir belediyesi, ilçelerde ise bunlara bağlı olan ilçe belediyeleri var.
Yeni tip büyükşehir belediyeleri “şehir” yönetmiyorlar; il dediğimiz bölgesel alanı yönetiyorlar. Bunlara “belediye” diyoruz ama, küçük ya da büyük olsun, bir yerleşmeyi değil alanı yönettikleri için bu adın gerektirdiği karakterden de yoksunlar.
*
Bir zamanlar, valilerin seçimle işbaşına gelmesini isteyen bölgesel özerkçiler, şimdi bu çatallı halden müjde almayı bekliyorlar. Büyükşehir garabeti tüm ülkeye yaygınlaştırılsın; sonra “bir ipte iki cambaz oynamaz” düsturuyla valilikler kaldırılsın; bunların tüm işleri büyükşehir belediyesine devredilsin…
Yani büyükşehir belediyesi dönüşüme uğrayıp “il yerel idaresi” olsun; seçimli büyükşehir başkanı, valinin yerine geçsin. Hoş geldin, il ölçekli eyalet sistemi!
Siyasal rejimde zamana yayılmış hesapsız bir dönüşüm, belediye sisteminde karakter bunalımı, ülkenin mülki yönetiminde gelecek belirsizliği…
Hem de nasıl bir ortamda?
Dünyanın ağırlık merkezleri değişirken…
*
Dünyanın yeni ağırlık merkezlerinde işler başka türlü.
Çin yönetimi, kendi ülkesindeki önderlik bir yana, dünya ülkelerinin siyasal partilerini davet edip büyük danışmalar süreci yürütüyor. Dayanışma ağları örmeye gayret ediyor.
İran yönetimi, 2014 yılında, ülkesinin gelecek 20 yılını hedeflere bağlayan “Direniş Ekonomisi Doktrini” adını verdiği bir ana politika belirlemiş, bu aklı ve planı Türkçe olduğu gibi pekçok başka dilde yayımlıyor; dünyanın yolunu bilmesini istiyor.
Rusya yönetimi, geniş topraklarından binlerce temsilciyle gelecek ve ülkemiz eksenli adeta planlama kurultayları yapıyor. Öğrenciler arasında ‘gelecek sensin, senin Rusya’n ne?’ diye yazı yarışmaları açıp gençliğini karar besleme sürecine katıyor. 2018 seçimlerini böyle bir temele yerleştiriyor.
*

Bizdeki gidişe bakarsan, ülke yönetiminin omurgası üzerinde ağır müdahaleler öne çıkıyor. Fikir ve siyaset dünyamız ‘çılgın projeler’ çağına takılıp kalmış, yazık ki ufukta ‘önder devlet’ görünmüyor.

[BAG, Aydınlık, 24 Aralık 2017]

20 Aralık 2017 Çarşamba

KÜÇÜK-BÜYÜK DEĞİL ÖNDER DEVLET


Kamu Yönetimi, yani Devlet…
1980’lerden beri hedef tahtasında.
Bunun aklımızda hiçbir çağrışım yapmayan, yabancı dillerden devşirme olduğu için matah bir şey sanılan, oysa anadilinde de şifreli ve zorlama adı deregülasyon idi. Regülasyon, düzenleme demek; öndeki “de-“ ekiyle düzenlemesiz hale getirmek. Epeyce zorlama terimler.
Türkçesi şuydu: Devlet aşırı büyük, küçültülmeli… Devletin ekonomide ne işi var, çekilmeli… Devlet hizmet verir mi, hizmetleri özel sektör görsün, okullarla hastaneler piyasaya terk edilmeli… Bu çağda merkezcilik de ne, devlet yerelleşmeli…
Uygulamaya da geçtiler.
“Devlet köftecilik yapar mı” diyenler kazandı; Et-Balık Kurumu toz edildi. Oysa Kurum, ilgili piyasanın yalnızca yüzde 10’unu elde tutuyordu; bu sayede hem hayvancılık hem et tüketimini toplum ve insan sağlığı lehine yükseltiyordu. “Devlet tohumculuk yapar mı” diyenler kazandı; Türkiye Zirai Donatım Kurumu toz edildi. Türkiye kısır, genetiğiyle oynanmış, dışa bağımlı tohumculuğa mahkûm edildi. Sanayi ve teknoloji alanında da bankacılık alanında da aynı işler yapıldı, elde yokluklar kaldı. Yapılan herşey bunlara benzer…
*
Elde kalan minimum devlet!
Peki bu devlet ne yapacaktı?
Haşmetli reformcular “o etkin devlet olacak” dediler. Piyasaya terk ettikleri şeylerin kimilerini düzenleyecek, “regülasyon yapacak”! OECD ile Dünya Bankası bunu söyleyince, kimileri “devlet geri dönüyor” dediler. Oysa “etkin devlet” devlet değildi; küresel piyasalar düzeninin yerel trafik polisiydi. Trafiğin merkezi söyleyecek, o işaret verecekti; trafik ihlallerini cezalandıracak, nizamı sağlayacaktı.
Küçük devlet nizamı 2001’de Kemal Derviş programıyla kurulmaya başlandı. En stratejik sektörlerde, bankacılıkta, enerjide, geçici süreyle tütünde ve şekerde üstkurullar –düzenleme ve denetleme kurulları- yönetim sistemimize monte edildi. Bunlar ülkenin siyasal iktidarından özerk kılındı, küresel kurullara bağlandı. Tam teslim, 2003 Kamu Yönetimi Temel Kanunu ile Başbakanlık Müsteşarlığına oturmuş Ömer Dinçer ekibiyle yapılacaktı, yapamadılar.
*
Deregülasyon ile devletsizleştirme, regülasyon ile mini-devleti küresel merkezlerin şubesi haline getirme reformları…
Bu projelerin şu ya da bu evresinde, bizde etnik bölücülüğün devreye sokulmasına benzer biçimde kimi ülkelerde renkli devrimler, güneyimizde Arap Baharları, komşumuz Irak’taki gibi açık askeri işgaller, Suriye’deki gibi sahipleri belli terör örgütlerinin kullanıldığı vekalet savaşları devreye sokuldu.
Biz ve bizim gibi ülkeler deregülasyona uğradıkça, Atlantik dünyası daha da büyük bir şiddetle baş-regülasyoncu oldu.
Gördük ki, kamu yönetimi reformu dedikleri şey, küreselci saldırganlığın kalem efendiliğinden başka bir şey değildir.
*
Bu işlerin en eğlenceli yanı ise, “küçük devlet ne kadar çoksa demokrasi o kadar çok olacak” vaadiydi. Bu reformcular çok yol aldılar, sonunda “demokrasi neredeee” diye bağıranlar yine onlar.
*
Şimdi mi?
Dünyanın ağırlık merkezi gözlerimizin önünde yer değiştirirken, siyaset ve bürokrasi dünyası, bu köhnemiş sözde reformlardan -üstelik bir de kendi keşfiymiş gibi sunup- medet ummaya artık son vermeli. İktidar sahipleriyle iktidara aday olanlar, artık anlamalılar, ne kadar yapsalar, böyle reformları ve bunların demokrasisini isteyenlere yaranamazlar.
Yapılması gereken şeyler belli.
Önce, kamusuyla özeliyle üretim sistemlerini yeniden inşa edecek olan devlet aklı ve gücünün büyük planlama iradesi.

Sonra, adeta ülkenin planlama kapasitesini yok etmekle görevli Kalkınma Bakanlığı’na ve benzeri kurumlara rağmen, bu atağı yönetecek yetenekli bir devlet örgütlenmesi.

[BAG, Aydınlık, 20 Aralık 2017)

17 Aralık 2017 Pazar

AH BİZ BARBARLAR!


Dünyada Asya’nın büyük yükselişi yaşanırken, bizim bu dünyaya ilişkin bilgi dağarcığımız pek de iç açıcı değil. Elbette sıfır değiliz. Ama kendi yaptığımız araştırmalar çok az. Bu kültürlerden doğrudan yapılmış çeviriler de çok az.

Kaynakların önemli bir bölümü Batı çıkışlı. Aralarında değerli olanlar varsa da, Batı kaynaklarından gelen bilgilerin genel özelliği, bilginin üçüncü bir aklın kırımından geçip de gelmesi.

*

Batılı aklın tarih kırımına verilebilecek çok örnek var.

Bunlardan biri, İspanyol-İngiliz bir kadın akademisyen yazar tarafından İngilizce yazılmış olan Rus Çarı IV. Ivan’ın biyografisi. Yazarı, 1919’da doğmuş ve daha yeni, 2014’te yaşama veda etmiş olan Isabel de Madariaga. Türkçesini İş Bankası Kültür Yayınları’nın 2010’da yayımladığı kitabın ilk İngilizce baskısı 2005 tarihli. Yazarı o tarihte 85 yaşında. Kalemindeki, başkalarının sözlerine pek de önem vermeme halinin rahatlığı, sanki bu olgun yaştan gelen bir rahatlık.

Batılı yargıları keskin, sözleri de bir o kadar açık…

*

Yazar önsözde kitabını “Ivan’ı bir insan ve bir hükümdar olarak anlamaya yönelik bir çaba” olarak tanımlıyor. Sonuçta Ivan’ın Tanrı olmaya kalkışmış bir şeytan olduğunu söylüyor: “sabahın yıldızı Lucifer’in ta kendisidir, Tanrı olmak istemiş ve semadan kovulmuştur” (s.451).

Diyebilir mi diyebilir; yazar Rusya’nın 16. yüzyılı üzerine olmasa da 18. yüzyılı üzerine uzman bir kişi. Hem ne de olsa herkes ‘hür / özgür’.

*

Ama epeyce hacimli olan kitap, elbette bireysel analizle yetinmiş değil. Aksine, kitap boyunca Rusya’ya karşı pek bir sevgi yok, bolca ve tuhaf bir öfke var. Öfkenin bir ucunda Tatar/Türk tarihi, diğer ucunda Ortodoksluk inancı yer almış görünüyor.

Örneğin aşağıdaki gibi:
“Fakat Rus aristokrasisinin step göçerleriyle oldukça yakın ilişkileri vardı. … Bu temasların iki özel boyutu Ruslara geçmiştir. Adını vererek söylemek gerekirse biri gaddarlığın derecesidir ki bunu bilfiil infazlarda yaşadılar ya da Altın Orda’da biri cezaya çarptırıldığında gördüler; ikincisi ise düzenli bir adli işleyişin olmamasıdır (Bizans’taki uygulamaları genelde görmediler). Rusya’daki Ruriklerin soyundan gelen prenslerin (ya da onların Viking atalarının) böylesi bir barbarlığı yapamayacakları anlamına gelmiyor bu, ama çeşitli vesilelerle vakayinamelerde kayda geçtiği gibi, böyle bir barbarlık Hristiyan bir ülkede açıkça yanlış bulunmuştur. (sf. 7)
Hepsi tuhaf, ama son cümle iyice tuhaf.

Sapkın diye birbirini ateşte yakan İspanyol ve Roma Engizisyonları, İngiltere’de “sapkınları infaz” harekatları orta yerde dururken, Rus – Tatar dünyasındaki “böyle bir barbarlık”, hangi Hristiyan ülkede [bir Hristiyan ülkece yapıldı diye?] “açıkça yanlış bulunmuş” olabilir ki?

Yazar, “Altın Orda hakimiyetinden yeni yeni çıkan” Rusya’da Çarın despotizmi “Batıda Rönesans, Reformasyon, Karşı Reformasyonla kendini gösteren entelektüel ve ruhani hareketlere kendini açmasını geciktirmiş ve hatta engellemiştir” (sf. 442) fikrinde.

Batılı gözünde Rusya’da da gecikmişlik var ve nedeni bizdekiyle aynı. Rusya’nın sorunu Moskova devletinden başlayarak, ‘Doğu’ ile mayalanmış ve her daim “Uygar Batı” dünyası dışında kalmış olmasından ibaret...

Ama bizim suçumuz sanki iki kat! 

Barbarlığımız, Vikinglileri de Batı’dan koparmış!

*

Galiba Türkçe piyasadaki pekçok kitabın özü böyle.

Ruslarla Türkleri bir çuvalda duvardan duvara vurmacadan ibaret. Ortada, bu özellikleri taşıyan hatırı sayılır bir külliyat var. Taraflı ve saf politik, tarihten hareketle bugünü ve geleceği kilitleme gayretlerine hizmet eden bir külliyat.

Bunla başa çıkmanın yollarını bulmak gerek.

[BAG, Aydınlık, 17 Aralık 2017]

12 Aralık 2017 Salı

Yaptırım – Sanctions ve Bizim Halimiz


Yaptırım Türkçe. Ama Türkçe’de bir “terim” olarak tarihsel geçmişi yok. Taşıdığı anlam, İngilizce’deki karşılığından geliyor. İngilizce’de buna ‘sanction’ diyorlar. Terim olarak bizim ‘yaptırım’ sözünün geçmişi, “sanction” sözcüğünün geçmişinden ibaret.
*
İngilizce sözlük, bunun 15. yüzyılda ortaya çıktığını ve o zaman kilise emirleri anlamına geldiğini yazıyor. 17-18. yüzyılda resmi devlet kararlarının onaylanması anlamında kullanıldığını, ‘onaylama’ anlamının 20. yüzyıla kadar geldiğini söylüyor.
Bu yüzyılda sözcüğe ikinci bir anlam yüklenmiş; böylece ortaya “uluslararası hukuka uygun davranmayan bir devlete uygulanan ekonomik yasaklamalar” anlamı çıkmış. O zaman üçyüzyıl süren ‘onaylama’ anlamı silinmeye başlamış ve kullanımdan çekilmiş. Genel olarak da çoğul halde kullanmaya başlamışlar, sonuna ‘ler/lar’ demek olan “s” eklenmiş, ortada ‘sanctions’ lafı kalmış.
Sözlük, lafın günümüzdeki anlamını yazmıyor. Bunu biz ekleyelim.
Zamanı net kılalım diye söylersek, 21. yüzyılda santions / yaptırım, (1) uluslararası hukuka uygunluk şartını gözetmeden (2) bir devletin başka bir devlete, başka bir devletin şirketine, başka bir devletin vatandaşı olan bir gerçek kişiye karşı ekonomik yasaklar koyma, (3) bunları izleme, (4) yasağına uymayanı yakalayıp ceza kesme işi anlamına geliyor.
*
Yaptırım uygulayanların, yani yaptırımcı devletlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor: ABD, AB, Kanada, Avustralya. Dünyanın geri kalan 200 ülkesi, bu ‘yaptırım’lara açık haldeler. Rusya gibi tek tük örneklerde bunlara “karşı-yaptırım” ilanı görülse de, anlı-şanlı insan hakçılar ile kibirli devletler hukuku uzmanları dahil kimseden ses çıkmıyor.
Dünya genelinde hukukun gücünden dem vuranlar dillerini yutmuş gibiler. Devir güçlünün etrafta yulardan boşalmış halde koşturma devri…
*
Türkiye olarak bize karşı ilan edilmiş “yaptırım” yok; ama yaptırım dünyasının geniş daireler çizen kılıcı bize dönmüş bulunuyor. Şimdi New York’ta, Türkiye üzerinde 17/25 Aralık rüzgarı estiren Amerikan mahkemesi, işte bu tür yaptırımların, yani Amerikan hükümetinin yaptırımlarının ihlal edildiği gerekçesiyle ‘yargılama’ yapmaya çalışıyor.
*
Bu konu ticaret hukukunun estetik konularından biri olma boyutunu çoktan aştı. Hukuk, uluslararası ilişkiler, siyaset, yönetim, devlet bilimleri bakımından, bizim egemenlik haklarımız ve dünya barışı bakımından enine boyuna ele alınmayı bekliyor.
Bu, tek tek kişilerin altından kalkacakları işlerden değil.
Bu son model yaptırımlar ve böyle işler yapılıp yapılamayacağı üzerine, herhangi bir forum, sempozyum, çalıştay, vb. yapılmasına kimsenin gerek görmemiş olması, sizce de tuhaf değil mi?
Bakanlar ve yardımcıları, rektörler ve dekanları, başkanlar ve müdürler, TÜBA’lar, YÖK’ler…
Yöneticiler ve kurumsal irade nerede?
*
Dünya ve emperyalizm durmadan başka görüntülere bürünüp dururken, “dünya analizi” yapmadan lafa başlamayı aşağılayan entelektüel siyaset geleneğimiz nerde?
*
Herhangi bir kavramı, mekanizmayı, işleyişi, her ne ise, toplum için önemli olan birşeyi akademik, hukuksal, siyasi masalara yatırmak için ne bekliyoruz? Böyle akıl işleri yapmak için birilerinin ehem – mühim ayırımı yapmasına; konu belirlemesine; birilerinin proje finansmanı sağlamasına bu kadar mı alıştık?
Bunca üniversite, oda, sendika, dernek, vakıf, siyasi parti, koskocaman devlet kurumları, Türkiye için ve Türkiye’den bakarak gerçek bir araştırma gündemi oluşturma yeteneğinden bu kadar mı yoksun hale geldi?
Yıllardır sorun çözmeye odaklanmalıyız fetvaları verildikten sonra bu seyir hali ne?

Herkes mi sosyal medya peşinde?

[BAG, Aydınlık, 10 Aralık 2017]


6 Aralık 2017 Çarşamba

Yaptırımlar: OFAC ve Emperyalist Ekonomik “Zor”lama


Amerika’nın New York kentinde, bu ülkeye ait bir mahkemede adı önce Amerika Zarrab’a karşı, sonra Atilla’ya karşı olan bir dava görülüyor. Türkiye’yi yargılamaya soyunmuş bir mahkeme; ama yeri Amerika, mahkeme Amerikan, yargı dayanakları Amerikan kararları olan bir tuhaf mahkeme.
Bu mahkeme, Amerika’da değil, Türkiye’de yaşayıp iş yapan Türk vatandaşlarını yargılıyor. Üstelik yargılamayı da doğrudan doğruya ve yalnızca kendi yasalarına dayanarak yapıyor. Malum, yalnız biz değil dünya hayretle izliyor.
*
Mahkemenin konusu, Amerika’nın İran’a karşı ilan ettiği yaptırımlarının bizim vatandaşlarımız ve kurumlarımız tarafından ihlal edilmiş olması. Yaptırımlar Amerika’nın, uluslararası değil. Türkiye bu yaptırımlara ortak olacağına dair bir niyet açıklamış ya da ortak bir belgeye imza atmış da değil. Ama Amerika yaptırımlarını yaptırma mahkemesi kurmuş.
Yargı tuhaflığı ortada.
*
Peki, bu yaptırımlar meselesi nedir?
*
Eskiden, ambargo lafı vardı. O zamanlar, mal ticaretinin asıl olduğu zamanlardı. Amerikan iktidarları istedikleri ülkelere istedikleri mallar için ambargo koyar, kendisi yeterli gördüğünde ambargoyu kaldırırdı.
Şimdi, yaptırımlar var. Amerika durmadan ona buna yaptırım ‘koyuyor’. Aynı ambargo gibi, ama bu sefer ki hem mal ticaretini, hem mali işlemleri, her türlü ticari işlemi kapsıyor. İlgili gördüğü devletleri, şirketleri, kişileri listelerle ilan ediyor; bunların ticaretini, işlemlerini, seyahatlerini, neredeyse nefes almalarını yasaklayıp peşine düşüyor, mal varlıklarını dondurup el koyuyor, yapabilirse hapse atıyor. Filmvari başka bir sürü şey…
*
Yaptırım siyasetinin pratikteki yöntemi “listeleme”. Birleşik, sektörel, şirketleri ve kişileri gösteren, “özel olarak düzenlenmiş uyruklar ve bloklanmış kişiler” (SDN’ler), listeden çıkarılanları sıralayan ve başka başlıklı listeler ve listeler…
Bu listeleri, ABD Hazine Bakanlığı hazırlıyor. Hazine Bakanlığı içinde yaptırımlar siyaseti “Office” adı verilmiş birimlerce, bunların geliştirdiği ve ABD Başkanı kararnamesine bağlanmış siyasetin uygulaması ise “bureau” adıyla anılan birimlerce yapılıyor.
Yaptırımlar siyasetinin sahibi OFAC. Açık adı The Office of Foreign Assets Control, Yabancı Varlıkları Kontrol Ofisi. OFAC, üç ofisle birlikte iş görüyor. İstihbarat ve Analiz Ofisi (OIA) ile terörün finansmanı ve mali suçlar ofisi, varlık haklarına el koyma işleri ofisi var. Bunların dördü birden ‘Terörizm ve Mali İstihbarat İşleri Ofisi’ olarak çalışıyorlar.
*
Yaptırım siyasetinin merkezinde yer alan OFAC, 1940’ta ikinci dünya savaşı için yaratılmış ‘Yabancı Fonları Kontrol Ofisi’nin (FFC), 1950 yılında görev alanı ‘düşman mallarını bloklama, ticari ve mali işlem yasaklamaları koyma’ diye genişletilmiş soğuk savaş versiyonu. Büyük serpilişi, 1980’lerle birlikte, küreselcilik ideolojisi sayesinde olmuş bir kurum.
*
OFAC ürünü yaptırımlar, şu anda aktif olarak 26 ülkede iş yürütüyor. Bunlardan 6’sı 2008, 2010, 2015, 2016’da, geriye kalan 20’si 2017 yılında başlatılmış. İçinde Balkanlarla, Irak’la, Lübnan’la, Rusya’yla, Venezüella, Yemen ile ilgili yaptırımlar ve İran, Kuzey Kore, Libya, Somali, Güney Sudan yaptırımları gibi başlıklar bulunuyor.
Liste çok şey anlatıyor. Yaptırım konusu ülkelerin çoğu, aynı zamanda üzerinde işgal ateşleri yakılan ve zamanın bir noktasında bölünmeye uğrayan ülkeler… Yaptırım şiddeti altındaki şirket ve kişileri buraya almak ise olanaksız. İlgili okuyucuların bunlara internetten erişmeleri gerekecek.
*
OFAC’ın, “hedef olarak belirlenmiş yabancı ülkelere ve rejimlere… karşı” ekonomik yaptırımlar, bunların varlık haklarına el koyup dondurma işleriyle görevlendirildiği görülüyor. Bütün bu işlerin anlamını ise “ABD ulusal güvenliği ve dış politikası temelinde” sözü gösteriyor.

Yaptırımlar, Atlantik rejiminin soğuk savaş ile küreselcilik bireşimi olan son güncel aracı. Dünyayı şiddet yoluyla dize getirmek isteyenlerin, “iktisadi zor” parçası olarak tarihe geçecek.

[Aydınlık, 6 Aralık 2017]

3 Aralık 2017 Pazar

Yaptırımlar Mahkemesine Reddiye


Amerika Birleşik Devletleri, öz-hakiki ulusal çıkarlarına çok ama çok bağlı bir ülke.
Dünyanın hangi köşeciğinde olursa olsun, birilerinin, onun çıkarlarına uygun davranmadığını gördüğünde ‘bize her yol mubah’ anlayışına sahip. Bu anlayışa dayanan siyasetleri, Irak’ta tanık olduğumuz gibi ‘nükleer silah üretimi var’ diyen sahte raporlamalarla da güdülebilir, açık askeri işgallerle de. Bu siyaset sinema, ödülleme, eğitim seferberlikleriyle de örülür, adam kapmacalarla da.
Yaptırımlar ise, artık, akan suları durduran Amerikan ulusal çıkarları düsturunun ayrılmaz bir parçası. Bu devletin dünya üzerinde, gerek gördüğü yer ve zamanlarda kendi kurullarıyla falanca ülkeye gıda filancaya ilaç ambargosu, filanca ülkeye ticaret yasağı, falanca ülkeye bankacılık yaptırımları uygulaması sıradan işler.
*
Yaptırımlar ilginç.
Amerikan devleti bireyler için de şirketler için de, doğrudan ve topyekun devletler için de ‘yaptırım’ ilan edip uygulayabiliyor. Yaptırımları belli bir sektör ya da bir sektörün belli bir alt dalı için ilan edebiliyor. Süre koyuyor ya da koymuyor. ‘Yaptırım’ı hangi ‘ulusal çıkar’ı için başlattıysa, yine kendine göre o çıkarı elde ettiğini düşündüğü zaman ortadan kaldırıyor.
Bütün bu süreçte hiç kimse dönüp bu devlete ‘ne yapıyorsun’, ‘neden yapıyorsun’ diye sormuyor. Kimse insan haklarından, egemenlik haklarından, dünya barışından söz etmeyi akıl edemiyor. Ne başka bir devlet, ne devletlerin ortak evi Birleşmiş Milletler…  
Herhangi bir mağdur devletin kendi ülkesinde ve mahkemesinde bu yaptırımlara karşı mahkemeye gittiğini duymadık. ABD sınırları içinde, Amerikan mahkemelerinde dava açıldığına da rast gelmedik. Uluslararası arenada ‘ceza mahkemeleri’, ‘insan hakları mahkemeleri’, ‘tahkim kurulları’ var elbette. Ama ilginç, bu mahkemelerin cümlesi, böyle bir hak arama bakımından “yetkisiz” görülüyorlar ki, onlar da akla gelemiyor.
Köpeksiz köyde değneksiz dolaşmak gibi bir şey!
*
Yaptırımlara karşı yaptırım yok. 
Ama ABD’nin yaptırımları yaptırıcı mahkemeleri var.
ABD, kendi ulusal çıkarı için kendi başına ilan ettiği yaptırımları, kendi ülkesinin mahkemelerinde güvenceye alabiliyor. Son günlerde gördüğümüz üzere, İran için ilan ettiği yaptırımları, Türkiye gibi uygulama yükümlülüğü olmayan başka devletlerin vatandaşlarıyla devlet kurumlarını, Amerikan savcılığının kararıyla ABD’de tanık – sanık sandalyelerine oturtabiliyor.
Hem de ortada savaş gibi, seferberlik gibi, afet gibi hiçbir olağanüstü durum yok iken…
*
Bu acayip hukuksuzluk ve dengesizliğe karşı, ne Batı dünyasında ne de bizde bu dünyanın ayak izlerinden giden anlı şanlı uluslararası ticaret ve devletler hukuku bilgelerinden ses seda var!
Mahkeme sahnesini, böyle bir muameleye uğrayan Türkiye’den siyasetçi, gazeteci, vb. unsurlar dolduruyorlar. Adeta bir Hollywood filmi içine girmişçesine etrafta uçuşuyorlar. 
Trajikomik manzaralar!
Gerçekte ise, bugünlerde o NewYork mahkemesinde olup bitenlerin seyri, bundan onbeş yıl önce Irak’ta geceler boyu süren bomba ışıklarının seyrine benziyor. O haksız bir savaşın işgalin seyriydi, bu da haksız ve yetkisiz bir mahkeme oyununun seyri.
*
Elbette seyre dalmayacağız.
Doğru şu ki, Türkiye’nin İran’ın ticaret ve bankacılık sistemine dönük herhangi bir yaptırım kararı olmadığı gibi, bu açıdan ABD yaptırımlarına uygun davranmak yükümlülüğü de olmadığına göre, Türk vatandaşları ve Türkiye için, bu mahkeme, hem ulusal hem uluslararası hukuk bakımından yok hükmündedir.
Türkiye, hem kendi egemenlik hakkı hem de adil bir dünya için, yaptırımlarla mağdur edilmiş diğer ülkelerle ve gerçekten hukuktan yana olan herkesle birlikte, bu haksız ve yetkisiz mahkemeciliğe karşı sesini yükseltmelidir.

[BAG, Aydınlık, 3 Aralık 2017]