28 Kasım 2016 Pazartesi

AB, TÜRKİYE ve RUSYA


2016 yılının Kasım ayı önemli bir zaman dilimi oldu. Avrupa Parlamentosu (AP) ardı ardına önce Rusya sonra Türkiye ile ilgili birer karar aldı. Karar metnine buradan erişebilirsiniz.
*
AP, 23 Kasım 2016’da “AB karşıtı propagandaya karşı koymak için stratejik iletişim kararı” aldı. Oylamada üyelerinden 304’ü kabul, 208’i çekimser, 179’u hayır oyu kullandı. Meclisin 751 üyesi var; kabul edenler yüzde 50’nin altında kaldı.
Bu 12 sayfalık uzun kararla belli oldu ki, Avrupalıların “bizimle aynı değerleri paylaşmayanlar” diye bir kategorisi var. Bunu yeterli sayıyor. Basına sansür, yasak getirmek, basın kurumlarını düşman ilan etmek, bunlara ceza yağdırmak için başka ölçüye gerek duymuyor. Gündeme getirip kabul ettiği, ama bu sırada kendisinin de parçalanmasına yol açan bu kararda böyle yaptı. Rusya’nın televizyon ve ajanslarının çalışmalarını El-Kaide, IŞİD gibi terör örgütlerinin işleriyle aynı kefeye koydu.
Avrupa parlamenterlerinden kimileri hayret ettiler; “o halde Avrupa’da ABD propagandası yapan CNN ile Fox tv de kapanmalı, bu ne saçmalık böyle!” dediler. Bazıları “Berlin duvarı yıkılalı çok oldu, bazılarımız bunun farkında değil gibi davranıyorlar” diyerek Avrupa havasının ne halde olduğunu dile getirdi. “Irak’ta nükleer silahlanma var diyen hangi medya idi; bu suç ortada dururken medya için “kara liste” yapmak nasıl bir şey?” diye soran da oldu. Bu ‘soğuk savaş’ ruhlu düzenleme, büyük çoğunluk tarafından savaş kışkırtıcılığı diye nitelendi.
*
Avrupa parlamenterleri, karar metninde insanı gülümseten cümleler kurmuşlar. Örneğin diyorlar ki Avrupa’yı bölmek isteyenler var! Çeşitli sosyal ve dinsel grupları kışkırtmaya çalışanlar var! Kendi amaçları için Avrupa’daki siyasi partileri ve diğer örgütleri (ilginç, sivil toplum örgütleri demiyor) fonlayanlar var! İsim de veriyorlar; bunların hepsi Rusya ve Kremlin.
Biz, Avrupa’ya Türkiye’den bakanlar, bu pek tanıdık sözlere ne diyebiliriz ki!
Bölünme paranoyası, etnik ve mezhebi toplulukların kışkırtılması, derneklerle vakıfların yabancı benzerleriyle ortak projeler ve mali ortaklıklar kurmasından rahatsızlık… Avrupalının hastalık saydığı ne varsa, hepsi kendinde nüksetmiş! Ve diyor ki, medya çoğulculuğu, haber alma hakkı, ifade özgürlüğü, medya serbestliği evrensel [yani her zaman, herkes için, her yerde geçerli] temel ilkelerdir; ama ‘benim değerlerimi paylaşmayanlar’ için yoktur!
Avrupa kurumlarının kendi dar amaçları için koydukları kuralları ‘evrensel iyilik’ diye yutturma uyanıklığı adeta tek kale maç gibiydi. Bıktırmıştı. Şimdi işte bu oyunun sonu geldi.
*
Rusya odaklı kararından hemen sonra, AP 24 Kasım’da 479 evet, 107 çekimser, 37 red oyu verilerek Türkiye’yle müzakereleri geçici dondurma tavsiyesinde bulundu. Aslında şaşırtıcı olmadı. Çünkü daha bir hafta önce, AB Dışişleri Konseyi, Türkiye’yle müzakereler konusunu görüşmüştü. Orada Türkiye ve AB üyeliği hakkında sarf edilen sözler hem neye hazırlandıklarını hem de Avrupalılığın ne menem bir şey oluğunu gözler önüne sermişti. Örneğin İngiltere temsilcisi lafı eğip bükmeden “ne izole edelim ne köşeye sıkıştıralım” diyordu. Almanya “etkimizi korumanın tek yolu bu müzakereler” [oyunu] demişti. Tutumları ve yapmak istedikleri açık, daha nasıl söylesinler?
AP tarafından alınan karar, yıllardır sürüp giden yular tutmaca oyununun yeni perdelerinden biri. Daha fazla bir anlamı da önemi de yok. Paracıların ‘ticaretimizin %60’ı Avrupa’yla, batarız’ çığlığı da, uygarlıkçıların tazeledikleri ‘yönümüz Batıdır’ yeminleri de, oyunun sürmesine Türkiye’deki ortakların sundukları katkılardan ibaret.
Bizdeki AB-yanlılığı, artık bir tür süründürülme bağımlılığı.
Ve artık gerçekten bıkkınlık verdi.

[BAG, Aydınlık, 27 Kasım 2016]

24 Kasım 2016 Perşembe

PARTİLİ BAŞKANLIK ÜZERİNE


Bizde belediye başkanları doğrudan halk tarafından seçilir. Seçilen belediye başkanının partisiyle ilişiği kesilmez, çalışmaları yürütenler partili başkanlardır.
*
Durum 1963 yılından beri böyle.  Önceden halk belediye meclisini seçer, başkan meclisin içinden ve meclis tarafından görevlendirilirdi. Bu değişti, o tarihten beri belediye başkanı ile belediye meclisi halk tarafından ayrı ayrı seçiliyor. Bu değişiklik belediyelerde ‘meclis modeli’nin yerine ‘başkan modeli’ne geçişi temsil etmişti.
Sonraki yıllarda yapılan yasa değişiklikleriyle başkan – meclis arasındaki görev ve yetki dağılımı da, birbirleri karşısındaki durumları da pekçok kez değişikliklere konu oldu. 1984 yılında İstanbul, Ankara, İzmir’de büyükşehir belediyesi ortaya çıktığından beri, zaman içinde belediye başkanları sürekli daha öne çıktı.
Meclisler siyaset erbabının uğraş alanı olurken, halk ise yalnızca başkanları gördü, başkanlarla meşgul oldu. Zaman içinde ortaya çıkan model, doğru olarak, ‘güçlü başkanlık modeli’ olarak nitelendi.
*
Belediyeler için yapılan düzenleme, başkanların seçildikten sonra partileriyle ilişkilerinin kesilmesine gerek görmedi. Belediye başkanları görevleri süresince de ‘partili’ kimseler olmayı sürdürür. Ancak, bir yasakları vardır. Bu görevleri süresince siyasi partilerin yönetim ve denetim organlarında görev üstlenemezler. Günümüzde bu kural, 5393 sayılı Belediye Kanununun 37. Maddesinde yazıyor.
Buna göre belediye başkanı, seçildiği partinin ilçe, il, genel merkez dahil olmak üzere, hiçbir kademesinde yönetici olamadığı gibi denetimci olarak disiplin organlarında da görev alamazlar.
Partili kimliği sürmekle birlikte, o artık görevlerini, tüm kasabanın/kentin başkanı olarak yapmakla yükümlüdür. Siyaset yolundan seçimle gelmişse de, artık bir kamu görevlisidir; işlerini siyasal tarafsızlıkla ve kamu hizmeti vermenin gereklerine uygun biçimde yürütmekle yükümlüdür.
*
Hukuksal ya da kuramsal olarak durum berrak görünse de, uygulamanın nasıl çok yönlü çekişme içinde yürüdüğü hepimizin malumu. Kimi durumlarda muzaffer partinin örgütleri başkanları bezdirirler; ‘bizim sayemizde o koltuktasın; önce bize iş; önce bizim mahalleye su; öncelik tanıyacaksın bize!...” Hele başkanlık parti örgütünün ön-seçiminden geçiyorsa, başkan da koltuğu birkaç dönem daha istiyorsa, bu baskıya aldırmamak ne mümkün!
Dahası var.
Siyasal partilerin örgüt –ilçe ya da il- başkanı, aynı zamanda belediye meclisindeki parti grubunun da fiili başkanı. Bu tasarımın temelinde, belediye başkanlarının, partinin genel politikasına uygun çalışmasını gözetmek ve sağlamak düşüncesi var. Uygulama ise elbette yalnızca –ve belki de hiçbir zaman- bu yönde iş görmüyor. Başkan – meclis – parti üçlüsü arasındaki fiili dengeye göre, çok şaşırtıcı salınımlar yaşanabiliyor. Bunları sistemleştirip hukuksal kurallara bağlamak neredeyse olanaksız. Çünkü geçerli ve etkili olabilecek kurallar, tarihsel ve sosyopolitik –kültürel de denebilir- niteliğe sahip.
*
Belediyelerde başkan – meclis – parti dengesi kamu yararına zarar verecek ölçüleri aşarsa, ulusal hukuk ve idari vesayet yetkisine sahip merkezi yönetim devreye girer. Sınırlı bir coğrafyadaki bozulma, ulusal yetkili organlarca giderilebilir.
Ya ulusal düzeydeki bozulmalar nasıl giderilir?

Cumhurbaşkanının “partili”liğini, belediye başkanlığı sisteminin de ötesinde, aynı zamanda partisinin genel başkanı olmayı sürdürmek biçiminde tanımlamak, akılcı ve doğru bir iş değil.
[BAG, Aydınlık, 23 Kasım 2016]


20 Kasım 2016 Pazar

PARTİLİ CUMHURBAŞKANI NE DEMEK?


Küreselcilerin 8. Dalga Anayasa bastırması Türkiye’de murada eremedi. Ülke için gereksiz ve gerekçesiz “yeni-anayasa” boşboğazlığı sona erdi. Böylece Türk ulusunun egemenlik hakkına uzanmaya niyet eden eller geri çekildi. Ülke topraklarında eyaletçilik hevesleri kırıldı.
Ortada başkanlık rejimi yorgunluğu kaldı.
*
İstenen şeylerden biri, cumhurbaşkanının partili olması. Şimdiki anayasanın 101. Maddesinde, cumhurbaşkanı seçilen kişinin varsa partisiyle ilişiği kesilir deniyor. Değişiklik yapılacak, bu hüküm kaldırılacak.  
Olabilir mi? İlkece olabilir.
Ama bu ne demek?
Cumhurbaşkanı olan kişi, aynı zamanda bir partinin genel başkanı olacak, seçilince de genel başkanlığı sürdürecek demek mi?
*
ABD’de de başkan seçilen kişinin partisiyle ilişkisi kesilmiyor; başkan “partili”. Ama o kişi, Demokrat Parti’de 1848, Cumhuriyetçi Parti’de 1856’dan beri partinin genel başkanı değil. Başkan olan kişi, partisinin yalnızca üyesi ve adayı. Partide genel başkanlık bir yana yöneticilik görevi bile yok. Başkanlık koltuğuna oturunca da parti yönetimiyle ilgisi olmuyor. Bu ülkede partilerin genel başkanlarını tanıyan yok desek yeridir. Şimdi başkanlık seçimini kazanan Cumhuriyetçi Parti’nin genel başkanı, Beyaz Saray’da personel şefliği gibi bir göreve getirildi. Parti genel başkanının ağırlığı ancak bu kadar.
Başka bir örnek, yarı-başkanlık rejimi olan Rusya. Orada da başkan bir partinin üyesi ve adayı olarak “partili”. Başkan Putin Birleşik Rusya Partisi’nin adayı idi; başkanlık seçimini kazandı, başkan oldu. Partide yönetici değil. Partinin genel başkanı, seçimi kazanması durumunda başbakanlık görevini üstleniyor. Partinin genel başkanı Medvedev’di, seçimleri kazanınca bu unvanını korumayı sürdürerek başbakanlık koltuğuna oturdu.
*
Partili cumhurbaşkanlığının, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AKP’nin genel başkanı olarak kalması için gerekli olduğunu düşünenler, ne dediklerini iyi bilmeliler. “Partililik”, cumhurbaşkanlığı makamında iken aynı zamanda parti genel başkanlığı makamında oturmak değildir. Eğer öyle olmasını isteyen varsa, istedikleri şeyin yalnızca başkanlık değil, aynı zamanda resmen parti devleti yaratmak olduğunu görmeleri gerekir.
Herhalde en doğrusu, “partili cumhurbaşkanlığı” önerisinde bulunanların bu sözden ne anladıklarını bir an önce açıklığa kavuşturmalarıdır.
*
Türkiye’ye biçilmek istenen elbise partili cumhurbaşkanlığı mı? Eğer oysa, henüz bunun ne anlama geldiği bile açık değil.
Yok, daha ötesi ise, yarı-başkanlık amaçlanıyorsa, bu durumda başbakanlık – bakanlık kurumlarının ortadan kaldırılmasından söz etmenin anlamı nedir?
Daha da ötesi ise, sözü edilen şey başkanlık rejimi ise, neredeyse 200. yılına ulaşan bakanlık kurumlaşmasının bir kalemde silinip atılabileceği nasıl düşünülebilir? Böyle karmaşık, zamanın hassas terazisinde yapısal hataları durmadan düzeltilmiş büyük sistemleri dağıtma riski nasıl göze alınır? Üniter başkanlığın güç yoğunlaşmasına, bundan doğacak şikayetlerin ise eyaletçi dağılmaya kapı açacağı nasıl görmezden gelinir?

AKP’nin önerisini MHP biliyor, biz bilmiyoruz. Az kaldı gibi. Önerilerini görünce, nasıl olmayacağını ayrıntılarıyla da anlarız. 
[BAG, Aydınlık, 20 Kasım 2016] 

16 Kasım 2016 Çarşamba

KÜRESEL EMPERYALİZM ZOR DURUMDA


1991’de Amerikan Başkanı Bush, uhrevi bir havada, ‘yeni dünya düzeni’ hedefinden söz etmişti. 1993’te yerine gelen Bill Clinton buna ‘küreselcilik çağı’ dedi. 2001’de onun yerine gelen oğul Bush, 2009’da gelen Obama aynı izden yürüdü. Amerikan başkanlarının Cumhuriyetçi ya da Demokrat olmaları hiç fark etmedi.
Küreselleştirme, özelleştirme, yerelleştirme siyaseti dünyayı perişan etti. Çeyrek yüzyılın sonunda dünyada eşitsizlikler ayyuka çıktı. İngiliz Başbakanı Tony Blair’in ‘mucidi benim’ dediği ‘uluslararası toplum’ çetesi, askeri işgallerle, NATO’lu ya da NATO’suz, Asya’dan Afrika’ya dünyayı ateş topuna çevirdi. Avrupa’da ‘Tek Avrupa Devleti’, dünyada ‘tek dünya devleti’ kuracaklarını söyleyenler, serbest dedikleri ticaretle yoksulluğu yaydılar; var olan yoksulluğu açlık ayıbına çevirdiler.
*
2008’den beri ve günümüzde, ‘yeni dünya düzeni’ misyonerleri iflas ve yenilgilerini yaşıyorlar. Birleşmiş Milletler, bunun dalları olan IMF-Dünya Bankası, üzerinde yükseldikleri derecelendirme kuruluşları, her türden piyasalar, bunların yerleştikleri tüm kaleler ‘yoksa bunlar kumdan kaleler mi?’ kuşkusuyla yoklanıyorlar. Tek tek ülkelere yayılmak için inşa ettikleri düzenleyici – denetleyici üst kurullar, hayretler içinde, küresel bağlarının kopuşunu seyrediyorlar.
Avrupa Birliği, tek-avrupa idealine erişmek bir yana, üzerinde yükseldiğini iddia ettiği tüm “değerler”i kendi elleriyle eziyor. Gözlerden uzak tutmaya gayret ettiği gerçek ‘değerleri’, yani sömürgecilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, adeta gözeneklerinden fışkırıyor.
*
 Yeni dünya düzeni olmadı.
Dünya aslında şimdi, içinde bulunduğumuz bu dönemde gerçek bir Yeni Denge’ye doğru ilerliyor. Yeni denge, küresel şirketlerin hesapsız, sınırsız, denetimsiz, halklardan tümüyle kopuk bir dünya diktatörlüğü kurmak hevesi ortadan kaldırılarak inşa edilecek. Başka yol yok.
New York Times gibi gazetelerin yorumların manşet yapan bizim kimi yerli gazetelerin telaşı bu. ABD başkanlık seçiminde Trump’ın öne çıkmasından, Bush – Clinton – Bush – Obama – Clinton zincirinin kırılmış olmasından rahatsızlık, bu meselenin yansıması.
Bulgaristan’da ‘sizin jetler çok eski, o yüzden hava işlerinizi NATO jetleri görsün’ diyenlere ‘evet’ deyivermiş iktidarın seçimleri yitirmesinden duyulan rahatsızlığın temelinde yatan da aynı şey. Bulgar halkı egemenlik hakkının böyle gasp edilmesine tepki gösterdi. Buna ‘evet’ diyenleri gönderdi. Ve küresel imparatorlukçular “otoriter popülizm yaygınlaşıyor!” diye çığlığı bastılar.
*
 Otoriter popülizm yaygınlaşıyor; milliyetçilik yükseliyor; ırkçılık büyüyor; vb. diye bağrışanlar, bunların yeterli yankı yaratamadığını görünce “Rusya geliyor; Avrupa’ya yayılıyor; Amerika’ya iniyor….” diye çığrışıyorlar.
Türkiye AB’den, Batı dünyasından kopuyor, çığlıkları da aynı cepheden geliyor. Bu çığırtkanların yerli ortakları, Avrupa Parlamentosu’nun neredeyse ‘perişan ederiz, işgal ederiz sizi!” kıvamındaki tehditlerine göz kapatıyor; elçilerini TBMM’de HDP sıralarına oturtmaya kadar varan sömürgecilik edasını es geçiyorlar.
*
Her kap içindekini sızdırırmış. Küresel şirketlerin bol cilalı kabı o kadar sızdırdı ki, kabın kendisi sular içinde kaldı.
Küresel şirket sözcülerinin otoriter popülizm dedikleri şey, kararlı halkçılıktır. Milliyetçilik dedikleri ise, egemenlik savunmasıdır. Bunlar ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, kısacası küresel diktatörlüğün panzehiridir.

Türkiye, küresel şirketlerin diktatörlüğüne karşı, Rusya dahil ve başta olmak üzere, halkım ve egemenliğim diyen tüm dünya uluslarıyla büyük işbirliği ve dayanışma ağında yerini alarak güçlenecek.
[BAG, Aydınlık, 16 Kasım 2016] 

13 Kasım 2016 Pazar

TUKAKA ETİKETÇİLERİNİN İŞİ ZOR


1980’lerde Türkiye’de 12 Eylül darbesi yaşandı. Hukuken ilk genel seçimin yapıldığı 1983’e, fiilen ise beş generalli Cumhurbaşkanlığı Konseyi’nin süresini tamamladığı 1989’a kadar sürdü. Bu zaman diliminde yerel yönetimler yetkilendirildi; özelleştirmeyle serbest piyasa ekonomisi ve devletsizleştirmeyle sivil toplum inşa edildi. Sonraki tüm özerkçi, serbestçi, sivilci kesimler, 12 Eylül’ün bağrında beslendi. Özal önderliğinde onlar ‘demokrasi, özgürlük, sivillik’ şampiyonu olurken, biz devletçi ve statükocu ilan edildik.
*
Aynı dönemde, SSCB’den Gorbaçov’un sesi yükselmişti. Dünyada silahsızlanma diyordu, barış içinde bir arada yaşama… SSCB’de yeniden yapılanmaya gidiyordu -perestroyka, bunu da açıklık içinde ve açıklık için -glasnost yapacaktı. Batı dünyası sevindi; bu ‘büyük refomlar’ı alkışladı. Eleştirenler ve reformlara direnmeye yeltenenler, ‘muhafazakar, statükocu, sağcı’ ilan edildi. Biz eleştirenlerdendik; statükocu olduk.
*
1990’lı yıllarda radyomu istiyorum diyen Çiller çok-sesliliğin sözcüsü oldu. Medyayı devlet tekelinden alıp sermayeyle cemaatlere teslim etmek çok-seslilik değildir diyen bizim kesim, tek-sesçi diye etiketlendi.
*
O yıllarda SSCB dağıldı. En büyük parça olan Rusya Federasyonunun başına Yeltsin geçti. Tankların üstüne çıkmış, darbeyi engellemişti. Yeltsin dönemi sona ererken, Rusya Federasyonu özelleştirmelerin ürünü ‘oligarklar diyarı’ olarak anılıyordu. Geçen 10 yıllık süre halk için acıklı, Batı için ise Kopenhag Kriterleri’nin kılavuzluğunda ‘serbest piyasa ekonomisi, devletsizleşme, demokrasi’ çağı idi. Onlara göre Yeltsin ‘özgürlük ve demokrasi’ demekti; eleştirenler topluca ‘totalitarizm yanlısı, darbeci, sağcı’ idiler. Biz bu çağı yıkım saydık; totaliter-sever olduk.
*
Küreselleşme kaçınılmaz, direnmek ahmaklık diyen kozmopolit mali sermaye hizmetlileri, bu yalnızca bir politika, özü de emperyalizm diyen bizlerin ‘içe kapanmacı’, ‘milliyetçi’, ‘yabancı düşmanı’ ve dahi artık nasıl bağlantı kurdularsa ‘ırkçı’ olduğumuzu ilan etti.
*
2000 yılı, Rusya Federasyonu’nda Putin dönemiyle açıldı. Yeltsin dönemindeki Amerikan tipi iş görme usulleri çökmüştü. Avrupa’nın eski sosyalist ülkeler için geliştirdiği TACIS programları iflas etmişti. Putin yönetimi bunları bir yana bıraktı. “Rus Düşüncesi’ diyerek ülkenin ihtiyaçlarını öncelikle kendi deneyimlerinden hareketle karşılamaya, bu çerçevede ‘Güçlü Devlet’ hedefine bağlandı. Rusya toparlandı. Ama ne ilginçtir, Batı dünyası Putin’e ‘diktatör, yeni-çar, otokrat’ dedi. Biz Rusya’nın kendi yolunu çizip toparlanmasına sevindik; otokrat-sever olduk.
*
ABD öncülüğündeki işgalci tankları reddettik. Arap Baharının, eski sosyalist ülkelerde girişilen Sorosçu renkli devrimlerin güney versiyonu olduğunu söyledik. Baas’ı, Saddam’ı, Kaddafi’yi vahşilikle ortadan kaldıranlara onay vermedik. Kanlı işgalciye karşı çıkınca yine diktatör-sever olduk.
*
Şimdi ABD’de, küreselciliğin hamileri Bush-Clinton zihniyetine karşı ‘bizim dünyaya ders verecek halimiz yok’ diyen Trump’ı ilgi çekici buluyoruz. Bu kadarı bile yeniden etiketlenmeye yetecek görünüyor. 
*
İyi olan şey şu ki, küreselcilik battı. Tukaka etiketçileri güçten düştüler. Hile ve küfür torbalarında yeni sıfat kalmadı.
Küfür etiketlerinin tümünü sahiplerine iade etmek şart. Bu arada biz elbette dünya için ‘serbest değil adil ticaret’ istemeyi, ülkemiz için ‘planlama ve ulusal devlet’i çağırmayı sürdüreceğiz. Her ikisi için de kapsamlı ve sağlam bir ideolojik mücadele vermemiz gerek.

 [BAG, Aydınlık, 13 Kasım 2016]

10 Kasım 2016 Perşembe

TEHDİT ve TEHLİKELER ÇOK DEĞİŞMİŞ! (CHP PM Bildirisi Üzerine)


Türkiye tehdit altında! Tehlikeler var! Tehlikenin farkında mısınız? … sözleri çeyrek yüzyıldır havada uçuşuyor.
Bu sözler gericiliğe ve bölücülüğe dikkat çekiyordu. Bir yanda laiklik ilkesini tehdit eden dincilik, öbür yanda ülke ve ulusun birliğini bozmaya yönelmiş etnikçilik vardı. Her ikisini elleriyle besleyen sahip ise, küreselcilik kılığına girmiş olan emperyalizm idi. Bağımsızlığımız ve egemenliğimiz tehlikedeydi.
*
Şimdi bu sözler çatladı.
Gericiliğe karşı olanlardan bir kısmı ağız değiştirdi. Dincilik tehdidilaiklik tehlikededir diyemem’ diyenlerce tehdit olmaktan çıkarıldı. Numaracı cumhuriyetçiler ‘laiklik değil kardeşim, en fazlasıyla sekülerlik istenebilir’ diyordu; ağız değiştirenler bunlarla yakınlaştı. Gerici blok çatladı, iktidardan kovulan cemaat parçaları da aynı sıraya girdi. Bu sözler politika ve reform cümlelerine dönüştü. Din işleri başkanlığı kaldırılsın, inanç çevrelerine –cemaatlere tüzelkişilik verilsin, din işleri bunların kendilerine bırakılsın gibi…
Bölücülüğe karşı olanlardan bir kısmı da ağız değiştirdi. Etnik bölücülük ve ayrılıkçılık, önce ulusal devletin ‘tek-tipçi”liğine yüz buruşturanlarca olumlandı. Sonra etnik topluluklara kolektif haklar verilsin sözleriyle coşturuldu. Postmodernciler, çokkültürcülerin adı radikal oldu. Zamanın radikalleri Avrupa Birliği’nde kendisi için hamiler ve sözcüler buldu. Onlar da politika ve reform cümleleri kurdu. Türk vatandaşlığından, Türk milletinin egemenliğinden vazgeçmiş çok-etnikli “eşit vatandaş” ve ademi merkeziyetçilik isteyip eyaletçi “ortak vatan” yazacak yeni bir anayasa fikri çevresinde toplaştı.
Emperyalizme karşı olduğunu söyleme hali, zaten bu bu ikisinden çok daha oynaktı. Uluslararası durum değişince, yani küreselcilik projesi batıp ulusal devletler çağı açılıverince, bin türlü ‘fikir’ ve gerekçe ileri sürüp emperyalizmin yanında kalakaldılar. Şimdi gericilikle suçladıkları iktidar partisi, durup durup AB-D ile kavgaya tutuşuyor; anlı-şanlı ilericiler AB-D kapılarında elpençe resimler veriyorlar.
*
Gericiliği laiklikten vazgeçerek, bölücülüğü ‘etniklere eşit vatandaşlık’ anlayışına kayarak, emperyalizmi resmi ağızlardan tümüyle çıkararak tehdit/tehlike saymaktan vazgeçmiş olanların başında CHP yönetimi gelir.
Şimdi bu yönetim, tehdit ve tehlikeleri yeniden tanımlamış görünüyor. Parti Meclisi’nden çıkarılan son bildiriye göre ‘halkımızın özgürlüğü, ülkemizin bekası tehlikededir… demokrasi, birliğimiz, ülkemizi bekası tehdit altındadır…. Cumhuriyetimize yönelik büyük tehdit vardır….” Herhangi bir ideolojik yönü olmayan bu iri ve belirsiz sözler, somut olarak Cumhuriyet Gazetesi’ni de kapsayan FETÖ soruşturmalarına ve HDP milletvekillerinin tutuklanmasına karşıyız anlamına geliyor. 
Bildirinin gördüğü olay şu: FETÖ ile mücadele bahanesiyle sürdürülen karanlık ve otoriter Saray darbesi… Ona göre tüm tehdit ve tehlikeler cisimleşmiş durumda: “Tehdit, Saray ve AKP yöneticileridir.” Meselemiz “otoriter rejim”dir!
*
Demek ülkemizin bekası bundan böyle etnikçi/bölücü HDP’yle… Özgürlükçülük, merkezi-dinci cemat basın-yayın organlarının operasyonlarını sürdürmelerini sağlayacak mücadeleyle…. Demokrasi, okurlarının ‘tarafvari oldu’ diye terk ettikleri yeni-tip gazete çevreleriyle… Cumhuriyet, demek bunlar ve benzerleriyle birlik sayesinde korunacak ve kurtarılacak!
AB-D’nin ‘barış için’ deyip işgallere girişmesi, ‘özgürlük için’ deyip ülkeleri iç savaş ateşlerine atması gibi bir şey bu!
[BAG, Aydınlık Gazetesi, 6 Kasım 2016]



1 Kasım 2016 Salı

TBMM 15 TEMMUZ ARAŞTIRMA KOMİSYONUNA YAZILI GÖRÜŞ

19 Ekim 2016


Türkiye Büyük Millet Meclisi
Fetullahçı Terör Örgütünün (Fetö/Pdy) 15 Temmuz 2016 Tarihli Darbe Girişimi İle Bu Terör Örgütünün Faaliyetlerinin Tüm Yönleriyle Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Başkanlığına

İlgi: 14.10.2016 gün ve 89131878-130.02- 61173 sayılı yazınız

Komisyona davet edilmemi, dar particilik kaygılarının bir yansıması olarak değerlendiriyorum.
Komisyon, kamu görevlilerimizle yurttaşlarımızın meslek yaşamlarına, özgürlüklerine ve hatta canına mal olan faaliyetlerde bulunmuş ve 15 Temmuz 2016 günü kanlı bir işgal denemesi yapma cüreti göstermiş yasa-dışı bir yapının araştırılmasıyla görevlidir. Bu görev, hiçbir kısır tartışmanın, özellikle particilik kısırlığının içine sürüklenmemelidir.
Bu nedenle, ilgi yazıda belirtilen günde Komisyon toplantısına gelmeyi uygun görmediğimi bilgilerinize, bununla birlikte TBMM’nin manevi şahsına olan bağlılığım gereğince, ilgi yazıda talep edilen “15 Temmuz Darbe Girişiminde bulunan Fetullahçı Terör Örgütü hakkında bilgi, gözlem ve görüşler”imi Komisyona katılmama gerekçemi de açıklayacak biçimde yazılı olarak ekte değerlendirmenize sunuyorum.  

Saygılarımla


Prof. Dr. Birgül Ayman Güler
24. Dönem İzmir Milletvekili

 ***

TALEP ÜZERİNE FETULLAHÇI TERÖR ÖRGÜTÜ ÜZERİNE 

GÖZLEM VE GÖRÜŞLERİMDİR

Basın-yayın organları, FETÖ adı verilen yapı hakkında idari işlemlerin istihbarat raporlarının bundan 55 yıl öncesine uzandığı bilgisi vermektedir.

Adli işlemlerin, Fetullah Gülen’in 1980’li yıllarda uğradığı çeşitli soruşturmalardan başlayarak, örgüt yapılanması suçlamasıyla 1999 yılında Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde davalı olduğu kamuoyunun bilgisi dahilindedir.

25 Ağustos 2004 günlü Milli Güvenlik Kurulu, bu yapıya karşı mücadele edilmesi yönünde bir karar almış, böylece konu en üst düzeyde siyasal – idari işlem başlığı haline getirilmiştir. Bu çerçevede Dışişleri Bakanlığının “okullara destek verilmesi”ni isteyen genelgeleri geri çekmesi ve Başbakanlık müsteşarlığı nezdinde izleme kurulu kurulması kararı verilmiştir.

Kararlara karşın uygulamada durum FETÖ/PDY lehine ilerlemiştir. Kurulun görevlerini yerine getirmediği, MGK kararının geçerli olduğu aynı süreçte, 2000 tarihli DGM davasının Haziran 2008’de Yargıtay’ın Gülen ve oluşumuna beraat veren kararıyla açığa çıkmıştır.

İdari, adli, siyasal makamların konuya ilişkin olarak sürekli ama sonuçları bakımından etkisiz çalışmaları bir yanda dururken, söz konusu yapı 1983’te okullaşma ve dershanecilik; 1992’de yabancı ülkelerde okullaşma, 1994’te televizyon, haber ajansı, vakıflar kurma; 2004’te insani yardım dernekleşmesi yapma adımlarıyla kesintisiz genişleme yaşamıştır. Açılmış olan davanın Gülen’in beraati ile sonuçlanması, bu yapıyı 2008 – 2013 arasında siyasetin tümüyle serbest ve makbul aktörlerinden biri haline getirmiştir.

Cemaat/terör örgütünün çok sayıda idari, adli, siyasal karar ve işlem yapılmasına karşın tanık olduğumuz büyümeyi kendi başına becermesi mucize olurdu. Bu “beceri”nin sergilenmesinde, Türkiye dışında ABD kurumlarının rolü, Türkiye içinde ise yerli siyasi liderlikler ile bürokratik üst yönetim makamlarının destek ve işbirlikleri kritik öneme sahiptir.

Önceki yıllarda Tarikat/Cemaat/Hareket olarak adlandırılan yapı, 17 Aralık 2013’ten sonra “paralel” diye adlandırılmış; bu sıfat 30 Ekim 2014 Milli Güvenlik Kurulu kararında, oluşumu suç örgütü statüsünde sayan Paralel Devlet Yapılanması (PDY) ifadesiyle resmi hale getirilmiştir.

PDY’nin Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) olarak nitelendirilmesi ve yapının 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına alınması, resmi olarak ilk kez, 21 Şubat 2015 tarihli İstanbul Emniyet Müdürlüğü fezlekesiyle gerçekleşmiştir. 15 Temmuz 2016 kanlı işgal girişimi, bu niteliği pekiştirmiştir.

Söz konusu yapının tarikat/Cemaat/PDY/FETÖ olarak adlandırıldığı farklı evrelerinin herhangi birinde, ne tür bir yapılanmaya sahip olduğu ve hangi faaliyetlerde bulunduğu hakkında uzmanlık bilgisine sahip değilim. Komisyona ancak bu yapının siyaset dünyasında sergilediği varlığa ilişkin bazı gözlem ve görüşlerimi sunabilirim.

*
Siyasal arenaya isteyerek ya da istemeden kendi kimlikleriyle çık(a)mayan etnik, dini, sektörel, mafyöz, vb. çıkar grupları, yasal siyasetin kurucu unsuru olan siyasal partilerde muktedirleri yönlendirme fırsatı peşinde koşarlar. Siyaset biliminde bu tür etkinlikleri olanlara baskı grubu, çıkar grubu gibi adlar verilmiş, yaptıkları işlere lobicilik, savunmanlık (advocacy) gibi etiketler bulunmuştur. Bunlar elbette gizli olmayan, siyasal sistemin kabul ettiği, bilinen, sistemde meşru görülen yapılar ve etkinliklerdir. Ancak güç ve iktidar mücadelesi demek olan siyasette biri görünen diğeri gizlenen iki-kimlikli (kripto) yapılar eksik olmaz. Bunlar yasal görüntülerle ortaya çıksa da, gizledikleri gerçek amaçlarıyla kimlik ve etkinlikleri, yasa-dışı olmanın ötesinde gayrı-meşru görülür. Herhalde devlet yapısının kurumsallık ve siyaset dünyasının sağlamlık bakımından en ciddi sınavları da burada başlar.

Cemaat örgütlenmesi, görünür birinci basamakta, yasal çerçevede kurulmuş bulunan şirketlerinden (özel sektör) vakıf, dernek, sendikalarına (sivil toplum örgütü) kadar çeşitli formlarda yasal tüzelkişilikler toplamıdır. Kuruluşlar yasal kurallara uygun oldukça sorunsuz bir görüntü.

İkinci basamaktaki gerçek, bu kuruluşların ve faaliyetlerin aslında dini ve merkezi kuruluşa sahip tek bir cemaat grubuna ait olduklarıdır. Bu özellik, yıllar boyunca toplumda herkes tarafından bilinen “sır”lardan biri olmuştur. Cumhuriyetçi kişi ve kurumların çoğunluğu başından beri bu özelliği suç sayarken, siyasette etkili bir kesim bu gerçeği ‘ılımlı İslam’, ‘inançlara saygılı laiklik’, ‘laiklik yerine sekülerlik’ savunması yaparak uygun bulmuştur. Cumhuriyete karşı mücadele içindeki kesimler ise, söz konusu yapıyı açıkça ‘kendilerinden’ saymış; faaliyetlerini kendi ideolojik amaçları ve siyasal çıkarları bakımından yararlı bulmuşlardır.

Üçüncü basamaktaki yüzüyle Cemaat, devlet yönetimini ele geçirmek isteyen bir kuvvettir. Bunu ancak devlet yönetiminde yer almanın tek kanalı olan siyasal partiler ve siyaset sistemi içinde ittifaklarla, bundan yararlanarak askeri ve sivil bürokrasiye sızma ve yerleşmelerle, yeterince güç topladığında darbeler yoluyla yapar. Bu bakımdan tüm yöntemleri, terör suçu dahil olmak üzere suç oluşturur. Bu nitelik, resmi olarak önce Paralel Devlet Yapılanması (PDY) ve daha sonra Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) sıfatlarıyla tescillenmiştir.

Dördüncü basamakta ise bu kuvvet, yalnızca yerli değil aynı zamanda yabancı devletlerin destek, koruma ve güdümündedir; bu durumda özel sektör, sivil toplum, dini topluluk görüntülü olan örgüt, casusluk suçlusu bir yapıdır. Bu sıfat, kimi devletlerce kendi ülkelerinde açılmış okulların kapatılma gerekçesi olarak ilan edilerek resmileştirilmiştir. Ancak Türkiye’de resmi olarak ifade edilmemiştir.

Devletin çeşitli istihbarat ve güvenlik kurumları, Cemaat yapılanmasının 3. ve 4. yüzlerini oldukça erken zamanlarda saptamış, çeşitli kamu görevlileri ve bağımsız uzmanlar, yapının faaliyetlerini kitaplaştırarak ilan etmişlerdir. Bu uyarılara karşın farklı dönemlerin siyasal kadroları, kendi ideolojik tutumlarına göre davranarak 1. ve 2. yüzleri görmekte ısrarcı olmuş ve gerekli önlemleri almak bir yana bu oluşumdan yarar sağlamak üzere yapıyı çeşitli desteklerle beslemişlerdir.

Farklı dönemlerde yetki kullanmış iktidar ve devlet görevlilerinin uzun yıllar boyunca üstlerine düşen görevleri yerine getirmemiş olmaları, karşımızda önemli bir sorun olarak durmaktadır. Bazı çevrelerde bunların da geçmişe dönük “suçlu kişiler” oldukları dile getirilse de, bu kesim için doğru tanımlama “sorumlu kişiler” olduklarıdır.

Bazılarının sorumluluğu artık tarihe mal olmuş durumdadır; yaptırımı tarihsel değerlendirmelerden ibarettir. Bazılarının sorumlulukları ideolojik, siyasal, idari niteliktedir. Ancak bunları birer PDY/FETÖ elemanı ayarında ‘suçlu’ görmenin gerçekçi bir yönü de dayanağı da yoktur. Elbette ilgili kimsenin çift kimlikli bir sızıntı, adli anlamda bir işbirlikçi, yaptıklarında kasıt sahibi olduğu saptanırsa durum farklı olur.

Dikkatlerin asıl toplanması gereken yer, bu örgütün en ağır olandan başlamak üzere sıralanırsa casusluk, darbe girişimi, terör, devlette yapılanma suçlarıdır. Bunlar ideolojik ve siyasal değil, doğrudan doğruya kriminal/adli soruşturma, kovuşturma ve ceza davalarının konusu olan faaliyetlerdir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, “yay yaydır ilkesi”, bizdeki bürokratik gelenekte bir işi yapar gibi görünüp yapmamanın iyi bilinen, oldukça da etkili kullanılan usullerinden biridir. Herkesi ‘suçlu’ ilan ederek yol almaya çalışmak, suçlamayı suç olmayan eylemlere yayıp yaygınlaştırmak, sonuçta örgütün kollanmasından başka birşeye yaramaz.

*

Cemaat, uzun yıllar boyunca deniz kabuklusu gibi davranmış bir yapıdır. İktidarlara ve iktidara yakın olan kurumlara yapışarak yaşamak, bu yapının yaşam tarzıdır. Aynı, deniz kabuklularının balinalara yapışarak yaşaması, balinaların bunlardan kurtulmak için kendini sığ sulara vurması, kabuklunun kendine başka bir balina arayıp bulması gibi bir yaşam döngüsü.

Değişik zamanların siyasal iktidarları ile partiler, bu yapıya, sahip olduğunu varsaydıkları maddi, ilişkisel ve seçmen gücünden yararlanmak amacıyla kendi yanlarında ve hatta içlerinde yer açmışlardır. Siyaset biliminde parti-içi koalisyon anlamına gelen, çoğu zaman yazılı olmadığı için ‘örtülü ittifak’ olarak adlandırılan zemin, bu ve benzeri oluşumlar için mümbit bir arazi olmuştur.

Siyasal partilerin bu yapıyla ilişkileri, toplumda 1980’li yıllardan beri tartışma ve eleştiri konusudur. Farklı partilerin mensup ve seçmenleri, sahip oldukları bakış açısına göre çeşitli nedenlerle hoşlanmadıkları, tedirgin oldukları, düşmanca buldukları ya da ideolojik olarak içlerine sindiremedikleri bu oluşumu partilerinin şu ya da bu makam ve mekanında görmek istemediklerini dile getirmişlerdir. Parti yönetimleri ise, çoğu zaman siyasal oportünizmin sığlığında bu seslere kulak tıkamışlar, iktidar yarışında her yol mubah anlayışıyla çeşitli ilişkiler geliştirmekten geri durmamışlardır.

Herhalde bu durumun, yaşandığı için en açıklayıcı örneği, FETÖ/PDY soruşturmaları nedeniyle kaçak ya da tutuklu durumuna düşen AKP 24. Dönem milletvekillerinin varlığıdır. Parti-içi koalisyon, örtülü ittifak, kendini seçim listelerinde ele veren bir iştir. Bir liste ortaklığı olmasa, bu kişilerin AKP’de ne işi olurdu?

Bir başka örnek de, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde tanık olduğumuz harekattır. Örgütün henüz PDY diye de FETÖ diye de resmen tescillenmiş olmadığı o tarihte, “Cemaat oyunu güçlü olana verecek; MHP güçlüyse ona, CHP güçlüyse ona, bağımsız güçlüyse bağımsıza” şeklinde dile getirilen bir harekat yaşadık. Cemaat, dünya görüşü bakımından bir arada olamayacağı siyasal yapılara “oyları”nı ve televizyonlarıyla gazetelerinde propaganda olanaklarını sundu. Karşılığında bu çevrenin zihniyet çürüklüğünü, doku uyuşmazlığını, Amerikancı suratını, herşeyini görmezden gelen siyasi oportünizm adeta şaha kalktı. Seçim işbirlikleri olmasa, bu ortam nasıl mümkün olurdu?

*

Elli yıldır var olduğu bilinen Cemaat’in üç yıl önce bir suç ve terör örgütü olarak resmen tescillenmesi, siyaset dünyası için bir açmaz yaratmıştır. Şimdi siyasal yaşamda var olsun olmasın, tüm siyasal iktidarlara ve partilerin üzerine bir ‘sorumluluk’ ve sorumluluktan doğan ‘suçluluk gölgesi’ çökmüştür.

Ezeli rakip siyasal partiler de, birbirlerini bu gölgeyle vurmaya çalışmakta, ele geçen her türlü fırsatı değerlendirmektedirler. Ne var ki bundan en büyük yararı, resmi olarak FETÖ/PYD sıfatı verilen oluşum elde etmektedir.

Bu açmazı çözmemiz gerekir.
Karşımızdaki suç ve terör yapısı siyasal partilerin Cemaat/PDY/FETÖ yapısına nasıl yaklaştıkları gibi herkesin bildiği “sırlar”dan hareketle çökertilemez. Böyle hareket edenin niyetinden kuşku duymak uygun olur. Çünkü bu hareket noktası, konuyu kısır parti çıkarları çekişmesine kurban etmekten başka yere varmaz.

Açık ki, iktidarların ve partilerin destek ve işbirlikleri, bu örgütün eskiden beri gizlice güttüğü amaç ve hedefleri bilip benimsedikleri, paylaştıkları, dolayısıyla terör elemanlığı, teröre yardım ve yataklık, ortaklık yaptıkları anlamına gelmez. Siyasal partilerin bu berbat süreçteki rollerini FETÖ/PYD elemanlarının faaliyetleri gibi değerlendirmek olanağı yoktur.

Eğer gerçekten anlamlı bir sonuç elde etmek istiyorsak sapla samanı sağlamca birbirinden ayırmamız gerekir.

Tüzelkişilik olarak siyasal partilerin suç-terör örgütüne dönüşmüş bu yapıyla ilgili tutumları hukuksal/adli değil, ideolojik ve siyasal sorumluluk kapsamındadır; bunun hesabını siyasal olarak vermelidirler. İşin doğası gereği bundan kaçamayacakları da açıktır.

Eğer orduya ve bakanlıklara olduğu gibi, siyasal partilere de yerleştirilmiş FETÖ/PDY üye/unsurları varsa, bunları yürütülmekte olan adli soruşturmalar ortaya çıkarmalıdır.

*

Piyasa ve sivil toplum kuruluşlarında, askeri ve sivil devlet kurumlarında saçaklanmış olan habis urların, başta iktidar partisi olmak üzere parlamentodaki partiler ile diğerlerine hiç değmeden geçmiş olduğunu ileri sürmek, gülünç olur.

Tüm toplumun bir suç-terör örgütüyle karşı karşıya kaldığımızı kabul ettiği bu aşamada, orduda, okulda, basında, bankada…, tüm kurum ve kuruluşlarda olduğu gibi, her siyasal partide de yanlışların hesabını çıkarıp arınma sürecinin başlatılması gerekir.

İktidarda olduğu için öncelikle AKP’nin, anamuhalefet partisi olduğu için aynı kuvvetle CHP’nin, bu bakımdan üzerlerine düşeni yerine getirmeleri, siyaset kurumuna karşı sarsılan güvenimizi onarabilmemiz için büyük öneme sahiptir.

Aksi halde, yurttaşlarımızın canına mal olmuş ve ülkemizin işgaline aracılık etmiş bu yapının tüm boyutlarıyla ortaya çıkarılması çok güç hale gelebilecektir.

TBMM’nin manevi şahsına derin saygılarımla bilgilerinize sunarım.

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler
24. Dönem İzmir Milletvekili