28 Mayıs 2014 Çarşamba

CUMHURBAŞKANI ADAYIMIZ KİM OLSUN?

Birgül AYMAN GÜLER 
CHP İzmir Milletvekili


BU SEÇİM BAŞKANLIK REJİMİNE GİDİŞTİR; DURDURULMASI GEREKEN GİDİŞ BUDUR.
AÇILMASI GEREKEN YOL İSE PARLAMENTER REJİMİN GÜÇLENDİRİLMESİ YOLUDUR.
Doğru olan, stratejimizin bu gerçek üzerine kurulmasıdır


Cumhurbaşkanlığı seçiminde adayımız, “büyük bir hatayı düzeltmek için adayım” demeli.

NE İÇİN ADAY?

AYDINLIK, 29.05.2014
Bizim adayımız, 2007 yılında “bu yasa, bu referandum yanlış” dediğimiz ama önleyemediğimiz başkanlık rejimi zorlamalarına son vereceğini ilan etmeli. Sandıktan cumhurbaşkanlığı, parlamenter rejimi ortadan kaldıramamalı. Tam tersine parlamenter rejimin iyi işlemesini sağlamak için çalışmalı. Adayımız bu gerçeği en yüksek sesle dile getirecek bir kampanya yürütmeli. Cumhurbaşkanı sandıkta ve tek kişi olarak seçilirse, kendi başına mutlak iktidara aday olur; ve bu sisteme “başkanlık rejimi “ denir. Bizim adayımız, başkanlık rejiminin kurulması için değil, parlamenter demokratik rejimin güçlenmesi için çalışacağını; “egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait” olduğu ilkesinin gereği olarak TBMM’ni kaynağının hakkını verecek biçimde diriltmek için çalışacağını vaat etmeli.

Bizim adayımız, cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesinin, dalkavukluk yaparak halkı aldatmak olduğunu anlatmalı. Bu işin, başkanlık rejimine gidişten başka bir şey olmadığını dile getirmeli.

Kendini sınırlama işini gönüllü ve bilinçli olarak yapacak biri!

Böyle bir seçim kampanyasını, ancak, günlük - siyasal - dünyevi heveslere doymuş birinin yürütebileceği açıktır. 

Bu tür bir vaatte bulunup gereklerini yerine getirebilecek kişi, ancak ve ancak, tarihimizi ve günümüzde dünyanın evrildiği yönü çok iyi bilen biri olabilir. Devletin yerinden oynamış dengelerini, kuruluşların birbirleriyle kırılmış olan ilişkilerini, devletin varlık amacını yeniden cümle haline getirmeyi gerçekleştirebilmek için, bizim, tarihi ve dünyayı, dünün birikimini ve yarının olasılıklarını bilerek bir arada yoğurabilen bir bilgeliğe ihtiyacımız var. Böylece, her yanımızı sarmış olan günlük pragmatik siyasetin ve partizanlığın dar kalıplarından dışarı çıkabiliriz.

Bunu gerçekleştirebilecek bir irade aramalıyız. Böyle bir iradeye sahip olabilecek ve ülkemizi hesapsız plansız başkanlık rejimi rüzgarından çekip alabilecek bir aday ile yürümeliyiz.

Cumhurbaşkanlığı seçimine “sandık deyip ülkede rejim değişikliğine koşanların kandırmacalarına son vereceğim; başkanlık rejiminin perdesinden başka bir şey olmayan sandığa girip çıkan ilk ve son cumhurbaşkanı ben olacağım; Türkiye’yi millet iradesinin gerçekten vücut bulacağı bir TBMM’ne kavuşturmak temel hedefim olacak” diyebilecek cesur biri...

Doğru soruyu sormak, işin ilk adımı

Bu birikim ve cesaretin toplandığı kişiler az mıdır?

Böyle güçlü isimler hem siyaset – bürokrasi hem de bilim – düşünce dünyamızda var.

Bu kadarı yetmez “illa bir isim söylemeli” diyen dostların ısrarını geri çevirmek istemem.

İstemem ama, bu merakı gidermekten daha önemli bir nokta var. Cumhurbaşkanının halk mı yoksa parlamento tarafından mı seçileceği sorusunun yanlış başlangıç olduğu konusunda anlaşmalıyız.

Doğru soru şudur: Hangi rejimden yanasınız? Parlamenter rejimden mi başkanlık rejiminden mi?

Halkı yücelterek aldatmanın ipliğini pazara çıkarmak gerek

Yanıtımız eğer “elbette parlamenter rejimden yanayız” ise sorun yok. Ama bu durumda yine de bir yoklama yapmamızda yarar var. Parlamenter rejimden yanayız tabii ki “..… ama halka cumhurbaşkanını sen seçme sözünü nasıl söyleyebiliriz ki? Bize hemen ‘bak gördün mü, millete güvenmiyorlar, halka güvenmiyorlar’ çığlıklarıyla saldırılacak. Eh, bu sözlerin de halka sıcak geleceğini tahmin etmek güç değil” diyor musunuz? Yani aklınızda “ilkece doğru da siyaseten yanlış” düşüncesi geçiyor mu? Ve de “pek zor” duygusu kabarıyor mu içinizde?

Çoğu konuşmamız böyle ilerliyor. Gerçekten de günlük pragmatik siyaset “hoşa gitme”ye dayalı. Sandıklı cumhurbaşkanı da hoşa gidiyor.

Ama doğru olanı gösteren tarihsel siyasetin zorluğundan yılmaya hakkımız var mı? Üstelik biz olanı biteni doğru ile yanlışı anlatma gücüne sahibiz; halkımız da doğruyu derin bir kavrayışla görme sezisine hiç kuşkusuz sahip.

Bir de belirtmeli ki, sözün kendisi kadar söyleyeni de önemlidir. İktidarın kaynağı ilahi, irsi, sultani, oligarşik zümresel, manda olamaz; iktidarın kaynağı halktır diyenler bizleriz. Yalnızca diyenler de değil, bunu ulusal kurtuluş savaşı ve 1919 Devrimi ile yaşamış, kurmuş, yaşatmış kuvvetleriz. Bundan yaklaşık yüz yıl önce demişiz ve hep inanmışız: İktidarın kaynağı halktır; bu kaynağın aynası ve en güçlü yansıması tüm renkleriyle meclis, parlamentodur.

Şimdi cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi, bu kaynağın iktidara – yönetime olanca renkleriyle yansımasını ortadan kaldırmaktan başka ne sonuç yaratır ki? Cumhurbaşkanını sandığa sokmak, halkı yüceltir gibi yapıp, halkın iktidara ancak kırık dökük bir yansıma vermeye mahkum edilmesi demektir. Bizler, günlük pragmatik siyasetin zincirlerini kırmadıkça, tarihsel ilkeli siyaset için öne atılmadıkça, ülkemizin geleceğini aydınlatmak mümkün olamayacaktır.

“ADAYIN KİM” Sorusunun Yanıtı Kolay; Asıl Zor Olan “STRATEJİN NE” Sorusu

Bu düşüncelerle “bize her şeyden önce Meclis gerek” diyen bir cumhurbaşkanı adayı, bugün ve gelecek için en önemli sigortamız olacaktır.

Demek ki “aday”dan önce bizim büyük siyasal hareketimiz önemli. Böyle bir işi “tek adam/kadın” elbette başaramaz. Başarı için önce, siyasal hareketlerin hedeflerini belirleyip seferberliklerini başlatmaları gerek. “Bir kişi"den ibaret adayın iradesinden daha önemli olan, hareket olarak irade olup olmadığı. Korkarım, bu irade ortada gözükmüyor. Yoksa bu hareketin simgesi olabilecek “bir” aday bulmak sorun değil.

Kim mi? Bu en kolayı… Bilim insanlarımızı düşünün; gözünüzün önünde ilk beliren… Siyaset dünyasını düşünün; gözünüzde ilk canlanan… Yargı dünyasını düşünün, aklınızda beliren ilk siluet… Kendi gücünü, başkanlık rejimine kırılmış direksiyonu parlamenter rejimi yükseltmek için değiştirmeye seferber edebilecek olan kim ise o!

Zor olan ise, “aday”ın üzerinde bayraklaşacağı siyasal irade ve onun başı çekeceği “yaşasın parlamenter rejim” sloganıyla yürütülecek büyük kampanya...

Stratejiye karar vermek!

BU SEÇİM BAŞKANLIK REJİMİNE GİDİŞTİR; DURDURULMASI GEREKEN GİDİŞ BUDUR.
AÇILMASI GEREKEN YOL İSE PARLAMENTER REJİMİN GÜÇLENDİRİLMESİ YOLUDUR.
Doğru olan, stratejimizin bu gerçek üzerine kurulmasıdır.  


27 Mayıs 2014 Salı

BİR ÇAĞRIYA YANIT


Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER
İzmir Milletvekili

“Çağrımız kendini “milletin vekili” olarak görenlere: Meclis'i boşaltın, AKP'yi susturun" başlıklı kampanyadan, Sol Haber Sitesi’nde okuduğum iki ayrı yazıyla haberdar oldum.

Okuduğum çağrı metni tarihsizdir; belirttiğim sitede yayım tarihi 20 Mayıs 2014 olan metin şudur:
Milletvekillerini göreve çağırıyoruz.
AKP'nin herhangi bir meşruiyeti kalmadı. Bu hükümet durmaksızın suç işliyor, halkı aşağılıyor, Türkiye'yi zehirliyor...
Kural, yasa, vicdan tanımayan bu hükümet varlığını TBMM'ye borçlu.
TBMM üyeleri Erdoğan ve arkadaşlarının hesap vermesinin önünü açmalıdır. Bunun yolu artık sadece istifadan geçer. Milletvekilleri bu ortamda geriye kalan tek görevlerini yerine getirmeli, istifa etmelidirler.
Çağrımız kendini “milletin vekili” olarak görenlere: Meclisi boşaltın, AKP'yi susturun!
Çağrının temeli, “AKP Hükümeti varlığını TBMM’ye borçludur” saptamasına dayandırılmıştır. Çağrıya göre “Erdoğan ve arkadaşlarının hesap vermesinin önünü açmak” için TBMM üyelerinin istifa etmeleri, bu yolu açmanın “artık sadece” tek yolu olarak kalmıştır. Çağrının bir erken seçimi hedeflediği açıktır. Meclis aritmetiğinin ötesinde kitlesel bir istifa gerçekleştiği varsayılsa, bunun sonucu erken genel seçimden ibarettir.

Çağrının dile getirildiği dönem, Cumhurbaşkanlığı seçimi dönemidir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin takvimi, Yüksek Seçim Kurulu tarafından 12 Nisan’da kararlaştırılmış ve 15 Nisan 2014 günü Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Yani çağrının yapıldığı tarihte, bu seçimin tarihleri bir aydan fazla bir süredir bellidir.

Türkiye, tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanı için sandık kuracaktır. Bu sandıkla birlikte, parlamenter rejim terk edilmektedir. Adım atılan rejim ise, özellikleri tanımlanmamış bir “başkanlık rejimi”dir.

2007 yılında 11. Cumhurbaşkanı’nın sandıktan çıkması öngörülerek yapılmış olan bu anayasa değişikliğine sahipleri uymamış ve her türlü tutarlılığı boş verip sandığı yedi yıl sonraya ertelemişlerdi. O tarihte bu değişikliği, bazı küçük destekçilerle birlikte AKP istemişti. Değişiklik TBMM’nden yalnızca 377/550 katılımcı milletvekilinden 376'sının ‘olur’unu alarak; Anayasa Mahkemesi’nden 6/11 oyla uygun görülerek, tüm seçmenin ise % 45'inden ‘evet’ alarak yapılmıştı. Şimdi girdiğimiz seçim takviminde, bu uzlaşmadan uzak çürük zemine aldırış edilmeksizin, 10 Ağustos’ta yapılacak ilk tur seçime çok yaklaşılmıştır.

Böyle bir zaman diliminde, elbette muhalefet milletvekillerini öncelikle hedefleyerek, TBMM'nin işlevsiz olduğu inancıyla “meclisi boşaltın” çağrısı yapmak, ister istemez, “parlamenter rejim işlemiyor, çözüm başkanlık rejimindedir” görüşünü savunan AKP cenahını desteklemek anlamına gelmektedir.

Çağrı sahiplerinin böyle bir amaçları var mı bilmiyoruz. Çünkü çağrılarında parlamenter rejim – başkanlık sistemi konusuna değinmiyorlar. Halihazırda takvimi işleyen Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin olarak da hiçbirşey demiyorlar.

AKP hükümetine ilişkin değerlendirmelerden ayrı olarak, Çağrı'nın zamanı talihsizlik ölçülerinde yanlıştır.

Bu çağrı, yapıldığı dönem nedeniyle amacına aykırı sonuçlara destek vermek durumuna düşmüştür.

Bu nedenle, kendini “Türk milletinin vekili” olarak gören ve günümüzün ivedi görevinin meclisle birlikte 'başkanlık rejimi' zorlamalarının püskürtülmesi olduğunu düşünen bir TBMM üyesi olarak, sözkonusu çağrıyı tarihsel nitelikte siyasal bir hata olarak değerlendirdiğimi kamuoyuna saygıyla duyururum.

Birgül Ayman Güler, İzmir Milletvekili, 26 Mayıs 2014


19 Mayıs 2014 Pazartesi

Hangi Siyasal Rejimden Yanayım?

Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili

Cumhuriyet tarihinde bir ilk yaşamak üzereyiz. 

Cumhurbaşkanını halk seçecek. 
YURT GAZETESİ. 23.05 2014

Cumhurbaşkanını Türkiye Büyük Millet Meclisi içinden ve Meclis eliyle seçiyorduk. Sonra, 1982’de TBMM içinden ya da dışından, ama Meclis tarafından seçilsin değişikliği yaşadık. Şimdi, Cumhurbaşkanının meclis tarafından seçimine de son veriyoruz. Bu işte TBMM’nin rolü, adayların belirlenmesiyle sınırlandı. Seçimi, en az 20 milletvekili tarafından gösterilebilecek olan adaylar arasından doğrudan halk yapacak. Seçimin ilk turu 10 Ağustos 2014’te gerçekleşecek.

Bu durum bizim için hiç bilinmez bir yenilik değildir. 

Biz, benzer bir değişikliği, belediyelerde yaşamıştık.

1963 yılına kadar halk yalnızca belediye meclislerini seçiyordu. Belediye başkanları ise bu meclislerin içinden ve bu meclisler tarafından seçiliyordu. 1963 yılında halk belediye meclisinin yanısıra ayrıca belediye başkanını da seçmeye başladı. 

Başkan – encümen – meclis organları arasındaki ilişki ve denge, 1963 öncesi ve sonrasında bambaşkadır. Nitekim bu değişiklikle birlikte söz konusu organların yetki – görev – sorumlulukları yeniden yazılmıştır. 1963 yılından bu yana, belediye yönetiminde “güçlü meclis modeli” yerini “güçlü başkan modeli”ne bıraktı.

Ama model değişikliği burada kalmadı. 

Güçlü başkan modeli, 1984’te başlayan büyükşehir belediyeciliğiyle iyice genişledi. Halk büyükşehir belediyesi için çalışacak meclisi ayrıca seçmedi; ilçelerden seçilmiş meclis üyelerinden bir bölümü, ilçenin yanısıra büyükşehir belediyesinin de meclis üyesi olarak bunun meclisini oluşturdu. Açık bir deyişle, büyükşehirlerde meclisler iyice geriledi ve ortaya “tek adam modeli” çıktı. Belediyeleri bilenler bilir; ortak akıl – danışma – topluca karar verme – uzlaşma mekanı olan meclisler, başkanlar karşısında kimi zaman fiili olarak ‘hükümsüz’ kalmışlardır.

YURT, 24.05.2014
Şimdi bu deneyimi ülkemizin yönetimi bakımından yaşamaya hazırlanıyoruz.

Ama bu öyle bir ölçek ki, etkileri, belediyeler üzerinde ortaya çıkan etkilerden çok daha derin ve kuşatıcı olacak. Çünkü başkan – meclis dengesi, “devlet başkanı – parlamento” halinde ülke geneli için söz konusu olunca, “siyasal rejim”in rengini değiştiren bir öneme sahiptir. 

Bu iş ülke geneli için “parlamenter rejim” ile “başkanlık rejimi” arasında tercih yapmak anlamına gelir. Ve bu tercih ülkenin dikey ve yatay tüm kuruluş dinamiklerini sarıp sarmalayıp değiştirir.

Hal böyleyken, “Cumhurbaşkanını halk seçsin” kararı verilen 2007 yılından bu yana tuhaf bir gevşeklik içinde yuvarlandık ve ilk uygulama zamanı geldi çattı. Şimdi “kimi aday göstersek?” diye konuşuyoruz.

Peki ama biz böyle bir siyasal rejim değişikliğini ne zaman kabul ettik? 

Kim aday gösterilirse gösterilsin, kim seçilirse seçilsin, “siyasal rejim bakımından ne değişecek?” sorusu hala ilgimizi çekmiyor. Bu sorunun çevresinde toplaşıp tartışma yolları, Türkiye’yi teslim almış “gerçekçi” siyaset hastalığınca tıkanmış durumda.

Pragmatik siyaset, şimdi “iyi ama siyasal rejim….” diye başlayan hiçbir sözü duymaya tahammül göstermiyor. Üniversiteler de koyu bir suskunluk içinde kalmayı sürdürünce, şimdilerde “bir musibet bin nasihatten iyidir!” demekten ve yaşayıp da görme çaresizliğine düşmekten başka yapacak bir şey kalmamış görünüyor.

İyi de, kocaman bir ülke, siyasal rejim değişikliğini böyle yaşayabilir mi? Bu maliyetin altından kalkılabilir mi? Ülke söz konusu olunca, bütün bir toplumun geleceği kısa erimli pratik siyasetin hedeflerine kurban edilebilir mi?

Ne yazık ki, 21 Ekim 2007 Referandumu’ndan başlayıp günümüze uzanan zaman dilimi, pragmatik siyasetin çok bilmişliğinin ve dalkavukluğun zaferine tanık oldu. Aynı zaman diliminde, ilkeli siyasetin uzun erimli hedeflere odaklanmış planlı – programlı halkçılığı adeta sindirildi.

Halk yüceltmesi değil, halk aldatmacası.  

Bu konuda sorun, halkın cumhurbaşkanı seçime yeterliğine sahip olup olmadığı sorunu değildir.

"Halkın seçme yeterliği" tartışma dışıdır. Çağımızda iktidarın kaynağı halktır; parlamentoyu halk seçer ve başka hiçbir kaynak -ilahi, ırsi, oligarşik, vb... kabul edilemez.

“Cumhurbaşkanını halk seçsin”ciliğin popülizmi sahtedir. Burada bir halk yüceltmesi değil, aldatmacası vardır.

YURT, 26.05.20
Soruyu doğru sorarak başlamalıyız. 

Doğru soru "cumhurbaşkanını halk seçsin mi seçmesin mi" değildir. 
Doğru soru "tercihiniz parlamenter rejim mi başkanlık rejimi mi" sorusudur. 

Eğer parlamenter rejimi istiyorsanız, cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilmelidir. Eğer yanıta 'cumhurbaşkanını halk seçsin' diye başlıyorsanız, o halde tercihinizi başkanlık sisteminden yana yaptınız demektir.

***
2007 yılında, 21 Ekim Referandumu yapılmadan önce aşağıda bağlantısını verdiğim yazıyı yazmıştım. Bu satırlar, şimdi de geçerlidir ve ne yazık ki çok günceldir.

Konunun ayrıntısı şuradadır: 
http://baguler.blogspot.com.tr/2013/03/baskanlk-rejiminin-yonetim-sistemi.html

2007 Türkiye anayasa değişikliği referandumu
Evet ya da hayırOylarYüzde
Referendum passed Evet19,422,714%68.95
Hayır8,744,947 %31.05
Geçerli oy28,142,781 %97.74
Geçersiz veya boş oy651,435 %2.26
Toplam oy28.794.216%100.00
Seçmen katılımı %67.49
Seçmen sayısı42,665,149
Toplam 42,7 milyon seçmenden 19,4'ünün "evet" dediğine dikkat etmeli; toplam seçmenin %45'i.... 








15 Mayıs 2014 Perşembe

ÜCRETLİ ÇALIŞANLAR OLARAK KENDİ HALİMİZİ ANLAMAK …


Birgül AYMAN GÜLER

DİSK, 1 Mayıs’a katılmak için 15 nedenimiz var diyen bir bildiri yayımlamıştı. Bu iyi bir metindi. Türkiye’de ücretli çalışma düzeninin durumunu açık biçimde gözler önüne seriyordu.

Soma’da yaşadığımız devlet imtiyazı devirli özelleştirmelerin neden olduğu Soma Acısı'yla bakınca, içinde bulunduğumuz durumun vehametini 5 temel noktada özetlemeye olanak veriyor.

ÇOK UZUN SAATLER ÇALIŞIYORUZ

AB ülkeleri resmi çalışma süresi haftada 38,6 saat. Türkiye’de 45… Avrupalıdan 6,4 saat fazla çalışıyoruz.

Yüzde 40 işçi haftada 50 saat üzerinde çalışıyor; 9,6 milyon kişi.

Yüzde 25’imiz 60 saatten fazla çalışıyor. [En az günde 10 saatten haftada 6 gün]

Yüzde 7’miz ise (1,6 milyon kişi) 72 saatten fazla çalışıyor; köle usulü.

ÇOKAZ İZİN KULLANABİLİYORUZ

Yıllık asgari ücretli izin 14 gün… 99 ülke içinde en düşükler grubundayız.

Yalnızca % 14’ümüz evden uzakta bir haftalık tatile gidebiliyoruz.

Hastalık izni kullanma ortalamamız 4,6 gün… Portekiz’de 12, Fransa’da 8, Almanya’da 7 gün.

İŞ KAZALARINDA PERİŞAN OLUYORUZ

2012’de bir yılda SGK’ya göre 74.871 işçi iş kazası geçirdi; TÜİK’e göre ise 706.000 işçi. Demek ki KAYIT DIŞI çalışmanın boyutları çok büyük. Kaynağını göremediğimiz az ellerde biriken acayip zenginlik, demek ki burada saklı...

Ölümlü iş kazası SGK’ya göre % 1: SGK’ya göre yılda kayıtlı 700, TÜİK’e göre 7.000 işçi ölüyor.

Birinci sırada madenciler var: En çok iş kazası ve sağlık sorunu yaşayan işçiler maden işçileri.

Milyon ton taşkömürü üretimi başına düşen ölüm sayısı Türkiye’de Çin’den 6, ABD’den 361 kat daha fazla. Ölümlerin % 94’ü taşeron işçilerinde yaşanıyor.

İŞSİZLER İŞTE BU SİSTEMDE İŞ BULANA “Oohh keyfiniz keka” DİYOR!

Bu kötü çalışma koşullarına bile razı olacak durumda olanlarımız işsizler, resmi olarak, yüzde 10 oranında.

5 milyon geniş tanımlı, 3 milyona yakın resmi işsiz var… Ama İşsizlik Fonu’ndan sadece 255 bin kişiye ödeme yapılıyor. Mart 2014’te ödemelerin toplamı 129 bin TL.

Oysa Fon’da 73 milyar TL var. Fon’da biriken parayla, fona yeni ilave olmaksızın, 2,5 milyon işsize beş yıl işsizlik bedeli ödenebilir. Ödenmiyor; Fon Hükümet’in emrinde yatırım kasası işi görüyor.

DURUMU DÜZELTMEK İÇİN ÖRGÜTLENMEK GEREK…

Ücretlilerin durumunu düzeltebilecek gücün adı sendikalar… Ama sendikaların kotardığı toplu sözleşmeden faydalanan işçilerin oranı 1988 yılında % 22,9 iken 2011 yılında % 5,4’e düştü.

Sendikayım diye kurum satanların çoğu da Hükümet emrinde!

Sonuç ?

Pek farklı bakımlardan ve farklı hedef kesimler için sonuçlar çıkarılabilir. Biz CHP için söz söylersek:

CHP olarak beş boyutlu bir “çalışma düzeni bildirgesi” hazırlayıp, toplumsal ve siyasal mücadeleyi yeniden başlatmamız gerekiyor. 

Emek kesiminden sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı’nın ve TBMM Çalışma Sosyal Güvenlik Komisyonu CHP Grubu'nun ortaklaşa bir seferberlik başlatması gerekiyor. 

Soma Acısı'nı biraz olsun hafifletebilmek için, bunu ivedilikle yapmamız gerekiyor. 




5 Mayıs 2014 Pazartesi

CHP Açısından 30 Mart 2014 Değerlendirmesi

Yurt Gazetesi Nisan 2014 ortalarında, 30 Mart 2014 yerel seçim sonuçlarını tartışan bir dizi başlattı. Aşağıdaki yazı, Yurt'ta 5 Mayıs 2014 Pazartesi günü bu dizi çerçevesinde yayımlanmıştır. 

Birgül AYMAN GÜLER, PM Üyesi - İzmir Milletvekili 

NERDE HATA YAPILDI?

Temel hataları dört başlıkta toplamak mümkün. Bunların ilki yerel seçim stratejisi yokluğu; ikincisi kaset siyaseti odaklı kampanya; üçüncüsü parti dışı ve sağdan adaylaştırma; ve dördüncüsü adaylık kurallarının tepeden aşağıya doğru ihlali diye sıralanabilir.

Birincisi, seçimin “yerel seçim olduğu” gerçeğinin ıskalanmasıdır. 
30 Mart 2014, yerel seçim tarihiydi. Ne var ki, seçimler genel seçim gibi geçti. Kent ve köy halkları, günlük yaşamlarını iyileştirecek yerel plan ve programlar duymadı; yerel isteklerini seslendiremedi.

Üstelik yerel seçimi genel seçime dönüştürme hatası, AKP Hükümeti’nce Aralık 2012’de çıkarılan ve 30 ili büyükşehir modeline sıkıştıran bir deli gömleği giyilirken yapıldı. Bu yasa, ülkenin yaklaşık 100.000 yerel sandalyesini kırdı. Toplam 34 bin köyden 16.500’ünü kapatarak; toplam 2960 belediyeden 1550’sinin kapısına kilit vurarak; 81 il genel meclisinden 30’unu ortadan kaldırarak yapıldı. Kapatılan köy ve belde belediyeleri mahalle statüsüne düşürüldü. Köy ve belediye, anayasa gereğince “yerel yönetim”dir; mahalle ise değil. Mahallenin bütçesi yoktur, harcama – yatırım yapamaz. Mal mülk edinemez, mezarlığı da ‘köy kahvesi’ gibi ortak kullanım yerleri kurup açamaz, taşıt alamaz, su işlerine bakamaz, mera sahibi olamaz, vb…

Bu yasa, ülke genelinde 225.000 olan yerel seçilmiş sayısını 125.000’e düşürdü. Fransa’da yerel sandalyelere 500.000 kişi seçilirken, bizde bunun yalnızca beşte biri kadar sandalye kaldı. Yani yerel temsil demokrasisinin tabanı öyle daraltıldı ki, yerel kaynakların yönetimi resmi olarak yerel oligarşik yapılara teslim edildi. Seçim kampanyalarında bu demokrasi kırımı hiç gündeme getirilemedi.

Söz konusu 30 il, ülkenin toplam zenginliğinin ezici çoğunluğunu oluşturur. Orman, maden, yer altı ve yerüstü suları, çayır ve meralar, kıyılar, yani tüm doğal varlıklar, belediye hukuku içinde yerel oligarşik yapıların yönetimine teslim edildi. Büyük rant yağması için yasal zemin yenilenmişti; seçim kampanyaları genel seçim havasına sokulunca bu dert de hiç dillendirilemedi.

Sonuçta, yerel dünyaların tüm doğal varlıklar ve toplumsal yaşam bütününde yerel oligarşilere teslim edilişine ilişkin anti-demokratik vurgun görülemedi, gösterilemedi, gerçek yerel gündem ıskalandı. Kısaca yerel seçim stratejisizliği…

İkincisi, seçim propagandasının ‘kaset siyaseti’ üzerine inşa edilmesidir. 
30 Mart 2014, yerel seçim tarihi olmakla birlikte kampanyalar genel seçim gibi yürüdü. CHP kampanyası, ‘kaset siyaseti’ne odaklandı. Kasetler, dinleme – gözetleme kayıtlarıydı. Kayıtları kim yaptı? Neye dayanarak yaptı? Neden yaptı? Bu soruların yanıtı, herkesin bildiği bir sır idi. Bilinen, bunların F tipi cemaat tarafından üretilip servis edildiği idi. Elbette yasa dışıydı. Elbette bu kapsamda bir iş, bir “cemaat” olanaklarının ötesindeydi. Her yanıyla yabancı – yerli ortaklı istihbarat servislerinin işi gibi kokuyordu. CHP kampanyası işte bu kasetlere dayandırıldı.

AKP gericiliğinin bir an önce iktidardan uzaklaşmasını isteyenler, “her araç mübah” ahlakını en zor zamanlarda bile reddetme kültürüne sahipler. Bu kitle, Makyavelizmin karanlık ucunda günümüz dünyasının en kirli istihbarat servisleriyle F tipinin yer aldığını gördü. Hem yönteme hem aktöre gönlü yatmadı. Bu yöntem ve aktör, AKP çevresinde yer alıp çözülmeye başlamış olanları yine bir araya topladı. Sonuçta “kaset siyaseti”ne oturtulmuş genel seçim kampanyası, yükselen CHP’yi sarstı ve sınırlandırdı.

Kaset siyaseti, CHP’nin F tipi cemaatle işbirliği yaptığı düşüncesine kanıt sayıldı. Mustafa Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyeti kuranlara Hz. Muhammed düşmanı “Ebu Süfyan” yakıştırması yapan bir cemaatle işbirliği düşüncesi, CHP seçmeninin güvenini örseledi. Kısacası, anti-demokratik bir araca bel bağlamak…

Üçüncüsü, adaylaştırmalarda CHP’li olmayan kimselere ağırlık verilmesidir. 
30 Mart 2014, yerel seçimdi. 1394 belediye ve 51 il genel meclisi için seçime gidildi. Zaten pek çoğu kırıldığı için sayısı yarı yarıya azalmış sandalyelere aday gösterilecekti. Simgesel büyük yerleşmeler için örgütle bağı olmayan ve daha önemlisi CHP ile bağı olmayan kimseler aday gösterildi.

Hatay’da AKP’li aday, bir önceki seçimlerde yüzde 50’yi aşmışken, CHP’den girdiği seçimlerde yüzde 40’ta başarı gösterebildi. Ankara’da MHP’li aday, kendine oy çekti ama seçmeni CHP’ye çekemedi. Ankara başkanlığı için yüzde 44 oy alırken, meclis üyeliğinde CHP oy oranı yüzde 32’de kaldı. İstanbul adayı CHP’ye açıkça parti dışından ‘dayatıldı’; bunu sindiremeyen CHP seçmeni yine de partisine oy verdi; partisine sahip çıktı. Ama aday, partiye herhangi bir şey katmadı.

CHP dışından adaylaştırma ve adayları sağdan seçme, gerçekte yükselen partiyi geri çekti. Kısaca, kitle partisi ilkelerinden biri olan ‘kadrosuna dayanma’ ilkesinin ihlali…

Dördüncüsü, adaylaştırmalarda belirlenmiş kuralların yukarıdan aşağıya ihlal edilmesidir. 
30 Mart 2014 yerel seçiminde MYK – PM, yola erken çıkarak “aleni adaylık sistemi” ile en iyi adayı kolektif olarak belirleme yöntemini benimsedi. Her aday adayının eğitime girmesi ve 2 Eylül 2013 tarihine kadar başvurması koşulunu getirdi. Bu, partinin yükselişini sağlayan en önemli adımlardan biriydi.

Ne var ki, koyulan kurallar kural-koyucuların kendileri tarafından ihlal edildi. Kurallara uyarak aleniyet riskini üstlenen ve gereğini yapanlar kaybetti. Kuralları hiçe sayıp “kapalı kapı ardı” diplomasisine güvenenler karlı çıktı.

Bu duruma tepki gösteren partililer seslerini yükselttiler. Duyuramayınca kimi tepki istifasına başvurdu, kimi bağımsız ya da başka bir partiden aday olarak verilebilecek en şiddetli tepkiyi verdi. Bu durumla karşı karşıya kalan kimi karar vericiler, düne kadar birlikte yürüdükleri yol arkadaşlarını “siyasal etik ihlali”, “döneklik”, “hainlik”le suçladılar. Disiplin tehditleri savurdular. Bu öfkeli yöneticilik, hem örgütü hem seçmeni ürküttü. Hem hata yapıp hem hataya tepki göstereni tehdit etmek, önemli bir sorun oldu.

Oysa bilinir –ya da bilinmesi gerekir- ki, “siyasal etik” yönetimler, yöneticiler, karar verenler içindir; hakkında karar verilenler için değil! Siyasal etik, yöneticilere tüzük ile genelgelerin yetmediği yerlerde ya da bunların ihlal edildiği zamanlarda kılavuzluk eden kurallar manzumesidir. Karar verenler, haklarında karar verdiklerinin tepkilerini, bir yandan disiplin bir yandan etik dışılık suçlamasıyla sarmaya kalkışınca, inanç ve güven sarsıntısı biraz daha derine işlemiş oldu. Kısaca örgüt aklının kapı ardı kolaylığına yenilmesi…

NE YAPMALI?


Sorunlarımızın çözümünü iki başlıkta toplamak mümkün. Birincisi örgüt yapımızla ilgili yapmamız gerekenler; ikincisi ideolojik omurgamız ile ilgili olarak yapmamız gerekenler.


Örgüt Yapımız: Biz Ne Tür Bir Partiyiz?


CHP, kitle partisidir. Batılıların ‘catch-all party’ dedikleri türden toplayıcı, herkesi kucaklayıcı türden bir parti değildir. Bugünlerde kitle partisi ile ‘herkes-için parti’ anlayışları birbirine karışmış bulunuyor.


Kitle partisi, belirli bir ideolojik omurga üzerinde hareket eden ve üye, örgüt, kadro bütününde vücut bulan yapıdır. Üye iradesi örgüt mekanizmalarında politikaya dönüşür; üye ve örgüt, hem yerel hem merkezi düzeyde yönetici kadroların yetiştiği zemindir. Kitle partileri de elbette çeşitli görevlere örgüt dışından adaylaştırma yapabilir; ama bu, adaylarda ideolojik omurgaya bağlılık ve örgütün ortak onayı koşullarına bağlıdır. Yoksa, kitle partileri oy uğruna ‘yıldız adam’ taşımacılığı yapmazlar, sahte vitrinler düzmezler. Klasik bir ‘toplayıcı parti’ tipi olan AKP gibi milyonlarca üye sahibi olma çılgınlığı yaşamazlar. AKP gibi ultra disiplinli devasa kurultay gösterilerine değil, görüşen – tartışan gerçek kurultay şölenleriyle karar vermeye odaklanırlar. Bunun için AKP tipi çok yardımcılı genel başkanlık yerine, kitle partilerinin temsil niteliği gerçek, geniş ve güçlü bir Kurultay ve Parti Meclisi yapısı ile icra gücü yüksek genel sekreter – genel başkanlık sistemi üzerinde düşünmek gerekir. Kısacası, yapılması gereken en önemli işlerden biri, “biz ne tür bir partiyiz” sorusu üzerine akılları ve sonra da tüzüğü netleştirmektir.


İdeolojik omurgamız: Liberal hegemonyayı kırmak


Kitle partisi tanımına uygun olarak diğer yapılması gereken iş, ideolojik omurga üzerindeki gölgeleri gidermektir. Başka bir deyişle, CHP’yi de sarmış olan liberal gericiliğin düşünsel hegemonyasına son vermektir. Günümüzde bu hegemonyanın üç boyutu ile ivedi bir mücadeleye girme zorunluluğumuz vardır.


Birincisi, bu hegemonya bize “artık emperyalizm yok, dünya küreselleşti, karşılıklı bağımlılık var” aldatmacasını dayatıyor. Oysa bağımlılık tek taraflıdır, karşılıklı olmaz. Dünya ülkeleri arasında karşılıklı olan bağlar – bağlılıklardır; ticari, kültürel, sportif bağlar ve bağlılıklar… Biz, tüm dünya ülkeleriyle bu bağlılıklar güçlensin isteriz; çünkü bu karşılıklı bağlılıkla dünya barışının güvencesidir. Ama “bağımlılık”, karşılıklı bağlardaki hastalıklı liflerdir; bunların kırılıp atılması gerek. Hastalıklı lifleri kırıp atmanın yolu anti-emperyalizmdir; yani ulusal direniş…


İkincisi, bu hegemonya bize toplumu “seküler – muhafazakar” diye kutuplaştırarak düşünmemizi dayatmış durumda. Oysa bu sahte bir çerçevedir; gericiliği üretmekten başka bir sonuç yaratmaz. Sorun – çözüm ikilisini doğru yerleştirmek gerekir. Türkiye’nin sorunu “laiklik – dincilik” ekseninden türüyor. Laiklik ilkesini “sekülerlik” diye sağcılaştıran ve dincilik gericiliğini “muhafazakarlık” diye yumuşatan bu çerçeveyi kırıp atmadıkça, “CHP dinsizdir; laikçidir; halkın ‘değer’lerinden kopuktur” yaftalarıyla başa çıkılamaz. Saldırgan hegemonya kırılıp atılamaz; hep savunmada kalınır; gerçek hastalık açığa çıkarılamaz.


Üçüncüsü, bu hegemonyanın bize dayattığı başka bir nokta, demokrasi ve özgürlük, etnik-dinsel topluluklara hukuki-siyasal kişilik vermeyi gerektirir görüşüdür. Bu, insan hakları olarak kodlanmıştır ve vatandaşlık hakları bunun altına yerleştirilip ezilmiştir. Bizim için asıl olanın vatandaşlık hakları olduğunu görmemiz gerekir. İnsan hakları vatandaşlık haklarının üzerinde değildir; tersine insan hakları vatandaşlık haklarının içeriğini oluşturur. Bu, sınıfsal – bölgesel eşitsizlikleri aşmanın ve etnik – dinsel her türlü farklılığı birlik içinde özgürleştirmenin biricik yoludur. Kimlik siyasetinin asit gibi eriten etkileri, ancak vatandaşlık siyasetiyle aşılabilir.


Özetle: Günümüzde dünya “tek sistemli ama çok kutuplu”dur; dünya kapitalist sistemi artık tek kutuplu olmaktan çıkıyor. Türkiye’nin dünyayla ilişkilerini yeniden düzenlemek gerektiğine göre, yeni dünya gerçeklerini doğru analiz edip yürümeliyiz. Muhafazakarlık adı altında otoriter bir devlet sistemine dönüşen dinci ağırlıkla gerçeklerin ışığında sistemli bir mücadeleye girmeliyiz. Güney Doğu Anadolu’dan başlayıp ülkenin farklı köşelerini etnik farkçılığa esir etmeye yönelmiş etnik milliyetçiliklerin tehditlerini boşa çıkaracak büyük özgürleşmenin yolunu açmalıyız.


Bu yol, ancak liberal gericiliğin hegemonyasını fark etmekle açılmaya başlanır. Bu hegemonya kırıldığında, doğru dünya görüşü netleştirildiğinde, önümüzde onlarca farklı politik patika açıldığını göreceğiz. İşte o zaman parti içi tartışmalar işe yarar, üretken ve çok da zevkli bir hale gelecektir.


Düşünce netliğinin önündeki iki tehlike... 

Ancak yolumuzun, İngiltere’de Tony Blair takımının ‘üçüncü yol’ bataklığıyla açılabileceğini hiç sanmam. Avrupa’nın emperyalizmin sol kolu haline gelmiş ve günümüz itibariyle pörsüyüp gitmiş sözde ‘sosyal demokrasi’siyle aydınlatılabileceğini de hiç sanmam.

Ve yine, yolumuzun tarihimize “kanlı, yasakçı, inkarcı” diye saldıran Recep Tayyip Erdoğan ve her türden liberalin saldırıları karşısında sendelemekle açılacağını da sanmam. Çünkü birincisi, CHP’nin tarihinde “yüzleşilecek ayıplar” yoktur. İkincisi, bizim üzerimize düşen, tarihimize yöneltilmiş gerici yalanları açığa çıkarmaktan ibarettir. Üçüncüsü, bizim görevimiz, Cumhuriyet ile CHP içinde aynı anda biteviye yaşanmış sınıfsal ve ideolojik mücadeleler tarihini kendi kalemimizle yazmaktır.

Kısaca sonuç

Türkiye, ‘pabuççu muştası’na muhtaçlık devrini çoktan aşmıştır. Bizim, 21. yüzyılda demokratikleşmek için Avrupa Birliği sopasına, zenginleşmek ve güvenlik içinde yaşamak için ABD koruyuculuğuna muhtaçlığımız yoktur. AB ve ABD ile ilişkilerimizi, zihinde ve yaşamda ‘bağımlılık’ liflerinden temizleyip karşılıklı bağlar bakımından güçlendirmeye ihtiyacımız vardır. Bunun için Batı/Kuzey uygarlığının bilgi kodlarına yeterince sahibiz. Doğu/Güney uygarlığının bilgi kodları zaten oluşumuz itibariyle kendi bünyemizde. Bu göz alıcı bir karmadır; bizde de bu zemin üzerinde yürüme gücü yeterince var.

Bu çerçevede çözüm basit ve açık görünüyor. Hem ülkemizin hem CHP’nin özgücüne güvenelim, yetecektir. Bu güven, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşamının açıkça ve resmen oligarşik zümrelerin tekeline teslim edildiği şimdiki günlerde, milliyetler – cemaatler devleti zorlamalarına karşı, Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye’yi inşa etmenin tek çıkış yolu. [BAG, 4 Mayıs 2014]