5 Mayıs 2014 Pazartesi

CHP Açısından 30 Mart 2014 Değerlendirmesi

Yurt Gazetesi Nisan 2014 ortalarında, 30 Mart 2014 yerel seçim sonuçlarını tartışan bir dizi başlattı. Aşağıdaki yazı, Yurt'ta 5 Mayıs 2014 Pazartesi günü bu dizi çerçevesinde yayımlanmıştır. 

Birgül AYMAN GÜLER, PM Üyesi - İzmir Milletvekili 

NERDE HATA YAPILDI?

Temel hataları dört başlıkta toplamak mümkün. Bunların ilki yerel seçim stratejisi yokluğu; ikincisi kaset siyaseti odaklı kampanya; üçüncüsü parti dışı ve sağdan adaylaştırma; ve dördüncüsü adaylık kurallarının tepeden aşağıya doğru ihlali diye sıralanabilir.

Birincisi, seçimin “yerel seçim olduğu” gerçeğinin ıskalanmasıdır. 
30 Mart 2014, yerel seçim tarihiydi. Ne var ki, seçimler genel seçim gibi geçti. Kent ve köy halkları, günlük yaşamlarını iyileştirecek yerel plan ve programlar duymadı; yerel isteklerini seslendiremedi.

Üstelik yerel seçimi genel seçime dönüştürme hatası, AKP Hükümeti’nce Aralık 2012’de çıkarılan ve 30 ili büyükşehir modeline sıkıştıran bir deli gömleği giyilirken yapıldı. Bu yasa, ülkenin yaklaşık 100.000 yerel sandalyesini kırdı. Toplam 34 bin köyden 16.500’ünü kapatarak; toplam 2960 belediyeden 1550’sinin kapısına kilit vurarak; 81 il genel meclisinden 30’unu ortadan kaldırarak yapıldı. Kapatılan köy ve belde belediyeleri mahalle statüsüne düşürüldü. Köy ve belediye, anayasa gereğince “yerel yönetim”dir; mahalle ise değil. Mahallenin bütçesi yoktur, harcama – yatırım yapamaz. Mal mülk edinemez, mezarlığı da ‘köy kahvesi’ gibi ortak kullanım yerleri kurup açamaz, taşıt alamaz, su işlerine bakamaz, mera sahibi olamaz, vb…

Bu yasa, ülke genelinde 225.000 olan yerel seçilmiş sayısını 125.000’e düşürdü. Fransa’da yerel sandalyelere 500.000 kişi seçilirken, bizde bunun yalnızca beşte biri kadar sandalye kaldı. Yani yerel temsil demokrasisinin tabanı öyle daraltıldı ki, yerel kaynakların yönetimi resmi olarak yerel oligarşik yapılara teslim edildi. Seçim kampanyalarında bu demokrasi kırımı hiç gündeme getirilemedi.

Söz konusu 30 il, ülkenin toplam zenginliğinin ezici çoğunluğunu oluşturur. Orman, maden, yer altı ve yerüstü suları, çayır ve meralar, kıyılar, yani tüm doğal varlıklar, belediye hukuku içinde yerel oligarşik yapıların yönetimine teslim edildi. Büyük rant yağması için yasal zemin yenilenmişti; seçim kampanyaları genel seçim havasına sokulunca bu dert de hiç dillendirilemedi.

Sonuçta, yerel dünyaların tüm doğal varlıklar ve toplumsal yaşam bütününde yerel oligarşilere teslim edilişine ilişkin anti-demokratik vurgun görülemedi, gösterilemedi, gerçek yerel gündem ıskalandı. Kısaca yerel seçim stratejisizliği…

İkincisi, seçim propagandasının ‘kaset siyaseti’ üzerine inşa edilmesidir. 
30 Mart 2014, yerel seçim tarihi olmakla birlikte kampanyalar genel seçim gibi yürüdü. CHP kampanyası, ‘kaset siyaseti’ne odaklandı. Kasetler, dinleme – gözetleme kayıtlarıydı. Kayıtları kim yaptı? Neye dayanarak yaptı? Neden yaptı? Bu soruların yanıtı, herkesin bildiği bir sır idi. Bilinen, bunların F tipi cemaat tarafından üretilip servis edildiği idi. Elbette yasa dışıydı. Elbette bu kapsamda bir iş, bir “cemaat” olanaklarının ötesindeydi. Her yanıyla yabancı – yerli ortaklı istihbarat servislerinin işi gibi kokuyordu. CHP kampanyası işte bu kasetlere dayandırıldı.

AKP gericiliğinin bir an önce iktidardan uzaklaşmasını isteyenler, “her araç mübah” ahlakını en zor zamanlarda bile reddetme kültürüne sahipler. Bu kitle, Makyavelizmin karanlık ucunda günümüz dünyasının en kirli istihbarat servisleriyle F tipinin yer aldığını gördü. Hem yönteme hem aktöre gönlü yatmadı. Bu yöntem ve aktör, AKP çevresinde yer alıp çözülmeye başlamış olanları yine bir araya topladı. Sonuçta “kaset siyaseti”ne oturtulmuş genel seçim kampanyası, yükselen CHP’yi sarstı ve sınırlandırdı.

Kaset siyaseti, CHP’nin F tipi cemaatle işbirliği yaptığı düşüncesine kanıt sayıldı. Mustafa Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyeti kuranlara Hz. Muhammed düşmanı “Ebu Süfyan” yakıştırması yapan bir cemaatle işbirliği düşüncesi, CHP seçmeninin güvenini örseledi. Kısacası, anti-demokratik bir araca bel bağlamak…

Üçüncüsü, adaylaştırmalarda CHP’li olmayan kimselere ağırlık verilmesidir. 
30 Mart 2014, yerel seçimdi. 1394 belediye ve 51 il genel meclisi için seçime gidildi. Zaten pek çoğu kırıldığı için sayısı yarı yarıya azalmış sandalyelere aday gösterilecekti. Simgesel büyük yerleşmeler için örgütle bağı olmayan ve daha önemlisi CHP ile bağı olmayan kimseler aday gösterildi.

Hatay’da AKP’li aday, bir önceki seçimlerde yüzde 50’yi aşmışken, CHP’den girdiği seçimlerde yüzde 40’ta başarı gösterebildi. Ankara’da MHP’li aday, kendine oy çekti ama seçmeni CHP’ye çekemedi. Ankara başkanlığı için yüzde 44 oy alırken, meclis üyeliğinde CHP oy oranı yüzde 32’de kaldı. İstanbul adayı CHP’ye açıkça parti dışından ‘dayatıldı’; bunu sindiremeyen CHP seçmeni yine de partisine oy verdi; partisine sahip çıktı. Ama aday, partiye herhangi bir şey katmadı.

CHP dışından adaylaştırma ve adayları sağdan seçme, gerçekte yükselen partiyi geri çekti. Kısaca, kitle partisi ilkelerinden biri olan ‘kadrosuna dayanma’ ilkesinin ihlali…

Dördüncüsü, adaylaştırmalarda belirlenmiş kuralların yukarıdan aşağıya ihlal edilmesidir. 
30 Mart 2014 yerel seçiminde MYK – PM, yola erken çıkarak “aleni adaylık sistemi” ile en iyi adayı kolektif olarak belirleme yöntemini benimsedi. Her aday adayının eğitime girmesi ve 2 Eylül 2013 tarihine kadar başvurması koşulunu getirdi. Bu, partinin yükselişini sağlayan en önemli adımlardan biriydi.

Ne var ki, koyulan kurallar kural-koyucuların kendileri tarafından ihlal edildi. Kurallara uyarak aleniyet riskini üstlenen ve gereğini yapanlar kaybetti. Kuralları hiçe sayıp “kapalı kapı ardı” diplomasisine güvenenler karlı çıktı.

Bu duruma tepki gösteren partililer seslerini yükselttiler. Duyuramayınca kimi tepki istifasına başvurdu, kimi bağımsız ya da başka bir partiden aday olarak verilebilecek en şiddetli tepkiyi verdi. Bu durumla karşı karşıya kalan kimi karar vericiler, düne kadar birlikte yürüdükleri yol arkadaşlarını “siyasal etik ihlali”, “döneklik”, “hainlik”le suçladılar. Disiplin tehditleri savurdular. Bu öfkeli yöneticilik, hem örgütü hem seçmeni ürküttü. Hem hata yapıp hem hataya tepki göstereni tehdit etmek, önemli bir sorun oldu.

Oysa bilinir –ya da bilinmesi gerekir- ki, “siyasal etik” yönetimler, yöneticiler, karar verenler içindir; hakkında karar verilenler için değil! Siyasal etik, yöneticilere tüzük ile genelgelerin yetmediği yerlerde ya da bunların ihlal edildiği zamanlarda kılavuzluk eden kurallar manzumesidir. Karar verenler, haklarında karar verdiklerinin tepkilerini, bir yandan disiplin bir yandan etik dışılık suçlamasıyla sarmaya kalkışınca, inanç ve güven sarsıntısı biraz daha derine işlemiş oldu. Kısaca örgüt aklının kapı ardı kolaylığına yenilmesi…

NE YAPMALI?


Sorunlarımızın çözümünü iki başlıkta toplamak mümkün. Birincisi örgüt yapımızla ilgili yapmamız gerekenler; ikincisi ideolojik omurgamız ile ilgili olarak yapmamız gerekenler.


Örgüt Yapımız: Biz Ne Tür Bir Partiyiz?


CHP, kitle partisidir. Batılıların ‘catch-all party’ dedikleri türden toplayıcı, herkesi kucaklayıcı türden bir parti değildir. Bugünlerde kitle partisi ile ‘herkes-için parti’ anlayışları birbirine karışmış bulunuyor.


Kitle partisi, belirli bir ideolojik omurga üzerinde hareket eden ve üye, örgüt, kadro bütününde vücut bulan yapıdır. Üye iradesi örgüt mekanizmalarında politikaya dönüşür; üye ve örgüt, hem yerel hem merkezi düzeyde yönetici kadroların yetiştiği zemindir. Kitle partileri de elbette çeşitli görevlere örgüt dışından adaylaştırma yapabilir; ama bu, adaylarda ideolojik omurgaya bağlılık ve örgütün ortak onayı koşullarına bağlıdır. Yoksa, kitle partileri oy uğruna ‘yıldız adam’ taşımacılığı yapmazlar, sahte vitrinler düzmezler. Klasik bir ‘toplayıcı parti’ tipi olan AKP gibi milyonlarca üye sahibi olma çılgınlığı yaşamazlar. AKP gibi ultra disiplinli devasa kurultay gösterilerine değil, görüşen – tartışan gerçek kurultay şölenleriyle karar vermeye odaklanırlar. Bunun için AKP tipi çok yardımcılı genel başkanlık yerine, kitle partilerinin temsil niteliği gerçek, geniş ve güçlü bir Kurultay ve Parti Meclisi yapısı ile icra gücü yüksek genel sekreter – genel başkanlık sistemi üzerinde düşünmek gerekir. Kısacası, yapılması gereken en önemli işlerden biri, “biz ne tür bir partiyiz” sorusu üzerine akılları ve sonra da tüzüğü netleştirmektir.


İdeolojik omurgamız: Liberal hegemonyayı kırmak


Kitle partisi tanımına uygun olarak diğer yapılması gereken iş, ideolojik omurga üzerindeki gölgeleri gidermektir. Başka bir deyişle, CHP’yi de sarmış olan liberal gericiliğin düşünsel hegemonyasına son vermektir. Günümüzde bu hegemonyanın üç boyutu ile ivedi bir mücadeleye girme zorunluluğumuz vardır.


Birincisi, bu hegemonya bize “artık emperyalizm yok, dünya küreselleşti, karşılıklı bağımlılık var” aldatmacasını dayatıyor. Oysa bağımlılık tek taraflıdır, karşılıklı olmaz. Dünya ülkeleri arasında karşılıklı olan bağlar – bağlılıklardır; ticari, kültürel, sportif bağlar ve bağlılıklar… Biz, tüm dünya ülkeleriyle bu bağlılıklar güçlensin isteriz; çünkü bu karşılıklı bağlılıkla dünya barışının güvencesidir. Ama “bağımlılık”, karşılıklı bağlardaki hastalıklı liflerdir; bunların kırılıp atılması gerek. Hastalıklı lifleri kırıp atmanın yolu anti-emperyalizmdir; yani ulusal direniş…


İkincisi, bu hegemonya bize toplumu “seküler – muhafazakar” diye kutuplaştırarak düşünmemizi dayatmış durumda. Oysa bu sahte bir çerçevedir; gericiliği üretmekten başka bir sonuç yaratmaz. Sorun – çözüm ikilisini doğru yerleştirmek gerekir. Türkiye’nin sorunu “laiklik – dincilik” ekseninden türüyor. Laiklik ilkesini “sekülerlik” diye sağcılaştıran ve dincilik gericiliğini “muhafazakarlık” diye yumuşatan bu çerçeveyi kırıp atmadıkça, “CHP dinsizdir; laikçidir; halkın ‘değer’lerinden kopuktur” yaftalarıyla başa çıkılamaz. Saldırgan hegemonya kırılıp atılamaz; hep savunmada kalınır; gerçek hastalık açığa çıkarılamaz.


Üçüncüsü, bu hegemonyanın bize dayattığı başka bir nokta, demokrasi ve özgürlük, etnik-dinsel topluluklara hukuki-siyasal kişilik vermeyi gerektirir görüşüdür. Bu, insan hakları olarak kodlanmıştır ve vatandaşlık hakları bunun altına yerleştirilip ezilmiştir. Bizim için asıl olanın vatandaşlık hakları olduğunu görmemiz gerekir. İnsan hakları vatandaşlık haklarının üzerinde değildir; tersine insan hakları vatandaşlık haklarının içeriğini oluşturur. Bu, sınıfsal – bölgesel eşitsizlikleri aşmanın ve etnik – dinsel her türlü farklılığı birlik içinde özgürleştirmenin biricik yoludur. Kimlik siyasetinin asit gibi eriten etkileri, ancak vatandaşlık siyasetiyle aşılabilir.


Özetle: Günümüzde dünya “tek sistemli ama çok kutuplu”dur; dünya kapitalist sistemi artık tek kutuplu olmaktan çıkıyor. Türkiye’nin dünyayla ilişkilerini yeniden düzenlemek gerektiğine göre, yeni dünya gerçeklerini doğru analiz edip yürümeliyiz. Muhafazakarlık adı altında otoriter bir devlet sistemine dönüşen dinci ağırlıkla gerçeklerin ışığında sistemli bir mücadeleye girmeliyiz. Güney Doğu Anadolu’dan başlayıp ülkenin farklı köşelerini etnik farkçılığa esir etmeye yönelmiş etnik milliyetçiliklerin tehditlerini boşa çıkaracak büyük özgürleşmenin yolunu açmalıyız.


Bu yol, ancak liberal gericiliğin hegemonyasını fark etmekle açılmaya başlanır. Bu hegemonya kırıldığında, doğru dünya görüşü netleştirildiğinde, önümüzde onlarca farklı politik patika açıldığını göreceğiz. İşte o zaman parti içi tartışmalar işe yarar, üretken ve çok da zevkli bir hale gelecektir.


Düşünce netliğinin önündeki iki tehlike... 

Ancak yolumuzun, İngiltere’de Tony Blair takımının ‘üçüncü yol’ bataklığıyla açılabileceğini hiç sanmam. Avrupa’nın emperyalizmin sol kolu haline gelmiş ve günümüz itibariyle pörsüyüp gitmiş sözde ‘sosyal demokrasi’siyle aydınlatılabileceğini de hiç sanmam.

Ve yine, yolumuzun tarihimize “kanlı, yasakçı, inkarcı” diye saldıran Recep Tayyip Erdoğan ve her türden liberalin saldırıları karşısında sendelemekle açılacağını da sanmam. Çünkü birincisi, CHP’nin tarihinde “yüzleşilecek ayıplar” yoktur. İkincisi, bizim üzerimize düşen, tarihimize yöneltilmiş gerici yalanları açığa çıkarmaktan ibarettir. Üçüncüsü, bizim görevimiz, Cumhuriyet ile CHP içinde aynı anda biteviye yaşanmış sınıfsal ve ideolojik mücadeleler tarihini kendi kalemimizle yazmaktır.

Kısaca sonuç

Türkiye, ‘pabuççu muştası’na muhtaçlık devrini çoktan aşmıştır. Bizim, 21. yüzyılda demokratikleşmek için Avrupa Birliği sopasına, zenginleşmek ve güvenlik içinde yaşamak için ABD koruyuculuğuna muhtaçlığımız yoktur. AB ve ABD ile ilişkilerimizi, zihinde ve yaşamda ‘bağımlılık’ liflerinden temizleyip karşılıklı bağlar bakımından güçlendirmeye ihtiyacımız vardır. Bunun için Batı/Kuzey uygarlığının bilgi kodlarına yeterince sahibiz. Doğu/Güney uygarlığının bilgi kodları zaten oluşumuz itibariyle kendi bünyemizde. Bu göz alıcı bir karmadır; bizde de bu zemin üzerinde yürüme gücü yeterince var.

Bu çerçevede çözüm basit ve açık görünüyor. Hem ülkemizin hem CHP’nin özgücüne güvenelim, yetecektir. Bu güven, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşamının açıkça ve resmen oligarşik zümrelerin tekeline teslim edildiği şimdiki günlerde, milliyetler – cemaatler devleti zorlamalarına karşı, Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye’yi inşa etmenin tek çıkış yolu. [BAG, 4 Mayıs 2014] 


3 yorum:

  1. Sayın Vekilim, gerçekten harika bir analizle ve tüm ayrıntıları ile gerçeği ortaya koydunuz yine, sağ olun. Ama partimizde mevcut özgüç, ne zaman, nasıl, ne şekilde harekete geçecek ve güzel Türkiye'mizin demokrasisini yeniden inşa edebileceğiz? Bildiğim kadarı ile MYK dan çıkan sonuç, şimdilik büyük kurultaya gerek olmadığı, küçük kurultayla bazı düzeltmelerle yola devam edileceği... şeklindeydi. Bunun yeterli olmayacağını da biliyoruz zaten, bilmediğimiz güzel durumlar varsa, içimiz biraz rahatlar belki... Sevgi ve saygılarımla. Candeğer Gezer

    YanıtlaSil
  2. Chp içinden koltuk mevki makam hırs kibir ego sahibi içerisinde olan kaypak kaynak takımından kurtulmadan iktidar olamaz ve BEN ŞUNA İNANMAYA BAŞLADIM CHP İKTİDAR OLMAK İ S T E M İ Y O R R R

    YanıtlaSil
  3. 2010-2011-2012-2013-2014 yıllarında beni dinleyen olmadı...

    YanıtlaSil