10 Şubat 2019 Pazar

BOLTON’LARA KARŞI BİZ



1980’den beri neo-liberal siyasetin çökertip yok ettiklerini, hem zihniyet hem de kurumlar bakımından tutup ayağa kaldırma zamanı geldi.
*
Dünyada “serbest ticaret” denen yağmacılığa karşı çıktığımızda “bunlar kapalı ekonomi isteyenler!” diye saldırdılar. Görüldü ki bunlar kendilerine “açık toplumcu” diyen insanlık yıkıcılarıdır. Artık, dünyanın genel yararı serbest ticarette değil, adil ticarettedir, demek ve başka ülkelerle ilişkilerimizi bu esasa göre düzenlemek zamanıdır.
*
Merkez Bankası’nın bağımsızlığı diye bir iş olmaz. Bu, ülkenin en temel kurumunu Vaşington ile Londra’daki beş-on yabancı bankanın emri altına vermek demektir. Seksen milyonun kaderini, açgözlülükleriyle tarihe geçmiş bu tekellere bırakamayız. Merkez Bankası, para-kredi işlerine başkalarının değil, Türkiye’nin yararına bakmakla yükümlüdür, deme zamanıdır.
*
Tarım ve toprak sözde serbest denen piyasa için beş-on tohum, gübre, ilaç tekeline bırakılamaz. 1980’den beri bu işi yaptık, sonuçlarını gördük. Tarım insan sağlığına zararlı ürünler dünyası oldu, toprak kirlenip zehirlendi, üretim yapamaz hale geldik. Tarım ve toprak planlamasına başlıyoruz, tam donanımlı zirai donatım kurumunu yeniden inşa ediyoruz, deme zamanıdır.
*
İleri teknolojiye dayalı, kendini üretebilen sınai üretimde ‘karşılaştırmalı üstünlüğümüz yok’ lafının yalan olduğu tecrübeyle sabit oldu. Dördüncü sanayi devrimi denen yeni teknolojik süreci, montaja ve en kirli eski sanayilere sıkışıp kalmış bir halde karşılıyoruz. Bu sonuncu sıkışmayı aşmak için devleti bu işin başına geçiriyoruz, deme zamanıdır.
*
Kentsel altyapı, toprağa ve teknolojiye dayalı sanayiler için başlıca talep yaratıcılardandır. Kentsel altyapının planlanmasında, finansmanında, inşaatında, işletilmesinde belediyeleri daha fazla yalnız bırakamayız. Neo-liberal siyasetlerin ortadan kaldırılsın diye etmediklerini bırakmadıkları İller Bankası örneği üzerinde duracağız, yerel işleri ulusal üretim ve hizmetlerle birleştireceğiz, deme zamanıdır.
*
Üniversitelerimiz, neo-liberal siyasetin baskısı altında, bilgi üreten değil ara-işgücü-yetiştiren meslek yüksekokullarına döndü. Üniversiteler, küreselcilerin yerelcilik yüceltmesine koşut biçimde özelleştirilip yerelleştirildi. Üniversiteleri meslek okulu ayarına sabitleyen mevcut uygulamalara son vermenin zamanıdır.
*
Topyekûn ayağa kalkmak, besbelli ki tüm toplumun özlemi. Bu özlemi, yaşamı yönlendirecek gerçek bir inanca çevirmek için olmazsa olmaz bir koşul var: Artık vicdan yaralar hale gelmiş olan gelir adaletsizliği sorununun üstüne gitmek.
Bunun için çok araç var. Öncelikle başlıca kamu hizmetlerini şirketlere iş alanı açma aracı olarak değil, gelirdeki adaletsizliği düzeltici bir araç olarak görmekle işe başlamak gerek. İşte önümüzde yerel seçimler var; bakalım hangi aday bundan dem vuracak?
Sonra devlete, merkezi idareye düşen işler var: Üretici gelirine adeta el koyan ticaret ağlarına çeki düzen vermek… Vergilendirme sistemini üretkenlik ve gelir adaleti ölçütlerine göre tasarlamak…
Elbette bütün toplumsal ve siyasal kurumların azami özeniyle ücretler ve huzur haklarından kira, kâr, faiz, servet gelirlerine haklı-adil kazanç düzeneği üzerine eğilmek…
*
Bu işlerde daha fazla zaman yitirmek, tvitleyerek tehditler savuran adeta kendini kaybetmiş Amerikan ulusal güvenlikçisi Boltongiller karşısında zaaflarımızı beslemekten başka bir anlama gelmiyor.
Neo-liberal yıkıntıyı ortadan kaldırma görevi geldi, kapımıza dayandı.

6 Şubat 2019 Çarşamba

KÖTÜ’LERLE İYİ’LER



Kötü yönetime karşı iyi yönetim sloganı, sömürgeciliğin, 19. yüzyılda Hristiyan inancından transfer ettiği bir koddur. Günümüzde emperyalizmin dünya ülkelerine uygulamaya giriştiği her türlü yaptırımın, açık askeri işgallerin “ahlaki” gerekçesidir. Bir zihniyet kodu.
Sömürgecilerin dünya üzerinde estirdikleri fırtınaların çeşitli unsurları var. İşgal için kullandıkları asıl ya da vekil askerlerle silahlar… Eğlendirerek çürüten holiwudlar… Uygun buldukları kadim inançlardan ve dinlerden derlenmiş ahlaki ilkeler…
Sözkonusu slogan, bu sonuncu grupta yer alan araçlardan biridir.
*
Anlamı “Venezuella’da, Türkiye’de, Macaristan’da, Çin’de, Rusya’da, İran’da… kötü yönetimler var;  ABD ve ortakları onları ‘iyi yönetim’e kavuşturma hak ve misyonuna [görevine] sahiptir” fikrinden ibarettir.
Ülkesinde B.liar [yalancı] denen Tony Blair, Bir Yolculuk adlı kitabında yazıyor: Biz, uluslararası toplum, kendi ulusal çıkarları tehdit edildiğinde değil, asıl herhangi bir uzak ülkede yaşayan rejimin kötü doğası nedeniyle de küresel müdahale hakkına sahibiz. (s. 276)
Haklarını kullandılar. Daha dün Irak’ı işgal ettiler, Arap Baharı işgaliyle kuzey Afrika ülkelerini perişan ettiler, ‘renkli devrim’ girişimleriyle gençleri paralı askere dönüştürdüler. Şimdi aynı şey Venezuella için yapılmak isteniyor. Maduro kötü yönettiğine göre….
*
Bu ‘fikir’deki arsızlığı başka bir yerde bulmak gerçekten güç.
Mantığı basit: Eğer bazı ülkelerdeki yönetimler ‘iyi’ olabilseler, ‘iyiler’e böyle bir görev düşmezdi. Dolayısıyla ‘iyiler’in iyilik için harekatları ne kadar çok insana hem de canlar pahasına kanlı zararlar verirse versin, maliyet ne olursa olsun, bunun sorumlusu ‘iyiler’ olmayacaktır. ‘İyilik’, mutlak zaferi kendiliğinden hak etmiş bir şey. Bu misyon yerine getirilirken doğacak zararların sorumluluğu da ‘iyi olmayı başaramamış kötüler’dir.
Geçmişi ve bugünü yargılayıp infaz sehpaları kurmakla yetinmeyen, gelecekte işleyeceği suçları da üstünden atan acayip bir arsızlık.
*
Dikkat etmemiz gereken şey, insanlığın yıkımından başka bir hedefe yürümeyen bu kuvvetin sözlerini seçtiği yerdir.
Birincisi, “doğru – yanlış”tan söz etmiyor; mantık alanının bu iki kategorisi tartışmaya açıktır, kanıt gerektirir. İkincisi “güzel – çirkin”den söz etmiyor; estetik alanının bu ikilisi de ‘bakanın gözündedir’, göreceliğiyle karakterizedir. Sömürgeci, üçüncü alanı seçiyor; ahlak alanının “iyi – kötü” kategorileriyle konuşuyor. İnsanın varoluşuyla ilgili alandan ses veriyor; konuya ‘inanç’lardan yani damardan giriyor.
Zaten dünyaya nizam verme misyonunu da bu ahlaki kategoriyi kullandığı için üretebiliyor. Ahlaki duruşun tartışılmazlığını kalkan edinmiş, ‘misyon’unu ilahi bir esreklikten –‘vizyon’dan [vahiyden] türetmiş yürüyor. Bunun karşısında ne mantık işe koşulabilir ne de estetik.
Büyük cüretkarlık!
*
Egemen sömürgeciler bunu hep yapıyorlar.
İnsanlığın genel-ortak zihin kodlarını kendi çıkarlarına ve amaçlarına uygun içerikle doldurup kullanıyorlar. Bir terimi bir kez ellerine geçirip tanımladıklarında, devasa propaganda makineleriyle zihinleri yakıp geçiyorlar.
“E n’apalım, temel ahlaki kategorilerden bile vaz mı geçeceğiz!’ diyenlerimiz ilk yalazla renk değiştirenlerimiz. Vazgeçmeyeceğiz, ilahi katlardan konuşurmuş gibi yapanların ipoteğine geçit vermeyeceğiz.
[BAG, Aydınlık, 6 Şubat 2019]

3 Şubat 2019 Pazar

BELARUS’TAKİ CESARET ANITI



Belarus’un Brest kentinde, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başında 1941 yılında, Nazi ordularının saldırısına karşı hüzün veren destansı bir direniş gösterdiği için anıtlaştırılmış eski bir kale var. Burada büyük bölümünün adı belirlenemeyen binin üzerinde askerin anısı yaşatılıyor. Üzerlerine durmaksızın yağmur gibi yağan kuşatma kurşunlarının yanısıra, hemen yanı başlarında akan suya erişemedikleri için susuzluktan kırılan askerlerin öyküsü, birine Cesaret öbürüne Susuzluk adı verilen iki etkileyici heykelde canlandırılmış bulunuyor.
*
Cesaret adlı heykel, dev bir yapım.
2014 yılında CNN adlı televizyonun saldırısına uğramıştı. Bu TV, heykeli ‘dünyanın en kötü heykeli olarak ortadan kaldırılması gereken şey’ diye karalamaya ve yıkılmasını sağlamaya kalkışmıştı. Hemen ardından, yalnızca Belarus’tan değil, dünyanın pekçok yerinden aldığı tepkilerle özür dileyip geri çekildi.
Cesaret Heykeli, 2019 yılının Ocak ayında, Türkiye’deki sözde internet gazetelerinden birinde “Erkeklik Krizi” başlıklı bir yazının görseli olarak kullanıldı. Yazı ‘erkeklik krizi’ ile ulus-devletlerin krizini özdeşleştiriyordu. Site editörü de seçtiği fotoğrafla bunları anti-faşist direnişle özdeş hale getirdi. Cari günde CNN ile, tarihten ise Nazi saldırganlığıyla kol kola girişin örneğini sergilediler.
*
Bu kafalar, SSCB’nin Gorbaçov’uyla birlikte yetişmeye başlamış görünüyor. Gorbaçov’un perestroyka’sı küreselci piyasanın, glasnost’u ise Soroscu ‘açık toplum’un kurucuları oldu. Kendilerine daha 1980’li yıllarda ‘solcu-ilerici’ demişlerdi; karşı çıkanlara da ‘sağcı -tutucu, muhafazakar, gerici’. Sonra küreselcilerin ve açık toplumcuların yanında yerlerini aldılar. Renkli devrimlerle, Arap Baharlarıyla, ‘nükleer silahı var’ yalanlarına dayalı tanklı toplu işgallerle modern-ötesi dünyanın üyeleri oldular. Bütün bu olanları, küresel sömürgeciliğin acımasız saldırılarını, emperyalizmin değil de ulus-devletin krizi diye yaftaladılar. Böylece küreselci sömürgeciliğin bayraktarları haline geldiler.
*
Günümüzde bu saldırgan hatta değişen hiçbir şey yok. Bayraktarlar, şimdi de Venezuella’ya yönelmiş emperyalist şiddeti kutsamakta birbirleriyle yarış içindeler.
Tuhaflık şurada ki, Trump’ta gördükleri ‘erkeklik krizi’ni, Trump’ın Venezuella’ya saldırma kararı karşısında unutuverme gibi bir erdemleri var. Amerikan meclisinin Venezuella başkanı Madura’yı reddedip muhalefetteki kendi adamlarından birini başkan saymasını ‘diktatörlüğe karşı demokrasi baskısı’ diye selamlayabiliyorlar. İngiltere’nin Venezuella altınlarına el koymasını uygun görüp, yıllardır devam eden ABD yaptırımlarından hiç ama hiç söz etmeden emperyalist saldırganlık aklamasına girişebiliyorlar.
*
İşbirlikçilerin savunmaları, Şener Şen’in banker konulu bir filmindeki repliği hatırlatıyor:
-ABD saldırıyor saldırmasına da, sor bir bakalım neden saldırıyor?
-“Oradaki yönetim kötü de ondan saldırıyor; iyi yönetim olsa neden saldırsın!”
Derim ki bu repliği es geçmeyelim.
Kötü yönetime karşı iyi yönetim sloganı, sömürgeciliğin, 19. yüzyılda Hristiyan inancından transfer ettiği bir koddur. Günümüzde emperyalizmin dünya ülkelerine uygulamaya giriştiği her türlü yaptırımın, açık askeri işgallerin “ahlaki” gerekçesidir.
Bu bir zihniyet kodudur.
İkinci Dünya Savaşındaki büyük savunmanın Cesaret Anıtı’nı ‘erkeklik’ sanan tarih yoksunu zihinler, bu kodla biçimlendirilmektedirler.
[BAG, Aydınlık, 3 Şubat 2019]

30 Ocak 2019 Çarşamba

BÜYÜK MUHALEFETİN DURUMU ÜSTÜNE



Parlamentoda yer alan partilerin çevresindeki çok az kişi doğru ‘etiket’ ile geziyor.
CHP’liyim diyen biri gerçekte HDP’li, şu ya da bu cemaat üyesi, eski ANAP-DYP’li, hatta gençliğinde ihvanı müslim tedrisatlı olabilir. İYİP’liyim diyen biri için bu zincirden HDP’yi çıkarıp MHP’yi koyun aynı özellikleri taşıyabilir. Ama İYİP, CHP ile ittifakta olduğuna göre, HDP’yi İYİP’ten fazla da çıkarmamak gerekir.
Davutoğlu – Gül ve ortakları yönetimdeyken AKP de böyleydi; şimdi içindeki renkler biraz sadeleşti. Daha düşük derecede aynı özellikler MHP için de geçerli.
İçinde farklı siyasal renklere yer vermeyen tek-biçimci tek parti HDP. PKK/YPG geri planıyla etnik bölücülük odaklı işler görmeye çalışıyor.
Saadet Partisi’nin ise bir aracı kurum, Gül’ün resmi taşıyıcısı olduğunu geçen seçimlerde öğrenmiştik.
*
Muhalefet cephesinin CHP-İYİP-HDP-SP adlı dört ortağı, tek bir hedefe kilitlenmiş bulunuyorlar: “AKP düşsün!”. Bunların içinde en hiddetlilerin “Tayyip”, “hırsız”, “diktatör”, “firavun” sıfatları temelinde bağrışan FETÖ merkezli gruplar oldukları görülüyor. AKP’nin eski destekçisi yetmez-ama-evet liberalleri de HDP çevresi de bu hiddetten memnun.
Seçmenin yüzde 35 gibi büyük bir bölümüne sahip CHP ile İYİP, önceden cumhurbaşkanlığı seçiminde yaptıkları gibi, şimdi yerel seçimde birkaç belediye almak hesabıyla bu kesimlerin öfkelerinden ve ellerindeki olanaklardan medet umuyorlar.
*
Hedefini ‘ilkeleri boşver, yeter ki o gitsin stratejisi’ne oturtmuş akıl, yarıya %15 kaldı hesabıyla, “akıllı ol, kendini feda et’ diyerek, çoğunluğu azınlıklara teslim etmenin bir örneğini daha sergiliyor.
CHP ile İYİP’in bu süreci ‘tavanda değil tabanda ittifak’ diye başlattıklarını hiç unutmamalı. Bu söz, seçmenlerine ‘zorunluyuz’ ruhunu şırınga etmek içindi; yoksa söyledikleri şey işin doğasına tersti. Nitekim yeterince zaman geçince ‘tavanda ittifak’a oturdular. İlleri ilçeleri aralarında paylaştılar. Ardından sahneye gizli ortak HDP çıktı; Adana, İstanbul ve İzmir’de aday çıkarmayıp bunları destekleyeceğini ilan ederek boy verdi.
İttifak dediğin laftan ibaret değil. Başkanlık ve meclis koltuklarının paylaşımında ete kemiğe bürünen bir iş. Bugünlerde kopan vaveyla, kısır “AKP gitsin” stratejisinin yarattığı bataklıktan kimsenin kaçmayı başaramamasından kaynaklanıyor. Bu bataklıkta artık tutunulabilecek iki dal var: Rant grupları ve kişisel ikbal hırsı. İlkeler ve memleket için hiçbir anlamı olmayan, yakınındakini de uzağındakini de çürüten koyu bir gaz kütlesi.
*
Kendi başına ya da öbürünün sırtına binerek parlamentoya taşınmış olan mevcut muhalefet partileri, AB-D eksenindeki dönüşlerini tamamladılar. Türkiye’nin ana bağımsızlık damarlarından bir olan Merkez Bankası’nın küresel mali merkezlere bağımlılığını isteyen, NATO’dan ayrılmanın felaket olacağı inançlarını ilan eden kadrolarıyla, ulusal – üniter devlete karşı eşit/etnik vatandaşlıkçı ve yerel özerklikçi seçim bildirgeleriyle yerlerine sabitlendiler. Seçmenlerine rant paylaşımı – kişisel çıkar ekseninden başka tutunacak hiçbir dal bırakmadılar.
Bunlarla birlikte alınacak bir adım mesafe kalmadı.
*
Tarihsel ilkelerini askıya almış, Türkiye’yi Atlantik köleliğine demirleme niyetlerini açıkça ilan etmiş bir kesimin “o zaman AKP-MHP’ye ver oyunu!” diye ünlemesi, kendini bilmezliğin son güldürüsüdür.
İddiaya giriyorum, biz değil ama, bu kara güldürüde yer alıp siyasal rant – kişisel çıkar yolunun tıkandığını görenler öyle yapacaklar.
Yerel seçim bu. Çevrenizi izleyin, sonra konuşalım.
[BAG, Aydınlık, 30 Ocak 2019]

23 Ocak 2019 Çarşamba

KÜRESEL ŞİRKETLERLE MUTABAKAT MI!



Küreselleşme ideolojisi, iddia ve umutlarının bittiğini 2008’de ilan etmişti. Küreselleşmenin bayraktarı olsun diye kurdukları Dünya Ticaret Örgütü, o yıl askıya alınmıştı. Üzerinden on yıl geçti. DTÖ askıdan indirilemediği gibi, orada kurumaya terk edildi. Dünya tekellerinin “gelecek, geliyor, geldi, mecbursun boyun eğeceksin” diye salladıkları kılıç kırıldı.
*
Askı ilamı üzerinden on yıl geçti. Bu süre içinde “peki şimdi nereye?” sorusu üzerinde etraflıca durulamadı.
Neden öyle oldu?
*
Muhtemelen çoğu insan, bu ideolojinin üzerinde yükseldiği “kaçınılmaz bir şey” iddiasına takılmıştı; kaçınılmazlığın buhar oluşuna inanmak kolay mı? Ya da belki öncüler öyle parlak, öyle akıllı, öyle zengin idiler ki, bu yeni tip dünya insanlarının yanılabileceklerini de yalan söylemiş olabileceklerini de düşünmek istemediler.
Öte yandan, hükümetler de bıçkın muhalifleri de çöküp giden küreselciliğin hesabını görmek yerine, eski laflardan dem vurarak iş görme gayretine düştüler.
Küreselcilikle hesaplaşmak, herşeyden önce, özelleştirmelerin hesabını görmek demek. Sonra, devleti şirket gibi yönetme zihniyetini ortadan kaldırmak… Uluslararası hukuk adı altında tekelci şirket hukukunun üstünlüğünü tanıyan anayasa – yasa değişikliklerini geri almak demek. AB’yi, NATO’yu, BM’yi gözden geçirmek demek… Büyük iş.
*
Aslına bakarsanız, günümüzde bütün bu konuların etrafında dolaşıp duruyoruz.
İktidar “yerli ve milli” diye bağırıp “dünya beşten büyüktür” diyor, Merkez Bankası bağımsız olur muymuş falan diyor ve orada duruyor. Parlamenter muhalefet ise bundan daha geride, bıkıp usanmadan “bizim yönümüz Batı’dır” andı okuyup ‘NATO’dan çıkmak felaket olur’ diye bağırıyor. Yıkılan AB-D sisteminden kurtulmak lazım diyen bizimki gibi görüşlere, daha şimdiden, ellerinde “Rusyacı, Çinci, İrancı, Hindistancı!” etiketleri bulunan keskin sirkeler hazırlanmış bulunuyor. Özünü söylersek, bütün bir toplum, bizde olduğu gibi dünya da, bu sarsak görünen günde geleceği hazırlıyor.
Eğer sarsak siyasetle hazır kıta keskin sirkelerden çekinirsek, düşüncelerimizi derleyip toplamakta daha da gecikirsek, yaşama yön veren kuvvetlerin ardında sürükleneceğiz.
*
Gün, şimdi ne yapmalı? sorusunu aydınlığa kavuşturma günü.
Buna verilen yanıtlardan biri, John Ralston Saul adlı Kanadalı yazarın Küreselleşmenin Çöküşü adlı kitabını temsilci seçersek, şu: Çözüm “son 30 yılın [küreselciliğin] eski varsayımlarına dayanan eski yapıları yeniden inşa etmek değildir. Küreselleşme öncesi yapıları yeniden inşa etmekse hiç değildir. Toplumsal ve çevresel ihtiyaçlarla, pazarın gereksinmelerini dengelemeye dayanan, daha sofistike bir zenginlik oluşturabilmek için gerekli imkanlara sahibiz.”
Benim anladığıma göre diyor ki toplum [devlet] + doğa + ulusötesi tekeller arasında yeni bir mutabakat yapalım.
*
Küreselleştirme operasyonları boyunca insanı ve doğayı tarumar eden açgözlü şımarıklığı, bu kadar nesnel ve canlı gösteren bir yazarın tekellerle mutabakat çağrısını ok endişe verici buldum.
Küresel tekeller yıllarca suda, çöpte, okulda, hastanede, elektrikte, hatta hapisanede ve mezarlıkta “Tüm İktidar Sermayeye!” dediler. Dünyanın hem toplum hem doğa bakımından yönetimini almak istediklerini gözümüze soktular, Bunlarla mutabakat, küreselci zorlamanın yapamadığını gönüllü olarak yapmaya kalkışmaktan başka ne anlama gelir ki?
Bu sözde çözüm, Kanada’dan bakınca uygun görünüyor olabilir. Bizim buralardan bakınca ekşimiş görünüyor.
[BAG, Aydınlık, 23 Ocak 2019]

20 Ocak 2019 Pazar

YENİ BİR ÇAĞIN HABERCİLERİ



En yakın çevremizdekilerin bize uzak görünmeleri, hatta bazılarımızın sınırdaş ülkeler için ‘egzotik yer!’ gibi süper-Avrupalı sıfatlar kullanmaları en tuhaf durumlardan biri.
Bunun iki nedeni var denebilir.
*
Birincisi, yollar çok uzun süre kapalı kaldı.
Günümüzde bu durum kısmen de olsa değişti. En geniş seçenek havayolu kuşkusuz, ama adı üstünde, bu yol bir noktadan kalkıp bir başka noktaya havadan konmaktan ibaret. Yerin üstünden havayı çizgi boyu soluma olanağı vermiyor. Trenle gitmek isterseniz yalnızca iki hat var: batıya doğru doğru Sofya – Bükreş’e, doğuya doğru Tebriz’e kadar. Otobüsle gitmek isterseniz Balkanlara ve Avrupa’ya ulaşmak mümkün; doğuda Bakü’ye de uzanabilirsiniz. Toprak ya da deniz üstünden taşımalar olmasa da, artık kendi arabasına atlayıp örneğin yolu Moskova’dan İzmir’e kat ederek gelip gidenler var. Yollardaki kesintiler ve tıkanıklıklar açıldıkça, burnumuzun dibindeki ülkelere ilişkin cehalet, temelsiz hisler, önyargılar, hayranlıklar ve korkular buharlaşıyor. Bunların yerini görüp bilmenin verdiği gerçeğe uygun duygu ve düşünceler alıyor.
*
İkincisi, en yakın çevremizi Fransızca/İngilizce’den çevirilerle öğrendik.
Batı entelektüelleriyle yönetimleri, doğu dedikleri bizim buraları ve ardımızdakileri ‘kaba barbar’ diye kodlamışlardı. Aralarından buralara gelip de tanıyanlar genel olarak hayranlık duyduklarında, tanık oldukları farklılıkları, aslında yabancılığı daha da artırmaktan başka işe yaramayan ‘egzotik’lik diye tanımlamışlardı. Yani ıraksı, yabancıl, tuhaf, başka bir iklimin otu … Bizim kendi kendimize ve bize ençok benzeyenlere ‘egzotik’ sıfatı yapıştırmamız, yaptığımız en acayip işlerden biri oldu. Şimdilerde, aynı ulaşım ağlarında olduğu gibi, bu durum da değişiyor. Hala ağırlıklı olarak İngilizce’den çeviri fikirlerin aracılığıyla öğreniyoruz; ama en yakınımızdakileri doğrudan kendimiz öğrenmeye başladık. Bu, tarihsel önemde, büyük bir kırılmadır.
*
Evin ikinci çocuğu minik köpeği ‘Köpük’ü yanına alıp Moskova’dan arabasına atlayan ve on gün için İzmir’e düşen adam, böyle yolcularla yolculuklar, batı-merkezli düşünce dünyamızın üzerindeki ipotekleri hızla yüke dönüştürüyor.
Bize de, şimdiye kadar baktığı yerde barbarlık ya da gördüğü yerde egzotizm bulan çıkarına ölümüne bağlı ve benliğine budalaca hayran batılı süzgeçten öğrendiklerimizi sıkı bir eleştiriden geçirmek gibi şenlikli bir görev düşüyor.
*
Az iş değil.
Batı-merkezli yazılı kaynaklarımız içinde çok bilgi var. Değerli bilgiler var. Bunları bir yana atmak akıllıca değil. Ama bu bilgilerin hem seçiminde hem işlenişinde hem de çıkarılan sonuçlarda gömülü ‘zihniyet’ büyük bir sorun oluşturuyor.
Örneğin Rusya’nın ulusal varoluş kodlarını, Belge yayınevi eliyle, Rusya’dan göçme sonradan Fransız vatandaşı Alexander Koyre’den öğrenmeye mahkum edilmiş gölgeli fikir dünyamızdan ders alarak, kuşkucu okuma şart.
Nasıl şart olmasın? Söz konusu yazar bu kitapta “Ruslar tarih felsefesinin temelini nasıl attılar?” gibi büyük bir soruyu araştırıyor. Ve kazısını şöyle bir duyguyla başlatıyor: “Alman felsefesiyle tanışmak, bu düşünce girmemiş zihinlerde nasıl bir etki yapmıştı?” Thomas Kuhn’un paradigma teorisine ortak koşulan ‘yüksek bilimci’den Rusya/doğu söz konusu olunca öyle bir söz ki! İçbakışı öyle aşağılayıcı ki, bu söz kavgada söylenmez!
*
Ama zihin temizliğini başarmak çok zor da değil.
Çünkü zamanı geldi. Artık Avrasya bölgesinde yaşam kuran yeni bir kuşak ve batı-aracısı olmayan genç entelektüellerimiz var.
[BAG, Aydınlık, 20 Ocak 2019]

13 Ocak 2019 Pazar

BU LAMBALARDA MUM YOK



Şimdi yerel yönetim seçimlerine giderken, bir kez daha etrafa ağızlardan karmakarışık sözler dökülüyor.
*
Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerinde, CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’na atfen kara manşete çekilen “Ankara Yönetemez” lafı hepimizi irkiltti. Sözün İstanbul’dan, durmadan üç imparatorluğun başkenti olduğu söylenen bir yerden üfürülmesi, tarihi az da bilsek çok da bilsek hepimize ‘ne demekmiş o?’ dedirtmeye yetti. Bazılarımız, tarihin yanı sıra Boğazlar sahibi bir yerin Ankara’dan yönetilememesi ne demekmiş! diye sordu. Birkaç gamsız ‘konu bunlar değil, söz bizim işlerimize RTE karışamaz demekten ibaret’ diye çeviri yapsa da, adayın “RTE”ye ziyareti karşısında gözlerini yere indirdi.
Parlayıp sönen bu tartışmanın ağzını bağlayacak söz, yüzyıldan daha fazla bir zaman önce, Rusya ‘da Gogol’ün Petersburg – Moskova üzerine yaptığı değerlendirmeden ibaret. Gogol “Rusya’nın Moskova’ya ihtiyacı var, Petersburg’un ise Rusya’ya” demişti. Hem de ülkenin başkenti Moskova değil, Petersburg iken…
Bizim başkentimiz Ankara. Hem de kendisi işgalcilere teslim olmuş ve tüm ülkeyi teslim etmek için çalışan eski başkentle mücadele ederek ülkenin tümünü var etmiş olan Ankara. İşte o zamanlardan bu yana, keyfe keder değil tarihin emriyle, hiç kuşku yok ki büyük gerçek belli: Türkiye’nin Ankara’ya ihtiyacı var, İstanbul’un ise Türkiye’ye.
*
Ortalıkta gezinen bir laf daha var… Farklı partilerden meşru ya da gayrımeşru temsilciler, kent anayasası yapmaktan söz ediyorlar. Kimileri neo-liberallerin bir zamanlar okullarda okul – veli – öğrenci arasında imzalanması için seferberlik düzenledikleri komik “sözleşmeler”i hatırlatan sözde irade beyanlarına, kimileri yerleşmelerin nazım planlarına ‘anayasa’ etiketi yapıştırmaya kalkışıyorlar.
Bunu neden yapıyorsun diye sorduğunuzda ‘ama bu evrensel bir şey!’ diyenler de var. Nerede o evrensel diye sorduğunuzda, sorgusu suali gerekmeyen ilahi bir kabul gibi sahiplendiği şeyin gerçekte kulaktan dolma bir laf olduğunu görüyorsunuz. Kendisi de zihnini arıyor tarıyor, sonunda bunu nereden bildiğini bilmediğini fark ediyor.
Avrupa’nın ortaçağında, belki ençok da Doğu Avrupa kentlerinde, hatta belki de nokta olarak Magdeburg kentinde, kentlerin zengin etnik/dinsel azınlıklarının kent ticaret ve yönetimini kendi tekellerinde tutabilmek için, yörenin egemen prensliklerinden kopardıkları ‘ayrıcalık beratları’ hatırasından başka anlamı olmayan, üzerinden geçen bin yıllık merkezileşme süreçleriyle ezilip gitmiş ortaçağ kentleri, ‘kent anayasacısı’nın evrenseli olmuş.
Gerçekte kulağındaki şey, küreselciliğin Avrupa’daki ortaçağ kentlerinden dermeye gayret ettiği ve ‘evrensel’lik diye satmaya kalkıştığı ayrıcalık beratlarından başka bir şey değil.
*
Yine Gogol’den bir söz ile son verelim.
Hemen aşağıdaki sözü ona, kendine rehber edindiği bir peder 1851’de söylemiş. Bu eleştiri Gogol’e öyle ağır gelmiş, üzerinde öyle yıkıcı etkiler yaratmış ki, kendini aç bırakarak ölmeye yatmış. 1852’de bitmemiş romanını da yakıp 43 yaşında yaşama veda etmiş.
“Eğer bir lamba parlayacaksa, camın tertemiz yıkanması yeterli değildir: İçinde mum da yanmalıdır.”
İlgililerin üzerinde Gogol’de olduğu gibi yıkıcı bir etki yaratacağını hiç sanmıyorum. Ama mim koymalıyız ve çaresini aramalıyız ki gerçek şu: Şimdi yürüdüğümüz yerel seçimlerde camı parlatılmış lambaların özelliği, içlerinde mum olmaması.
*** Gogol alıntıları Orlando Figes, Nataşa’nın Dansı, YKY, 2002, s. 163 ve 297 adlı kitaptandır.
[BAG, Aydınlık, 13 Ocak 2019]

9 Ocak 2019 Çarşamba

AVRASYA’DA “BÜYÜK OYUN”



Büyük Oyun, Avrasya’nın 19. Yüzyıl olaylarına verilen ad.
1830’lara doğru zamanın İngiliz istihbaratçılarından Yüzbaşı Conolly, oralarda neler yaptığını bir arkadaşına yazdığı mektupta anlatırken olup biteni böyle [Great Game] nitelendirmiş. Ama sözün popülerleşmesin çok daha sonra, 1907’de Kipling’e Nobel ödülü getiren ve Hollywood’da değişik yıllarda filme çekilen “Kim” adlı romanı (1901) olmuş.
Joseph Rudyard Kipling ilginç biri. “1984” adlı romanın yazarı George Orwell tarafından “İngiliz emperyalizminin peygamberi” diye sıfatlanan, bizde ise çocuk-macera öyküleri yazarı diye epeyce öyküsü basılmış olan bir yazar. Bizde bir de, .çevirisini Bülent Ecevit’in yaptığı “Adam Olmak” adlı şiiriyle meşhur.
*
Prof. Dr. Mehmet Saray, Türk Tarih Kurumu’nca yayımlanmış olan Osmanlı Devleti ile Türkistan Hanlıklarının İlişkileri başlıklı kitabında (s.51) bu yüzbaşının “hakiki bir Türk dostu” olduğunu yazıyor.
İngilizler Arthur Colonny’yi 840 sonbaharında Hive ve Hokand hanlarına göndermişler. Devletine yazdığı resmi raporunda belirttiğine göre, hanlara “Türkistan’daki Özbek devletlerinin kendilerini yabancı işgalinden korumak için bir tek çıkış yolu vardır. O da birbirleriyle iyi geçinmek ve birbirlerini desteklemektir… “ demiş. Kendisi Hindistan işgalcisi değilmiş gibi, yüzbaşının bu konuşması Hive Hanı Allah-Kulu Han’ı son derece etkilemiş ve kendisine birlik için elinden geleni yapacağına söz vermiş. Tam Hokand’a giderken, haberciler aynı işi görmek için Buhara Hanı’na gitmiş olan Albay Charles Stoddart’ın Han tarafından tutuklandığı haberini alınca Buhara’ya varmış.
Nasrullah Han’ı ikna edemediği gibi, Han onu da tutuklamış. İngilizler diğer hanları araya sokmuşlar. Olmayınca Osmanlı’ya başvurmuşlar. Osmanlı iki mektup yazıp İngiltere’nin dost bir ülke olduğunu, bu işin uluslararası hukuka uygun olmadığını, subayların salınmasını istemiş. Gelin görün ki Buhara Hanı iki yılın sonunda, 1842’de iki subayı da idam etmiş.
M.Saray kitabında, Nasrullah Han’a demediğini bırakmıyor; sert mizaçlı, dengesiz, tahta kardeşiyle taraftarlarını ortadan kaldırarak çıkmış, şüpheci, vb… Belki öyledir. Ama yine kendisinin verdiği başka bir bilgi daha önemli görünüyor. Nasrullah Han, İngiliz Hükümeti’nden “kendisine dostluğunu belirten bir mektup gönderilmesini istemiş”, bunun için iki yıl beklemiş. İngiltere hiç ses etmemiş!
Nasrullah Han’a karşı bu öfke pek adil değil... Han’ın yerel kılıklara bürünmüş çoğu İngilizler adına ortalıkta dolaşan casuslardan illallah getirdiğini gösteren çok yazı var. ‘Veteriner’ Moorcroft, ‘papaz’ Joseph Wolff, ‘seyyah’ Alexander Burnes, ‘hekim’ Johann M. Honigberger… Her birinin hikâyesi ayrı zengin.
*
“Büyük Oyun”u İngilizlerin kendi anlatışlarına gelince, burada “hakiki Türk dostluğu”ndan hiçbir esinti yok.
O tarihlerde İngilizlerin derdi Fransa. Onlara göre Napolyon, Hindistan’ın İngiltere’yi nasıl güçlendirdiğini görmüş, bunun için 1898’de Mısır’dan İran’a, oradan Hindistan’a uzanmaya kalkışmıştı. Nil’de yenilince, 1807’de Hindistan’ı birlikte işgal etmek için kendi 50.000 askerine Kazak desteği verecek Rusya ile anlaşmaya çalışmış, olmayınca aynı amaç için İran ile anlaşmaya gayret etmişti. Napolyon 1812’de Rusya’ya saldırıp boyunun ölçüsünü aldığında, İngilizler, özellikle de Hindistan Genel Valisi Lord Minto, derslerini çıkarmışlardı.
Ders şuydu: Batı Hindistan’ı güvence altına almak şarttır. Politikalarını ‘masterly inactivity’, usta-işi hareketsizlik’ diye belirlemişler, kabileleri, hanlıkları, etrafta kim varsa kalkan yapmaya karar vermişlerdi. İşte o Yüzbaşıyla Albay’ı Türkistan hanlıklarına bu nedenle göndermişlerdi. Yani kimsenin ‘hakiki Türk dostluğu’ gibi bir ruh hali yoktu.
*
Elimizin altındaki tarih bilgisinde pek çok terslik var. 21. Yüzyılda, Avrasya çağında, bu yük araba devirir. Bir hayırlı tarafı var; o da nasıl yapmamak gerektiğini göstermesi.
[BAG, Aydınlık, 9 Ocak 2018]