25 Kasım 2018 Pazar

MODERN SEYAHATNAME -avrasya


Yazının başlığı bir kitaba ait. ‘Modern Seyahatname’ Osman OKTAY imzalı, Avrasya Yazarlar Birliği kuruluşu olan Bengü yayınları arasından Nisan 2017’de çıkmış bir kitabın büyük harfle yazılan kısmı. Tam başlık şöyle: Adriyatikten Çin Seddine Türk Dünyası. Hayaller Hatıralar Gerçekler… Modern Seyahatname. Samimiyetle kaleme alınmış, okunuşu keyif verici, seyyahın kendi çektiği ve kimilerinde kendisiyle dostlarının da içinde yer aldığı fotoğraflarla güçlendirilmiş 334 sayfalık bir çalışma.
*
Osman Oktay 325. sayfada “Adriyatikten Çin Seddine sözü için “klasik tabir” diyor. Benim saptayabildiğim kadarıyla bu sözün doğumu 1991, SSCB’nin dağılış zamanı. Bunda yanılmıyorsam, 2017 yılında yazılan bir yazıda bu söze “klasik tabir” değil de, olsa olsa “yaygın tabir” denebilir.
Yazar acaba sözün ortaya çıkışı konusunda başka bir başlangıç mı saptamış diye baktım; böyle bir sorunun üstünde hiç durmuyor. Sözü benimsemiş, içini ise “Türk Dünyası, Türkistan” diye dolduruyor.
Yani bu kitap, günümüzün yükselen coğrafyası olan Avrasya’yı anlatıyor. Dünyanın küreselleşme sonrası yeni denge arayışlarının en önemli değişkeni Avrasya’yı değil, ülkemizde iyi bilinen Turan düşüncesinin coğrafyası olarak Avrasya’yı…  
*
Yazar Türk Ocakları yöneticilerinden biri. Gençlik övüncü “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman olmak” üzerine yükselen ülküsünün, ancak altmış yaşından sonra gezip görme olanağı yakaladığı mekânlarını anlatıyor. Hayal ile Gerçekler arasındaki makası gizleme derdine düşmeden… Çok genç yaşlarda oraları görmeden adeta görmüş gibi yazdığı Budapeşte şiirini Budapeşte’yi seyrederken anması gibi. Orta yerine inşa edilmiş katedralin adeta örtüp sildiği Estergon Kalesi’nde, devasa Büyük İskender heykelleriyle dağ tepelerine kondurulmuş dev haçların gölgesinde kalmış Yahya Kemal’in Üsküb’ünde, ve elbette Urumçi havaalanında on saat bekletilip sınırdışına çıkarılışlarında canı sıkkın. Yazarın satırlarında gençliğin coşkusu halâ gölgesiz. Görüp dokunduğu gerçekler ise buz gibi, soğuk.
*
Osman Oktay seyahatnamesinin sonunda bugünü değerlendiriyor. Diyor ki “şimdi bazı bölümleri başka ellerde kalmasına rağmen klasik tabiriyle Adriyatikten Çin Seddine kadar uzanan Türk Dünyası’nı, Türkistan’ı biz [yazarın kitap boyunca gerçekten başarıyla dile getirdiği üzere] işte böyle mukaddes düşüncelerle severiz. Bu geniş coğrafyada ecdadımızın hatıraları bulunmakta ve orada yaşayan kardeşlerimiz vardır. Bu paramparçalık elbette bizi üzmekte…. “
*
Adriyatikten Çin Seddine Türkistan olarak Avrasya… Slav -Ortodoks, Fars -Şia, Moğol –Buda, Çin, vb. bir sürü egemen ülke ve dinsel kültür ortaklarını görmezden gelerek, bütün bu tarihsel güçlerle tarihin derinliklerinden bugüne kesintisiz etkileşim içinde bulunan toplumların tek başına ele alınabileceği zannıyla Avrasya…
Osman Oktay’ın kitabı -onu üzdüğü besbelli, kabul etmek istemediği de-, gerçeklikte öyle bir Avrasya dünyasının olmadığını gösteriyor.
Peki ama, bu coğrafyada şimdi, gelecekte ne olacak? Yazarın bu soruya yanıt sayabileceğimiz sözleri şöyle: “Şimdi dünyada 7 bağımsız Türk Devleti var. Biz elbette yeni devlet kurmayacak, Osmanlı atamızın “devlet-i ebed müddet” anlayışı ve Atatürk’ün “Cumhuriyet ilelebet payidar kalacaktır” düsturu ile hareket ederek varlığımızı sürdüreceğiz ama alabildiğine geniş Türk coğrafyasında bir gün mutlaka başka bağımsız Türk devletleri de oluşacak.”
Yazarınki öngörüden çok bir ümit, bir beklenti.
*
Zor bir durum… Çünkü 21. Yüzyılın gerçekleri, Avrasya’da kimseye tek başına egemenlik armağan etmiyor. Gelecekte var olmak isteyen herkesten, bir diğeriyle uzun erimli ortaklık ve işbirliği istiyor.
[BAG, Aydınlık, 25 Kasım 2018]

21 Kasım 2018 Çarşamba

SONUNCU TRANSFER: POLİTİKA KURULLARI


Tarihi Çankaya Köşkü, artık Cumhurbaşkanlığı Politika Oluşturma Kurullarına ait. Gazeteler, 16 Nisan 2018’de anayasa değişikliğiyle ortaya çıkan 9 kurulun orada çalışacaklarını yazdılar.
Kurul üyeleri var. Kurulların her birinde en az 3 üye olabilecekti. Atamalar yapıldı, her kurulda farklı sayıda üye yer aldı. Bilim-Teknoloji Kuruluna 5, Eğitim-Öğretim Kuruluna 9, Ekonomi Kuruluna 10, Güvenlik-Dış Politikaya 12, Kültür-Sanat Kuruluna 9, Sağlık-Gıda’ya 7, Sosyal Politikalara 7, Yerel Yönetim Kuruluna 10 üye atandı.
Her kurulun büro personeli var. Bunların işlemleri Cumhurbaşkanlığı İdari İşler bürosundan yürütülecek. Bütçeleri cumhurbaşkanlığı bütçesi içinde yer alacak; adeta bir idari birimmiş gibi. İşlemleri, kararları, bütçelerini açık biçimde görme olanağı olmadan…
*
Bunlar öneri geliştirecekler. Yani danışman organlar. 
Sonra Cumhurbaşkanının benimsediği önerilerle ilgili olarak “gerekli çalışmaları yapacaklar”, belli ki kararname metinlerini ve belki de yönetmelikleri hazırlayacaklar. Yani cumhurbaşkanı uhdesindeki yasama işlerinde mutfağı oluşturacaklar, yasama parçaları olmuşlar. 
Bu kadar da değil. Devlet kurumlarınca yapılan uygulamaları izleyip değerlendirecek ve cumhurbaşkanına raporlayacaklar. Yani denetim yetkisiyle de donanmış bulunuyorlar. 
Danışma, yasama, denetim işlevlerinin tümünü kucaklayan bir yetkileri daha var. Görev alanları için talep, ihtiyaç, etki analizi [karar öncesi değerlendirmeler] yapacaklar.
Kurullar, bütün bu işleri yapabilmek için, politikaların uygulayıcısı bakanlıklardan, valiliklerden, kaymakamlıklardan, özel idare ve belediyelerden her türlü bilgi ve belge isteyebilecekler. Böyle bir istekle karşılaşan kurumların mazereti yok; ne isteniyorsa “öncelikle” karşılayacaklar.
Elini taşa sürmeden sırtı ve eli kolu taşla dolu devletin üstünde seyreden kurullar… Danışman, yasaman, yürütmen, denetlemen… Tüm asal yönetim işlevlerini bünyelerinde toplamış yüce yapılar… Gelin görün ki üyeleri ne siyasi ne bürokratik niteliğe sahipler ve sorumsuzlar.
*
Yeni köşk sakinleri, çalışmalarını bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum –dernek, vakıf, platform, vb, özel sektör, akademisyenler, yerli – yabancı uzmanlar davet ederek yürütecek. Toplantılar birer atımlık olabilecek.
Ama kurullar bu unsurlarla tek atımlıktan daha farklı olarak Çalışma Grupları da oluşturabilecekler. Epeyce esnek görünen bu usulle, ne siyasal ne de bürokratik, birer geçici uzmanlık yapısı gibi görünen sayısı ve süresi belirsiz alt parçalar yaratılacak.
Kurullar üzerinde halkın genel denetimi yok. Ama hiç olmazsa atama kararnameleri sayesinde üyelerinin kimler olduğunu öğrenmek mümkün. Çalışma Grupları hakkında bilgi edinmek ise olanaksız.
Halkın, kurulların çalışmalarını nasıl izleyip denetleyeceğini gösteren hiçbir düzenleme yok. Yıllık faaliyet raporu, kurul itibariyle bütçe, bülten, rapor ve önerilerinin ilanı, vb hiçbir bilgilendirme aracı düzenlenmiş değil.
*
Devlet ya da devletin üstünde seyreden bu gibi kurullar, Türk Milletinin egemenlik yetkisini kullanırlar. Türk Milletinin İstiklal Savaşıyla elde ettiği yetkisinin kurullarda kimler tarafından ve nasıl kullanıldığı hakkında bilgisi olmayacak. Bu önemli. Çünkü bilgilenme yoksa halk denetimi olmaz.
Halkın denetimi olmadan kullanılan kamu gücü, meşruiyet bakımından kusurlu olur. Politika kurullarında meşruiyet kusuru, büyük siyasi bunalımları besleyebilir. Baskıcı-dışlayıcı Türk Milleti yerine özgürlükçü-kapsayıcı Türkiye Milleti oluşturacak bir Yeni Anayasa peşindeki yüce üyeleri gördükten sonra “besleyebilir” ne demek, kaçınılmaz olarak besler demek gerekecek.
*
Amerikan ders kitaplarındaki “public policy formulation” şemalarından büyülenmiş birkaç çift gözün devlet yapımıza transfer ettiği “politika oluşturma kurulları”, devlet yönetimimizin son yabancısıdır. Gözümüz üzerinde olsun. Besbelli o saklanacak, biz ebeleyelim.


18 Kasım 2018 Pazar

TÜRK MİLLETİNİ “REFORM” ETMEK



Cumhurbaşkanlığında politika kurulları kuruldu. Üyeleri atandı. Çalışmaları nelerdir neler değildir, bilgimiz yok. Eski danışmanlar şimdi çoğunlukla kurul üyesi olduklarına göre, bunların yaptıklarına ve söylediklerine bakarak, nereye koştuklarını öngörebiliriz. Örneğin, Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun başkanlığını yaptığı Hukuk Politika Oluşturma Kurulu’nun üyesi Mehmet Uçum’un Cumhurbaşkanlığı başdanışmanıyken dile getirdiği hedefe koşmakta olduğunu tahmin edebiliriz.
*
Bu kişi demişti ki, bir hukuk reform süreci zorunlu; Türkiye Milletinin inşa sürecini ancak bu reformla güvence altına alabiliriz. “Yani ‘dışlayıcı ve baskıcı Türk Milletinden kapsayıcı ve özgürleştirici Türkiye Milletine geçiş süreci”. Ona göre Kürt sorununa kalıcı çözüm gerçekleştirmenin yolu bu…
Sözleri yoruma gerek bırakmayacak kadar açık. Hukuk reformu dediği şey, yeni anayasa yapılması. Yeni anayasada Türk Milleti sözünün silinmesi, böylece Türkiye Cumhuriyetinde egemenlik hak ve yetkisinin Türk Milletinden alınması. Yerine Türkiye milleti denmesi; böylece ulusal devlet yerine etnikçi devlet sisteminin güvence altına alınması. Kısacası Kürt sorununu Türk sorunu haline getirerek sözde çözmeye odaklanmış, PKK’sından FETÖ’süne Türkiye’nin acılı bir mücadele yürüttüğü kesimlerce uygulamaya konmuş olan şu bildiğimiz saldırgan zihniyetin işleri…
*
Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politika Kurulu üyesi Mehmet Uçum, bu zihniyetin varlık sebebi olan Türk Sorunu’nu yaratıp bunu çözmeye adanmış görüşlerini bir kitapta toplamış. Kendi kitabında kendisi hakkında verilen bilgilerde, aslında anayasa hukuku uzmanı olmadığı yazılı. Bir serbest avukat olarak iş hukuku ve sosyal güvenlik hukuku alanında çalışmış biri. Uzmanlık açığı ortada. Ama belki daha önemlisi “reform”a gelirken geçtiği yollar.
Alfa Yayını olan “Türkiye’nin Demokratik Birliği Mücadelesinde Yeni Aşama 16 Nisan” adlı Temmuz 2018 tarihli kitabında;
2009 yılında Demokratik Açılıma Yurttaş Katkısı Platformunu kurup sözcülüğünü yaptığı;
2010’da Yetmez Ama Evet kampanyasında çalıştığı;
2010-2012’de Yeni Anayasa Platformu’nda çalışıp sözcülüğünü yaptığı;
2013’te Akil İnsanlar Heyeti Doğu Anadolu Grubu üyesi olarak çalıştığı;
2010-2014’te TESEV bünyesinde Anayasa İzleme Raporları yazarları arasında olduğu; TESEV’in Demokratikleşme Programında danışmanlık ve hakemlik yaptığı;
2015 yılında Kamusal Politika ve Demokrasi Çalışmaları Derneği (PODEM)’in kurucu başkanlığını yaptığı belirtiliyor.
2015 yılında görevi dört ay süren TBMM 25. Dönem AKP milletvekili; ardından  Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı olan Mehmet Uçum, 2018 yılında yukarıda belirttiğimiz Hukuk Politika Oluşturma Kurulu üyeliğiyle şereflendirilmiş bulunuyor.
Adı geçen platformlarla vakıfların, küreselci siyaset zemininde ulusal yapıyı çözme amacıyla hareket eden yapılar olduğu bilinir. Bugünlerde etkileri bitmiş, itibarları sıfırlanmıştır. Ama öyle anlaşılıyor ki, etkilerini devletin en üst mekanizmalarına nöbete bırakmayı başarmışlar.
*
Twitter adlı sosyal medya sitesinde kendisini izlememi engellediği için sorduğum soruyu doğrudan kendisine iletme şansım olmadı. Bunun üzerine soruyu Cumhurbaşkanlığı’nın strateji başkanlığına, cumhurbaşkanına, TBMM Başkanı’na, Prof. Dr. Burhan Kuzu’ya sordum. Tahmin edebileceğiniz gibi hiçbir makamdan yanıt gelmedi.
Sorum şuydu:
Üyeniz Uçum “yeni siyasal perspektif yeni anayasa ile başlayacak bir hukuk reformu sürecini zorunlu kılıyor. Ancak bu reform süreciyle Türkiye milletinin inşa süreci tamamlanıp güvence altına alınabilir. Yani dışlayıcı ve baskıcı Türk milletinden kapsayıcı ve özgürleştirici Türkiye milletine geçiş sürecinde Kürt sorununun kalıcı çözümünün gerçekleşeceği bir siyasal realite söz konusudur.” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Böyle bir “hukuk reformu” hazırlığınız var mıdır?
Buradan bir kez daha yinelemek şart oldu:
Sayın Kurul Üyeleri, Sayın Kurul Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu, Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Hukuk Politika Oluşturma Kurulu’nda ya da başka bir yetkili organınızda, Anayasadan Türk Milletini silmeye odaklanmış bir hukuk reformu hazırlığı var mıdır?
[BAG, Aydınlık, 21 Kasım 2018]

14 Kasım 2018 Çarşamba

ERBAŞ İLE YILMAZ VAK’ALARI


Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, “keşke Yunan galip gelseydi. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiçbiri olmazdı” diyen Kadir Mısırlıoğlu adlı kişiyi ziyaret etti.
Ziyaret 9 Kasım 2018 Cuma günü yapıldı.
Basına fotoğraflar verildi.
Prof. Erbaş resmi giysisiyleydi. Demek ki ziyarete makam arabası, makam şoförü, korumalarıyla falan gitmişti. Mısırlıoğlu’nu ziyaret eden vatandaş Erbaş değildi, Diyanet İşleri Başkanı idi.
O Cuma’nın ertesi günü 10 Kasım’dı. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümüydü. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Cuma hutbesinde Atatürk unutulmuş, ondan bir dua bile esirgenmişti.
Toplum bu durumu yadırgadı.
Tepkiler üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı bir basın açıklaması yaptı. 11 Kasım 2018 öğle namazı sonrası idi.  
Şöyle dedi: “Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali Erbaş’ın bir ziyareti ile ilgili bazı medya mecralarında gerçeklerle bağdaşmayan haber ve yorumlar yapıldığı görülmektedir. Söz konusu ziyaret 9 Kasım 2018 tarihinde saat 14.30 sularında ve tamamen insani duygularla yapılan bir hasta ziyaretidir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur. Diyanet İşleri Başkanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği”.
*
Diyanet, başkanını korudu. Resmi giysilerle “insani duygular”ın nasıl bağdaştırılabileceği sorusunu ortada bırakan, kötü -ya da belki daha doğrusu- meydan okuyan bir açıklamayla…
Erbaş’ı Diyanet İşleri Başkanlığı makamına getiren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ya da Cumhurbaşkanlığı herhangi bir açıklama yapmaya gerek dahi görmedi…
Sonuçta, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda değişen bir şey yok.
*
Bu garabetten birkaç gün önce, 5 Kasım 2018’de Habertürk TV’de CHP’nin Ardahan Milletvekili Öztürk Yılmaz, Cumhurbaşkanı’nın “Andımız, ezanı Türkçe okutmak isteyenlerin eseri” demesine tepki gösterip “kendi dilini kendi kültürünü aşağılamanın anlamı yok, neden olmasın?” deyince…
Bunu yadırgayanlar “tek parti dönemi var ya….. “ diye başlayan karalamaları yinelediler. Karalamalar CHP’nin tarihine dönüktü; CHP’den karşı açıklama duyulmadı. Tepki gösterenlerin başka da bir şey yapmalarına gerek kalmadı. 
Yılmaz’ın partisinin yönetimi yıldırım hızıyla harekete geçti. Elindeki keskin kılıcı indirdi: Tedbirli kesin ihraç talebiyle disiplin. Yılmaz buna tepki gösterince, sarf ettiği sözlerden dolayı tedbirli kesin ihraç talebiyle ikinci kez disiplin… Çoğunluk ölü balık taklidi yaparak fırtınanın geçmesini bekliyor.
*
CHP, daha önceden pek çok kez yaptığı gibi, tek parti devrini yine sahipsiz savunmasız bıraktı. Türkçe ezanı savunmak bir yana, bu tarihsel deneyim neydi ne değildi üzerine konuşan tek bir parti yetkilisi çıkmadı. İdeolojik ve programatik netleştirmeyi çoktan unutturmuş olan işbitirici pragmatizm bastırdı. Şimdi bütün mesele, “milletvekilinin televizyona izinsiz çıkması” ve “parti yönetimine kötü laflar söylemesi”nden ibaret.
“Herşey tartışılabilir” diyen liberaller ortada yoklar. “Herşey konuşulabilir” diyen sosyal demokratlar sessizlik içindeler. “Fikirdir, söyleyen söyler, kabul görürse alâ görmezse de alâ” diyen özgürlükçü demokratlar da karanlık kayıplardalar.
*
Bir tarafta açık açık “keşke Yunan galip gelseydi” diyenin devlet makamlarınca 10 Kasım arefesinde baştacı edilişi…
Bir tarafta bir milletvekilinin, açıkça çarpıtılıp “Arapça ezana karşıyım dedi!”ye çevrilen sözleri bahane edilerek, partisinden partisi tarafından tedbirli kesin ihracı…
Bu tablo, Türkiye’de iktidar ve muhalefet durumlarının sonuncu özeti. İktidar meydan okurken, öbür taraf mindere çıkmaktan iyiden iyiye vazgeçmiş bulunuyor.

[BAG, Aydınlık, 14 Kasım 2018] 

11 Kasım 2018 Pazar

AVRASYA OLAYI



Bizim siyasal hafızamızda ‘Adriyatikten Çin Seddine’ duygusunun yeri sağlam. Ama fikir olarak değil. Hele işlenmiş bir politika olarak hiç değil. Yalnızca muğlak bir duygu olarak.
*
Herhalde bu sözü en çok eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’den duymuşuzdur. Demirel’in kopuk ve kesintili de olsa Asya’nın derinliklerine dönük kimi politikaları, sözün içini doldurmasa da sözle çelişkili değildi. Sloganı birkaç kez de Turgut Özal’dan da duyduk. Ama onun coğrafyası, ‘bir koyup üç almak için’ daha çok Irak ve Basra Körfezine doğru akmıştı. Sonra bu sözün Ahmet Davutoğlu çevresinin Yeni-Osmanlıcılık tırmalaması ile aynı şey olduğunu söyleyenleri gördük. Gördüğümüz şey tuhaftı; çünkü bu çevre İstanbul, Mardin, Kudüs deyip duruyor; İbrahimi Millet yaratmaktan söz ediyordu. Sloganın coğrafyasıyla, Kudüs’ü merkez aldığı anlaşılan ümmet esaslı Davutoğlu coğrafyasını çakıştırmak bir hayli güç olmuştu. Yine de Adriyatikten Çin Seddine sloganının Yeni-Osmanlıcılıktan ibaret olduğunu düşünmeyi sevenler var. Eğer öyleyse, son zamanlarda bu sloganın AKP Salı toplantılarındaki Osmanlı kostümlü tezahüratta yaşadığını söylemek gerekecek!
*
Adriyatikten Çin Seddine, kimileri için de Turan demekti. 2011 yılında Muhsin Yazıcıoğlu, Martin Luther King’in “bir hayalim var” sözünü alıp bu coğrafyada “kaynaşmış güçlü bir Türk dünyası hayal ediyorum” diyordu. AKP’nin kimi dallarında dile getirilen Türklük kavramıyla kavgalı yeniosmanlı hayalinden farklı gibi görünen, ama İslami ümmet fikrini durmadan işlediği için esintileri birbirine karışan bir resim çiziyordu. Sonuçta ortada kalan şey, Türklük ile İslamlık karması ve çatışması içinde, kimse içini doğru dürüst doldurmaya zahmet etmediğinden muğlak bir resim…
*
Bizde Adriyatikten Çin Seddine sloganı bir duygu ve uygulamada pragmatik siyaseti havalandıracak bir laf olarak ortada dolanıp dururken, Türkiye bu coğrafyada 1990’lı yıllarda AB-D’nin yılmaz müttefiki olarak iş görmeye kalkıştı. Boy gösterdiği yerlerde nasıl yürüdüğünü, o tarihte bu coğrafyayla ilgili olanlar biliyorlardı. Sonraki yıllarda herkes öğrendi.
Yılmaz AB-D müttefikliğinin gereğini yapan kadrolar, o zamanlar ‘çok faydalı cemaat’, daha sonra ‘paralel devlet yapılanması PDY’, nihayet FETÖ diye adlandırılan yapılanmanın kadrolarıydı. Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan bu coğrafyadaki ülkeleri ziyaret etti. Buralardaki ülkelerin tümünden sağır sultanların da duyacağı şekilde bu “zararlı”yı tasfiye etmelerini istedi. Zamanında hayran olmayan ilgili ve yetkiliyi bulmanın zor olduğu sözde ‘türk okulları’ kapandı; TC Milli Eğitim Bakanlığı devreye girdi. Madencilikten tutun Türkçe olimpiyatları fuarcılığına uzanan ticari faaliyetler üstünde kontrol geliştirilmeye gayret edildi. Türkiye içi mücadele yalnızca içeride kalmadı, Adriyatikten Çin Seddine uzanan bu coğrafyaya yayıldı.
Bu muazzam bir deneyimdi. Elde kalan, yaşatılan bir slogan, bir politika olarak işlenmeyip pragmatizme teslim edilince demek böyle oluyormuş türünden önemli bir ders oldu.
*
Bizim slogan böyle salınırken, turancılık/yeniosmanlıcılık hayallerini beslerken, pragmatizmin elinde bumerang gibi dönüp Türkiye’yi vuracak serserilikte savrulurken… coğrafyanın adı çoktan koyulmuştu.
Bizim sloganın coğrafyasına Avrasya deniyor.
Adriyatikten Çin Seddine uzanan dünya Avrasya
Akademi ile siyasetin, sloganlarda yaşayan duygu sellerinin önüne geçip akıl teri akıtmakta çok geç kaldığı Avrasya
Türkiye’nin Türkiye için siyaset üretmek ve kendi gücünü Atlantik diyarının AB-D’sine alet olarak hizmete vermeksizin yükseltmek zorunda olduğu Avrasya
[BAG, Aydınlık, 11 Kasım 2018]