29 Kasım 2017 Çarşamba

SAKIN DEVLETİ ÇÖZME!


Başlangıcını bulmak zor, o kadar eski ki, “köy çeşmesine bile Ankara mı karar versin!”; “halka güvenmek lazım, neden güvenmiyorsunuz”, “buna yetki kıskançlığı derler” gibi lafları çok uzun zamanlar duyduk. Derdimiz aşırı merkeziyetçilik”, “Türkiye Ankara’dan yönetilemeyecek kadar büyük!” Böyle lafları da…
Bunlar hep aynı şeyi isteyen laflardı: Merkeziyetçilikle olmaz.
Peki, ne yapalım? Cevap merkeziyetçilikten vazgeçelim idi.
*
Öneri sahipleri, fikirlerini böyle basit ve açık dile getirdiler. Çözümleri de basitti. Çoğumuzun aklında, günlük işlerde hız kazanmayı ve daha isabetli kararlar vermeyi sağlayacak uygulama dünyasını canlandırdılar. Mesele buysa hak vermemek ne mümkündü!
Peki ama, mesele uygulamayla sınırlı idiyse, konuyu neden başlıca yasalarda da değil, Anayasa’da değişiklik isteyecek kadar yükseklere taşıdılar?
“Aşırı merkeziyetçilik” lafına yaslanıp meseleyi uygulamadaki sorunları çözmekten ibaret olduğu izlenimi yarattılar. Çünkü kamuoyu desteğine muhtaçtılar. Bu yolla o desteği topladılar. Gerçekte istedikleri şeyi daha sonra ilan ettiler.
Devleti değiştirmeli! Merkeziyetçilik ilkesinden vazgeçmeli!
*
Oysa merkeziyetçilik ilkesinden vazgeçmek demek, Türkiye’de devleti çözmek demektir.
Bu da basit:
Bizde, bakanlıkların tek tek tüzelkişiliği, yani özerklikleri yoktur.
Bizde, mülki idarenin de, yani taşra idaresinin, başka deyişle illerin ve ilçelerin, yine başka deyişle valiliklerin ve kaymakamlıkların ayrı ayrı tüzelkişilikleri yoktur; özerklikleri yoktur; bunlar da bakanlıklarla birlikte devlet tüzelkişiliğinin parçasıdır.
Devlet, bakanlıklar ve mülki idare toplamı olarak tek tüzelkişiliktir; tek hazineli, tek personelli, tek iradelidir. Kaynağı ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.
Yıllardır çözülmek istenen yapı buydu.
Adımlar da atıldı. Merkez Bankası bağımsız, ekonomi-maliye alanında en temel işler BDDK, EPDK, vb. üstkurullaşmayla özerk kılındı. Daha fazlası istendi; şimdiye kadar ne isabet ki olmadı.
İstenen şey, ABD’nin yönetim sistemi gibi, her bir bakanlık ayrı ve her bir valilik yine ayrı olsun, her birinin kendi tüzelkişiliği olsun, her biri özerk olsun; böylece sözde aşırı merkeziyetçilik gerçekte ise merkeziyetçilik ilkesi sona ersin…
Anlamı ise, merkezi idarenin çözülmesinden ve üniter devlet düzeninin sona ermesinden ibaret…
*
Artık ortada köyün çeşmesine bırak da köy karar versin’ciler pek yok. Aşırı merkeziyetçilik ağıtları yakanların da sesi soluğu duyulmuyor gibi.
Ama 1980’lerde başlayan devleti küçültmelerden, özelleştirmelerden, özerkleştirmelerden yana çok adımlar atıldı.
Bugün ise çok çarpıcı iki durum daha var.
Birincisi, bunların yukarıda yazdığım “çözüm”leri, yani devlette özerkleştirme formülü, tepkiler üzerine daha sonra metinden temizlense de, yeni kurulan İYİPARTİ’nin taslak programında bir kez daha görücüye çıktı.
İkincisi, daha önemlisi, 16 Nisan 2016 anayasa referandumundan sonra devlet idaresi, değişim-dönüşüm masasına yatırılacak noktaya gelindi. Siyasetin ve bürokrasinin masalarıyla rafları, küreselci ultra-liberallerden kalma özerkçi raporlarla, odalarıysa hiçbirimizin tam olarak tanımadığı sorumluluk sahibi olmayan yetkisiz danışmanlarla dolu.
Devletin reformu, kapanın elinde kalacak işlerden değil.
Özenli ve çok dikkatli olmalı.
En başta iktidarın kendisi.

Ve hepimiz.

[BAG, Aydınlık, 29 Kasım 2017]

26 Kasım 2017 Pazar

KAMU YÖNETİMİ PROJESİ


Yıllardır süregiden kamu yönetimi reformu konusu önemli.
*
Küreselciler bu işe büyük önem vermişti. Çünkü ulus-devleti çözmek, kamu yönetimini yani devlet idaresini çözmeden olmazdı.
IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, OECD, bunların etrafında dönen fonlar, sivil toplum denen projeci dernekler, vakıflar, inatçı bir süreklilikle iş gördüler. Sosyal - ekonomik etüd dernekçiliği, izleme platformculuğu devreye alındı. Hangi sempozyuma baksanız, hangi raporu elinize alsanız, bu çevrelerin damgaları ya da izleri vardı. Raporlar, eylem – etkinlik listeleri halinde bürokrasinin masasına yerleştirilmiş, sahiplerinin ‘kolay takip sistemi’ne bağlanmıştı. Uygulama başlamıştı, ama bunların bir bölümü yasa değişikliği gerektiriyordu. 2005 yılı civarında ve sonrasında, gereken yasaların büyük bölümü çıkarıldı. Daha ilerisi Anayasa değişikliği gerektiriyordu. İşte orada büyük ölçüde takıldılar.
Bunları hep birlikte yaşadık, gördük.
*
Bu arada, 2008 yılından başlayarak, küreselcilik çöktü.
Aynı yıl bizim IMF ile ilişkilerimiz kesilip atıldı. Yine aynı yıl, 1994’te kurulan ve ‘dünya hükümetine doğru’ yelken açtığı söylenen Dünya Ticaret Örgütü askıya alındı. Birleşmiş Milletler, kendisine beslenen son umut kırıntılarını tüketti. Yalnız kalmış Dünya Bankası kamu-özel ortaklıklı son özelleştirmeler atağının ötesine geçemez oldu. Avrupa Birliği’nin Kopenhag Kriterleri, yerini başkentlerin kendi kriterlerine terk etti. Üzerimizdeki boğucu ve onur kırıcı AB himayeciliği sona erdi.
*
Küreselci militanların, artık eskisi kadar kibirle olamasa da, sihirli reformculuklarını konuşturmaya yine gayret ettiklerini görüyoruz.
İlginçtir; küreselci kadroların idari reforma ilişkin lafları, 15 Temmuz gibi bir açık saldırı ve işgal denemesine karşın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından yine duyulabiliyor.
Bu cenahın son toplu sesi, yeni kurulan ‘iyi parti’nin taslak programından geldi. Tepki çok olunca, küreselci reform sözü veren o paragraflar, program resmen ilan edilmeden önce metinden temizlendi. Ama izleri zihnimizde kaldı.
Bu sesler ve izler önemli.
*
Neden önemli?
Çünkü, Türkiye’de, en temel özellikleri ulus-devlete karşı düşmanlık olan kesimlerin raporladıkları ‘idari reform’ tuzakları, siyasetin ve toplumun başlıca kesimlerince yeteri kadar net görülmüyor demek ki!
*
Oysa çok ama çok net görmek gerekir.
(1)Başta etnik gruplara dayalı ‘eşit vatandaşlık’ ve federasyondan başka anlama gelmeyen ‘ortak vatan’ sözlerinden ibaret, ilki toplumu ikincisi toprağı bölen saldırganlığa;
(2)AB merkezlerinden yayılan, ‘hizmette halka yakınlık ilkesi’ diye süslenmiş, günün tarihsel ortamında federasyondan başka bir şey ifade etmeyen ‘yerellik ilkesi’ (subsidiarite) savunuculuğuna;
(3)Devlette yetkilerin merkezi idareden mahalli idarelere devredilmesinden; merkezin yapabileceği işlerin sayılıp sınırlandırılmasından; böylece yerelin genel yetkili sayılmasından; bunu ‘Mahalli İdareler Çerçeve Kanunu’ ile sağlamaktan söz eden siyasetlerin sinsiliğine;
(4)Bu devretmelerden sonra merkezi idarede kalacak işlerin de, hizmet yerinden yönetim kuruluşlarınca görülmesini sağlamaktan söz edenlerin, aslında devlet tüzelkişiliğine son vermek peşinde koştuklarına;
(5)Devlet personelinin sözleşmelilik esasına dayandırılmasından, memurluk sisteminin kaldırılmasından söz etmenin, yukarıdaki dört esasın bir parçası olduğuna;
Çok dikkat etmek ve bu girişimler karşısında uyanık olmak gerekir.
*
Kural basit:
Kamu yönetimi, yani devlet idaresi, her ülkede ülkenin içinde bulunduğu koşullara ve o ülke çocuklarının gelecekte ulaşmak istediği hedeflere göre düzenlenir.

Bizim kaderimiz, yukarıdaki beş bacaklı ‘kamu yönetimi projesi’ ile yükselmez. Tam tersine, bu tehdidi kavrayamama kusuru, kaderimizi saldırganlara teslim etmek anlamına gelir.

[BAG, Aydınlık, 26 Kasım 2017]

23 Kasım 2017 Perşembe

Yeni Dünyaya Doğru Bağımsızlık


Küreselcilik o kof şahlanışını yaptığında en çok duyduğumuz söz, “ne bağımsızlığı, geçti o devir, artık karşılıklı bağımlılık var!” sözü olmuştu. Hemen ardından azarlayan ses tonu yükselirdi: “Şuna da bakın, dünyadan kopalım, içimize kapanalım diyor!”.

Bu sözlerdeki mantık ve dil hatasına hep itiraz ettik.

Bağımlılık tek taraflı durum, karşılıklı olmaz. Karşılıklı olan bağlardır; bağımlılık, bu bağlardaki hastalıklı hal. Dünyaya bağlanmak, sağlıklı karşılıklı bağlarla olur. Bu bağlarda bağımlılık hastalığı varsa, bunu görmezden geliyorsan, sömürgeleşme heveslisi olursun, başka bir şey değil.

Yüz yıl önceki mandacıların yeni kuşağı sağ-küreselcilerle yaptığımız tartışma böyle sürdü gitti.

Sol-küreselciler de aynı şeyi söylediler. Tek farkları vardı. ‘Küreselleşme tamam da, sosyal boyutu eksik’ ya da ‘Avrupa Birliği tamam da emek boyutu zayıf’ diyorlardı. Küreselleşmenin sol/sosyal demokrat kanadı olmaya hazırlanmışlardı.

*

Şimdi küreselcilik çöktü.

Dünya ilişkileri yeniden tanımlanıyor.

Bağımsızlık tartışmamız da başka bir düzleme taşındı.

Yeni düzlemi kuran çıkış noktası, küreselcilerle yaptığımız tartışmanın içinde görece örtülü kalan bir sözcüktür: “Dünya” sözcüğü. Onların “dünya”dan anladıkları, bütün dünya değildi; küreselcilik ideolojisinin anavatanı olan Batı ülkeleri, daha doğrusu Atlantik rejimiydi.

*

‘Küreselleşme bir vak’adır’ buyurganlığıyla bağımsızlığın artık tarih olduğunu ileri sürenler, bugünlerde militan Batıcılıklarıyla Atlantikçiliklerini gizleyecek bir perde bulamamanın sıkıntısına düşmüş bulunuyorlar. Yalnızca dünya ahvali nedeniyle değil, özellikle siper oldukları merkezler Türkiye’ye karşı peş peşe ve şiddeti artan düşmanca tavırlar sergilediği için sıkıntıya düştüler.

Bu ortamda Brüksel bürokrasisini, Kuzey Atlantik ordugahlarını, mali piyasa başkentlerini açıktan açığa savunamayanlar, ilginç savunmalar geliştiriyorlar.

Kimi İskitler’den Hun ve Moğollara [elbette Türklere] uzanan Asya ‘barbarlığı’nı hatırlatıyor. Bu ‘barbar’ları andığı anda, belli ki (ama niye ki?), aynı Batı aristokratıyla entelektüeli gibi onun da sırtı ürperiyor.

Diğeri Çarlık Rusyası ile Osmanlı Devleti arasındaki savaşlardan dem vuruyor. Toplam 500 yıllık diplomatik ilişki tarihinden savaşları çekip Rus mezalimi öyküleriyle ezeli – ebedi düşmanlık hisleri örmeye gayret ediyor. Bunların bazıları, Çarlık Rusyası kadar tarih olmuş soğuk savaşçı ruhuyla konuşuyor. Kurtuluş savaşındaki silah yardımını, daha sonra demir çelik tesislerindeki işbirliğini hiç hatırlamıyor; ama ‘Boğazlar ile Kars’ı istediler!’ diye sayfalar döşeniyor.

İran’ı öteleme gayretleri de Rusya’yı öteleme yöntemlerine benziyor. Kâh 16. yüzyılın Yavuz Selim-Şah İsmail savaş hikayelerini, kâh Humeyni sistemini işaret ediyor. Ezeli düşmanlıklar icat edip geleceği bununla örmek için uğraşıyor.

Bu kadar çok uğraşmaya gerek görmeyenler ise “nerde yaşamak istersin, Batı’da mı Doğu’da mı” gibi pek zor sorular soruyorlar.

Bütün bu gayret, Türkiye’ye saldırsa da önemli değil, Atlantik rejimi içinde kalmamız için. Hem de bu kolay bir yol: İstediklerini yaparız, rahat ederiz!

*

Atlantik rejimi yanlıları genel olarak böyle diyorlar.

Tezleri, Atlantik rejiminin savunulacak bir yanı kalmadığı için Doğu - Asya – Avrasya kötülemesine odaklanmış durumda.

Atlantik emperyalizmini bırakıp Rus - Fars – Türk emperyalizmlerinden dem vurmaya başlayanlar bile var.

Ve, Türkiye’yi karadan denizden sınır olduğu tüm komşularıyla iyiden iyiye yabancı kılmaktan, arada düşmanlıklar üretmekten de hiç rahatsız olmaz görünüyorlar.

[BAG, Aydınlık, 22 Kasım 2017]

19 Kasım 2017 Pazar

NATO Sorunumuz Üstüne


NATO 1949’da kuruldu.

O tarihten 1991’e kadar, soğuk savaş adı verilen dönemde, açık askeri işgal operasyonları yapmadı. Kuruluş nedeni, Sovyet sistemine karşı kapitalist sistemin, ‘hür dünya’ nın savunulması idi.

1991’de Sovyet sistemi yıkıldığında, işin normali, NATO’nun da feshedilmesiydi. Edilmedi. NATO, açık askeri operasyonculuk yapan yeni dünya jandarmasına dönüştürüldü.

*

İlk olarak 1990 ve 1991’de Kuveyt – Irak’ta boy verdi. Irak’ta 2004 yılında yeniden başroldeydi. Orada olup bitenleri, Irak’a yazılan parçalanmış Irak anayasasını, kentlerde köylerde yakılan bitmez ateşi yakından biliyoruz. NTM-I diye anılan mekanizma, Irak’ta ortak işgalin eğitim ve donatım gücü olarak tarihe geçti.

1992’de Bosna-Hersek’te; 1999’da Kosova, Karadağ ve Sırbistan’da; genel olarak Balkanlar’da iş gördü. NATO ve etrafında kümelenmiş ülkeler, şirketler, cemaatler, eski Yugoslavya’yı savaşın ve düşmanlığın cenderesinde bıraktı. Cendereyi doğrudan yönetme araçların biri NATO Kosova Force (KFOR), öyküsünün yazılmasını bekliyor. Bosna’daki istikrar gücü (stabilization force) SFOR, uygulama gücü (implementation force) IFOR’lar da öyle.

*

NATO 2001’de kendini bir kez daha yeniden tanımladı.

ABD’de 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere dönük saldırının hemen ardından, “çatışma olan belli bölgelere müdahale etmek” diye belirlenen tarzını, “küresel teröre karşı mücadele” diye değiştirdi. Bu çerçevede yapılacak işlere ‘operation active endeavour’ adını verdi. Nerede gerek görürse, oraya müdahale etme yetkisine sahip olduğunu ilan etti. Başı deniz kuvvetleri çekti; denizler NATO’nun sürekli gözetim-denetim-operasyon alanı haline geldi, bunların başına Akdeniz yerleşti.

2003 yılında Afganistan’da idi; halen 70.000 askerle orada. ISAF adlı NATO gücüyle Afganistan’daki ateşi körükleyip duruyor.

2007 yılında başlayan desteğin, 2009 yılında doğrudan operasyona dönüştüğü Somali’de; aynı dönemde Sudan’da boy göstererek, Afrika kıtasını boydan boya faaliyet alanı haline getirdi. Korsanlıkla mücadele deyip, Afrika denizlerini karış karış ‘koruma’sı altına aldı.

Onu 2011’de Libya’da da gördük.

*

Dünya değişti.

1945 – 1950 yaratığı NATO, varlık gerekçelerini yitirmiş bir kurum.

Bu kurum günümüzde, yalnızca kendi varlığını sürdürmeye odaklanmış ve ölmemek için direnen bürokratik odakların reflekslerini sergiliyor. Yeter ki varlığını sürdürsün; kendisinden ne yapması istendiğinin onun için önemi yok. Herşeyi yapmaya hazır!

Dünya genelinde ‘gladyoculuk’la anılan ve buna karşı halâ hiçbir savunma ve aklanma yaşanmamış geçmiş dönem, elbette bugünkü durumunun bir diğer nedeni.

Ama mesele yalnızca NATO’nun değişmesinden ibaret değil.

*

Mesele, bu örgütün, kendi ülkemiz bakımından adeta tehdide dönüşmüş olması.

NATO’nun, Millenium Challenge adıyla yaptığı 2002 tatbikatında, kaşı gözüyle Türkiye’nin tarif edildiğini, ‘düşman’a haddini bildirme oyunu oynandığını öğrenmiştik.

Bu örgütün masalarında, Türkiye’yi bölmüş haritaların dolaştığını duyduk.

Bu örgütün 15 Temmuz 2016 işgal girişiminden suçlu ‘sığınmacı subaylar’a kol kanat germesi, gözlerimizin önünde oldu.

En son Norveç tatbikatında, Atatürk ve Erdoğan fotoğraflarının ‘düşmanlar’ ipine dizilişine tanık olduk.

*

NATO da, bu örgütün Türkiye için anlamı da değişti.

Bu gerçekleri görmemekte direnmenin elbette NATO’ya faydası olur. Ama Türkiye’ye fayda bir yana büyük zararlardan başka bir şey getirmeyeceği açık.

[BAG, Aydınlık, 19 Kasım 2017]

15 Kasım 2017 Çarşamba

DEĞERLER Mİ DEDİNİZ?


Bugünlerde akıl kâselerini doldurmaya girişmiş yeni bir ideolojik harekât var. Adı değerler harekatı.
Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve Türk ulusunun egemenlik haklarını tehdit etse de; PKK/YPG gibilerini ağır silahlarla açıkça donatsa da; ‘Batıcıyız, Batılıyız, Batıylayız’ diyenler, batıcılıklarının “batılı değerler” olduğunu söylüyorlar.
Batı medeniyetçileri ‘değerler’ bayrağı sallaya dursun, bir yandan evrenselci-liberal sermayedarlar, bir yandan ümmetçi-liberal kadrolar, toplumsal alanı ‘değerler’e bezediler. piyasa ‘değer’cileri kampanyalarını çoktan projelendirdiler; küreselci ümmetçiler ise okulların ders kitapları piyasasını çoktan tuttular.
*
Değerler harekatı, kısa zaman önce akıl kaselerini hızla dolduran ideolojik söz ve kavram harekatlarına benziyor. 1980’li yıllardaki ‘çevre’, 1990’lı yıllardaki ‘öteki’, 2000’li yıllardaki ‘insan hakları’ ve elbette ‘küreselleşme’ laflarının büyülü yükselişlerine…
Çok geçmez, bunun da kaynağıyla hedeflerini, türleriyle aktörlerini hep birlikte tüm ayrıntılarıyla öğrenmeye başlarız.
Ama belki elimizi çabuk tutmakta yarar var. Daha şimdiden, ömrü boyunca ilkeler’den söz eden biz bile artık ilkeler yerine “değerler”den söz etmeye başlamış olabiliriz. Hepimizin kendi düşüncesiyle dilini bir genel kontrolden geçirmesi hiç fena olmaz.
*
Küreselcilik saldırısında olduğu gibi, şimdi de iki emredici düzen el ele yürüyor.
Bunlardan biri liberallerin neredeyse ilahi, insanlığın varoluşuyla birlikte ortaya çıktığı iddiasında oldukları ‘piyasa değerleri’. Öbürü ise, farklı dinlerin insanlığın özünde gömülü olduğu ve bu gömüyü yalnızca ve yalnızca kendilerinin bulup çıkardığı iddiasında oldukları, sıfatını koymaya gerek görmedikleri ‘değer’ silsileleri.
Bir önceki dönemde gözlemlediğimiz hareket tarzıyla aynı tarz.
Daha dündü. Küreselcilik, bilimsel akla açılan savaşla el ele yürümüştü. Aklın tüm çalışma yöntemlerine “dar pozitivizm” deyip, araştırma-incelemeyi “yorumsamacılık”tan ibaret ilan etmişti. Herkesin gerçekliği kendine demiş, insanlığı bilinmezlikler içinde yönsüz-pusulasız bırakmıştı.
Bunu niye yaptığı kısa bir süre içinde ortaya çıkmıştı. Bütün cafcaflı felsefi-metodolojik sözlerden sonra, bayrağı dinsel kurumlar aldı. Küreselleşmeciler bilimsiz-bilgisiz, sezgilerine teslim olmaya çağırılan insanlığa, medeniyetler (dinler) arası kavga korkutmacası yapıp dinler-arası diyalogculuğu sundular. Dünya iktidarını özlemiş diyalogcular hevesle sahneye çıktılar. Misyonları ‘evrensel değerleri kurumlaştırmak’ idi; küresel piyasanın ruh-düşünce inşası için yardımına koştular.
Malum işler kötü gitti. Küreselcilik söndü.
Öyle görünüyor ki, büyük atakları boşa çıkanlar, şimdi varlıklarını değerler harekâtı ile sürdürme gayretindeler. Gayretleri hukuksal, siyasal, toplumsal, tarihsel gerçeklerin ilkelerini/yasalarını mülga ilan edip, bunların yerine, aralarında pazarlıkla bağlayacakları bir “insanlığın değerleri!” listesi koymaktan ibaret. Elbette bu liste, kutsallıkla korumaya alınacak bir liste olacak.
*
Değerler harekâtına dikkat etmeliyiz.
Gayret edilen şey, piyasa ve dinsel kurumlar işbirliğiyle örülen bir tür ‘üstün düzen’ arayışı görüntüsü veriyor. Bir kişinin ya da bir toplumun, listedeki değerlerden bir ya da birkaçına göre farklı tercihte bulunmasını, o tercih daha onun yüreğinde ve aklında gömülü iken söndürülmesini sağlayacak büyük-emir düzeni. İnsana en küçük kaçış noktası bırakmayan sözde dinsel, sözde ahlaki, sözde insani yasacılık düzeneği.
*

Son kırk yılımızı ‘aa, sen insan haklarına karşı mısın?’; ‘aa, sen çevre yok olsun mu diyorsun?’, ‘ayol küreselleşmeye karşı çıkılır mı, bu bir zorunluluk!’… diyenlere laf anlatmakla geçirdiğimizi düşününce, bir kırk yılımızı da ‘aaaa, değerlerin yok mu senin!, değeri olmayan insanın ottan ne farkı var?!’ diyebileceklere laf anlatma derdine düşmemek için, konuyu şimdiden dikkate almakta büyük yarar var.
[BAG, Aydınlık, 15 Kasım 2017]

14 Kasım 2017 Salı

BİR ‘AÇILIM’ DAHA KAPANDI


Her yılın 10 Kasım’ı, Türk ulusu olarak bizim tek yas günümüz.
2017 yılının 10 Kasım’ında, Atatürk’ün ülkesinde iktidar olan parti kendine yakışanı yaptı, büyük yasta yerini aldı.
*
Bu olayın üzerimdeki etkisi, 2003 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Irak’ı ABD için işgal etmeye yarayacak savaş tezkeresini reddettiği gün hissettiklerime çok benzer oldu. O gün, ‘evet, işte bizim meclisimiz!’ demiştim. Bu 10 Kasım’da ‘evet, işte bizim ülkemiz!’ dedim.
*
Ama bu tavır bizden çok, AKP seçmenini mutlu etti. Yıllardır partilerini “Atatürk yalnızca sizin mi, o asıl bizim” diye savunanlar, partinin tepelerinden inen düşmanca çığlar karşısında ezilip kalıyorlardı; ama parti başka Atatürk başka! deyip başları öne düşüyordu.
*
Partisi ne olursa olsun, camide Atatürksüz hutbeler yüzünden ibadetini eksilmiş hissedenlerin huzursuzluğuna tanık olanlarımız çoktur. Atatürk’e düşmanlık yaratmaya gayret eden muktedirlere karşın öğretmenin tek başına direnmesi sayesinde, anaokulundan dönen çocuğunun kalbini gösterip ‘Atatürk burada yaşıyor’ dediğini heyecanla anlatan ana-babaları dinlemiş olanlarımız da… ‘Dokuzu beş geçe ayağa kalkmadım’ diye köşe yazısı döşenenlerin arsızlığı, bir avuç kendini bilmez dışında hiç kimseye hoş gelmedi, malûm.
*
2017 yılının 10 Kasım’ında, toplumun derinliklerinde biriken o büyük huzursuzluk kazandı. Devlet, yasımızdaki yerini aldı. Saat dokuzu beş geçe trenler durdu, polis sirenleri yasımızı duyurdu, bütün bir ulus büyük yası paylaşmanın onurunu yaşadı.
Gerçekte olduğu ve tam olması gerektiği gibi…
*
Şimdi, On Kasım günü saat dokuzu beş geçe ayağa kalkmamakla övünen eksik ruhların son gayreti, bu duruma “AKP’nin Atatürk açılımı” etiketi yapıştırmak.
Oysa “açılım”ların tek ortak özelliği var: Tarihe, ulusun birliğine ve toplumun en temel isteklerine karşı, nerelerde ve kimlerce üretildikleri belirsiz olan bir takım siyasi projeleri dıştan ve tepeden dayatmak. Dolayısıyla “Atatürk açılımı” şimdi devletin yasta yerini alması değil. Tam tersine, o ‘açılım’, Atatürk’e karşı hakaret, saldırı ve inkâr gayretlerinin kendisi idi. İktidarın bu gayretlere set çeken büyük yasa sahip çıkmak tavrı (Ermeni Açılımı, Çözüm Açılımı gibi), düşmanca açılımlardan birinin daha yerle bir edilmesinden başka bir şey değildir.
Şimdi bir ‘açılım’ daha kapandı. Diğerlerinin kapanışı gibi, bu ‘açılım’ın kapanması da elbette çok isabetli ve Atatürk’e haksız, hadsiz saldırıları da son erdireceği için çok sevindiricidir.
*
İktidar partisinin bu tavrını, bazılarımızın “oy avcılığı içindir, samimiyetsizdir, kanmayız, inanmayız” diye karşılaması, beklenmedik bir şey olmadığı gibi, haksız da değil. Daha düne kadar, her ulusal bayramımızda hastalanan ‘devlet adamları’nı hayretle görenler bizleriz. “Yok artık!’ dedirten ulusal bayram yasakçılığını yaşayanlar da, Andımız’ı ırkçılık ilan edip kaldıranlara tanık olanlar da biziz. Eşit vatandaşçılık deyip Anayasa’dan Türk vatandaşlığını ve Türk Milletinin egemenliğini silmeye kalkışmış olanları da biz gördük. Ve biz direndik.
Ama hatırlamadan olmaz. AKP Andımız’ı kaldırırken, varsa eğer, sizin partiniz ne yapmıştı? Partinizdeki arkadaşınızla tartışmak zorunda kalmış mıydınız, kalmamış mıydınız?
Gerçekten, o karanlık rengin çok tonları var. ‘Mustafa Kemal’in askeri değil yurttaşıyız’ diyenler AKP’den mi? Eşit vatandaşçılığı resmî belgelerine yerleştiren yalnızca AKP mi? ‘Ulusalcılık yapmıyoruz, çok fazla Atatürk demiyoruz’ diyen dernek yöneticileri nereli? 10 Kasım yasına tahammül edemeyen gazeteler Agos’tan Yeni Asya’ya, Evrensel’den Milli Gazete’ye, Akit’ten Türkiye gazetelerine uzanıyor ve bunların çoğu kendilerini AKP’li olarak tanımlamıyor. Ve daha kimler, daha neler….
*
İktidar partisinin Türk ulusunun büyük yasına sahip çıkması, partiler arasında adeta bölüşülmüş o saldırgan örgünün çözülmesi demektir.

Bu, güzel bir gelişmedir.
[Aydınlık, 12 Kasım 2017]

6 Kasım 2017 Pazartesi

DANIŞMAN GÖLGELERİ


Türkiye’nin başbakanı için Amerikan muktedirlere ‘deliğe süpürmeyin, kullanın’ diyen başbakan başdanışmanları…
Türkiye’nin anayasa değişikliği için ‘metinler’ yazan ve adlarına ancak ‘kim yazdı’, ‘kim bunlar’ diye defalarca sorduktan sonra erişebildiğimiz ‘anayasa yapıcı’ cumhurbaşkanı başdanışmanları…
Kim oldukları bir yana, sayıları bile bilinemeyen cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, siyasal parti baş ve baş-olmayan danışmanlar ordusu
Birbiriyle boğazlaşır görünen siyasal partilerin her birinde danışmanlık yapabilen, hiç batmayan ‘bir bilen’ler grubu….
En son, yeni kurulan iyi partide yaşanan genelbaşkan başdanışmanı krizi…
Anlaşılan o ki, kitabî olarak pek gerekli ve yararlı olan danışmanlık kurumu, siyaset ve yönetim dünyamızda, görünmeyen ve hesap sorulamayan gölge iktidarların kanalı haline gelmiş bulunuyor.
*
Yönetimlerde danışmanlık kurumu var. Kuşkusuz gerekli ve yararlı bir kurum. 
Bunun kötüye kullanılmasını kolaylaştıran özelliklerinden birini, belki şöyle özetleyebiliriz:
Danışman, karar alma sürecinin parçasıdır. Deyim yerindeyse o ‘bir bilen’dir. Ne’yi bildiğine karar veren ve kendisinin o bilgiye ihtiyacı olduğuna karar veren de yöneticinin kendisi. Yönetici bunun yolunu açar; danışman da ‘bilgi iktidarı’nı kullanmak üzere parlak ufuklara yürümeye başlar.
Buna karşın, resmî olarak karar alma yetkisi olan mekanizmalarda adeta ‘gölge’dir. Örneğin bir şirketin genel kurul üyeleri ya da partilerin parti meclisleri, bunları dünya gözüyle hemen hiç görmezler. Şirketin yönetim kurulu ya da partilerin merkez kurulları da öyle..
Örgütlenme şemalarında da nadiren görünürler. Resmi karar organları bunların görevlendirilmesinde hiçbir yetki kullanmazlar. Dolayısıyla denetlemezler de… Zaten çoğu zaman kimin ne için ne süreyle işbaşına getirildiklerini de bilmezler.
Sormak mı? Sormak olmaz; patron gerek duymuş ki yapmış, patronu sorgulamak olur mu!
*
Kötüye kullanımı önlemenin yolu, “danışmanın sorumlusu yöneticidir” şeklindeki basit kuralı akılda tutmak.
Danışmanın sorumluğu yöneticiye aittir. Yönetici, karar alma gücü olan kişidir. Bunu emir diye başkalarına veren, dolayısıyla ‘yapabilen’ kişi. Aldığı kararlardan ve bunların uygulanmasından öncelikle kendisi ve emir verdiği kişiler sorumlu; yani hesap vermek zorunluluğu var. Tepedeki yöneticiyle emrindekiler, çeşit çeşit denetime bağlılar. Bunların hesabı siyasal olarak kesilebileceği gibi, hukuksal olarak da kesilebilir. Hukuksal sorumluluk idari olabilir, örneğin yöneticiye görevden el çektirilebilir. Hesap malî olabilir, yöneticiye tazminat ödettirilebilir. Sorumluluk öyledir ki, cezai olabilir, kendisine ve emrindekilere mahpushane yolları açılabilir.
Danışman, bütün bunlardan azadedir. Kararların yükünü taşımaz. Öyle ya, kararı alan o değil, emrin altında onun imzası yok; hatta emirnamenin şu yada bu köşesinde bir ‘paraf’ı bile yok; sıfır iz! Tokmak inmek üzere kalktığında, emir veren ile emre uyanları adeta açık arazide bulur; oralarda danışmandan iz yoktur. Danışmanın sorumluluğu, yalnız ve yalnız onu kendisine danışman yapmış yöneticinin gözünde ve elindedir. Öyle ki, danışmana soru sorulmaz; onun hakkındaki sorular da yöneticiye sorulur; ‘neden bu kişiyi seçtin?’ Kısacası, danışmanın hesabı, yöneticinin hesap defterinde bir kalemdir.
*
Görünenden başka aktörlerin iktidar aracı olmak, kendi başına suçtur. Böyle yapan danışman kimseleri, elbette sorumlu tutarız.
Ama danışmanlık mekanizmasını başka, yabancı, gizli iktidar kanalları olarak gayrı-meşru aktörlere açmanın sorumlusu, doğrudan ilgili kurumun başındaki yöneticilerin kendileridir.

Siyaset arenasında sıkça duyduğumuz “aslında patron kötü değil; ama etrafını sardılar” mazereti, biriktirdiğimiz bunca deneyimden sonra geçerliğini yitirmiştir.

[BAG, Aydınlık, 5 Kasım 2017]