30 Aralık 2018 Pazar

NERE NERDEN YÖNETİLİR?



Küreselleşme çökünce, küreselcilerin zihin haritaları da çöktü. 1980’li yıllardan başlayarak kibirle ilan ettikleri ‘küresel düşün yerel davran’ ideali, çeyrek yüzyılın sonunda dağıldı, tuzla buz oldu.
*
Kent hakları, başka bir deyişle yerel haklar üzerine döşendikleri manifestolarda ‘yarışan kentler’ rüyası kuruyorlardı. ‘Kent ve kasabalar devletini aşıp küresele bağlansın’ diyorlardı. ‘Dünya kentleri (Londra, New York, İstanbul, Rio gibi) devletlerini aştılar, devletler artık bu kentleri yönetemezler, bunlar kendi networklerini kursunlar’ diye buyuruyorlardı. Ulusların anayasaları artık yetmezdi, kent ve kasabalar kendi anayasalarını yazmaya koyulsunlar ve küresel’e bağlansınlardı.
1992’de Avrupa Konseyi bu yolda Kentsel Şart ilan etmişti. Bu şartı üye devletlerin değil, devletlerdeki kent ve kasabaların imzasına açmıştı. On yıl sonra, Şart’ın tutmadığı görülmüş olsa gerek ki, üzerinde tartışmaya başlayanlar kendileri oldu. Onbeş yılın sonunda da ‘işler çok değişti’ gerekçesiyle ikinci bir manifesto yazıldı. 2008 tarihli Kentsel Şart-2, Yeni Bir Kentlilik İçin Manifesto ortaya çıktı.
*
1992 tarihli ilk şart ‘Avrupa’nın değerleri’ diyordu; 2008 tarihli ikincisinde ise ‘değerler tamam da bir de gerçekler var’ diyen bir ruh öne çıkmıştı. Avrupalılığın kendi yıkımını seyreden bir ruh desek de olur.
Küreselleştirme kurumlarının kartondan evler gibi yıkılmaya başladığı 2008 yılında ‘küreselleşmeye inancımız tamdır’ diyen bu metin, Katolik Kilisesinden devşirilmiş “subsidiarite” denen yerelcilik ilkesine halâ bağlı olduğunu söylüyordu. Yerleşmelerde bizim için ‘iyi kentsel yönetim ilkeleri’ (yerli-yabancı ayırımı olmadan özel sektör üzerinde yükselen diye okuyunuz) yine geçerlidir, diyordu. Yönetişimci zihniyetleri esastı. vb…
Esaslardan vazgeçmedik diyordu demesine de, küreselci ideolojiyle her yerden kovdukları devlet, Kentsel Şart-2’nin 40. Paragraf’ında kendini kabul ettirmişti. Buraya bazı konular sadece yerel yönetim kapsamına girmez, bunlardaki yerel politika konularının bölgesel, ulusal ve Avrupa düzeyinde ortaklaşa düzenlenmesi gerekir diye yazdılar. 42. Paragraf daha da ilginçtir. Burada “kentlerin ve kasabaların artan bağımsızlığı, yerel bölgeler arasında acımasız ve denetimden tümü ile uzak bir rekabete yol açmamalıdır” uyarısı var. Yani daha dün devletsiz ol, küresel düşün, yerel davran emri verdiklerinde ‘aman ne diyorsunuz, bu emir bir tür yeni-feodalizme yol açacak’ diyen ‘dinazorlar’ın haklı olduğunu kabul ettiler. Aynı paragrafta “…. devlet denetiminin zayıflaması ve bunun sonucunda kent ve kasabaların daha da güçlenmesi, yerel alanlar arasında çok ihtiyaç duyulan dayanışmanın aleyhine işlememesi gerekir”  diye dahi yazdılar.
*
Kısacası, 1992’den 2008’e, Avrupalı küreselci yerelcilik (subsidiaritecilik), devletin geri çağırılmasıyla etkisizleşmiş. Dahası, ‘kentler yayılmamalı, yoğun kentler yaklaşımı benimsenmeli’ diyen Kentsel Şart-2, çevre duyarlığı kasmayı da ihmal etmeden, kentsel inşaatta “tower’cılık - avm’cilik” bayraktarlığını eline almış. İnşaat sektörü ile belediyenin değil, ancak devletin elele vermesiyle becerilecek işlerden biri… Kentsel ‘ekonomi’, kentsel – yerel ‘toplum’un önüne geçmiş, Avrupalı kentlerimiz ve kasabalarımız şiiri yerini kulelerden evler ve işyerleri fütürolojisine çoktan bırakmış.
*
Bu gelişmeler ortada durup dururken, şimdi, 2019 yılının arefesinde, İstanbul’da CHP il başkanlığını işgal eden küreselcilerin ‘sivil toplum örgütleriyle beraber’ İstanbul Anayasası yazdıklarını görünce… Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerinin, büyükşehir belediye başkanı adaylarının sözlerinden “Ankara Yönetemez” kısmını görmeyen göz de görsün babından kara manşete çektiklerini görünce…
Birileri bunlara kent anayasaları devrinin kapandığını, fikrin sahiplerinin iflaslarını ilan ettiklerini, bir mesaj iletmek istedikleri yerler varsa o dükkânların kapandığını söylese de, düştükleri komik hali sürdürmeseler.
***Ve sizlere nice nice yıllar dilerim.

11 Aralık 2018 Salı

TÜSİAD’ın Saati Durmuş



TÜSİAD Ankara’da toplantı yaptı. Derneğin başkanı Erol Bilecik, yumuşak ses tonuna ve yüzünden düşmeyen gülümsemesine tümüyle zıtlık içinde, kaskatı bir konuşma yaptı.
Dünya analizi angaje olduğu AB-D dünyasından ibaret olan, ekonomi analizi sözde serbest/küresel piyasanın emirleriyle bağlanmış, içinde toplumun yer almadığı siyaset anlayışı “demokratik açılım”a gömülmüş, dedikleri yapılmazsa ‘kıyamet beklensin’ tehditlerinin her yandan sızdığı bir konuşma… İdeolojik bakımdan katı olduğu gibi, zamanın gerisinde kalmış olması bakımından da kaskatı, donmuş bir konuşma.
*
Başkana göre ekonomimizin çıpaya ihtiyacı var; belli ki “demokrasi” için de çıpa gerekiyor. İstediği şey, çok sık söylediklerini hatırlattığı iki kelimelik bir şey: Yapısal Reformlar… ‘Ekonomi konuşsun, siyaset onun emrine girsin’ diyen yapısal reformların, toplumun diğer tüm unsurlarını dışlayan tarzıyla “tüm iktidar sermayeye” düsturu olduğunu, daha Kemal Derviş zamanında, 20 yıl önce öğrenmiştik. Yirmi yıldır yaşadığımız bunaltının sebebi olan bitip tükenmiş lime lime dökülmüş “yapısal reformlar” ezberinin, TÜSİAD başkanı tarafından adeta imanla hedef diye tekrarlanabilmesi insanı hayrete düşürüyor.
*
İstediği ikinci şey, yapısal reformlara mutlaka Demokratik Açılımlar’ın eşlik etmesi. Artık şifreli olmaktan çıkmış olan bu kapalı kutunun en süslüsü, çözüm süreci ve onun eşliğindeki Türksüz Anayasa idi. Yani Türkiye’ye hendek faciasını yaşatan çözüm süreci. Yani Türkiye’yi ulusal birlikten etnik-toplum çıkmazına gömecek yeni-anayasa. Soros’un renkli devrim denemelerinde, Arap baharlarında, Libya ve Irak facialarında, Suriye iç savaşında ne menem bir iş olduğu büyük acılarla yaşanıp görülmüş kötülüklerin hiçbiri yaşanmamış gibi…
*
Bilecik konuşmasında içeride bunları isterken, ekonominin dış ilişkilerle çok sıkı bağları olduğu bilgeliğini dile getirerek, uluslararası pozisyon tercihini de dünyada değişen hiçbirşey yokmuş gibi bir kez daha dile getirdi. ABD’nin Türkiye’yi İran yaptırımlarından muaf tutmasını iyiye işaret sayıp ABD ile ilişkilerin sıkılaştırılmasını istedi. Amerikan tarzı yaşamın, özentilerimizin zirvesinde olduğu eski zamanlardaymışız gibi. ABD PKK/PYD kartıyla Türkiye’yi BOP unsuru haline getirme denemeleri yapmıyormuş, FETÖ organizasyonunda hiçbir rolü yokmuş, Türkiye’yi ileri karakol olarak kullanma stratejisiyle kendi güvenlik hesabında ateş hattında tutmuyormuş gibi. Dernek başkanı, yalnızca ABD ile sıkı ilişkiler kurulmasını değil, AB ile entegrasyon sürecinin hızlandırılmasını istediklerini de söyledi. AB’de Brexit sarsıntısı yokmuş gibi. AB İspanya, İtalya, Yunanistan’da büyük iflasın zemini değilmiş gibi. AB, Avrupa’nın batısı ile doğusunda çifte standartların ve büyük hayal kırıklıklarının mekânı değilmiş gibi.
*
TÜSİAD ve daha başka kesimler, dünyada gerçekte küreselleşme olgusu değil küreselleştirme siyaseti uçuşurken, o niyeti/politikayı “kaçınılmaz olgu” sayıp/saydırıp, olup bitmiş gibi “yeni dünya düzeni” kutlamaları yapmışlardı. Yaşadık, gördük, öyle bir “olgu” yoktu. Küreselleştirme siyaseti de çöktü gitti. Tarihin sonu gelmedi; ulusal devletler bitmedi; piyasalarda iyilik hormonu yoktu; dünya neredeyse yeni bir dünya savaşının eşiğine bırakıldı.  
Şimdi, 2008’den bu yana, dünya genelinde yeni bir olgusal durum var. Uluslararası düzen, Batı’nın batışında yeniden inşa oluyor. Gelin görün ki geçmişte olmayan küresellik olgusunu varmış sayanlar, şimdi olan yeni uluslararası düzen inşasını yok sayıyorlar.
Bu cenahta saatler durmuş. Sesleri boşluğa düşüyor.
[BAG, Aydınlık, 9 Aralık 2018]


2 Aralık 2018 Pazar

KARA PROJELERİN YÜRÜYÜŞÜ


İki karanlık proje sürer görünüyor.
Malum, bunlardan biri PKK’nın demokratik anayasa, demokratik cumhuriyet, demokratik millet nidalarıyla piyasaya sürdüğü “Türksüz Anayasa” projesi. Türkiye’de egemenlik yetkisinin Türk Milletinden alınıp bazılarının “Türkiye Milleti” adını verdikleri, bazılarının ise isimsiz bıraktıkları bir etnikler devleti yaratma hayali. Hayal çok yol aldı, yayıldı. Andımız ırkçı ilan edildi; “dinimiz kavmiyetçilik sevmez” diyen yetkililerle “evrensel barış millet istemez” diyen solcular uzun süre beraber yol aldılar. Bu hayal “eşit vatandaşlık” kılığında AKP’den CHP’ ve yeni kurulan İYİP’e kadar resmi belgelerde burnunu çıkardı. Projenin vuslata ermesi için tek yol var; o da Yeni Anayasa yapımını becerebilmeleri.
İkinci proje yine PKK tescilli olsa da, başka kanatlardan tescil iddiasında olanların pek çok ve çeşitli olduğu federasyon hayali. Bu hayalin bir ucunda “yerel yönetim demokrasinin beşiğidir” diyen sağlı sollu liberaller var. “Çağımızda en güçlüler federal ülkeler” diyen sözde karşılaştırmacı ve desteksiz atan bilgiçlerce destekleniyorlar. Hayalin diğer ucunda ise kudretli siyasetler var. Irak-Suriye’de gördüğümüz gibi, millet ve ülke parçalama mühendisi Batı dünyasından yerel demokrasici Avrupa Konseyi’ne uzanan güçler ve bunların himayesinde değişik renklerden yerli kudretliler iş başındalar. 12 Eylül rejiminin sekiz bölgeli Türkiye hayalcileri, Avrupa’nın bölgesel kalkınma ajansı yanlıları, Yerel Yönetim Özerklik Şartı fanları, tüm illeri beledileştirme yolunda halihazırda yüzde 37’lik [81 ilin 30’u büyükşehir belediyesi yaptılar] zafer elde etmiş bütünşehirciler…
*
Projelerin bugünkü manzarasına gelince…
“Dışlayıcı Türk Milleti yerine kapsayıcı Türkiye Milleti” inşacısı olduğunu, bunun bir hukuk reformu gerektirdiğini söyleyen Mehmet Uçum, Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili olarak misyonuna uygun bir makama yerleşti. Bu arada çözüm sürecinin eski “akil”lerinden birkaçının yine Oslo’da toplandıklarını duyduk. Arslan Bulut, Yeniçağ Gazetesi’nde Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu tarafından 1 milyon avronun üstünde 18 ay süreli bir açılım-diyalog projesinin yürüdüğünü yazdı. ABD bu uca, PKK’nın başlarına takip ilan edip bunun Suriye kolu YPG’ye devletleşme yolunu açarak destek atmaya kalkıştı. AKP milletvekillerinin Almanya’da federasyon konusunda bilgiler edindikleri toplantılar yaptıkları kendilerince açıklandı. Son zamanlarda sözde sivil toplum kurumu vakıflardan “ABD devlet personel sistemi nasıl bir şey” konulu “bilimsel” raporlarla aydınlanıyor, federalizmin nimetlerini öğreniyoruz.
Ve bu arada… Aydınlık Gazetesi’nde Zihni Erdem, TBMM Başkanı Binali Yıldırım İstanbul Belediyesi’ne başkan adayı olacaksa “durum”da bazı değişiklikler yapılması gerektiği üzerinde tartışmalar yapıldığı haberini veriyor. Dendiğine göre “memlekete başbakanlık ve TBMM Başkanlığı yapmış birinin belediye başkanı olarak valinin arkasında yer alması, onun idari vesayetinde iş görmesi olmazmış.” Bu haberin söylediği şey önemli. Karşımıza ya İstanbul için “özel düzenleme” gündeme getirilebilir ya da fırsattan istifade, büyükşehir olan her yerde başkan-vali ilişkilerini belediye başkanı lehine değiştirecek bir kararname çıkarılabilir. Yani Türkiye’nin mülki – mahalli sistemi üzerinde, devlet örgütlenmesinin üniter kuruluşunu yaratan mülki sistemi geriye itme amaçlı müdahaleler…
*
Görünen o ki, 1980’lerden bugüne küreselciliğin en güçlü zamanlarında sonuca varamayan bu iki proje şimdi, Suriye odaklı yürütülen parçalama siyasetinin bir parçası olarak pragmatizmin dolambaçlı yollarından yürütülmeye çalışıyor.  

[BAG, Aydınlık, 2 Aralık 2018]

25 Kasım 2018 Pazar

MODERN SEYAHATNAME -avrasya


Yazının başlığı bir kitaba ait. ‘Modern Seyahatname’ Osman OKTAY imzalı, Avrasya Yazarlar Birliği kuruluşu olan Bengü yayınları arasından Nisan 2017’de çıkmış bir kitabın büyük harfle yazılan kısmı. Tam başlık şöyle: Adriyatikten Çin Seddine Türk Dünyası. Hayaller Hatıralar Gerçekler… Modern Seyahatname. Samimiyetle kaleme alınmış, okunuşu keyif verici, seyyahın kendi çektiği ve kimilerinde kendisiyle dostlarının da içinde yer aldığı fotoğraflarla güçlendirilmiş 334 sayfalık bir çalışma.
*
Osman Oktay 325. sayfada “Adriyatikten Çin Seddine sözü için “klasik tabir” diyor. Benim saptayabildiğim kadarıyla bu sözün doğumu 1991, SSCB’nin dağılış zamanı. Bunda yanılmıyorsam, 2017 yılında yazılan bir yazıda bu söze “klasik tabir” değil de, olsa olsa “yaygın tabir” denebilir.
Yazar acaba sözün ortaya çıkışı konusunda başka bir başlangıç mı saptamış diye baktım; böyle bir sorunun üstünde hiç durmuyor. Sözü benimsemiş, içini ise “Türk Dünyası, Türkistan” diye dolduruyor.
Yani bu kitap, günümüzün yükselen coğrafyası olan Avrasya’yı anlatıyor. Dünyanın küreselleşme sonrası yeni denge arayışlarının en önemli değişkeni Avrasya’yı değil, ülkemizde iyi bilinen Turan düşüncesinin coğrafyası olarak Avrasya’yı…  
*
Yazar Türk Ocakları yöneticilerinden biri. Gençlik övüncü “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman olmak” üzerine yükselen ülküsünün, ancak altmış yaşından sonra gezip görme olanağı yakaladığı mekânlarını anlatıyor. Hayal ile Gerçekler arasındaki makası gizleme derdine düşmeden… Çok genç yaşlarda oraları görmeden adeta görmüş gibi yazdığı Budapeşte şiirini Budapeşte’yi seyrederken anması gibi. Orta yerine inşa edilmiş katedralin adeta örtüp sildiği Estergon Kalesi’nde, devasa Büyük İskender heykelleriyle dağ tepelerine kondurulmuş dev haçların gölgesinde kalmış Yahya Kemal’in Üsküb’ünde, ve elbette Urumçi havaalanında on saat bekletilip sınırdışına çıkarılışlarında canı sıkkın. Yazarın satırlarında gençliğin coşkusu halâ gölgesiz. Görüp dokunduğu gerçekler ise buz gibi, soğuk.
*
Osman Oktay seyahatnamesinin sonunda bugünü değerlendiriyor. Diyor ki “şimdi bazı bölümleri başka ellerde kalmasına rağmen klasik tabiriyle Adriyatikten Çin Seddine kadar uzanan Türk Dünyası’nı, Türkistan’ı biz [yazarın kitap boyunca gerçekten başarıyla dile getirdiği üzere] işte böyle mukaddes düşüncelerle severiz. Bu geniş coğrafyada ecdadımızın hatıraları bulunmakta ve orada yaşayan kardeşlerimiz vardır. Bu paramparçalık elbette bizi üzmekte…. “
*
Adriyatikten Çin Seddine Türkistan olarak Avrasya… Slav -Ortodoks, Fars -Şia, Moğol –Buda, Çin, vb. bir sürü egemen ülke ve dinsel kültür ortaklarını görmezden gelerek, bütün bu tarihsel güçlerle tarihin derinliklerinden bugüne kesintisiz etkileşim içinde bulunan toplumların tek başına ele alınabileceği zannıyla Avrasya…
Osman Oktay’ın kitabı -onu üzdüğü besbelli, kabul etmek istemediği de-, gerçeklikte öyle bir Avrasya dünyasının olmadığını gösteriyor.
Peki ama, bu coğrafyada şimdi, gelecekte ne olacak? Yazarın bu soruya yanıt sayabileceğimiz sözleri şöyle: “Şimdi dünyada 7 bağımsız Türk Devleti var. Biz elbette yeni devlet kurmayacak, Osmanlı atamızın “devlet-i ebed müddet” anlayışı ve Atatürk’ün “Cumhuriyet ilelebet payidar kalacaktır” düsturu ile hareket ederek varlığımızı sürdüreceğiz ama alabildiğine geniş Türk coğrafyasında bir gün mutlaka başka bağımsız Türk devletleri de oluşacak.”
Yazarınki öngörüden çok bir ümit, bir beklenti.
*
Zor bir durum… Çünkü 21. Yüzyılın gerçekleri, Avrasya’da kimseye tek başına egemenlik armağan etmiyor. Gelecekte var olmak isteyen herkesten, bir diğeriyle uzun erimli ortaklık ve işbirliği istiyor.
[BAG, Aydınlık, 25 Kasım 2018]

21 Kasım 2018 Çarşamba

SONUNCU TRANSFER: POLİTİKA KURULLARI


Tarihi Çankaya Köşkü, artık Cumhurbaşkanlığı Politika Oluşturma Kurullarına ait. Gazeteler, 16 Nisan 2018’de anayasa değişikliğiyle ortaya çıkan 9 kurulun orada çalışacaklarını yazdılar.
Kurul üyeleri var. Kurulların her birinde en az 3 üye olabilecekti. Atamalar yapıldı, her kurulda farklı sayıda üye yer aldı. Bilim-Teknoloji Kuruluna 5, Eğitim-Öğretim Kuruluna 9, Ekonomi Kuruluna 10, Güvenlik-Dış Politikaya 12, Kültür-Sanat Kuruluna 9, Sağlık-Gıda’ya 7, Sosyal Politikalara 7, Yerel Yönetim Kuruluna 10 üye atandı.
Her kurulun büro personeli var. Bunların işlemleri Cumhurbaşkanlığı İdari İşler bürosundan yürütülecek. Bütçeleri cumhurbaşkanlığı bütçesi içinde yer alacak; adeta bir idari birimmiş gibi. İşlemleri, kararları, bütçelerini açık biçimde görme olanağı olmadan…
*
Bunlar öneri geliştirecekler. Yani danışman organlar. 
Sonra Cumhurbaşkanının benimsediği önerilerle ilgili olarak “gerekli çalışmaları yapacaklar”, belli ki kararname metinlerini ve belki de yönetmelikleri hazırlayacaklar. Yani cumhurbaşkanı uhdesindeki yasama işlerinde mutfağı oluşturacaklar, yasama parçaları olmuşlar. 
Bu kadar da değil. Devlet kurumlarınca yapılan uygulamaları izleyip değerlendirecek ve cumhurbaşkanına raporlayacaklar. Yani denetim yetkisiyle de donanmış bulunuyorlar. 
Danışma, yasama, denetim işlevlerinin tümünü kucaklayan bir yetkileri daha var. Görev alanları için talep, ihtiyaç, etki analizi [karar öncesi değerlendirmeler] yapacaklar.
Kurullar, bütün bu işleri yapabilmek için, politikaların uygulayıcısı bakanlıklardan, valiliklerden, kaymakamlıklardan, özel idare ve belediyelerden her türlü bilgi ve belge isteyebilecekler. Böyle bir istekle karşılaşan kurumların mazereti yok; ne isteniyorsa “öncelikle” karşılayacaklar.
Elini taşa sürmeden sırtı ve eli kolu taşla dolu devletin üstünde seyreden kurullar… Danışman, yasaman, yürütmen, denetlemen… Tüm asal yönetim işlevlerini bünyelerinde toplamış yüce yapılar… Gelin görün ki üyeleri ne siyasi ne bürokratik niteliğe sahipler ve sorumsuzlar.
*
Yeni köşk sakinleri, çalışmalarını bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum –dernek, vakıf, platform, vb, özel sektör, akademisyenler, yerli – yabancı uzmanlar davet ederek yürütecek. Toplantılar birer atımlık olabilecek.
Ama kurullar bu unsurlarla tek atımlıktan daha farklı olarak Çalışma Grupları da oluşturabilecekler. Epeyce esnek görünen bu usulle, ne siyasal ne de bürokratik, birer geçici uzmanlık yapısı gibi görünen sayısı ve süresi belirsiz alt parçalar yaratılacak.
Kurullar üzerinde halkın genel denetimi yok. Ama hiç olmazsa atama kararnameleri sayesinde üyelerinin kimler olduğunu öğrenmek mümkün. Çalışma Grupları hakkında bilgi edinmek ise olanaksız.
Halkın, kurulların çalışmalarını nasıl izleyip denetleyeceğini gösteren hiçbir düzenleme yok. Yıllık faaliyet raporu, kurul itibariyle bütçe, bülten, rapor ve önerilerinin ilanı, vb hiçbir bilgilendirme aracı düzenlenmiş değil.
*
Devlet ya da devletin üstünde seyreden bu gibi kurullar, Türk Milletinin egemenlik yetkisini kullanırlar. Türk Milletinin İstiklal Savaşıyla elde ettiği yetkisinin kurullarda kimler tarafından ve nasıl kullanıldığı hakkında bilgisi olmayacak. Bu önemli. Çünkü bilgilenme yoksa halk denetimi olmaz.
Halkın denetimi olmadan kullanılan kamu gücü, meşruiyet bakımından kusurlu olur. Politika kurullarında meşruiyet kusuru, büyük siyasi bunalımları besleyebilir. Baskıcı-dışlayıcı Türk Milleti yerine özgürlükçü-kapsayıcı Türkiye Milleti oluşturacak bir Yeni Anayasa peşindeki yüce üyeleri gördükten sonra “besleyebilir” ne demek, kaçınılmaz olarak besler demek gerekecek.
*
Amerikan ders kitaplarındaki “public policy formulation” şemalarından büyülenmiş birkaç çift gözün devlet yapımıza transfer ettiği “politika oluşturma kurulları”, devlet yönetimimizin son yabancısıdır. Gözümüz üzerinde olsun. Besbelli o saklanacak, biz ebeleyelim.


18 Kasım 2018 Pazar

TÜRK MİLLETİNİ “REFORM” ETMEK



Cumhurbaşkanlığında politika kurulları kuruldu. Üyeleri atandı. Çalışmaları nelerdir neler değildir, bilgimiz yok. Eski danışmanlar şimdi çoğunlukla kurul üyesi olduklarına göre, bunların yaptıklarına ve söylediklerine bakarak, nereye koştuklarını öngörebiliriz. Örneğin, Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun başkanlığını yaptığı Hukuk Politika Oluşturma Kurulu’nun üyesi Mehmet Uçum’un Cumhurbaşkanlığı başdanışmanıyken dile getirdiği hedefe koşmakta olduğunu tahmin edebiliriz.
*
Bu kişi demişti ki, bir hukuk reform süreci zorunlu; Türkiye Milletinin inşa sürecini ancak bu reformla güvence altına alabiliriz. “Yani ‘dışlayıcı ve baskıcı Türk Milletinden kapsayıcı ve özgürleştirici Türkiye Milletine geçiş süreci”. Ona göre Kürt sorununa kalıcı çözüm gerçekleştirmenin yolu bu…
Sözleri yoruma gerek bırakmayacak kadar açık. Hukuk reformu dediği şey, yeni anayasa yapılması. Yeni anayasada Türk Milleti sözünün silinmesi, böylece Türkiye Cumhuriyetinde egemenlik hak ve yetkisinin Türk Milletinden alınması. Yerine Türkiye milleti denmesi; böylece ulusal devlet yerine etnikçi devlet sisteminin güvence altına alınması. Kısacası Kürt sorununu Türk sorunu haline getirerek sözde çözmeye odaklanmış, PKK’sından FETÖ’süne Türkiye’nin acılı bir mücadele yürüttüğü kesimlerce uygulamaya konmuş olan şu bildiğimiz saldırgan zihniyetin işleri…
*
Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politika Kurulu üyesi Mehmet Uçum, bu zihniyetin varlık sebebi olan Türk Sorunu’nu yaratıp bunu çözmeye adanmış görüşlerini bir kitapta toplamış. Kendi kitabında kendisi hakkında verilen bilgilerde, aslında anayasa hukuku uzmanı olmadığı yazılı. Bir serbest avukat olarak iş hukuku ve sosyal güvenlik hukuku alanında çalışmış biri. Uzmanlık açığı ortada. Ama belki daha önemlisi “reform”a gelirken geçtiği yollar.
Alfa Yayını olan “Türkiye’nin Demokratik Birliği Mücadelesinde Yeni Aşama 16 Nisan” adlı Temmuz 2018 tarihli kitabında;
2009 yılında Demokratik Açılıma Yurttaş Katkısı Platformunu kurup sözcülüğünü yaptığı;
2010’da Yetmez Ama Evet kampanyasında çalıştığı;
2010-2012’de Yeni Anayasa Platformu’nda çalışıp sözcülüğünü yaptığı;
2013’te Akil İnsanlar Heyeti Doğu Anadolu Grubu üyesi olarak çalıştığı;
2010-2014’te TESEV bünyesinde Anayasa İzleme Raporları yazarları arasında olduğu; TESEV’in Demokratikleşme Programında danışmanlık ve hakemlik yaptığı;
2015 yılında Kamusal Politika ve Demokrasi Çalışmaları Derneği (PODEM)’in kurucu başkanlığını yaptığı belirtiliyor.
2015 yılında görevi dört ay süren TBMM 25. Dönem AKP milletvekili; ardından  Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı olan Mehmet Uçum, 2018 yılında yukarıda belirttiğimiz Hukuk Politika Oluşturma Kurulu üyeliğiyle şereflendirilmiş bulunuyor.
Adı geçen platformlarla vakıfların, küreselci siyaset zemininde ulusal yapıyı çözme amacıyla hareket eden yapılar olduğu bilinir. Bugünlerde etkileri bitmiş, itibarları sıfırlanmıştır. Ama öyle anlaşılıyor ki, etkilerini devletin en üst mekanizmalarına nöbete bırakmayı başarmışlar.
*
Twitter adlı sosyal medya sitesinde kendisini izlememi engellediği için sorduğum soruyu doğrudan kendisine iletme şansım olmadı. Bunun üzerine soruyu Cumhurbaşkanlığı’nın strateji başkanlığına, cumhurbaşkanına, TBMM Başkanı’na, Prof. Dr. Burhan Kuzu’ya sordum. Tahmin edebileceğiniz gibi hiçbir makamdan yanıt gelmedi.
Sorum şuydu:
Üyeniz Uçum “yeni siyasal perspektif yeni anayasa ile başlayacak bir hukuk reformu sürecini zorunlu kılıyor. Ancak bu reform süreciyle Türkiye milletinin inşa süreci tamamlanıp güvence altına alınabilir. Yani dışlayıcı ve baskıcı Türk milletinden kapsayıcı ve özgürleştirici Türkiye milletine geçiş sürecinde Kürt sorununun kalıcı çözümünün gerçekleşeceği bir siyasal realite söz konusudur.” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Böyle bir “hukuk reformu” hazırlığınız var mıdır?
Buradan bir kez daha yinelemek şart oldu:
Sayın Kurul Üyeleri, Sayın Kurul Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu, Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Hukuk Politika Oluşturma Kurulu’nda ya da başka bir yetkili organınızda, Anayasadan Türk Milletini silmeye odaklanmış bir hukuk reformu hazırlığı var mıdır?
[BAG, Aydınlık, 21 Kasım 2018]

14 Kasım 2018 Çarşamba

ERBAŞ İLE YILMAZ VAK’ALARI


Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, “keşke Yunan galip gelseydi. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiçbiri olmazdı” diyen Kadir Mısırlıoğlu adlı kişiyi ziyaret etti.
Ziyaret 9 Kasım 2018 Cuma günü yapıldı.
Basına fotoğraflar verildi.
Prof. Erbaş resmi giysisiyleydi. Demek ki ziyarete makam arabası, makam şoförü, korumalarıyla falan gitmişti. Mısırlıoğlu’nu ziyaret eden vatandaş Erbaş değildi, Diyanet İşleri Başkanı idi.
O Cuma’nın ertesi günü 10 Kasım’dı. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümüydü. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Cuma hutbesinde Atatürk unutulmuş, ondan bir dua bile esirgenmişti.
Toplum bu durumu yadırgadı.
Tepkiler üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı bir basın açıklaması yaptı. 11 Kasım 2018 öğle namazı sonrası idi.  
Şöyle dedi: “Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali Erbaş’ın bir ziyareti ile ilgili bazı medya mecralarında gerçeklerle bağdaşmayan haber ve yorumlar yapıldığı görülmektedir. Söz konusu ziyaret 9 Kasım 2018 tarihinde saat 14.30 sularında ve tamamen insani duygularla yapılan bir hasta ziyaretidir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur. Diyanet İşleri Başkanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği”.
*
Diyanet, başkanını korudu. Resmi giysilerle “insani duygular”ın nasıl bağdaştırılabileceği sorusunu ortada bırakan, kötü -ya da belki daha doğrusu- meydan okuyan bir açıklamayla…
Erbaş’ı Diyanet İşleri Başkanlığı makamına getiren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ya da Cumhurbaşkanlığı herhangi bir açıklama yapmaya gerek dahi görmedi…
Sonuçta, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda değişen bir şey yok.
*
Bu garabetten birkaç gün önce, 5 Kasım 2018’de Habertürk TV’de CHP’nin Ardahan Milletvekili Öztürk Yılmaz, Cumhurbaşkanı’nın “Andımız, ezanı Türkçe okutmak isteyenlerin eseri” demesine tepki gösterip “kendi dilini kendi kültürünü aşağılamanın anlamı yok, neden olmasın?” deyince…
Bunu yadırgayanlar “tek parti dönemi var ya….. “ diye başlayan karalamaları yinelediler. Karalamalar CHP’nin tarihine dönüktü; CHP’den karşı açıklama duyulmadı. Tepki gösterenlerin başka da bir şey yapmalarına gerek kalmadı. 
Yılmaz’ın partisinin yönetimi yıldırım hızıyla harekete geçti. Elindeki keskin kılıcı indirdi: Tedbirli kesin ihraç talebiyle disiplin. Yılmaz buna tepki gösterince, sarf ettiği sözlerden dolayı tedbirli kesin ihraç talebiyle ikinci kez disiplin… Çoğunluk ölü balık taklidi yaparak fırtınanın geçmesini bekliyor.
*
CHP, daha önceden pek çok kez yaptığı gibi, tek parti devrini yine sahipsiz savunmasız bıraktı. Türkçe ezanı savunmak bir yana, bu tarihsel deneyim neydi ne değildi üzerine konuşan tek bir parti yetkilisi çıkmadı. İdeolojik ve programatik netleştirmeyi çoktan unutturmuş olan işbitirici pragmatizm bastırdı. Şimdi bütün mesele, “milletvekilinin televizyona izinsiz çıkması” ve “parti yönetimine kötü laflar söylemesi”nden ibaret.
“Herşey tartışılabilir” diyen liberaller ortada yoklar. “Herşey konuşulabilir” diyen sosyal demokratlar sessizlik içindeler. “Fikirdir, söyleyen söyler, kabul görürse alâ görmezse de alâ” diyen özgürlükçü demokratlar da karanlık kayıplardalar.
*
Bir tarafta açık açık “keşke Yunan galip gelseydi” diyenin devlet makamlarınca 10 Kasım arefesinde baştacı edilişi…
Bir tarafta bir milletvekilinin, açıkça çarpıtılıp “Arapça ezana karşıyım dedi!”ye çevrilen sözleri bahane edilerek, partisinden partisi tarafından tedbirli kesin ihracı…
Bu tablo, Türkiye’de iktidar ve muhalefet durumlarının sonuncu özeti. İktidar meydan okurken, öbür taraf mindere çıkmaktan iyiden iyiye vazgeçmiş bulunuyor.

[BAG, Aydınlık, 14 Kasım 2018] 

11 Kasım 2018 Pazar

AVRASYA OLAYI



Bizim siyasal hafızamızda ‘Adriyatikten Çin Seddine’ duygusunun yeri sağlam. Ama fikir olarak değil. Hele işlenmiş bir politika olarak hiç değil. Yalnızca muğlak bir duygu olarak.
*
Herhalde bu sözü en çok eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’den duymuşuzdur. Demirel’in kopuk ve kesintili de olsa Asya’nın derinliklerine dönük kimi politikaları, sözün içini doldurmasa da sözle çelişkili değildi. Sloganı birkaç kez de Turgut Özal’dan da duyduk. Ama onun coğrafyası, ‘bir koyup üç almak için’ daha çok Irak ve Basra Körfezine doğru akmıştı. Sonra bu sözün Ahmet Davutoğlu çevresinin Yeni-Osmanlıcılık tırmalaması ile aynı şey olduğunu söyleyenleri gördük. Gördüğümüz şey tuhaftı; çünkü bu çevre İstanbul, Mardin, Kudüs deyip duruyor; İbrahimi Millet yaratmaktan söz ediyordu. Sloganın coğrafyasıyla, Kudüs’ü merkez aldığı anlaşılan ümmet esaslı Davutoğlu coğrafyasını çakıştırmak bir hayli güç olmuştu. Yine de Adriyatikten Çin Seddine sloganının Yeni-Osmanlıcılıktan ibaret olduğunu düşünmeyi sevenler var. Eğer öyleyse, son zamanlarda bu sloganın AKP Salı toplantılarındaki Osmanlı kostümlü tezahüratta yaşadığını söylemek gerekecek!
*
Adriyatikten Çin Seddine, kimileri için de Turan demekti. 2011 yılında Muhsin Yazıcıoğlu, Martin Luther King’in “bir hayalim var” sözünü alıp bu coğrafyada “kaynaşmış güçlü bir Türk dünyası hayal ediyorum” diyordu. AKP’nin kimi dallarında dile getirilen Türklük kavramıyla kavgalı yeniosmanlı hayalinden farklı gibi görünen, ama İslami ümmet fikrini durmadan işlediği için esintileri birbirine karışan bir resim çiziyordu. Sonuçta ortada kalan şey, Türklük ile İslamlık karması ve çatışması içinde, kimse içini doğru dürüst doldurmaya zahmet etmediğinden muğlak bir resim…
*
Bizde Adriyatikten Çin Seddine sloganı bir duygu ve uygulamada pragmatik siyaseti havalandıracak bir laf olarak ortada dolanıp dururken, Türkiye bu coğrafyada 1990’lı yıllarda AB-D’nin yılmaz müttefiki olarak iş görmeye kalkıştı. Boy gösterdiği yerlerde nasıl yürüdüğünü, o tarihte bu coğrafyayla ilgili olanlar biliyorlardı. Sonraki yıllarda herkes öğrendi.
Yılmaz AB-D müttefikliğinin gereğini yapan kadrolar, o zamanlar ‘çok faydalı cemaat’, daha sonra ‘paralel devlet yapılanması PDY’, nihayet FETÖ diye adlandırılan yapılanmanın kadrolarıydı. Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan bu coğrafyadaki ülkeleri ziyaret etti. Buralardaki ülkelerin tümünden sağır sultanların da duyacağı şekilde bu “zararlı”yı tasfiye etmelerini istedi. Zamanında hayran olmayan ilgili ve yetkiliyi bulmanın zor olduğu sözde ‘türk okulları’ kapandı; TC Milli Eğitim Bakanlığı devreye girdi. Madencilikten tutun Türkçe olimpiyatları fuarcılığına uzanan ticari faaliyetler üstünde kontrol geliştirilmeye gayret edildi. Türkiye içi mücadele yalnızca içeride kalmadı, Adriyatikten Çin Seddine uzanan bu coğrafyaya yayıldı.
Bu muazzam bir deneyimdi. Elde kalan, yaşatılan bir slogan, bir politika olarak işlenmeyip pragmatizme teslim edilince demek böyle oluyormuş türünden önemli bir ders oldu.
*
Bizim slogan böyle salınırken, turancılık/yeniosmanlıcılık hayallerini beslerken, pragmatizmin elinde bumerang gibi dönüp Türkiye’yi vuracak serserilikte savrulurken… coğrafyanın adı çoktan koyulmuştu.
Bizim sloganın coğrafyasına Avrasya deniyor.
Adriyatikten Çin Seddine uzanan dünya Avrasya
Akademi ile siyasetin, sloganlarda yaşayan duygu sellerinin önüne geçip akıl teri akıtmakta çok geç kaldığı Avrasya
Türkiye’nin Türkiye için siyaset üretmek ve kendi gücünü Atlantik diyarının AB-D’sine alet olarak hizmete vermeksizin yükseltmek zorunda olduğu Avrasya
[BAG, Aydınlık, 11 Kasım 2018]

31 Ekim 2018 Çarşamba

AVRASYA’YA DOĞRU


Bölgecilere, etnikçilere, ümmetçilere, her türlü liberale karşı, Türkiye yüzünü 21. Yüzyıldaki yönüne dönmüş durumda. Bu kaçınılmaz yön, Avrasya’dan başka bir şey değil. Dr. Volkan Özdemir’in, Batı iş dünyasının yayın organı Bloomberg kaynağından seçip paylaştığı bir grafik var, aklın gereğini gösteriyor.
Buna göre önümüzdeki beş yılın sonunda dünyada iktisadi büyümenin yarısı BRICS ülkelerinde (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) olacak. Dünya ekonomisine Çin %28, Hindistan %16 katkıda bulunmuş olacak. Dünya ekonomisinde Brezilya %1.8, Rusya %1.6 yer alacak. Bunların karşısında Atlantik’in batı yakasında ABD %9 pay alır deniyor. Atlantik’in doğu yakasında eski imparatorluklardan Almanya %1.7,  İngiltere ile Fransa %1.3…
Türkiye’nin beklenen katkı oranı %1.3. Hiç fena değil.
2022-2023 yılında dünya ekonomisindeki büyüklükleri okuyan Dr. Volkan Özdemir “diğer Asya ülkeleri de göz doldururken, AB’nin toplam katkısı %5’in altında! Bunu bile bile size yine de Türkiye’nin geleceği AB’de, “yaşasın Gümrük Birliği” derler… Demezler mi?” diye soruyor.
Derler… Ve Türkiye’ye zaman kaybettirmeye devam ederler.
Eğilim bu kadar açık rakamlara dökülünce bu gerçeği görmezden gelmek artık mümkün olmadığı için, sözlerini bu sefer “tamam da mesele ekonomi değil demokrasi!” diye sürdürürler. O eski kısır tartışmaya sarılırlar: “Demokrasi mi kalkındırır, kalkınma mı demokratikleştirir?”…. Irak’ta El Garip, Amerika’da Guantanamo’da yükselen büyük demokrasi!
*
Oysa artık gelmeye başlamış olan yeni zamanın gerçeklerine odaklanıp onları çalışmak ve düşünmek gerek.
Türk Milletinin egemenlik hakkına ve yetkisine saldırılara karşı her zaman uyanık olmak ve Avrasya’da yükselen gelecek dünyayı sarıp sarmalamak.
Doğu Avrupa’yı, Balkanları, Rusya’yı, Türki cumhuriyetleri, Pakistan’ı, Hindistan’ı, Çin’i ve elbette İran’ı günü gününe izlemek, bu toprakları kavramak…
Tanımak değil. Bu dünyayı “tanıma” aşamasını geçtik. Yer yer “ben egzotik birşeyler bekliyordum, ama bizden şeyler buldum buralarda?!” şaşkınlığı bitti artık. Şimdi geldiğimiz aşama, sistemli ve kapsamlı bilgi üreterek Avrasya’yı kavrama aşaması. Bu kocaman coğrafyayı, muhteşem tarih ve kültür dünyasını, iyi bir işbölümü ve kurumlaşmayla çalışmamız gerek.
*
Bu çaba için ortam hazır.
Çok değil, daha beş yıl önce milli bayramlara deyim yerindeyse yasak gelmişti. Üzüntümüz büyük oldu. Ama mücadelemiz de büyüktü. Türkiye’nin ve dünyanın koşulları, haklılığımızı ulusal hak ve yetkilerimizi reddedenlerin adeta gözlerine soktu. “Ulus-devlet bitti, uluslar düştü” diye kitaplar döşenenler suspus oldular. Kendilerini şuradan buradan gösterme gayretinde olanların maskeleri yüzlerinde zor durur hale geldi.
Milli bayramlara “kabilecilik olmaz, kabilecilik dinimizce yasaktır” diye sırt dönenler, işin başka türlü olduğunu bir daha unutamayacak biçimde öğrendiler. Sonunda Cumhurbaşkanı, Anıtkabir özel defterine kimin temsilcileri olduklarını yazdı. “Aziz Atatürk”, dedi “Cumhuriyetimizin ilanının 95. Yıl dönümünde Türk Milletini temsilen huzurundayız”. Makamına yakışanı yaptı. Televizyonlar mesajın bu paragrafını ısrarla görmeyip izleyicilerine aktarmasalar da fark etmez. Yakışan söz, her ilgiliye ulaştı.
Bağımsız Türkiye’de, Türk Milletinin egemenlik hakkına ve yetkisine gölge düşürme cüreti gösteren densizliğin sona ermesi, 21. Yüzyıla hazırlanmanın olmazsa olmaz şartıydı. Bugünlerde gözlemliyoruz ki, Türkiye benliğinin bir kez daha farkına vardı. Bundan sonrası, benlik-kimlik krizlerini aşan Türkiye için, hani derler ya, “çocuk oyuncağı”.

[BAG, Aydınlık, 31 Ekim 2018]

24 Ekim 2018 Çarşamba

LİBERALLER


Bölgeciler toprakta eyaletleşme, etnikçiler toplumda çok-milletlilik isterler. Liberaller, bunların hamileridir. Aferin, işte böyle, parçalanın ve dünyaya/küresele bağlanın derler. Bizim buralardan bakılınca muhafazakar/neo-muhafazakar denen Reagan-Bush-Thatcher’lar ile demokrat denen Clinton – Obama – Blair’ler hep aynı torbada yer alırlar. Liberal torba…
*
Liberaller, yani tüm fraksiyonlarıyla Atlantikçiler, yaklaşık kırk yıldır konuşuyorlar. Bizde aynı sürede girişmedikleri operasyon kalmadı. Türkiye’de oyunları 24 Ocak 1980 kararlarıyla başladı. Bu kararları uygulamaya geçirmek uğruna, oğlanları 12 Eylül darbesini becerdi. İktidarlar geldi gitti, her bir iktidarla birlikte siyaset dünyamızın serbest piyasaya –Atlantik merkezine- bağlılığı adeta imana dönüştü. Önce devletçilik tu kaka edildi, sonra karma ekonomi kötülendi, ardından sosyal piyasa ekonomisi diyenler korkak ilan edildi, nihayet murada erişildi. Şimdi Türk siyasetinde dağ taş “serbest piyasa ekonomisine bağlıyız” diye inliyor. Demokrasiye bağlıyız, hürriyetçiyiz, iyi yönetim diyoruz –yani artık herşeyimizle bu dünyanın liberallerindeniz! Sağından soluna, buna biat etmeyen yok gibi…  
*
Liberaller, ilk adımı 1980’li yılların hemen başında bizim ülkede atılan yapısal uyarlama reformu siyasetinin sahipleridir. Yapısal reformlara Türkiye’de başlayıp Güney Amerika, Afrika, Asya ülkelerinde devam ettiler. Yapısal reform darbelerini, ta 2008 yılına kadar, çerçeveyi de hedefleri de değiştirmeden sürdürdüler.
Sonuç acı oldu.
Biz ve bizim gibi ülkeler, ithal ikameciliği bırakıp ihracata dönük sanayileşmeye geçerek, sınırları-gümrükleri kaldırıp ülkeyi açık pazara dönüştürerek, yani o meşhur deyişle “dünyayla bütünleşerek” zenginliğe kavuşacaktık.
Zenginleşmekle de kalmayacaktık. Aynı zamanda demokrasiye ve barışa da kavuşacaktık. Adeta çifte kavrulmuş lokum! Çünkü biz ve bizim gibi ülkeler kendi başlarına bırakılınca hep diktatörlük üretiyorduk. Oysa “dünya”ya açılınca “dünya” bizi denetimi altına alacak ve otoriter-totaliter-diktatörlük üreten damarlarımızı hareketsiz kılacak, demokrasi üstümüze boca edilecekti. Hele var ya, bir de AB’ye üye olursak… AB üyeliği “kendi başımıza beceremediğimiz artık iyice ortaya çıkmış olan demokrasiye kavuşmanın garantili sistemi” idi. Hepimizin bildiği hikayeler…
*
Gelin görün ki üretken gücümüz çöktü. Kısır tohumlama, kimyevi gübreleme, üretime kotalamalar sonunda tarımda bile... Eşitsizlik artışı öyle hızlandı ki, bizi bırakın, yapısal reformcular durumdan kendileri korktular.
Liberallerin ürettiği demokrasi BOP, Arap Baharı, Renkli Devrimler, Libya’nın, Irak’ın açık işgali, Somali, Sudan, ve daha nerelerin parçalanışı oldu. Irak’ta El Garip Hapishanesi, Guantanamo’da liberal işkencehane, belki de herşeyin özeti…
Hikayenin berbat sonu da hepimizin bildiği şeyler.
*
Asıl söylemek istediğim şu…
Liberaller, 2008’den beri meşruiyetlerini yitirdiler. En güçlüyü koruyan, zayıfı ezen sözde çok-taraflı ticaret anlaşmaları da, ardından örmeye çalıştıkları TTIP’leri de battı. Ulusların çöküşü geldi çattı! diye attıkları naralar gök kubbede asılı kaldı. Yoksullaşma, katlanan eşitsizlik, parçalanan ülkeler, söndürülmesin diye uğraştıkları yerel ve bölgesel savaş ateşleri, nihayet güzelim Akdeniz’i Ege’yi mülteci bebeklere mezar eden kibirli yapısal reformlar siyasetini savunacak halleri yok artık.
Bugünlerde dikkatimizi çeken şu ki, meşruiyet yoksunu liberaller, Atlantik merkezlerinin gücünü tazeleyebilmek, kendilerini yeniden var edebilmek için epeyce gayretteler. Bu cenahtan kimilerinin Atatürk’ten dem vurmaya başlamış olmaları, gerçekten tuhaf. Tuhaf, çünkü Atatürk Türk Öğün, Çalış, Güven diyen bir ulusal önder; küreselci liberaller ise bırakınız yapsınlar, bırakınız yönetsinler diyen küresel aktör ve işbirlikçiler…
Bakalım neo-liberaller Atatürk’le aldatmayı başarabilecekler mi? Hiç sanmıyorum ama izleyip görelim.
[BAG, Aydınlık, 24 Ekim 2018]

21 Ekim 2018 Pazar

ETNİKÇİLER


Bizde bölge yönetimi heveslileri hiç eksik olmadı. Önceki yazımda bunları yazdım. Bölgeciler, peşinde oldukları şemayı kurabilseler, ortaya çıkacak olan şey eyaletlere ayrılmış, yani “ülkesi bakımından bölünmüş” federal bir Türkiye’dir.
Bölgecilerle at başı iş gören etnikçiler de hiç eksik olmadı. Etnikçilerin şeması, bölgecilerle paslaşarak kurulur. Ama onlar başka bir boyutu işleyip dururlar. Gözlerini toprak üstünde bölme operasyonlarından, insanlar arasında bölünmeye yani “milleti bakımından bölünmüş” bir Türkiye yaratmaya çevirmişlerdir.
Bölgecilerin federal şemaları yediden yetmiş yediye herkesçe gözde canlandırılır da, etnikçilerin şemaları bir türlü gözde canlanmaz. Zaten onlar da nihai hal anlaşılmasın diye ellerinden geleni yaparlar.
*
Siyasi egemenin Türk Milleti ve ulusal-resmî dilin Türkçe olması, onlar için tek renkliliktir, öbür renklerin inkârıdır, ırkçılıktır, faşistliktir, vb. vb. İşin bu yönü yeterince açık biçimde biliyor.
Önerileri de vardır.
Türk Milleti değil Türkiye Milleti dense, iyi yönetim gelir. Türkçe tahtından edilse, anadillerde eğitim gelse, yani etnik dillere anayasada resmî statü verilse, kötü yönetim biter. Anayasa’da devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkese Türk vatandaşı değil de, TC vatandaşı – Türkiye vatandaşı dense ya da Türk lafı silinip sıfatsız niteliksiz sadece “vatandaş” dense özgürlük ve barış devri açılır. Yeter ki ülkemizde milleti bakımından Türk’lük sıfatını terk edelim.
*
PKK/HDP tarafı buna ‘demokratik millet tanımı getirmek’ der.
Parlamentodaki siyasi partilerin topu - AKP’si, CHP’si, İYİP’i, Saadet’i resmi belgelerine, aynı anlama gelen, anlamı etnikçilerin öneriler manzumesinden ibaret olan ‘anayasal eşit vatandaşlık’ formülünü yerleştirir.
Okullardan Andımız’ın kaldırılması, bu sessiz oydaşmanın en baş nişanesi olmuştur. Eşit [yani etnik] vatandaşlık/yurttaşlık oydaşmasının nişanesi… Türk Milleti’nin egemenlik yetkisini, Türk Milleti sıfatını ortadan kaldırarak yok etme oydaşmasının nişanesi!
*
Etnikçiler, önerilerinin nasıl bir şema yaratacağını hiçbir zaman açıkça söylemediler.
Ümmetçiler bu yolun kendi dini devlet yolunu açacağı hülyası içinde, liberaller küreselleşmeyle nihai kucaklaşmalarını gerçekleştirecekleri düşüyle, çeşitli nedenlerle Türklükle başı hoş olmayanlar da intikam hevesleriyle aynı yerde saf tuttular. Bunlar işin nihai şema her halükarda iyi olacaktı.
Etrafta böyle yapalım, ne olur ki! diyen empati şampiyonu kimseler bol miktarda mevcuttu. Hem eşit vatandaşlık/yurttaşlık idi madem bu, nesi kötü olabilirdi ki! Kendilerinin realist, rasyonel olduklarını iddia eden bu empatikler de, “peki, ortaya nasıl bir nihai yapı çıkacak?” diye sormayı nedense hiç akıl etmediler.
*
Bunlar, peşinde koştukları sistemin şu nihai görüntüsünü söylemediler, söylemeyecekler.
Hedef tahtalarında, Anayasa’da madde 3’te bağlanmış olan ülkesi ve milleti bakımından bölünmez bütünlük ilkesi var. Yani (1) Türkiye toprağı üzerinde üniterdir; bölgesel siyasi özerklik olmaz; federalizm olmaz -ülkesi bakımından bölünmez. Bölgeciler, olsun diyorlar. (2) Türkiye halkı tek ulustur; etnik siyasi özerklik olmaz; çok-milletlilik olmaz. -milleti bakımından bölünmez. Etnikçiler, Türk Milletini silelim, egemenliği etnikler arasında paylaştıralım diyorlar.
Bize düşen, böyle yaparsak ortaya nasıl bir ülke/toplum çıkar, gözümüzde canlandırmak. Bir tarafta üniter ve ulusal devlet, karşıda eyaletler ve çok-millet…
Andımız’a olanlar, bu tarihsel mücadelenin dışavurumundan ibaret.
[BAG, Aydınlık, 21 Ekim 2018]


17 Ekim 2018 Çarşamba

BÖLGECİLER


Bizde bölge yönetimi heveslileri hiç eksik olmadı.
Görünürde demirden devlet yanlısı 12 Eylül Rejimi, bölge hevesi bakımından ilk sıralarda yer alır. 1980’lerin başında bir kararnameyle ülkeyi sekiz bölgeye ayırmışlardı. Her birinde birer bölge valiliği kurmuşlardı. Gerekçeleri daha iyi yönetmek, işleri daha sıkı tutmak, kaynakları daha etkin kullanmak gibi “aklî” laflardı. Bu işi 81 numaralı kararnameyle yaptılar.  Tepedeki bölgeci klik büyük adım atmıştı atmasına da, bu adımı tamamlamayı başaramamıştı. Kararnameleri sekiz ay sonra da iptal edildi ve bölge valiliği genel yönetim yapımıza yerleştirilemedi.
Ama aynı dönemde adalet alanımız bölgelendi. İdari yargı için bölge idare mahkemeleri sistemi kuruldu.
*
Sonraki yıllarda bölge heveslilerinin bir numaralı resmî sözcüsü AB oldu. 2000’li yılların İlerleme Raporlarında, AB Türkiye’ye bölgeleşme ödevleri verdi durdu.
Genel yönetim sistemini bölgeleştirmek, besbelli ki zor görünüyordu. Aslına bakarsanız esas istedikleri, Türkiye’de özerk bölge meclisleri sistemi kurmaktı. Ama Türkiye’de eyaletleşmenin nasıl bir tehdit olduğunu herkes, yediden yetmiş yediye herkes çok açık görüyordu; dolayısıyla bu isteği doğrudan ve resmen dile getiremediler.   
AB’nin sömürgeci edalı raporları, pragmatik yollara yoğunlaştı. İki kurumsal zafer elde etti. Birincisi, 2005 yılında bölge kalkınma ajansları adı verilen yapılar yaratılmasını sağladılar. İkincisi, 2015 yılından itibaren ilk derece mahkemelerimizle Yargıtay’ın arasına, istinaf mahkemesi adıyla bölge adli mahkemesi yerleştirmeyi başardılar.
*
Süresi neredeyse 20 yıla yaklaşan AKP iktidarlarında yerli bölgeci klik de boş durmadı. Kimi başbakan yardımcılarının zaman zaman seçimli valilik sisteminden söz ettiğini duyduk. Kimi cumhurbaşkanı danışmanları güçlendirilmiş yerel özerklik laflarını sarf etmekten geri durmadılar.
*
2005’te, AB’nin doğrudan ve açık isteği doğrultusunda, Belediye Kanunu gibi yerel yönetim yasalarında çok kritik bir değişiklik yapıldı. Belediye ve il özel idaresi, kendi yasalarında  “idari ve mali açıdan özerk kuruluşlar” diye tanımlandı. Oysa Anayasa bunları özerklikleri bakımından değil, idari vesayet sistemi bakımından tanımlıyordu, halen de öyle tanımlar. Gelin görün ki AB’nin anayasaya aykırı olan bu isteğine karşı koyulmadı ve kimi hukukçular bile siyasetin ‘hallederiz hallederiz’ pratikliğine katıldı.
Sonra, 2012’de çıkarılan başka bir yasa 2014’te uygulamaya girdi ve büyükşehir sistemi genişledikçe genişledi. Büyükşehirlerin sayısı 30’a çıktı; daha önemlisi bu belediyelerin sınırları il sınırlarıyla çakıştırıldı. İller, belediye yönetimleri bakımından özerkleştirildi. Bölge heveslileri ile özerk yerelciler gidişatı kutladılar. Bu yeniliği, eyaletleşme hedefleri bakımından çok dolambaçlı olsa da yol temizliği saydılar.
Öyle ya! İlde valiyi kaldırıversen, iller “idari ve mali özerk belediyeleriyle birer bölge özerk yönetimidirler! Son adım siyaseten olmasa da işlem bakımından çok kolay.
*
Gelişmeler kabaca yukarıdaki gibi.
Gerçek ise Türkiye’nin bölgelere ihtiyacı olmadığı. Genel yönetim bakımından da, iktisadi ve adli bakımdan da bölge ara kademesine ihtiyacımız yok. Aklî gerekçeler gösteriyor ki bu kademe israf, karmaşa ve hizmetlerde eşitsizliklerin hızla artması demektir. Siyasi gerekçeler de gösteriyor ki, eyaletçilik Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü için tehlikelidir.
[BAG, Aydınlık, 17 Ekim 2018]

10 Ekim 2018 Çarşamba

TABANDA İTTİFAK AYIBI


Parlamentonun muhalefet partileri, yerel seçimlerde ittifak yapacaklar yapmasına da, bu ittifakların hesabını veremeyeceklerini düşündükleri için ilginç bir formülle konuşuyorlar. Tabanda ittifak diyorlar. CHP sözcüleri de, İYİP adına konuşanlar da, galiba HDP tarafında söz edenler de, böyle bir kaçgınlığın ardına sığınmış durumdalar.
Belli ki, önümüzdeki yerel seçimlerde birbirleriyle açıkça ittifak yapmaya cesaret edemiyorlar.
Cesaretlerini kıran şey, anlaşıldığı kadarıyla “tabanın tepkisi”.
*
CHP yönetiminin 2014’de cumhurbaşkanlığı için Ekmeleddin İhsanoğlu gibi bir adaya, sonra 2015’deki iki seçimde “şimdi cemaate destek zamanı” ya da “her aileden bir kişi HDP’ye oy vermeli” cinliğiyle o kadar alıştırmaya çalışmasına karşın, tabanın öfkesi parti yöneticilerinin cesaretlerini kırıyor. CHP yönetimi yaptığı denemelerde arzu edilen sonuca ulaşamadı. Tabandan ikna edilenler oldu; ama herkes biliyor ki, işte bu kadar! Bu taban bundan fazla kaymaz!
İYİP bakımından da durum farklı değil. Hatta İYİP tabanı, 24 Haziran 2018’in ertesinde “CHP ile ittifak bize zarar verdi” diyen parti yöneticilerini duydu. Besbelli ki bir kısmı buna yerden göğe hak verdi.
Etnikçi siyasetle hiçbir yere varamayacağını çoktan görmüş olan HDP, sırtını dayadığı kanlı mirası, bir süre “Biz’ler Siyaseti”yle aşmaya çalıştı. Böylece suçuna başka etnik grupları da katmaya çalıştı. Kültürel özerklik kışkırtmasını yaymaya gayret etti. Hep birlikte yaşayıp gördük, bunu hiç tutturamadı. Şimdi PKK ve kollarının Türkiye’yi ABD silahlarıyla Suriye’den ve Irak’tan kuşatıp kuşatamayacağının merakı içinde bekliyor. HDP çatısının varlığını sürdürebilmesi için, aynı cemaatçiler gibi, CHP’nin yorgun sırtına ve İYİP’in yalpalayan bacaklarına yapışmaktan başka çaresi yok. Gelin görün ki HDP tabanı hepsinden bıkkın.
Saadet Partisi’nin şişirme ‘bilge başkan’lı hali ise, CHP – İYİP – HDP’ye Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı adayı olarak kabul ettirme girişiminden bu yana zaten sıfırı tüketmişti.
*
Böyle bir manzara içinde, partilerin tepesinde güç kullananlar, Mart 2018 seçimleri için yanyana gelerek açıkça, yüksek sesle, planla-programla ittifak kurmaktan söz edemiyorlar. Nedeni, tabanlarından korkmaları.
Ama tam burada karşımıza büyük bir soru işareti dikiliyor. Bu ittifakları taban istemiyorsa, sözkonusu partiler nasıl “tabanda ittifak”tan söz edebiliyorlar?
*
Bu durumun nedeni, Türkiye’yi saran FETÖ ruhunun siyaset üzerindeki bozucu etkisi olabilir mi dersiniz? Olmadığı biri gibi görünmeyi dert saymama, gerçekte yapmak istediği şeyi yapmıyormuş gibi gösterme, kendisi hakkında hiçbir gerçeği söylememeinkar ve inkar… Öyle görünüyor ki, tek tek bireylerde tanık olunduğunda iç bulandıran bu tarz, şimdi siyasette alenen boy gösteriyor.
*
Böyle olmaz.  
İttifak, tarafların siyasal sorumluluğu üstlenmeleri gereken tavırdır. Tabanda ittifak falan deyip, ittifakların sorumluluğundan kaçmak olmaz.
Siyasetin kurumları birbirlerine, ondan da önce kendi üyelerine ve seçmenlerine açık, samimi, dürüst ve her kararları gerekçelendirilmiş davranmak zorundalar. O gerekçeler yarın tarihe karşı verilecek hesabın da defterleridir. Ya değilse, kokuşmanın ta orta yerine düşmüşüz demektir.
[BAG, Aydınlık, 10 Ekim 2018]