30 Eylül 2014 Salı

KIRIKOĞLU'NA TEŞEKKÜR


Cumhuriyet Halk Partisi, güçlü genel sekreterlik modeline göre örgütlendiği 2010 yılına kadar 8 genel başkana ve 23 genel sekretere sahip olmuş. Genel sekreterlerden biri, 1971 – 1973 arasında görev yapan Kamil KIRIKOĞLU. Yaşamını 65 yaşındayken 1979’da yitiren Kırıkoğlu’nun 23. Kurultay konuşması çarpıcı.

27 Kasım 1976’da toplanan Kurultay’ın önemi, Altı Ok’a yeni altı-ilke eklemesi yapan bir Program taslağı getirilip, partinin Sosyalist Enternasyonal üyeliğinin kabul edilmesinde gizli. İşte bu Kurultay’da Kırıkoğlu günümüzde her yanı sarmış olan “tematik sıralama” yerine genelden özele “analitik sıralama”nın etkileyici bir örneği olarak, önerilerini dünya koşullarının çözümlemesiyle başlatan bir konuşma yapmıştı.

Dünya Koşulları
“Küçülen dünyamızda ülke içi sorunlar, uluslararası gruplaşmalar ve çıkar çatışmalarının bir uzantısı haline gelmiştir. Bu olgu, özellikle dışa bağımlılıktan doğan sorunları gittikçe büyüyen ülkemiz için fazlasıyla geçerlidir. Çözümleme önerilerinde bu kriterin gözden kaçırılmaması gerekir.”
Bugün sıkı sıkıya sarılmamız gereken bir düşünme tarzı. Kırıkoğlu bu sözlerle, son yıllarda “küreselleşme kaçınılmazdır, sakıncalarından sakınıp fırsatlarından yararlanalım” diyen teslimiyetçi fırsatçılıktan pek farklı bir yaklaşım sergiliyor. Aklı memlekete odaklı. Dünya koşullarındaki yoğunlaşmayı bağımlılık gerçeğimizle etkileşimi bakımından değerlendirmeliyiz diyor. “Türkiye üçüncü dünyanın ülkeleri saflarına katılmalıdır”. OECD ve Uluslararası Enerji Ajansı, NATO ve AET ile ABD ilişkilerimize açıklık kazandırmamız gerektiğini söylüyor. Fransa ve Yunanistan gibi NATO’nun askeri kanadından çekilme cesareti göstermemiz, AET ile imzalanmış “Katma Protokol”ün ıslahı yoluna giderek bu kurumla Akdeniz ülkeleri arasında kurulan rejime benzer yeni bir ilişki sistemine gitmemiz gerektiğini dile getiriyor. Bunun Batı ile aktif ve olumlu ilişkiler kurmamıza engel değil, aksine yardımcı olacağını ilan ediyor.

İslamcı Akımlar
“Türkiye’de faşizm kitle tabanından tamamen yoksun olduğu için sadece teröre dayalı bir hareket olarak belirmekte ve bu niteliğiyle emperyalizmin ve kapitalizmin en karanlık oyunlarına alet olan tehlikeli bir özellik kazanmaktadır. Buna karşılık belli bir kitle tabanına sahip olan… İslamcı akım… kapitalizmin gelişmesinden ve emperyalizmin milli sınır tanımayan baskısından yılgınlığa kapılan küçük ve orta mülk sahiplerinin tepkisini emin kanallara ve giderek sermayenin hizmetine yöneltmek gibi bir görev yüklenmiştir.”
Çok önemli değil mi? Daha 1976 tarihli konuşmasında Kırıkoğlu, “bu tepkinin büyük sermaye, dış çıkar çevreleri ve faşizmin hizmetine sevk edilmesini önlemek için çaba sarf edilmesi” uyarısı yapmaktadır. Bunun, gerçekçi ve sosyo-ekonomik politikalar geliştirmekle başarılacağı görüşünde.

Programımız Ne Olmalı?

Kırıkoğlu için diğer temel başlıklar da şunlar:
* Sağın ittifaklar cephesine karşı, CHP’nin kendi dışındaki ilerici güçlerle sürekli koalisyon olanaklarını geliştirmesi gerekir.
* Fikir ve örgütlenme özgürlüğü, belli çıkar çevreleriyle dıştaki tekelci ortaklarının mali güçlerine ve politikadaki ustalıklarına karşı en etkili mücadele aracıdır.
* Emekçi kesimler arasında yüzyıllardır ekilmiş nifak tohumlarına ve çelişkilere karşı “halkın birliği ilkesi”yle adil bir düzenin kurulması için çalışılmalıdır.
* Bürokratik değil demokratik devletçilik, çok uluslu dev şirketler ağı karşısında nefes alabilmenin ve kalkınmanın gereğidir. Planlı bir ekonomik düzen, çıkış yolumuzdur.
* Güçlü sendikacılık ve tarımda demokratik kooperatifçilik, demokrasinin gelişmesi için zorunlu iktisadi temeldir.
* Bugün bütün dünyada demokrasinin işlemesini engelleyen en büyük tehlike, solun iktidarına karşı kanlı darbeler hazırlamaktan dahi geri kalmayan uluslararası sermaye ve işbirlikçileri gerçeğidir. Bu nedenle, salt ekonomik gerekçelerle değil, demokrasinin güvence altına alınması için de… 
Bilmeli ve Anımsamalı

Siyaset ve CHP deneyimini öğrenmemizi sağlayanlara teşekkür borcumuz büyük. Bunlardan biri olarak Tanju CILIZOĞLU’nun Kırık Politika –Anılarla Kamil Kırıkoğlu başlıklı kitabına teşekkür borcumuz çok.

Gerçekten de, her kuşak ve her yetkili, kendisinden önceki deneyimi bilmeli. Karşımıza çıkan sorunların hemen hiçbiri, insanlığın ilk kez karşılaştığı sorunlar değil. Aksine, bunlar daha önceden mutlaka görülmüş ve zaman zaman da pek güzel çiğnenip çözüme erdirilmiş sakızlar.


29 Eylül 2014 Pazartesi

ÜÇ KRİTER KIRILMASI


ABD’nin başkentinde Ortadoğuda Kürt Realitesi: Risk, Beklenti, Fırsatlar başlığıyla bir toplantı düzenlenmiş. Toplantı orada ama ev sahibi ABD değil, HDP Washington Temsilciliği. Konuşanlar da İran hariç Türkiye, Irak, Suriye’deki Kürtçü siyasetlerin temsilcileri, yabancı kimse yok.

Toplantı, HDP tarafından düzenlenen “2. Kürt Konferansı” olarak duyuruldu. Bu parti toplantısına başka partilerden gelen tek temsilci CHP’den, başka bir siyasal partiden ne üst ne alt düzeyden temsilci var.

CHP temsilcisi, partinin Ortadoğu sorunu ve ABD-Ortadoğu ilişkileri ekseninde değil de, “realitenin Türkiye parçası” üzerinde konuşacak.

Temsilci Tanrıkulu Milliyet Gazetesi’ne yaptığı açıklamada, CHP’nin Türkiye’de Kürt sorununa üç çözümü olduğunu söyleyeceğini belirtmiş: (1) yurttaşlık meselesinde eşit vatandaşlık, (2) Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın (AYYÖŞ) uygulanması, (3) anadilde eğitimin kabulü.

28 Eyl 2014
ANLAM ve SORUNLARI

Eşit vatandaşlık, ulusal yurttaşlığın yarattığı engeli aşma formülü, temsilciye göre. Çözüm, bireysel haklara değil etnik/dinsel topluluk statülerine dayanan yurttaşlık sisteminin getirilmesinde. Başka bir adlandırmayla “anayasal vatandaşlık”ta. Yani, PKK/HDP tarafından savunulan, AKP’ce benimsenmiş, AB-D çevrelerinin destek verdiği yol. Ulusal yurttaşlığı kuran “Türk vatandaşlığı”nı kaldırmayı, yerine TC’liği getirmeyi, etnik toplulukların anadillerine resmi dil statüsü vermeyi öngören yol. Yeni Anayasa’da yapılmak istenen şey. CHP Programı bireysel haklara dayanan ulusal vatandaşlığı, yani yurttaşların eşitliği ilkesini benimsediği için, geçtiğimiz yıl Anayasa Komisyonu’nda CHP tarafından reddedilmiş olan formül.

AYYÖŞ’ün uygulanması, “Kürt Sorunu”nu çözümü için ikinci kriter. Temsilci bu açıklamasında da, AYYÖŞ’ün Türkiye’nin tüm yerel yönetimlerinde uygulanarak halkın katılımını artıracağını söylemiş. Ama “Kürt Sorunu” için neden ayrıca işe yarayacağını daha önceden yaptığı gibi şimdi de açıklamamış. Biz söyleyelim. 

AYYÖŞ 1995 yılında yapılan bir yorumla “yerellik esası” –subsidiarite- yönünde kullanılabilen bir araca dönüştü. Avrupa Konseyi’nde baskın kesim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi amacını “yerel yönetimlerin federal ilkeye göre örgütlenmesi”ne bağlamış durumda. Bunlar Türkiye’ye gönderdikleri heyetler ve Türkiye için hazırladıkları raporlarla anayasa değişikliği isterler. Onlara göre AYYÖŞ’ün uygulaması için Anayasa’da idare bölümünü değiştirmek gerekiyor. Somutça, “idarenin bütünlüğü” ilkesinin ve “idari vesayet” kurumunun kaldırılması; Anayasa’ya merkeziyet yerine “yerellik ilkesi”nin yerleştirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla “AYYÖŞ uygulansın” demek, Yeni Anayasa için CHP tavrını şimdiden teslim almak anlamına geliyor.

Anadilde eğitimin kabulü, bir üst düzey yöneticinin kamuoyunun göz ve kulakları önünde Parti Programı’nı ihlal etmesine son kanıtı oluşturuyor. Üstelik bu ihlal bir yabancı ülkede ilanen yapılarak, Parti önümüzdeki günlerde ortaya çıkabilecek tartışmalarda fena halde açığa düşürülmüş oluyor. CHP Programı, anadilin öğrenilmesini kabul eder; anadilde eğitimi ise anadillerin resmi dil haline getirilmesini gerektiren siyasal-hukuksal işlerden biri olması nedeniyle benimsemez.

ÇÖZÜM TANIMDA GİZLİ

Kürt sorununda ilk sorun, adlandırılışı bir yana, tanımlanışında. Kürt sorunu nedir? sorusuna verilecek yanıt, çözümleri de belirliyor.

Şimdi, 2014 yılında ve geleceğe doğru, “özgürlük ve demokrasi sorunudur” diye yanıt verirseniz (1) ulusal yapıyı –Türk vatandaşlığını-, (2) üniter yapıyı –idarenin bütünlüğünü-, (3) kamu örgütlenmesinde –eğitim, yargı, vb…- tek hukuk düzenini çözmeyi/çeşitlendirmeyi yani bunları dağıtmayı kabul edersiniz. AKP bunları becereceği zamanın sistemine “Yeni Türkiye”, PKK/HDP ise “Yeni Yaşam” diyor. HDP konuğu CHP temsilcisi bu yolu öneriyor.

Soruya, 12 Eylül 1980 politikalarıyla yok edilmiş bireysel kültürel hakların sahipliği ve kullanımında alınmış mesafeyi göz önünde bulundurup, şimdi, 2014 yılında ve geleceğe doğru, bu bir “devlet, toprak ve sınır sorunudur” derseniz, o zaman konuya uluslararası/bölgesel sorun tanısı koyabilirsiniz. O vakit akıllar, özgürlükçü ve eşitlikçi bir yeniden yapılanma için ulusal ve üniter yapıyı pekiştirecek politikaları kolayca seçecektir. CHP programı da bu yolu öngörüyor.

HDP’ye misafirlik, güncel tutum - Program arasındaki çatışmayı, işte böyle hızla ve açıkça gözler önüne sermiş bulunuyor.


22 Eylül 2014 Pazartesi

ULUSALCILIK İÇİN BİR SÖZLÜK ÇALIŞMASI



Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili

Bugünkü sıcak tartışmalar pekçok şeye takılıyor. Ama herhalde konuşmaları hızla bir kör dövüşüne çeviren unsur, kullanılan sözcüklere farklı anlamlar yüklenmiş olması. Siyasi ve medyatik saldırılar öyle boyutlarda ki ‘ulusalcıyım’ demek cesaret işi.

“Milliyetçiyim” diyen kimilerine göre ulusalcılık uydurmasyon!

Biri ‘yok öyle bi şey’ derken, F Tipi Emniyet daha 2007’de var-yok demeden ulusalcılığı terörist akımlar arasına almış. Biri ‘biz milliyetçiyiz, ulusalcı değil’ diye incelmiş anlam çizgileri çekerken, bir zamanların komünizmle mücadele dernekçileri ile bugünün şöhretli sağ-sol liberalleri, mücadelelerinin hedefine ulusalcılığı oturtmuş durumdalar.

Hedef etmişlere göre ulusalcılık bir dizi kötü şey: 
(1) Asimilasyon, inkar, imhacılık; yani ırkçılık, faşistlik, şovenizm;
(2) vesayetçilik, askercilik, darbecilik,
(3) küreselleşen dünyaya sırtını dönüp içe kapanmak, yani Batıya sırt dönmek,
(4) küresel serbest piyasacılığa karşı devletçilik,
(5) hepsiyle birlikte 1930’lar takıntısı!
Ulusalcılara göre ise bu düşünce bir dizi iyi şey: 
(1) Küreselci sömürgeciliğe direniş ve dünyadan eşit uluslararası ilişki talebi,
(2) ülkenin siyasal – iktisadi bağımsızlığı,
(3) kon/federasyonculuğa karşı üniter devlet,
(4) çok resmi dilliliğe ve çok-hukukluluk gericiliğine karşı ulusal vatandaşlık sisteminde yurttaşların eşitliği,
(5) laik Cumhuriyet’le özgürleşme,
(6) planla, gelir dağılımı adaletiyle büyük kalkınma.
Tartışma şiddetli, kapsamlı, derin.

Bunun altından kalkmak için temel taşları tek tek dizmek, sözcüklerle terim ve kavramları netleştirmek gerek. Aklı ve sözü netleştirelim ki, politikaları inşa etmek için gerekli hızı kazanalım. Aşağıdaki tarama, bu görevi yerine getirmek için.

ARAPÇA – TÜRKÇE DÜNYASINDA DURUM

İsmet Zeki Eyüboğlu’nun 1998 tarihli Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü’nde ulus girişi var, ulusalcı girişi yok. 

Ulus sözcüğünün Kaşgarlı’da ve Uygurca’da yer aldığı bilgisini veriyor. Bölüm, kesim, pay, topluluk anlamında ülüş’ten doğduğunu; Uygurca’da uluş olarak ulus ve ülke, Kaşgarlı’da köy ve il anlamında yer aldığını ve Moğolca’da koyun sürüsü, halk, devlet anlamlarında kullanıldığını söylüyor.

Bu sözlükte millet girişi de var. Arapçadan gelen bu sözcüğün “gerçek anlamı: yazılmış, düzenlenmiş olan. Bir inanca, bir dine bağlı topluluk” diye belirtiliyor. 

Sözlükte milli girişi de açıklaması da yok.

Sevan Nişanyan’ın 2009 tarihli Çağdaş Türkçenin Etimoloji Sözlüğü'nde şu bilgiler var:
“Ulus -Nihai kökeni muhtemelen Türkçe olmakla birlikte Türkiye Türkçesine Moğolcadan alındığı muhakkaktır. Türk Dil Kurumu Tarama Sözlüğü’ne göre 14 – 18. yüzyıllarda göçebe aşireti, Türkmen kavmi demek. Türkiye Türkçesi’nde TDK 1945’te (Fransızca nation karşılığı olarak) millet diye yer almıştır. Yeni Türkçe’de ulusal, ulusçu, uluslararası, uluslarüstü gibi türemeleri vardır.

Ulusalcı -Yeni Türkçe’den, arşivlerde “1999’da geleneksel ulusçu/milliyetçi düşünceden farklı sayılan bir siyasi görüş olarak yer aldı. * 2000 yılı dolayında Mümtaz Soysal ve Doğu Perinçek tarafından popülerleştirildi.”

Millet girişinde, bunun 11 – 19. yüzyıllarda din, mezhep, bir din veya mezhebe mensup cemaat anlamına geldiği belirtiliyor. Fransızca nation karşılığı olan yeni anlamı Türkçeden modern Arap dillerine aktarılmıştır deniyor. Milli için burada da ayrı bir giriş yok.
Milliyet ise, 1900’de millet, kavmiyet anlamında kullanılır. “19. yüzyıl sonlarında Fransızca nation/nationalite kavramının karşılığını millet sözcüğünün geleneksel [dini topluluk] anlamından ayırd etmek için türetilmiş bir sözcüktür. Kamus-u Türki’ye göre kelimenin kendisi müvelled [uydurulmuş] olup kavmiyet anlamında kullanımı galattır. [yanlıştır]”

Ali Püsküllüoğlu’nun 2012 baskılı Türkçe Sözlük çalışmasında ulus “siyasal olarak örgütlenmiş… en geniş insan topluluğu” olarak tanımlanırken, ulusalcı = ulusçu diye verilmiş. Kavramlardaki yeni anlamlara ilişkin ipucu bulunmuyor. Millet girişi ise ulus ile eş anlamlı gösterilmiş.

Arapça – Türkçe terimler dünyası bakımından karşımızda iki sorun bulunuyor:

(1) Siyasal İslamcılar, ısrarla ulus değil millet terimini kullanırken Arapçayı Türkçeye yeğ tutma gösterisi yapıyorlar. Doğru, ama asıl olarak, millet terimini günümüzde ümmet ile anlattığımız dini mensubiyet anlamı nedeniyle yeğliyorlar. Bu siyasetçilerin milletin adını söylemekten kaçmalarının nedeni budur. Demek ki sözlükler “milletin eş anlamlısı ulus” dese de, siyaset bu ikisi arasına büyük bir anlam mesafesi koymuş durumdadır. Bir kesim, millet derken aslında ümmet demektedir. Millet sözcüğü, kastedilen milletin adı [Türk milleti] koyulduğunda bir ulusu anlattığından emin olabiliriz. Bundan kaçınıldığında ise, konuşan kişi millet dediğinde 'ümmet mi diyor, ulus mu?’ diye sormak zorundayız.

(2) Milliyet sözcüğü, 20. yüzyıl başında millet’in ümmet anlamından doğan karışıklığı gidermek nedeniyle türetilmiştir. Doğuşu bilimsel sınıflandırma ya da farklı ve özgün bir nesneyi adlandırma amaçlı değildir. Terimin dilbilimsel anlamda temelini göstermemiz güçtür. Kendisinden başka herhangi bir sözcük üretilmemiş olması, böyle bir arayışın verimli olmayacağını göstermektedir. Bu durumda, milliyetçilik sözcüğünün dinsel değil siyasal birlik olarak millet/ulus anlayışını savunma anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Zaman içinde farklı anlamlar yüklenmiş olmasını ise, ancak siyasal görüşler bağlamında açıklığa kavuşturabiliriz. Daha önemlisi, bir anlam kargaşasını gidermek üzere doğmuş bu terimi yerinde bırakarak, ulus konusunda başka sözcükler ile yol alabiliriz.

İNGİLİZCE – TÜRKÇE DÜNYASINDA

İngilizce sözcükler ile karşılaştırıldığında, karşımıza dört önemli sözcük çıkar.

NATION, Türkçe’de millet – ulus olarak çevrilen sözcük. “A nation” olarak tek bir ülke, “The nation” olarak da tek bir ülkede yaşayan insanların tümü anlamında kullanılıyor.

Bundan türetilen temel isimlerden biri nation-state. Türkçe’ye ulus-devlet diye çevrildi. Sözlüklerde anlamı, bir ulusun bir bölümünü değil tümünü kapsayan bağımsız devlet.

İngilizce sözlüklerde milletçilik – ulusçuluk diye çevrilebilecek “nationism gibi bir terim yer almıyor.

Nation adından national sıfatı, en çok türetme yapılan sıfat olmuş. Türkçe’ye milli- ulusal diye çevirdiğimiz “a national/nationals” İngilizce’de iki farklı anlama geliyor:
(1) Türkçe’de milli ya da ulusal olarak karşıladığımız; yerel – küresel - uluslararası olmayan, ülke düzlemini anlatan kavram. Ya da yabancı değil de yerli yani yalnızca ülkeye ilişkin şeyler anlamında. Örneğin yerel gazete - ulusal gazete ya da milli marş gibi.

(2) Bir ülkenin vatandaşı olan kişinin başka bir ülkede adlandırılışı, vatandaş anlamında. [Türkiye’de yaşayan bir Alman vatandaşı için –German national]

Türkçe’de çeviri bakımından tartışmalı terimlerimiz hep “national” ile ilgili. Nationalism, nationalist, nationalistic, nationality, nationalize….

Başlıca özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

NATIONAL – Milli/Ulusal. Türetilmiş sözcüklerin anlamları kendiliğinden açık değildir. Başka bir deyişle bunlar çoğu zaman tanımlama işlemine tabi tutulmuştur, anlamlara her zaman serbest çağrışım yoluyla erişilmesi güçtür.

Örneğin, national/milli/ulusal sıfatı genelde basitçe ulusla ilgili şeylere işaret eder. Ancak siyaset bilimi çerçevesinde örneğin national government/milli hükümet dendiğinde “özellikle bir kriz sırasında kurulan koalisyon hükümeti” gibi özel bir anlam kazanır. Ya da national anthem/milli marş, bir ülkenin resmi şarkısı anlamına gelir. National park/milli park dendiğinde ise kendisi ülkenin tümünü kapsamayan ama devlete merkezi yönetime ait olan geniş yeşil alanlar anlaşılır.

NATIONALISM – Millicilik/Ulusalcılık… İngilizce’de patriotizm, vatanseverlik bunun eş anlamlısı kabul edilir. Bu isim, istekler ve siyasal tavırlar dünyasına aittir. Anlamı, doğrudan tarihsel siyasal hareketlere ve bunlara karşı tutumlara bağlı olarak ortaya çıkar. Terimin yaygın kullanımında iki anlam bulunuyor:
(1) Bir ulusun siyasal bağımsızlığını istemek.
(2) “Millet aşkı” olarak kendi milletiyle gurur duyan, kendini üstün sayan şovenizm ya da etnik önyargı. Bu daha çok, olsa olsa sözlüklerde olmayan “nationism-milletçilik” gibi bir şey.
İlk anlamı savunanlar nationalist, ikinci anlamı savunanlar nationalistic [şovenist, jingoistic] olarak adlandırılıyorlar. Bu görüşün onaylanmadığını, ayıplanıp kınandığını ima eden ikinci sözcük –nationalistic- unutulmuş gibi. Böylece iki anlam tek ‘nationalist’ sözcüğünde kaynaşınca, bağımsızlıkçılık ile şovenizm aynı kapta gösterilir hale gelmiş bulunuyor.

İngilizce dilinin anayurtlarında “bağımsızlıkçı” olmak, bunların kendilerinden kurtulmak isteyen üçüncü dünya ülkelerini akla getirir. ABD 1700’lü yıllarda bu sorunu halletmiş, İngiltere’nin hiç böyle bir sorunu olmamış. O nedenle olsa gerek, “nationalism” deyince ulusal kurtuluş savaşlarını hiç görmemeyi yeğliyorlar. Sözcüğü ikinci anlama bulayarak yol alıyorlar.

Doğrudan kendilerinin tarihi olan sömürgecilik geleneklerinden doğmuş ırkçılığı, kendi çocukları olan Hitler, Mussolini, Franko faşizmlerini ve şimdilerde kendi anayurtları Avrupa’da kendilerinin yarattığı yabancı düşmanlığı kasırgalarını, “mazlum milletler”in bağımsızlıkçı ulusalcılığını karalamaya araç ediyorlar. Ya da çok haksızlık etmeyelim. Bindirme işini belki de onlardan çok, bu ülkelerin entelektüel ürünlerini “oralara özgü” değil de “evrensel ilke”ye işaret sayan azgelişmiş ülke aydınları yapıyorlar.

NATIONALITY –nationalities- yine iki farklı anlama gelen bir sözcük:
(1) Uyrukluk, vatandaşlık bağı. Bir kişinin bir devlete doğumla ya da hukuksal kabulle bağlanma durumu. [İngilizce öğrenilirken belki ilk duyulan şey: what’s your nationality?]
(2) Milliyetler, etnik topluluk. Bir ülkede aynı etnik kökenden gelen ve kendi etniğine dayalı siyasal varlığı olmayan topluluklar.

İkinci anlama Collins Cobuilt 1987, s. 956 girişinde şu iki cümle örnek verilmiştir: “… the nationalities inhabiting Tsarist Russia (Çarlık Rusyasında yaşayan milliyetler) … European nationalities struggling for cultural and political autonomy” (kültürel ve siyasal özerklik için çabalayan Avrupalı milliyetler).

Buna “kimlik” yaklaşımını benimseyenler “alt-kimlik” diyerek neoliberal ideoloji çerçevesinde bir politika yolu açmaktadırlar. 

Benzer biçimde PKK/HDP anlayışı bunun yerine “halklar” terimini kullanmayı yeğlemektedir. Böylece Birleşmiş Milletler jargonuna sığınıp kendi siyasal amaçlarını uluslararası anlaşmaların zorlayıcı şablonuna yerleştirerek yol almaya gayret etmektedirler.

NATIONALIZE, millileştirme/ulusallaştırma, bir şirket ya da sanayi işletmesini devlet mülkiyetine ya da hükümet kontrolüne alma işlemidir. ABD değilse de Avrupa bu işlemi iyi bilir. Ama 20. Yüzyılda üçüncü dünyanın “nationalized” işlemleriyle dünyanın pekçok ülkesinden kovulma kabuslarıyla da sırtları ürperir. Bu ürperti, küreselleşmeci ideolojinin bu hatırayı bir daha dirilmemek üzere gömülmesi için canhıraş çabalarının başlıca nedeni olmuştur.

TAŞ TAŞA DEĞMELİ Kİ…
AYDINLIK, 29 Eylül 2014
Aslına bakılırsa ulusalcılığa yönelik küfürlerin çeşitleriyle çokluğu ve saldırıların şiddeti, zamanın çıkış yolunu gösteriyor. Bu çıkış yolu ulusalcılıktır. Ulusalcılık zaman dışıymış, dar kalıpmış, marjinal duruşmuş diyenleri bir tarafa koymak gerekir. Bu, zamanımızın ideolojisidir; her yönüyle örmeye ve yükseltmeye hız vermeli.

21. yüzyıldayız. Tarih 2014. 

Bundan daha 25 yıl önce küreselcilik peydah oldu ve pek kısa bir sürede hem kendisini hem de dünyayı batırdı. Ulusala karşı yerellikleri yüceltti, etnik toplulukları cesaretlendirdi, tekellerin dünya hükümeti yönetiminde bugün sayıları 200 olan ulus-devletlerin yerine sayısı 2000’i aşacak devletçikler hayali kurdu, bu hayali barış içindeki dünyada zenginliği paylaşmak vaadiyle sattı. Ama işler öyle yürümedi, küresel piyasalar şişti, patladı patlayacak. Enerji kaynaklarını kontrol savaşı Afrika’yı ve Avrasya’yı kasıp kavurdu.

Dünya elbirlik yeni bir çıkış yolu arayışında. Ulusalcılık, bu arayışın şimdilik en etkili parçası. Bu parçanın taşlarını tek tek yerine yerleştirmeli. 

Taş taşa değmeli ki, kurulsun gelecek.

[BAG, 22 Eylül 2014] 


Kemalizm ve Sosyaller


Dr. Hasan İLERİ’nin incelemesi ilk kez 1999 yılında basılmış. 2011’de genişletilmiş ikinci baskısını okudum. Başlığı Türkiye’de Sosyal Demokrasi 1908-1998. Kitabı internet satışlarından elde etmek mümkün.

Kitabı okuyunca, çoğu zaman sergilediğimiz “-miş gibi yapmak” tavrını, sosyal demokrasi konusunda hastalık derecesinde yaptığımızı fark ettim. Biliyormuş gibi, çözüp halletmişiz gibi yapmaktan hastayız. Bu inceleme ne kadar çok öğretiyor; unutulanları anımsatıyor; en önemlisi de konunun ivedilikle ve derinlemesine ele alınması gerektiğini gösteriyor!

Türkiye’de Başlangıç Nerede?

Türkiye’de sosyal demokrasinin “kökü” kimilerine göre Fatih’in hoşgörüsünde, kimilerine göre Mithat Paşa’da, kimilerine göre Kemalizm’in bağrında. Yazar “hiçbiri” diyor.

Bizde ilk Sosyal Demokrat Fırka (SDF) 23 Aralık 1918’de Dr. Hasan Rıza tarafından kuruldu diyor, kuruluş izni Padişah Vahdettin’den. Wilson Prensiplerini benimseyen SDF Genel Başkanı “TBMM Reisi Muhterem Mustafa Kemal PaşaYoldaş”a mektup da yazmış. 1920 tarihli mektupta sosyal demokrasinin “alemşumul (evrensel) prensipleri”ni onbeş yıldan bu yana tetkik ve İstanbul’da tatbik ettiklerini belirtmiş, sosyal demokrat ilkeler gereğince ilişkide olmayı önermiş. Ankara kurtuluş savaşının ateşinde yanarken, İstanbul’dan gelen ‘temasta olalım’ diyen bir mektup! SDF Ankara tarafından feshedilmiş; 1925’te yeniden kurulmak istendiğinde “memleket idare ve siyasetine ters olduğundan” buna izin verilmemiş.

Bu bilgiler çok önemli.

Yazar böylece, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında “sosyal demokrasi” adlı bir akımın var olduğuna, bilindiğine, üstelik partileşerek somut varlık gösterdiğine dikkat çekiyor. Yani ‘o zamanlar bu akım bilinmiyordu’ diyenlerin sözlerini ağızlarından aldığı gibi, efsunlu başlangıçlar arayanlara da ‘daha fazla yorulmayın’ demiş oluyor. En önemlisi de bu ‘evrensel değerler’ pazarlamasının o dönemde Cumhuriyet’in kurucuları tarafından kabul görmediğini kanıtlıyor.

İkinci Kuşak Sosyal Demokrasi

İnceleme, 1946’da Türk Sosyal Demokrat Partisi adıyla bir kuruluşun daha doğduğu bilgisini veriyor. Genel Başkanı ilk parti kadrosuyla çalışmış olan Cemil Arif (Alpay). Aynı yıl bir sosyal demokrat parti daha kuruluyor; adı Sosyal Adalet Partisi. Yazar bu girişimleri “Türkiye sosyal demokrasisinde pek zayıf da olsa bir “46 ruhu” görülüyor” diye vurguluyor.

Üçüncü parti 1964’te kurulmuş ve bir buçuk yıl yaşadıktan sonra 1965 yılı sonunda CHP’ye katılmış olan Sosyal Demokrat Parti. Başında Sıtkı Ulay var. İncelemenin yazarı Sayın İleri diyor ki, “devlette önemli görevlerde bulunmuş ama sosyal demokrasiyle ilgisi olmayan kişiler”. Yazara göre bu, CHP’de kısa süre sonra doğacak “ortanın solu” adlı sosyal demokratlaşma sürecinin arefesinde ilginç bir atılım!

Diğer kuşakları görece biliyoruz diyelim… Üçüncü kuşakta Bülent Ecevit’in “ortanın solu”, “sosyal demokrasi”, “demokratik sol” dönüşümleriyle DSP oluşumu; dördüncü kuşakta “sosyal demokrasi” etiketiyle SODEP/SHP oluşumu var. SHP 1995’te CHP’ye katıldığına göre, oraya aktarılmış etkiler söz konusu. Bu bölümlerde resmi belgeler isabetle seçilmiş; özü bakımından incelenmiş; çok öğretici ve en önemlisi kritik önemde sorular soran satırlarla bezeli. İnceleme 2000 yılına kadar sürüyor.

Tartışmaya Davet Eden Görüş

Birinci ve ikinci kuşakta Altı Ok dışında ayrı parti olarak örgütlenmiş Sosyal Demokrat partilerin programları incelendiğinde şunlar görülüyor:

Bu görüş; 
(1) ‘ulusal bakış’la pek ilgili değil; milletlerarası işbirliğiyle daha çok ilgili. 
(2) Cumhuriyet, laiklik, milliyetçilik duyarlığı yok. 
(3) Sosyal güvenlikle yakından ilgili; işçi çalışma saatleri, örgütlenmesi, emeklilik hakları, işçi – işveren ilişkilerinin düzenlenmesi programının hemen başında yer alıyor. 
(4) Birey hakları anlayışı, etnik – dinsel özelliklere serbestiyet ile özel girişimcilik hakkını, mülkiyetin yaygınlaştırılmasını bütünleştirmiş durumda. 
(5) Vergide adalet, askerliğin kısaltılması, kadınların desteklenmesi ilgi alanında.

Dr. İleri’nin temel görüşü şu: Başlangıçta olduğu gibi, şimdi de sosyal demokrasi kendi özgün örgütlenmesini yapsın, CHP’yi dönüştürmekle uğraşmasın, çünkü günümüzde çok ihtiyacımız olan “Kemalist misyon, sosyal demokrasi ile taşınamaz”.

Tartışmaya değer, ne dersiniz?

[YENİ ADANA, 21 Eylül 2014]


AYYÖŞ ve Bonzai Etkisi



Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı (AYYÖŞ), 1988’de yürürlüğe girdi. Türkiye tarafından o yıl imzalandı ve 1992 yılında da TBMM tarafından onaylandı.

İmza tarihi olan 21 Kasım 1988’de hükümette ANAP, Turgut Özal Hükümeti vardı. TBMM’de onay 8 Mayıs 1991’de Yıldırım Akbulut hükümeti döneminde oldu. 3 Ekim 1992’de DYP-SHP hükümeti kararıyla 1 Nisan 1993’ten itibaren yürürlüğe girdi.

Şarta her devletin çekince koyma hakkı vardır. Türkiye de 10 cümleye çekince koymuştu. 3723 sayılı onay yasası, bunları kaldırma yetkisini Bakanlar Kurulu’na vermişti, yetki hala Bakanlar Kurulu’ndadır.

Çekinceler Ne Durumda?

2009 yılından beri İçişleri Bakanlığı’nın Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü ve TEPAV adlı kuruluş, aslında çekincelerin kaldırıldığını söylüyorlar. Toplam 10 cümleden 8’inin 2005 yılından bu yana çıkarılan yerel yönetim yasalarıyla iç mevzuata girdiği görüşündeler. Dolayısıyla Bakanlar Kurulu’nun bu cümlelere ilişkin kararı kaldırmasının bir formaliteden ibaret olduğunu savunuyorlar.

Doğru söylüyorlar.

Yerel yönetimlerle ilgili konuların planlanması ve kararlaştırılmasında (md 4.6) ve kaynak tahsisinde (md 9.6) bunlara danışılması, mahalli idare birliklerini tanımlayan 5355 sayılı yasanın 20. maddesiyle halledilmiş. Uluslararası birliklere üyelik (md 10.2) ve yabancı yerel yönetimlerle işbirliği hakkı (md. 10.3), Belediye Kanunu’nun 18. maddesiyle düzenlenmiş durumda. vb. vb….

Onlara göre çekincenin sürdüğü iki cümle var: İdari denetimin sınırlanmasını isteyen (md 8.3) hüküm ile yerel mali sistemin çeşitli ve esnek olmasını (md 9.4) öngören cümle.

O halde ortada iki önemli soru var:

Birincisi, AKP hükümetleri, neden yasalarla ortadan kaldırılmış çekinceleri silecek bir Bakanlar Kurulu kararı almıyor?

İkincisi, CHP yönetimi neden habire “biz çekinceleri tümüyle kaldıracağız” diye seçim vaadinde bulunuyor?

Şifreli Araç

Öyle görünüyor ki AKP, onun için pek basit olan Bakanlar Kurulu kararını erteleyerek, açılım/çözüm yolunda kendini kendi tabanından koruyor. Seçmenine istesem yaparım, ama bak, yapmıyorum işte! derken, açılım ortağına da gerekenleri zaten yaptık, işin özü Yeni Anayasa’da, o zaman toptan halledeceğiz diyor. AKP yönetimi Şart ve çekincelerden Yeni Anayasa’da yapmak istedikleri için yol yardımı alıyor.

CHP yönetimi ise biz çekinceleri tümüyle kaldıracağız diyerek açığa düşüyor. AKP çoğu çekincenin içini zaten boşaltmış; geriye durumun ilanı kalmış. “Ey AKP, Bakanlar Kurulu elinde, kaldır tüm çekinceleri” diye meydan okumak yetecek iken, hükümet üzerinde kullanılabilecek sıradan baskı aracını başlı başına bir seçim vaadi haline getiriyor. Şart ve çekinceler, CHP yönetimi için açılım/çözüm sürecinde yer almanın şifreli anlatım aracı olmuş görünüyor.

AYYÖŞ’lük…

Meselenin özü iki hükümde gizli.

Mali sistemle (md 9.4) ilgili çekince, ancak anayasayla ortadan kaldırılabilir. Aslında bunun denemesi 2007 anayasa değişikliği atağında yapılmıştı. Şimdiki mali desantralizasyon sistemi, mali federalizm yönünde değiştirilmek istenmişti; olmadı. Yeni anayasa gerek.

İdari denetimle (md 8.3) ilgili çekince de, anayasada idarenin bütünlüğü ilkesi durdukça kalkamaz. Buna karşın, 2005 yasalarında yerel yönetimlerin “idari ve mali özerk” oldukları yazıldı. Yasalarla Şart’ta subsidiarite denen yerellik ilkesine uygun bir tanım getirildi. Oysa Anayasa devlet için merkeziyet ilkesi der. Bu yerel yönetimleri de içine alır; böylece yerindenliğin federalizme açılması önlenmiş olur. Şimdi Anayasa merkeziyet diyor, yasalar ise yerellik. Ne deve ne kuş durumu! Devekuşu için Yeni Anayasa gerek.

Bu Şart, ülkenin üniterliği ve idarenin bütünlüğü ilkesi temelinde etkin – verimli – güçlü – demokratik yerel yönetim sistemi idealinin aracı olabilirdi. Ama AYYÖŞ, şimdilerde etnik kimliklere ve bölgesine statü hedefine kilitlenmiş Yeni Anayasa sıkışmasında, bütünlük-birlik ilkelerini kırmanın araçlarından birine dönüşmüş durumda.

Özetle. AYYÖŞ yerel yönetimlere çare değil. Niyeti bozmuş kimselerin, bilmeyenlere ve daha da kötüsü bilmediğini bilmeyenlere içirdikleri bir siyasal bonzai!


20 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Kez Daha "Ulus" ile "Milliyet"


Eski Yeni Şafak, şimdi Todays Zaman ile Taraf gazetesi yazarları Halk TV ekranından, CNN Türk programcıları ile bu grubun gazete yazarları kendi köşelerinden “Türk-Kürt eşit değildir dedi” saldırmasına hız verdiler. Daha o zaman elbirlik yaptıkları çarpıtmadan ötürü kendilerinden özür beklediğimi söylemiştim; özür bir yana bunca zaman sonra şimdi kampanyalarını genişletmeye giriştiler. Hatta son günlerde bunlara partim adına konuşan kimi yöneticiler de katıldı.

O zaman “karanlık bir kampanya” yürütüldüğünü söylemiştim, şimdi hep birlikte bu kampanyanın CHP’yi de içine çekme gayretinde olduğunu görüyoruz. O halde, niyetleri olmadığı için duyacaklarını sanmamakla birlikte, Türk ulusu adına savunmamızı bir kez daha dile getirmek görevimiz.

***

Etimolojik olarak ulus ile millet, biri öz Türkçe ikincisi Arapça sözcüklerdir. Ama kavram olarak aynı anlama gelmeyebilirler. Örneğin Osmanlı’da millet vardır; dini gruplara “x milleti” adı verilirdi. Ama Osmanlı’da “ulus” yoktur. Bu anlamda millet “dinsel” toplulukları anlatırken, ulus "dilsel" toplumları anlatır. Milliyet ise, 1900 tarihli Kamus-u Türki’ye göre, millet sözcüğünün dinsellikle bağlı ümmet sözcüğüne karışan anlamlarından kurtulabilmek için üretilmiş sözcüklerden biri. Bu yüzden etimolojik doğruluk aramak boş.

Zamanla millet/ulus aynı anlama geldi. Ta ki, AKP Genel Başkanı Erdoğan “millet”i isimsiz bırakıp bu sözcükle kendi tabanına Türk milletinden değil İslami ümmetten söz ettiği gizli mesajını verene kadar. Milliyet ise kendi başına kullanıldığında daha çok Batı dillerinde kullanılan “uyrukluk” karşılığı olarak dar anlamda kaldı. İngilizce öğrenmeye daha yeni başlarken sorulur ya “what is your nationality” diye, “hangi ülkedensin/ulustansın/milliyetin ne” anlamında! Bu sözcük asıl olarak “-cilik” ekini alan milliyetçilik sözüyle geniş bir kullanıma erişti.

Oysa sosyal bilimde “milliyet” özgün tarihsel kategorilerden biri. Elbette Batı bilim dünyasının kör kaldığı kategorilerden biri. Konuşulan sorun Batı biliminde “kimlik sorunu” diye adlandırılır. Doğu bilim dünyasında ise “ulus ya da milliyetler sorunu” kuramı çerçevesinde düşünülür. Türkçesi bir türlü yetmiyor anlaşılan, ulus ile milliyet İngilizcesiyle nation ile nationalities diye bilinir.

Ulus yeni zamanların kavramıdır. Bu, (1) aralarında biyolojik ve dinsel bağları olmayan çeşitli milliyetlerle etnik toplulukların, (2) ortak bir dil çevresinde, (3) iktisadi yaşam birliği temelinde kurdukları, (4) siyasal birliktir.

Milliyetler ise, tarihin eski zamanlarından bugüne gelir. Milliyetler, (1) soy/boy ve din bağlarına dayalıdırlar, (2) kendi dilleri vardır, (3) kendi içinde iktisadi yaşam birliği yoktur; üyeleri ülkenin herhangi bir yerinde ya da ülke dışında yaşayabilir, (4) toplumsal – kültürel yapıdır.

***

Ulus, büyük bir çadırdır. Etnik toplulukların büyük bölümü, ulusun dokusuna dönüşür. Bazı topluluklar ise farklılıklarının altını çizmek ısrarından vazgeçmez. Bizde bunlardan üçünün farklılığı, Lozan’da ‘azınlık statüsü’ olarak çizilmiştir. Lozan azınlıkları da dahil, bizde siyasal birliği oluşturan bu yapı Türk ulusu/milletidir.

Türkmen ve Yörük toplulukları, milliyet olarak varlıklarını ulusa devrederek sonlandırmışlardır. İradi olarak değil. Bin yıllık Anadolu tarihselliğinin sonucu olarak… Ulus hamuru için sağlam bir maya! Belki de bu nedenle Türk ulusu üzerinde “kuruculuk” iddiasında bulunmamış, kamu ya da özel sektörde hiçbir zaman “ayrıcalıklı” olmamışlardır. Gerçekten, bir tek sektör ya da siyasal alan gösterebilir misiniz ki, hukuken de fiilen de, orada olmak Türkmen ya da Yörük olma koşuluna bağlanmış olsun? Türk ulusunun “yapay” ya da “imal edilmiş” değil, tarihsel bir varlık olduğunun açık göstergelerinden biri, iradi değil tarihsel oluşum karakteridir.

***

Türk uluslaşması büyük ölçüde tamamlanmıştır. Bunun tek kural-dışı durumu, Kürt milliyeti ile ilgili siyasal taleplerdir. Kürtçü siyaset, ulusal yapı içinde “kimliğine statü” ve “bölgesine statü” için çalışmaktadır.

Kimliğe statü, anadilin resmi dil olarak kabulüdür. Yani toplumun federeleşmesi. “Türk ulusu” siyasi varlığının ortadan kaldırılması. Bölgeye statü, özerklik talebidir. Yani toprağın federeleşmesi. Üniter yapının ortadan kaldırılması, “bölgeli devlet ya da federasyon”a dönüştürülmesi.

Ulus içindeki milliyetlerden birini ulus ile eşit kılmak harekatı… Bu, Türkiye’de devlet – toprak – sınır sorunu çıkarmak ve kardeşi kardeşi kırdırtmaktan ibarettir. Bölücülük ve ayrılıkçılık harekatıdır.

Küresel sömürgeciliğin hizmetindeki birlik ve kardeşlik hilekarlığı…

[AYDINLIK, 14 Eylül 2014]

8 Eylül 2014 Pazartesi

-Basın Açıklaması


SİYASETTE TÜZÜĞE KARŞI HİLE
ve BİLİMDE DANIŞIKLI DÖVÜŞ KABUL EDİLEMEZ

BASIN AÇIKLAMASI
8 Eylül 2014

5-6 Eylül 2014 CHP 18. Olağanüstü Kurultay’ında genel başkanlık “cinsiyet kotası”nı kullanarak Tüzüğe karşı hile ve bilim insanları da muvazaa –danışıklı işler- tablosu içine düşmüşlerdir.

Cinsiyet kotasının, siyasette dezavantajlı konumda olan kadınlar için olumlu ayrımcılık yöntemi olduğu herkesçe bilinir. Kotaya ‘kadın’ denmemiş olması, erkek-egemen zihniyetten farkı vurgulamak ve gerçekten eşitlikçi bir anlayışın yükselmesi için taşınan iyi niyeti ilan etmek içindir. Cinsiyet kotası, siyasetin toplumsal bir ideal için öncü olduğuna ilişkin en güçlü işaretlerden biridir. Şimdi karşılaşılan “erkek kotası” uygulaması, büyük bir toplumsal ideal aracının sıradan örgütsel niyetler uğruna kırılıp atıldığını göstermektedir.

Tüzük’e göre toplam 60 üyeli Parti Meclisi, 52 kişilik kısım ile doğrudan genel başkan tarafından önerilen 12 kişilik Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu (BYKP) kısmından oluşur. Kurultay, 12 kişilik BYKP listeden 4 kişiyi eler, 8 kişiyi seçer. Cinsiyet Kotası bu iki kısım için ayrı ayrı uygulanır. Kotanın BYKP için ayrıca gerekli görülmesi, bilim – yönetim – kültür dünyasında kadın varlığının, kendine özgü nedenlerden ötürü başka yerlerden daha az sayıda ve daha fazla baskı altında olmasıdır.

Son yapılan 6 Eylül 2014 Olağanüstü Kurultayı’nda genel başkan, 12 kişilik adaylar önerisinde 9 kadın ile 3 erkek adaydan oluşturmuştur. Böylece, “cinsiyet kotası”nı genel gerçek amaca aykırı kullanarak, kabul edilemez bir yola başvurmuştur. Listelere baktığımızda, böyle bir kurgu yapılabileceğine ihtimal vermemiz mümkün olmadığı için olsa gerek, bir kurgu, seçim sonuçlarıyla birlikte ortaya dökülmüştür.

Genel Başkan tarafından doğrudan önerilen Sn. Mehmet BEKAROĞLU ile Sn. Sencer AYATA delege tarafından elenmişlerdir. Toplam 1119 delegenin kullandığı oylarda Sayın Ayata 9. sırada ve Sn. Bekaroğlu sonuncu olarak 12. sırada kalmış ve onay bulamamışlardır.

İki dönem BYKP listesinden seçilerek PM üyeliği yapmış bir bilim insanı olarak, Prof. Dr. Sencer AYATA ile Prof. Dr. Mehmet BEKAROĞLU’nu, siyasette yapılan bu yanlışı bilim insanları olarak düzeltmeye, örgütün iradesine saygıya ve PM üyeliğini kazanamadıklarını kabule davet ediyorum. Aksi halde kendileri, bilimin asla kabul edemeyeceği bir muvazaa –danışıklı dövüş- ilişkisi içinde oldukları suçlamasını kabul etmiş olacaklardır.

Cinsiyet kotasının Tüzük’e girmesinde siyasal sorumlu kişi ve Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu’nda iki dönem Parti Meclisi üyeliği yapmış bir bilim insanı olarak, genel başkanlık makamının Tüzük’e karşı hile yoluna başvurabilmesi, daha önce yaptığımız istifa davetinin yeni bir gerekçesi olmuştur.

Kamuoyuna saygıyla sunarım.

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER, 
CHP İzmir Milletvekili

2010-2014 PM BYKP Üyesi
2012 Tüzük değişikliğinde Kadın Örgütlenmesinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı.


2 Eylül 2014 Salı

AltıOku SosyalDemokrasiye Kırdırma Siyaseti


Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Mv. PM Üyesi

Neoliberaller sosyal demokrasinin çatlaklarından sızmış;
Altı Ok'u SD'ye kırdırmak gayretinde.
Zamanın olayı budur.


Cumhuriyet Halk Partisi’nin doğuşu ve yükselişi, sosyal demokratlıkla bağlı değildir. CHP’nin doğuşu, ulusal kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığı inşa etmek göreviyle bağlıdır.

Kurtuluş ve kuruluşun partisi olarak CHP’ye farklı sıfat eklemeleri 1965’te “ortanın solu”, 1974’te “demokratik sol” ve 1976’da “sosyal demokrat” biçiminde oldu. 1980’li yıllarda CHP’nin yasaklanması nedeniyle kurulan Halkçı Parti, Sosyal Demokrat Parti, Sosyaldemokrat Halkçı Parti ve Demokratik Sol Parti gibi yapılanmalar 1970’li yıllardaki sıfatların kurumsal hale gelmesiyle ortaya çıktı. 

Yeni sıfatlarla birlikte, CHP’ye “özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü, halkın kendini yönetmesi” gibi, sosyal demokrasiye ait olduğu ve ‘evrensel’ olduğu savunulan altı ilke daha eklendi.

Şimdi, eklenenler ile "doğuştan gelen"ler karşı karşıya getirilmek isteniyor.
2014 yılında, CHP’nin doğuş kaynağının gerçeklerine mi, yoksa küreselci – evrenselci değerlere göre mi tanımlanması gerektiği üzerine yine kapsamlı bir mücadele yürüyor. Ama şimdi bazı şeyler farklı.

Mücadelenin özü “saklı"
Partinin danışma kurullarında, yetkili kurullarda, kongre-kurultaylarda, parti basın – yayın organlarında yürüyen sistemli bir “ideolojik – fikirsel tartışma” yok. Kurullar mümkün olduğunca toplanmıyor. Mecburen toplandığında ise görüşmeler elgördülük, baştan savma yapılıyor.

Daha da önemlisi, parti yetkili kurullarının göstermelik halleri durumunda, en büyük soru ortaya çıkıyor: Alınan ve "uygulansın" denilen kararları kim alıyor? Ve elbette, bunlar parti kararı olmadığına göre, parti disiplini nasıl talep edilebiliyor?

Çalışma ortamı böyle olunca, Parti’nin karar öncesi tartışmaları ve karar sonrası değerlendirmeleri yapacağı gazete, dergi, bülten çıkarmasına da gerek kalmıyor. Nitekim bu dev kurumun böyle araçları yok.  

“Saklı mücadele” elbette açığa çıkıyor.

Kamuoyu bunu “her kafadan ayrı ses” diye görüyor; CHP yönetimi de bundan yararlanıp “disiplinsizlik, konuşanı yakacağım!” diyerek kendi ideolojik-siyasal konumunu zor yoluyla güçlendirmeye yöneliyor.

Oysa parti-içi demokrasi yok. Genel Başkanlığın “ben dedim, olacak” ve “ben yaptım, oldu” kararları var. Tüm kamuoyu bunu, seçmene “ben adayı belirledim, sen de tıpış tıpış oy vereceksin” tavrında ve sonra da "senin yüzünden kaybettik" suçlamasında kendisi yaşayıp gördü.

Süper yöntem! Hem dövüyorsun hem 'vurmasana'! diye çığlığı basıyorsun.

Ama “ben yaptım oldu"culuk, yalnızca davranış hatası değil.

Bu yolla, CHP’nin dönüştürülmesi adı verilen güdümlü bir siyaset yürüyor. Başka boyutları da var ama, bu siyasetin ağırlıklı bir boyutu “partiyi sosyal demokratlaştırmak, evrensel değerlere bağlamak” olarak ilan edilmiş durumda.
AYDINLIK, 4 Eylül 2014

Bu hedef, Altı Ok ve Kemalizm/Atatürkçülük olarak bilinen omurganın, bu yönde yeniden yorumlanacağı da ilan edildi. 

Oysa bizler için Altı Ok’un “halkçılık” oku, sosyal demokrasiyi kabullenmemizin gerekçesi idi. Omurgamıza uygundu. Bunu benimseyerek Batı’daki ve dünyadaki benzer partilerle enternasyonalist bağlarımızı geliştiriyorduk. 

Şimdi durum böyle değil.
Sosyal demokrasinin evrensel değerleri adına, Altı Ok değiştirilmek isteniyor. Bu değişiklik, Altı Ok’u kırıp atmak anlamına geliyor.

Durum 4 gösterge çerçevesinde şöyle açıklanabilir.  

(1) SOSYAL DEMOKRASİ EVRENSEL DEĞİLDİR

Sosyal demokrasi Marksizm’den koparak doğdu; bir sapma. “Sapma”ların evrensel değer türetmesi güçtür... Hadi bunu bir yana koyarak, "belki de olur" deyip uygulamaya bakalım.

Sosyal demokrasi Batı Avrupalı. Dünyanın şu ya da bu köşesinde belirmiş değil; Avrupa’nın da tüm ülkelerine değil, birkaçına özgü.

Ulusal kurtuluş savaşları, bundan daha fazla sayıda ülkede ve Avrupa hariç tüm kıtalarda ortaya çıktı. Onlarca farklı örnek yaşandı; bağımsızlık - egemenlik - sömürge olmama - topyekun kalkınma - eşitlik/özgürlük - bunun temel ilke ve değerleri oldu.

Durum bu iken, neden sosyal demokrasi ve değerleri "evrensel" oldu da, kurtuluş savaşları ve değerleri "tarihsel-tekil" sayıldı?

Sosyal demokrat görüş sahipleri, geçtiğimiz yüzyıl boyunca ülkelerinde pek çok kez iktidar oldular. Ama bu ülkelerde geleceği de biçimlendiren devrim gibi “sosyal reformlar” yapamadılar. Yarına kalan dönüştürücü işler olmadı.

Uygulamaları, dünya genelinde bir “sistem” haline gelemedi.

Bu görüş, dünya genelinde bir dayanışma ağı kurmaya pek geç bir zamanda, ancak 1946’da girişti ve iş görmeye 1951’de başladı. Merkezi İngiltere idi. Sosyalist Enternasyonel adlı bu kuruluş, dünyaya yayılmaya çalıştı. Ama başkanları hep Batı Avrupalı kaldı. Başkanları 1951 yılından bu yana İngiltere’den, Danimarka’dan, Almanya’dan, Avusturya, Fransa'dan ve 1999’dan sonra Portekiz ve Yunanistan’dandır. Yani Sosyalist Enternasyonal, aynı sosyal demokrat dünya görüşü gibi Batı/Kuzey Avrupalı kaldı.

Günümüzde 75 civarında ülkeden 120 civarında partinin çeşitli statülerde üyeliği var. Ama politikaları hep Batılı ülkelerin çıkarlarına endeksli kalmış, azgelişmiş dünyanın gerçeklerini, bu dünyanın kendi ülkelerinin hükümetleri tarafından talan edilmesini es geçmiştir.

Bu "enternasyonel" deneyime dayandırılabilecek herhangi bir model, sistem olmadığı gibi, özgürlük - eşitlik 'evrensel değer'lerin kovalanıp yakalanabildiği herhangi bir politika örneği de yoktur.

Ve hatırlanmalı. Üyesi CHP’dir; ama bu kuruluşun yetkilileri AKP’yi kendilerine daha yakın gördüklerini gizlemeye gerek görmemişlerdir. Ve BDP gözlemci üye olarak bu yapıya kabul edilmiş durumdadır.

(2) SOSYAL DEMOKRASİ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞLARINI HİÇ SEVMEDİ

Bu sosyal demokrasi, 20. yüzyılı kasıp kavuran ulusal kurtuluş savaşlarını sevmedi. Oysa bizim tarihimiz onunla başladı.

Almanya’da 1919-1925 yıllarında iktidarda sosyal demokratlar vardı. Frederich Ebert baştaydı. Ulusal kurtuluş savaşına sempatisi de desteği yoktu. Düyunu Umumiye cenderesinde, cendereyi sıkıştıran taraftaydı. 

İkinci dünya savaşı sonrasında dünya ulusal kurtuluş savaşlarıyla sarsıldı. Batı kaynaklı sosyal demokrasi, bu savaşçıların yanında yer almaktan ısrarla kaçındı.

En sonunda, İngiltere’de 10 yıl hüküm süren Tony Blair sosyal demokrasisi, 1997 -2007 arasında Irak'ın işgaline öncülük etti; ABD’nin sağ iktidarlarıyla birlikte “uluslararası toplum” adıyla elinde sopa dünyayı kasıp kavurdu. Hem de buna 3. yol adını vererek!

(3) DEĞERLERİ ARASINDA CUMHURİYETÇİLİK YOK

Evrensel olduğu söylenen sosyal demokrasinin iki temel örneği İngiltere ile Almanya. Yavru örnekleri de İsveç ve Avusturya. Eldeki dört örnek de, “evrensel değer” üretecek ölçüde benzerlik - bütünlük sergilemiyor. 

Örneğin Almanya – Avusturya Cumhuriyet’e sahip, ama İngiltere – İsveç Krallık

Oysa bizim Altı Ok omurgamızın birinci omuru Cumhuriyetçilik…

Yaklaşık 40 yıl iktidarda olmalarına karşın, İsveç sosyal demokratları Krallık üzerine hiçbir şey dememiş, hiçbir şey yapmamış. Kabullenmiş. İngiltere’de de öyle. 

Bizde saltanat ve padişahlığın durumu ve Cumhuriyet mücadelemizin önemi malum. Sosyal demokrasinin evrensel değerleri içinde bir ailenin / sülalenin / hanedanın iktidarına karşıtlık yok.

Bir ülkede aile – sülale – hanedan iktidarına “evet” demek, ilericilik olabilir mi?

Bu yapı varsa, ülkede mülkiyetin, sermayenin, emeğin, ayrıcalıkların olmadığı özgür bir dünyaya kavuşmuş olduğu düşünülebilir mi? 21. yüzyılda bunu mesele etmemek, “evrensel değerler” üretmeye olanak verir mi?

(4) DEĞERLERİ ARASINDA LAİKLİK YOK

Sosyal demokrasi bizi “din ve vicdan özgürlüğü” adı altında din – devlet işlerinin ayrılmasına davet eden, ama Kilise örgütlenmesinin iktidarına, zenginliğine, misyonerliğine, inanç sömürücülüğüne körleşmeyi tercih eden bir resim veriyor. 

İngiltere ve Almanya köklü sayılan bu görüş, Fransız laikliğini “katı” bulur. Otoriter laiklik diye niteler. İngiliz-Amerikan modeli laikliği demokratik sayar. Yani “sekülerizm”i.

Nitekim, son sosyal demokrat Tony Blair, Ortadoğuyu kana buladıktan sonra Katolik Kilisesi’nde papaz oldu.

Demek ki, sosyal demokrasinin “evrensel değer”leri arasında Altı Ok laikliğinden farklı bir şey vardır. Farklı uygulamalara dem vurduğuna göre, aynı Cumhuriyetçilik gibi Laiklik de onun evrensel değerleri arasında yer almaz. Bunu da, ülkelerin tarihselliklerine bağlayıp geçer.
Günümüzde Batı-sosyal demokrasisi bizi hilafet kurumunun da bulunabileceği bir “dünyeviliğe” davet ediyor.

Gerçekten de, “ben sosyal demokratım, o yüzden Cumhuriyetçiyim” diyen duydunuz mu?

Gerçekten de “ben sosyal demokratım, o yüzden laikliği vazgeçilmez görürüm” diyen duydunuz mu?

SONUÇ: Büyük İşgal ve Büyük Gasp

Yalnızca kurumlarda değil, asıl önemlisi düşünce sistemlerimizde büyük işgal - büyük gasp zamanlarının ortasında kaynaşıp duruyoruz. 

Sosyal demokrasiye ait olduğu iddia edilen “özgürlük”, “eşitlik”, “emeğin üstünlüğü” ilkeleri somut içeriklere kavuşturulmamıştır. Daha önemlisi bu ilkelerin içerikleri, dönemden döneme başka türlü tanımlanmıştır.

Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarının 'evrensel değer'leri, sosyal demokrasi tarafından kovulmuştur.

Günümüzde sosyal demokrasinin sözkonusu "değerler"i, tanımlanışları bakımından küreselcilik ve neo-liberalizm tarafından gasp edilmiş durumdadır.

İçi öyle doldurulmuş ki, bu ilkeler Altı Ok ve Kemalizm ile kavgaya tutuşturulmuştur.

O halde bugün yapılması gereken şey, Altı Ok’u yeniden yorumlamak değildir.

Asıl yapılması gereken, sosyal demokrasinin “evrensel değer”lerinin evrenselliğini sorgulamak ve bu ilkeleri yeniden değerlendirmeye almaktır.

[BAG, 2 Eylül 2014]











1 Eylül 2014 Pazartesi

ULUSALCILIK ve DÜŞMAN(LAR)I


Düşmanlık ilanı 2005 yılında “ulusalcı dalgayı aşarız” diye Pensilvanya’dan gelmişti.

Ulusalcılık, 2007 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele ve Harekat Dairesi tarafından “aşırı sağ faaliyetler” kapsamında izlemeye alındı. Bakan Beşir Atalay idi. Tezgahlanmış davalar bütün hızıyla sürdü. O zamanki emniyet şimdi tasfiyede. Ama… 

2012 yılında Ahmet Davutoğlu “ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi” derken, 2013 başında Başbakan Erdoğan “ulusalcılar önümüzü kesemeyecek” dedi. Aynı tarihlerde Abdullah Öcalan, “süreci ulusalcı kesimler engeller, süreci bozan düşmanımdır, onlara karşı toplumu hazırlamak için meclisi önemsiyorum” dedi. (Önemseyiş, 6551 sayıyla yasa oldu!)

2014’te Amerikancı ve Avrupacı liberaller, ulusalcılığın solla bir arada olamayacağı fetvası verdiler. Yerleştirilmiş dönüştürücüler, CHP’nin bu görüşle ilişkisini kesmesi için hareketlendiler. Yakamızdan düşün!

Hem hür hem de özgür yazılı – görsel basında bu tür buyruklar pek çok yazıldı. Soldan sağdan temizlikçi liberaller, bir küresel (yani yabancı) televizyonun Türkiye şubesi olan ekrandan ulusalcı düşmana karşı kah dudak büktüler, kah kaş çattılar, içlerinde söz bulamayıp yüzünü buruşturanlar oldu.

***

Cemaat-egemen Emniyet, 2007’de ulusalcılığın neye yaslandığını şöyle belirlemişti: “Ulusalcı kesimler, devlet egemenliğinin zedelendiği ve ülkenin bağımsızlığını yitirdiği varsayımını temel almaktadır.” Bir ulusalcı olarak iyi belirleme yapılmış diyebilirim. Ama bunu neden “aşırı sağ” kataloğuna almışlar, bunu anlayabilmiş değilim.

Elbette ulusalcılığı tanımlama işini Emniyet’e bırakmak yakışık almaz. Kendimizi kendimiz tanımlamalıyız.

***

Ulusalcılık, köken olarak “milliyetçilik” ya da “ulusçuluk” ilkesine dayanır.

Tarihsel kökü Avrupa’da 1648 Westfalya Anlaşması ile 1789 Fransız Devrimi, sömürge dünyada da ulusal kurtuluş savaşlarıyla doğmuş ulus-devlet yapılanmasıdır. Ulusalcılık bu temeli memnuniyetle kabul eder.

Yeni terimle güncel anlam ise 1990’lı yıllarda doğmuştur. Ulusalcılık, 1980’li yılların sonlarında ortaya çıkmış olan küreselciliğe verilmiş yanıttır.

Çok yakın bir zaman önce şöyle denmemiş miydi? Dünya küreselleşti, artık küçük bir köye dönüştü, şimdi küreselci anlayışı benimsemek zorundasınız, kaçınılmaz, küreselciliğin alternatifi yok. Ulusalcılık işte bu dayatmalar silsilesini emperyalist “uydurmalar” diye görüp reddeden düşünce-eylem sistemi olarak doğdu.

Ulusalcılık, ulaşım ve iletişimde bilim – teknoloji sayesinde azalan mesafeleri gösterip küreselcilik ideolojisini yutturmaya kalkışanların ipliğini pazara çıkardı. Ama bir şey daha yaptı.

Bu yeni talanın, tek tek ülkelerdeki direnişlerle değil de küresel direniş ile durdurulabileceğini ileri süren işbirlikçiliğe meydan okudu. Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların toplantılarını bugün Seattle yarın Katar’daki salonların önünde protesto seyahatlerinden ibaret sözümona “küresel direniş”leri hatırlarsınız! Sahi, şimdi neredeler?

Ulusalcılık, tarih bilincine ve emperyalizm kuramıyla ulusal-sınıfsal kurtuluş savaşları deneyimine sahip olanların elinde, aynı anda eyleme dökülen düşünce olarak yükseldi. Bu düşünce, 2006-2007 Cumhuriyet Mitingleri’nde olduğu gibi eylemci gövdesiyle yükseldi. Latin Amerika’yla Venezuela’da Chavez’le selamlaştı. Gerçek direnişin ‘küresel gezginlik’te değil, ancak ve ancak, üretimin ve yaşamın kaynaştığı ‘ulusal mekan’larda olabileceğini gösterdi.

Küreselleşme adı verilen şeyin, yüz yıllık emperyalizmin yeni bir biçiminden ibaret olduğu kuramı, hem küreselciliği hem de bunun sözde küresel direnişçi işbirlikçilerini etkisiz kıldı. Ulusalcılığın bir numaralı düşman olarak ilan edilmesi, bu nedenlerledir.

***
 
Küreselcilik tüm dünyayı tek-biçimli kültüre hapsederken, ulusalcılığı tek-biçimlilikle suçluyor. Evrensellik şarkıları söylerken, etnik – mezhepsel yerellikleri övüyor. Postmodern saçmalıklarla çok-hukukluluk dayatmacılığı yapıyor. İslamiyet adına tolerans – diyalog diyen dincilerle enerji kaynakları düşkünü İŞID gibilerini; sol adına kozmopolitizmi enternasyonalizm sananları; gönüllü işbirlikçileri olan liberalliği; şimdilerde de “Avrupa tipi sosyal demokrat merkez parti” düşkünlerini yanına almış, bunlara hep bir ağızdan “ulusalcılığa tasfiye” çığlıkları attırıyor.

***

Kısacası, elimizdeki ayıraç güçlü. Ulusalcılığın düşmanlarına sorun, siz “küreselcilik” için ne diyorsunuz?

Ve biz, 30 Ağustos 1922 zaferine şükranlarımızla, “vatan ve namus davası"na devam edelim.