31 Ekim 2017 Salı

YARI-İL İDARESİNDEN NEREYE?


Bugünkü yönetim sistemimiz, siyasal rejim bakımından yarı-başkanlık modelidir. Tanımı gereği öyledir. Doğrudan seçimle göreve gelmiş bir cumhurbaşkanı ile yine doğrudan seçilen siyasi parti kadrolarınca kurulmuş hükümet ve başbakan, yan yana görev yapıyor.
Yarı-başkanlıkta, 16 Nisan 2017’de bir değişiklik yapıldı. Tarafsız cumhurbaşkanı ortadan kaldırıldı; cumhurbaşkanı iktidar partisinin genel başkanı unvanını da aldı. Ortaya partili cumhurbaşkanı özelliği çıktı. Aynı referandumda siyasal rejimimiz, yine tanımı gereği, başkanlık modeli çerçevesine yerleştirildi. Uygulanmasına 2019 yılında yapılacak seçimlerle başlanacak. Buna göre, doğrudan seçimle göreve gelmiş cumhurbaşkanı olacak; ama başında başbakanın bulunduğu hükümet artık olmayacak.
*
Yarı-başkanlık rejimi, iktidarın da muhalefetin de adını koymaktan ısrarla kaçtığı bir şey oldu. Memleket yönetiminde de aynı kader var. Çok önemli değişiklikler oldu; ama kimse bunun adını koymaya yanaşmıyor.
*
Memleket yönetimimiz İl İdaresi olarak, birörnek yapıydı; çatlayıp yarıldı. Valilik (iller)– kaymakamlık (ilçeler), bunların içinde kentlerde belediye ile kırda köy idaresi biçimindeki model, ülkenin 51 ilinde kaldı.
Öbür 30 ilde köyler kaldırıldı. Belde belediyeleri de… Kalan belediyeler, ilçelerle aynı sınırlara oturtuldu. Aynı şey illerde de oldu. İllerin her birine 1 büyükşehir belediyesi kondu; bu belediye ilin tümünde yetkili hale getirildi. Buralarda ortaya Yarı-İl İdaresi Modeli diyebileceğimiz bir şey çıktı.
*
Şimdi gazetelerde birazcık görünüp kaybolan haberlere göre, bazı kesimlerin tüm Türkiye’yi yarı-il idaresi modeline taşımak niyeti taşıdıkları görülüyor.
Yani şunları yapmak:
(1)Tüm illerde özel idareleriyle köyleri kaldırmak; hepsine birer ‘büyükşehir belediyesi’ getirmek; 81 il = 81 belediye.
(2)Tüm belde belediyelerini kaldırmak; her ilçede 1 belediye bırakmak; 921 ilçe = 921 belediye.
*
“Her ile 1 büyükşehir belediyesi” diyen siyasetin, dile getirmediği ama ayan beyan olan iki adımı daha vardır:
(1)Madem böyle yaptık, yasaları [=Mahalli İdareler Çerçeve Kanunu çıkaralım] ve anayasayı [=Madde 123, 127] buna uygun hale getirelim. Genel yetki ‘belediye’lerdedir, diyelim… Yani, ‘sınırlanıp kısıtlanmış merkezi idare – herşeyin sahibi yerellikler” şarkısını, baştan sona okuyamadık madem, sondan başa doğru okuyalım!
(2)Madem il-ilçe belediyelerini genel yetkili kılıyoruz/kıldık, aynı yerde 2 baş olur mu?, valilik ve kaymakamlıklar sembolik olsun ya da daha iyisi bunları tümden kaldıralım… Yani şu bildik atanmışlar gitsin seçilmişler kalsın seferberliği; ve sonuç, eyaletleşmenin zaferi!
*
Köysüz ve 81 + 921 belediyeli Türkiye modeli…
Bu, AKP’nin sahibi olduğu başkanlık rejiminin memleket yönetimi modeli midir? Yoksa AKP içinde baş figürleri tasfiye edilmiş kanatlardan kalmış bir artık mı?
CHP’nin programına aykırı olarak, kurultay ve seçim bildirilerine sızmış ademi merkeziyetçilik, yerelcilik, özyönetimcilik laflarıyla, yeni kurulan İYİ partinin [programına sızmış ve tepkiler üzerine kaldırılmış olan] kuşa döndürülecek merkezi idare hedefiyle subsidiariteci yerelciliği, bu tür tasarımların neresinde?
*
Prens Sabahattinci ademi merkeziyetçilik daha Birinci Dünya Savaşı zamanında tarihin çöplüğüne atılmıştı. Avrupa Birliği’nin ‘subsidiarite’si, olmayan yerlerde bile etnik topluluk keşfetmeye gayret eden Euromosaic’çilik tek AB yaratamadığı gibi, şimdi Katalonya’da mahkemelik! Devleti, hem merkezi hem yerel parçalarıyla, küresel-ulusal-yerel çıkar odaklarının hizmetkârı ilan eden neo-liberalizmin demokrasicilik balonu söndü.

Bütün bu gerçekler ortada iken, bu kaçak göçek ama dört bir koldan baş göstermekten de geri kalmayan akıl ve tarih dışı ademi-merkeziyetçilik aşkının kaynağı nerede?
[BAG, Aydınlık, 1 Kasım 2017]

29 Ekim 2017 Pazar

YÖNETİM SİSTEMİMİZ HANGİ MODEL?

Nice bayramlara, hep birlikte, inançla;
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun. 

2014 yılına kadar, memleketin her yanında bir-örnek diyebileceğimiz bir yönetim sistemimiz vardı. Şimdi öyle değil. İllerimizden 30’unda başka, 51’inde daha başka bir yönetim sistemi var.
*
Hepimizin bildiği gibi, 81 ilimiz var; her birinin başında da 1 vali. Bu illere bağlı 921 ilçe var. Her birinin başında 1 kaymakam.
*
İllerin 51’i bildiğimiz yönetim sisteminde. Başında 1 vali var; ilin genel işlerine bakıyor. Bir de başında yine valinin olduğu il özel (buradaki ‘özel’ aslında yerel demek) idaresi var; o da ilin özellikle köylerinden başlayarak, ilçeler arası ve yerel özellikli işlerine bakıyor.
*
Diğer 30 ilde -il sayısı bakımından az ama toplam nüfusumuzun %77’si bu illerde yaşıyor-, durum farklı. Orada ilin genel ve yerel işlerinin başında 1 vali yok. Genel işler o ilin valisinde, ama ilin yerel işleri başka birinde. Tüm ilin ‘yerel’ işleri’, buralarda, büyükşehir belediyesi denen, gerçekte “il yerel yönetimi” haline getirilmiş olan birime, bunun başındaki 1 belediye başkanına verildi. Bunu yapmak için il özel idaresini kaldırmak gerekir diyenler başardı; bu 30 ilde il özel idaresi topluca kaldırıldı.
*
Şimdi, köyler ve köy muhtarlıkları yalnızca 51 ilde var. Bir vali + bir büyükşehir belediye başkanı olan öbür 30 ilde köy muhtarlığı diye bir şey yok. Hepsi kaldırıldı. Ya mahalle yapıldılar, ya mahalle muhtarlığı bile olmayan semt! Aşağıdaki çizelgede görülen 18 bin küsur köy, yalnızca 51 ilimizde yaşıyor; bunlar 30 ilimizde yoklar.
*
Rakamlar aşağıdaki gibi.
Birimler
2009
2014 -bugün
Yok oluş
İl özel idaresi
İl genel meclisi üyesi
81
3.379
51
1.251
-%40
-%63
Belediye idaresi
Belediye meclis üyesi
2.948
31.790
1.396
20.498
-%53
-%35
Köy muhtarlığı
Köy ihtiyar meclisi
34.556
138.869
18.333
73.332
-%47
-%48
Mahalle muhtarlığı
Mahalle ihtiyar heyeti
18.405
73.840
32.045
128.180
++++
++++
*
Yerel yönetim dünyası, yüzde 50 oranında kesilip atılmış durumda.
Ama mahalleler artmış demek, talihsiz bir itiraz olur. Çünkü bunlar “yerel yönetim” ya da Anayasa’nın diliyle “mahalli idare” birimi değiller. Bu yüzden ne kendi bütçeleri, ne kendi gelirleri ne de mal-mülkleri var. Bunlar şimdi, yok edilen yerel yönetimlerin geçici bekleme odası gibi. O yüzden şişkin.
*
Bizim yönetim sistemine ne ad versek?
İl idaresi modeli desek, bu illerin 51’ini anlatır; diğerlerine uymaz. İl yerel idaresi modeli modeli desek, bu belki öbür 30’u anlatır, ama bu da kendini şehir idaresi modeli sanıp öyle pazarladığı için bir tuhaf kaçar.
Bir tuhaf parçalanmışlık hali!
Yerel yönetim dünyamızın merkezi kurumu İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü, görevinin istatistik/envanter kısmını bile halledememiş iken bu soruya bir açıklık getirmesini ummak güç.
Belki de akademik dünyadan yardım istemeli!
Sahi, bizim yönetim sistemimiz hangi model?
*
Not: Köy ihtiyar meclisleri ile mahalle ihtiyar heyetlerinin ülke genelinde toplam üye sayısı, bu işlerden sorumlu olan kurumlarda yok. Sayılar, köy/mahalle sayısı *4 üye hesabıyladır.
[BAG, Aydınlık, 28 Ekim 2017]

25 Ekim 2017 Çarşamba

SORUN BÜYÜKŞEHİR MODELİNİN KENDİSİDİR


2012 yılının sonunda yerel yönetimlerde yüksek şiddette deprem oldu. Şimdi AKP’nin kendi partisinden belediye başkanlarına istifa zorlaması yapmasına karşı çıkan ses kadar olması bir yana, bunun yüzde biri kadar ses çıkmadı.
Depremin kodu 6360 idi, tarihi 6 Aralık 2012.
Bu yasanın yarattığı yıkım iki yıl sürdü; 30 Mart 2014 seçimlerinde ortaya başka bir yerel yönetim dünyası çıktı.
*
Deprem, belediye meclislerinin yüzde 35’ini, il genel meclislerinin ise yüzde 63’ünü yok etmişti.
Rakamlar şöyledir:
Ülke genelinde 2009’da 31,790 meclis sandalyesi vardı; 2014’de bunların sayıları 20,498’e düştü. İl özel idarelerinin meclislerindeki sandalye kırılması daha da akıl almaz oldu. Bunlarda 2009’da 3,379 sandalye varken 2014’te geriye yalnızca 1,251 sandalye kaldı.
*
Deprem, ülkenin dört bir yanından tam 1,581 belde belediyesini ortadan kaldırmıştı. 2009’da toplam 2,948 belediye vardı. 2014’te belediye sayısı 1.396’ya düştü. Belediyelerin yüzde 53’ü toprak olmuştu. Ortadan kalkanların bir kısmı köy olurken, büyük bir kısmı mahalle haline geldi.
Aynı depremde, il özel idarelerinin 30’u yok olmuştu. Her ilde 1 adet olan özel idarelerden geriye yalnızca 51’i kaldı. Yani yüzde 40’ı yok edildi. Ama yok edilenler en büyükleri, en kalabalık olanlarıydı, şimdi büyükşehir olan illerin özel idareleriydi. O yüzden kendilerinin yüzde 40’ı, ama ülke genelinde sandalyelerinin yüzde 60’ı kırıldı.
*
Deprem sonunda ortaya çıkan manzarada, toplumun yüzde 93,3’ü belediyeli [şehir nüfusu] nüfus oldu. Bunun kadar ilginç bir başka özellik daha belirdi. Belediyeli nüfusa göre bakarsanız yüzde 83’ü, toplam nüfusun ise %77’si de büyükşehir belediyeli.
*
Bunların başındaki kişiler, büyükşehir belediye başkanları, doğrudan seçilmemiş bir meclisle iş görüyorlar. Öyledir; büyükşehir belediye meclislerinin üyeleri “büyükşehir/il halkınca” değil, içindeki ilçelerin seçmenlerince o ilçeye meclis üyesi olsun diye seçilir. İçlerinden birkaçı büyükşehir meclisi üyesi görevini de üstlenirler. Yani bu meclisler, “meclis”ten çok yalnızca birer pazarlık/eşgüdüm kuruludur.
Büyükşehir belediye başkanlarını ise tüm büyükşehir, yani büyükşehir sınırları il sınırlarıyla çakıştırıldığından beri, tüm il halkı doğrudan seçiyor. Ve bu durumun üzerine ekleyelim; yönetim sistemi, 1963 yılından beri ‘güçlü [icracı] başkanlık modeli’ne göre kurulmuş bulunuyor.
Hem genişleyen sınırlar hem temsil tabanı iyice daraltılmış alt-belediyeler, hem de eşgüdüm kurulundan ibaret dolaylı meclisle icracı başkan sayesinde, halkın yönetimi oluşturma gücü bir yana, etkileme gücü bile ortadan kalkmış tek adamlık il-belediyeler
*
Büyük yanlışın özeti şöyle yapılabilir:
(1) Belediye şehir yönetimi olmaktan çıkıp alan yönetimine dönüşmüştür. Bu elbise bu bedenin değildir. İstanbul bir şehir-alan’dır -isterseniz metropolitan ya da metropolis deyin; ama Ankara ve İzmir dahil, diğer 29 büyükşehirde bu özellik yoktur.
(2) Bu, meclisi eşgüdüm kurulundan ibaret, başkanı ‘güçlü icracı’, dolayısıyla kararverme süreci tıkanıklıklarla dolu bir yapıdır. Bu yüzden ortalık aşırı güç-yüklenmiş kerameti kendinden menkul odaklara kalmıştır.
(3) Büyükşehir modeli, yerel seçmenle açık, programatik, denetlenebilir ilişkiler kurulması bir yana, ilgili ‘yerel’ halkla demokratik ilişkileri kopmuş, oligarşik iktidar yapılarına dayanıp onlardan beslenen bir usul haline gelmiştir.
*
Böyle bir sistemde, iktidar partisi genel başkanının, “halk tarafından seçilmiş belediye başkanı”nı görevinden istifa etmeye zorlamasında acayip bir durum yok.
Acayiplik, adına halâ belediye denen oligarşik sistemin kendisinde.
Bu uygulama bu sisteme uyar!
*
Türkiye’yi, yanlışlarıyla beraber durmadan büyüyen büTünşehircilikten bir an önce kurtarmamız gerekir.

[BAG, Aydınlık, 25 Ekim 2017]

22 Ekim 2017 Pazar

BÖLGE ve ETNİKLERE TEK ÇATI: İMPARATORLUK


21. yüzyılı o göklerden indiğine inandıkları “kendini bil!” çağrısıyla açanlar, herkesi ‘doğal’ ve ‘hakiki’ kökenini keşfetmeye zorladılar. Yerelin-bölgen-etnik kökenin ne ise o’sun; ulusun tek-tipçiliğini reddet! dediler; özgürleş!
Dünyanın dört bir yanında bölgecilik ve etnikçilik coşması yaşandı. Görülmesi gereken şuydu ki, coşku, yalnızca bu kutsal ‘tebliğ’in söz gücünden doğmamıştı. Hareketliliğin güvencesi iktisadî idi; bilim – teknoloji temeli idi; kısaca dünya küreselleşiyordu. Bölgecilere ve etnikçilere dönük yeni özgürlük ve eşitlik vaadi, ciddi maddi çıkarlardan oluşuyordu. Ama bunun bir de öbür yüzü vardı. Bu parça pinçik binlerce insan topluluğu, hangi geniş çatı altında toplanacaktı? Bunun yanıtı, vaadin aslan payıydı.
*
Modernizmi aştık, dünya küreselleşti, ‘yeni binyıla giriyoruz’ diyenlerin büyük çatısı imparatorluk idi.
*
Negri – Hardt imzalı İmparatorluk kitabı, küreselci gericiliğin zaferini erkenden ilan etti. Dediler ki: Ulus-devlet bitti. Emperyalizm bitti. Egemenlik artık merkezsiz – topraksız – tek bir yönetim mantığına göre işleyen ulus-üstü organların eline geçmiştir. Ey insanlar, siz “çokluk”, bu gerçeği kabul edin ve bundan sonra evrensel vatandaşlık için gayret edin”!
Merkezsiz, topraksız, tekçi küresel organlar… Nelerdi bunlar? Kimlerdi?
Henüz yoktu; yaratılacaklardı. O uğurda Birleşmiş Milletleri dünya parlamentosuna dönüştürmenin tasarılarını yazıp çizenler oldu. Bu parlamentoya hükümetlik yapacak bir kurum gerekliydi; onu Dünya Ticaret Örgütü adıyla kurdular. ‘Evrensel insanlık’ın dünya hükümetini kurmak, şirketlere düşmüştü; ellerinden geleni yaptılar. Bu serüvenin sonunu biliyoruz; çeyrek yüz yıllık çabalar kırılıp döküldü, hayal oldu.
*
İmparatorluk formülü elbette yeni değildi. Çok eski zamanlarda gökten inmiş “kendini bil” emrinin ilahiyatçılarıyla felsefecileri, bu fikri tarihten biliyorlardı.
Ama bu felsefenin siyaset-hedefi haline gelişi, takvimler daha 1950’ye gelmeden Troçkizm’den soğuk savaş mimarlığına geçmiş James Burnham’ın kaleminden döküldü denebilir. Dünya Mücadelesi adlı kitabında yazıyordu: Bir dünya hükümeti olsa iyi olurdu; ancak olamayacağı açık; o halde ABD dünyayı mülkiyeti haline getirmiş değil, ama siyasi bakımdan dünyaya hakim olmuş’ bir dünya imparatorluğu olmalıdır, diyordu. Dünyanın Avrupa kıtasında ise uluslar Avrupa devleti olarak birlik oluşturmalı; dünya imparatorluğu pekiştirilmeliydi. Aynı Burnham, küresel imparatorluk ideolojisinin şahinlerince çok takdir edildi. 1983’te ABD Başkanı Reagan’dan Özgürlük Madalyası aldı.
*
Küresel imparatorluk, öyle bir adımda olacak işlerden değil. Bunu besleyecek ‘alt-imparatorluklar’ gerek. Bizim tarihimiz ve bölgemiz bakımından ne kadar cesaret verici bir “açılım”!
Küresel imparatorluğa, kendi hayalleri adına eklenmek siyaseti, karşımıza ne kadar büyük bir coşkuyla çıktı.
* Yine yeniden Büyük Selçuklu İmparatorluğu…
* Hayır, Yeni- Osmanlı İmparatorluğu…
* Evet ama geniş anlamıyla, Bizans – Osmanlı’dan sonra Üçüncü İmparatorluk olarak; Dimitri Kitsikis’in sözcülüğünü yaptığı “ara-bölge” kuvveti bir Türk-Yunan İmparatorluğu...
* Hayır hayır, daha da geniş, Roma – Bizans – Osmanlı’dan sonra Dördüncü İmparatorluk… Roma’dan İstanbul’a, medeniyetlerin ortak şehirlerinden geçip Kudüs’e uzanan, Hazreti İbrahim’in çocuklarını bir araya toplayan, ‘stratejik derinlik’te örülen bir imparatorluk...
*
Bütün bu kuvvetler, aralarında bir “medeniyetler –dinler kavgası” varmış gibi yapıyor; ama aynı dünya imparatorluğuna doğru yürüyorlar. Bu hedefin tek engeli var: Türk Milletinin egemenlik hakkına düşkünlüğü ve bu hakla emperyalizme karşı uluslararası işbirliği isteği.
Birbirinden farklı görünen cenahların Türk vatandaşlığına, Türk Milleti’ne ve ulusal egemenlik hakkına tahammülsüzlükleri, bu zeminin ürünü.
Büyük kavga bu tercihte: Ulusal devlet mi, yoksa küresel imparatorluğa alt-parça olmak mı?

[Aydınlık, 22 Ekim 2017]
Önceki Yazı: Bölgeler ve Etnikler 

18 Ekim 2017 Çarşamba

BÖLGELER ile ETNİKLER


Yakın geçmişi adeta ışık hızıyla unutma eğilimine karşı ısrarla direnmekte büyük yarar var.
Daha düne kadar küreselleşmekten ve Avrupa Birliği’ne tam üye olup adeta fırlayarak kalkınmaktan söz edenleri kastediyorum. 
Küreselciliğin bir zorunluluk değil yalnızca bir siyaset olduğunu söylediğimizde “dinazorluk yapma!” diyen kibri… 
Avrupa Birliği’nin umutsuz bir dava, bize çağrısının ise samimiyetten yoksun olduğunu söylediğimizde “medeniyet! uygarlık!” diyen tarihsiz bilinç sahiplerini… 
Elbette, küreselciliği ‘sosyal küreselleşme’ye, Avrupa’yı da ‘Emeğin Avrupası’na dönüştürecekleri için desteklediklerini söyleyen çok-sol ideoloji sahiplerini de unutmamalı.
*
O süre içinde Batıcılık ateşinde yananlar, Avrupa’nın ‘ben kimim’ sorusuyla darmadağın olduğunu görmediler; belki görmezden geldiler.
2001’de Türkiye’de İstanbul Başkonsolosluğu yapan ekonomist/ilahiyatçı Ingmar Karlsson, Bilgi Üniversitesi’nin 2004’te bastığı Bölgeler Avrupası başlıklı kitabında yazıyordu:
Avrupa, mavi zemine 12 sarı yıldızlı bayrağını, 1986’da, kendine marşı yaptığı Beethoven’in 9. Senfonisi eşliğinde göndere çekmişti. Bayrak ve marş tamamdı, şimdi tarih yazımını düzeltmek gerekirdi. Bir tarih kitabı yazılmasına karar verildi. “Sonuç, Fransız tarihi profesörü Jean-Baptiste Durosell’in kendi deyişiyle 5000 yıl öncesinden başlayarak geleceğin haberlerine kadar uzanan bir dönemi kapsayan Europe – A History of its People adlı kitabı oldu. Kitabın vardığı sonuç: Avrupa’yı bir kültürler mozayiği olarak görmek yerine organik bir bütünlük olarak görmek için sağlam tarihi temeller vardı ve bu nedenle birleşmiş bir Avrupa’yı inşa etmek mümkündü. .… Bu Avrupa projesi Almanya, İngiltere ve Fransa’yı temel alıyordu. Bu nedenle Avrupa’nın tarihi Yunanlılarla değil, Keltlerle başlatılmıştı. Doğu Avrupa ise büyük ölçüde dışlanmıştı.”
Bırak Slav halklarını, Eski Yunan’ın emaneti sayılan Yunanlıları bile dışlayan bu zihniyetin, Alman tarih felsefecisi Herder’in (1744-1803) deyişiyle “Avrupa’daki 300 yıldan uzun süren varlıklarına rağmen hala bu kıtaya yabancı olan Türkler”i reddettiği ayan beyandır. Hem de öyle yalnızca Müslümanlığından ötürü değil. Biz Avrupalılar, kimiz? sorusunu 5000 yıllık tarih bakışıyla araştırdıklarına göre, Türkler dendiğinde hafızalarında İskitleri, Hunları, Moğolları… yani “barbarlığımızı” canlandırmalarından ötürü…
*
Nasıl oldu da, başlıca sözcüleri “çok sağlam eğitim” almış olan küreselci ve Avrupacılar, AB için yürütülen bu yüksek tarih felsefesi tartışmalarından hiçbir sonuç çıkaramadılar?
*
Bu soruya verilen bir karşılığı biliyorum: Çünkü bu dediğin AB’deki görüşlerden yalnızca biriydi; bununla mücadele eden başka bir görüş vardı; biz onu sevdik!
O görüş, yukarıda adını andığım Ingmar Karlsson’un kitabında savunuluyor. AB’nin misyonu gelecekle ilgilidir; geçmişle değil. Şimdi mesele, ulus-devletleri ve ulusalcılığı kırmak; buna karşı bölgecilikleri ve etnikçiliği besleyelim. Yalnız Avrupa’da değil, dünyanın dört bir yanında ulus-devletlerin bölgelere bölünmesini ve kültürel özerklik tutkusunu fonlayalım.
Öyle de yaptılar:
Bizdeki NUTS’lar, istatistiki bölge ya da bölge kalkınma ajansları bu gayretlerin ürünü oldu. Bölgesel farklılaşmayı teşvik, etnik farklılaştırma destekleriyle örüldü. İşin etnik, kültürel özerkleştirme kısmını Euromosaic adı verilen proje üstlendi. Bu çabaların ‘en iyi uygulamalar’ listesinde örneğin, Letonya’da 20 kişinin konuştuğu Livon dilinin resmi dil olarak kabul edilmesi var.
Bu yaklaşım da elbette kendi ‘tarih felsefesi’nden yoksun değil; gnothi seouton –kendini bil felsefesini bırakın falan demiyor. Diğerinden tek farkı, herkese kendi kökenini yereli-bölgesi-etniği bakımından keşfetme daveti.
Söylemediği şey ise, bu parça pinçik binlerce insan topluluğunu, hangi geniş çatı altında toplama niyetine sahip olduğu.
İpler de işte tam burada koptu.
Bu zihniyet, iktidardan ulus-devleti kovarken ‘büyük iktidar’ı kimler için hazırlıyordu?

[Aydınlık, 18 Ekim 2017] 
Önceki Yazı: Medeni Dünya Yanılsaması 

15 Ekim 2017 Pazar

MEDENİ DÜNYA YANILSAMASI


21. yüzyıldayız.
Dünyaya bir önceki yüzyılı, yani ulusal kurtuluş ve sosyalizm çağını pas geçip, 17. ve 19. yüzyıllardan bakıp buna göre davranmak, akıl alır gibi değil. Yani, kendi varlığını, yaşamının anlamını “medeni - modern – Batı dünyasının parçası” olmakta bulmak… Bu yüzyılda kolay anlaşılır bir şey değil.
*
Değil, bunun bir sürü gerekçesi var. Ama en yakın ve canlı gerekçe, bu anlamın ‘anavatan’ında terk edilmiş olması. Batı dünyası, modernlik denen durumu, adeta tekme-tokat girişip reddedeli çeyrek yüzyılı geçti. Hatırlamıyor musunuz: Modernliği aştık, artık postmodern çağdayız!
Bu ilan, daha düne kadar ağzımıza burnumuza tıkıştırılıyordu. Ne diyorlardı? Sınıflar bitti, ulus-devlet bitti, herkes etnik elbisesinde ve kendi inanç çadırında hür, dünya küresel tekellerin elinde teknik küresel bir köy! Durumu böyle saptayıp davranışlarımızı yönlendiren büyük ahlaki değeri de ellerimize tutuşturmuşlardı: Sen de bundan böyle bırak ulusallığı falan, küresel düşün yerel davran!...
-Ama ya emperyalizm? Mustafa Kemal Atatürk’ün “ya istiklal ya ölüm” diyen büyük onuru?
Bunları sorduğumuzda aldığımız yanıtlar ilginçti: Geçti artık, dünya küreselleşti, dinazorluğun alemi yok!
*
Zaman bakımından daha uzak geçmişe ait gerekçeyi ise, Halil İnalcık, 2006 yılında Ankara Üniversitesi’ndeki açılış dersinde dile getirmişti: “Bu köktenci düşünceler [Aydınlanma düşünceleri] çok yaşamamış, 20-30 yıl içinde gelenekçi Hristiyan düşüncesi üstün gelmiştir.” İnalcık’ın verdiği zaman işareti, 1789 Fransız Devrimi’nden sonraki 20-30 yıl idi; demek ki 19. yüzyılın, yani 1800’lü yılların başları.
Bu çok önemli bir saptamadır.
Batıda bugünkü Batıcı’ların görmek istediği türden bir “saf değerler manzumesi” olmadığını ilan eder. İki yüzyıldan bu yana, Batı’daki herhangi bir iktidar gücünün “değerleri”nin, karşısındakinin “değerleri” ile içiçe geçtiğini söyler. Avrupa’da 20. yüzyılın sonunda, papaların meydanlara inip modern Batı düzenini kutsamaları, kilise mensuplarının iklim değişikliği için kuzey kutbundan küresel çağrılar yapmaları, hoşgörü ve dinler arası diyalogculukla küresel nizama yön verme girişimleri, son iki yüzyıldaki ‘büyük barışma’nın nereye varmış olabileceğini yeterince gösteriyor.
*
Victor Hugo, çok önceden, 1843’te Derebeyleri adlı oyununun giriş bölümüne yazmış: “Şairin vatanı uygar dünya; bu vatanın sınırı, barbarlığın başladığı karanlık ve ölümcül çizgi; bir gün, umuyorum, vatan tüm dünya, ulus insanlık olur”. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan öğrendik ki, Hugo’nun dileği, Tanzimat şairi Şinasi’nin (1826-1871) kaleminden, Batıcı dünya görüşünün sloganı olmuş: “Milletim nev-i beşerdir vatanım ruy-i zemin”. Pekçoğumuz bu sloganı, 20. yüzyılın başında, Tevfik Fikret’in (1867-1915) kaleminden duyduk: “Toprak vatanım, nev-i beşer milletim… insan, insan olur ancak bunu iz’anla, inandım.”
19. yüzyılın şairi, şair-filozof. Sözünün gücü yüksek. Gösterdiği hedef çekici.
Ama bir nokta var ki, üstü örtülü: Bu rüya nasıl gerçek olacak?
*
Bizim çağımızın insanları tarafından en çok duyulan ses, “barbarlık uygarlık tarafından yok edilerek olacak” dedi.
Öğrendik ki, vahşi dedikleri Afrika’da yaşayanlar, barbar dedikleri de bizmişiz, doğu’dakiler. Asya’nın göçebeleri. Tarihin İskitleri ile Moğolları. Türkler. Ruslar. Müslümanlar, Ortodokslar. Bizi yok edecek uygarlık ise Batı’dakiler imiş; Eski Yunanla Roma mirasına çökmüş olanlar, Katolikler ve diğerleri…
*
Madem öyle, doğu’da yerleşik olanlardan biri olarak, teşekkürler istemem beni yok edecek uygarlığı!
Çünkü biz tarihin yaşamak isteyen unsurlarından biriyiz. Ama ilkesi “Batı gibi yaşamak” değil; “biz; yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz... Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır… Bu esas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir.”
Batıcılığa sıkıştırılmaya gayret edilen Atatürk’e saygılarımızla…

[Aydınlık, 15 Ekim 2017]

Önceki Yazı: Medeni Dünyadan Kopmak 

11 Ekim 2017 Çarşamba

MEDENİ DÜNYADAN KOPMAK


Son günlerde ABD ve birkaç Batı Avrupa ülkesiyle yaşadığımız “diplomatik” olaylar, yani bizim devletin başka devletlerle elçilik – konsolosluk eliyle yürüttüğü ilişkiler ve vize gibi bürokratik işler, içinde dostlarımızın da yer aldığı çeşitli kesimlerce şöyle karşılanıyor:
“Medeni dünyadan kopuyoruz. Kopamayız!
Ne demek medeni dünya?
*
Yaşamın penceresinden bakarsak, medeni dünya, belli ki, günümüzdeki Kuzey Amerika ile Batı Avrupa. Amerika’yla Avrupa’nın hepsi değil. İsim isim sayılabilecek üç beş ülke. “Medeni dünyadan kopuyoruz” telaşı, esas olarak ABD ve AB (daha doğrusu bunun patronu olan birkaç ülke) ile eşitsiz, karşılıksız ilişkilerin sürdürülmesi isteği.
*
Buralar medeni dünya ise, demek ki dünyanın kalan diğer coğrafyaları gayrı-medeni dünya. Söz konusu olan dünyanın doğu coğrafyası ise “barbar”, güney coğrafyası söz konusu ise “vahşi”, birazı batıda birazı doğuda olan ‘sınır’ coğrafyaları söz konusuysa buralar da “geri” toplumlar dünyası…
Siyasal olarak konuşulursa, medeni dünyanın demokrasi geleneğine karşı, geride kalmış olanların despotluk alışkanlığı var. Toplumsal olarak konuşulursa, medeni dünyanın yüksek etik değerleri varken, öbürlerinin yükseğini bırak, adeta etik değerler boşluğu var. Gayrı-medeni dünyada yaşayanlar da biyolojik olarak insan elbette ama, insanlık erdemi içinde yer almıyorlar. Biri ak, öbürü kara.
*
Bu durumda medeni dünya, kendi dışındaki insanlara insanlık erdemini taşımak misyonuyla yüklü! Medeni dünya ‘bana ne’ diyebilir mi ki? Bu ona Tanrı tarafından verilmiş yada doğal olarak yüklenmiş kutsal bir misyon; haşa, yapmıyorum ne demek!
*
Medeni dünya’cılığın dinsel emirnameleri var. O emirleri devşirip zamanımıza taşıyanlar, “tarih felsefesi” yapanlar oldu. Zihinlere medeni dünya diktasını yerleştirenler, dünyanın ezici bir bölümünün o medeni dünya tarafından sömürgeleştirilip köleleştirilmesini meşru ilan edenler, bu alanın guruları.
Gökten inmiş insanlar olarak, eski yunana gökten inmiş saydıkları “gnothi seauton’ [kendini bil] emrini yerine getirdiklerine inandılar. Bu soruyu “insan-türü” ve insanlık için sorduklarını ilan ettiler. “Kendi özüm, kendi bilincim ne?” dediler; ama insanlığın değil kendi ait oldukları etnik/dinsel topluluğun özünden büyülendiler. Kendilerinin başkalarına göre üstünlüklerini sıralamaya koyuldular. Bir insanlık hiyerarşisi, kastlaşma yarattılar. İnsanlık için deyip, insanlığı kendileri ve diğerleri diye böldüler.
*
Ne var ki gün geldi, gayrı-medeni dedikleri dünya, bunların sorularını alıp, tastamam onların yaptığı gibi, kendi toplumları ve ulusları için sordu. İşte o zaman pazar karıştı. Türk, Rus, Fars, Arap, Hind, Çin, daha pekçok toplum, kendilerinin tarihteki “öz-bilinç”lerini tanımlayıp ortaya koyunca, çığlığı bastılar. Kendi gelişiminde iç dinamiklerin gücünü keşfedenlere çok ama çok kızdılar. Milliyetçilik! Şovenlik! Irkçılık! İnsanlığı bölen zihniyetler güruhu!
Oysa soru da, soruyu araştırma yöntemi de kendilerinindi! Bunların bir kısmı yüz yıldır, “soruyu bile kendiniz bulamadınız, bizden –medeni dünyadan- aldınız, sizi gidi kafasına düşünce uğramamış zihinler!” diye küfürler edip duruyorlar. Belge’nin 1994’te yayınladığı Alexandre Koyre adlı felsefecinin batıcılık, ulusçuluk, felsefe kitapçığına göz atın, görün.
*
Medeni tarih felsefecileri çok ama çok etkili oldular.
Okuduğunuz kimi köşe yazarlarının “biz ne zaman adam oluruz” sorusu işte bu zihniyetin ürünüdür. “Biz kendi iç gücümüzle demokrasiyi bulamayız, AB’ye çıpa atalım” siyasetçileri de öyle… Şimdi “medeni dünyadan kopuyor, yalnız kalıyoruz diye feveran eden arkadaşınız da…
*
Ne yalnızlığı? Koskocaman gayrı-medeni(!) dünyanın yaptığı gibi, biz de dünyanın tümüne açılıyoruz.
Bu, yine yeni bir zamanın şafağı.

[Aydınlık, 11 Ekim 2017]

Önceki yazı: Batıcı Olmak 

8 Ekim 2017 Pazar

BATICI OLMAK

Rusya bize geliyor. Biz İran’a gidiyoruz. Irak ve Suriye ile toprak bütünlüğümüz temelinde aynı safa geçiyoruz. Bir okyanusu aşıp Venezuela’yla, öbür okyanusa doğru Hindistan ve Çin ile birbirimizi ağırlıyoruz. Milli paralarla alışveriş anlaşmaları imzalandığını, ortak çıkarlar için güç birliği yapılacağını duyuyoruz.
Bunlar heyecan verici, güzel gelişmeler.
Dünyanın bunca farklı rengiyle yanyana gelmek, kol kola girmek güzel şey.
*
Yoksa değil mi?
Çünkü gazetelerin çoğu bu haberleri pek az veriyor.
Ünlü gazete ya da çok-tıklı sosyal medya yazanları da bu gelişmelere ilgisiz.
İlgilenmiş gibi görünenlerden ise, önce “despotizm – diktatörlük – tiranlık” mırıltıları yükseliyor. Rusya için “tarihi-jeostratejik düşmanlık” lafları geveleyenler de var, CNN şubesinde “kurtuluş savaşında SSCB’nin TC’ye yardımı öyle pek de matah bir şey değildi” fikriyle sosyoloji-tarih görüntülü kara propaganda programları sergileyenler de… İran için “tarihi-kültürel düşmanlık” yazıları yazmaktan kendini alamayanlara, Irak ve Suriye için ellerinde bir tuhaf “araplık” malzemesi tutup bunlardan kah birini kah ötekini kullananlara rastlamak mümkün. Bu cenah için ne şanssızlık! Venezuela’yla henüz “tarihten bela” bulamadılar; bu başlığı ‘despotluk’ vurgularıyla geçiştirmek zorunda kaldılar.
*
Gelin görün ki işleri zor.
Tarih işliyor. Gelinen noktada “tarihten belalı” tezi yetersiz kaldı.
Makul insanlardan “tarihse tarih, artık zaman değişti, biz yarına bakalım” lafını duydukça, yaptıkları şeyin laf kalabalığı olduğu ayan beyan ortaya çıkıyor. İşte o zaman işin aslı dudaklardan dökülüveriyor:
“Ben Batıcıyım kardeşim!”
*
Batıcı!
Yani dünyanın çok renkli ülkeleriyle değil de, Avrupa’nın aynı rengin tonları olan İngiltere, Fransa, Almanya’sıyla, Atlantik ötesinin de ABD’si ve Kanada’sıyla iş tutmak yanlısı. Yani, kuzey Atlantik örgütü NATO’da ve/veya Avrupa örgütü AB ile birlikte olmaktan yana…
Açıkça söylenirse, çağımızda “emperyalizm” denen dünya talanı sisteminin gönüllüsü olmak durumu… Bunların verdiği silahlarla, açıktan vekil askerleri olan bölücü etnikçiler gibi. Türkiye’yi, Irak ve Suriye’ye yaptıkları gibi ateşe atıp eritmek için gayret edenlerin cephesinde olmak…
Öyle mi!?
*
Lafı uzatmaya gerek yok, öyle!
Öyle olmadığını savunan Batıcı, kendi derdinin “değerler meselesi” olduğunu söyler.
Aslına bakarsanız, Batı, kendi felsefesinin ürünü değer’leri sıralamış; üstüne bunları bir de “evrenseldir” diye ilan etmiş. Bizim Batıcı da hem bu değerleri hem bunların evrensellik iddiasını kabul edip, evrenselin parçası olarak kurtuluşa ereceğimiz hülyasında erimiş.
Şimdi NATO’culuğuyla ve AB’ciliğinin hesabını veremiyor. Bu hesabı veremeyince, “Erdoğan diktatörlüğüne karşı olmak” mazeretinin ardında sağa sola saldırıyor.
*
İktidara muhalefeti, Batıcılık ile örmek…
Ülke içinde, emperyalizmle elele iş görmek…
İster laikim de, istersen şeriat diye haykır; ister Türkçüyüm de, istersen Batıcıyım de, bu pozisyonu destekleyecek hiçbir yüksek değer yok.
*
Görünüyor ki, şu’cu bu’cu olmak çok da zor değil.
Bir tek Türkiye’ci olmak mı bu kadar zor?


[Aydınlık, 8 Ekim 2017]

3 Ekim 2017 Salı

71 Sayılı Kararname


Pazar günkü yazımda, 12 Eylül rejiminin “ülkeyi sekiz bölge valiliğine ayıran bir kararname çıkarmayı bile başardığı”nı yazdım. “Yok öyle şey” diyen de oldu, “nedir bu” diye soran okuyucular da.
71 sayılı kararnamenin kısa öyküsü, sondan başlayarak şöyle yaşandı.
*
28 Temmuz 1984 günlü Resmi Gazete’de bir yasa yayımlandı. Başlığı “Bölge Valiliği Hakkında 71 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Reddine Dair Kanun”, yasa sayısı ise 3036 idi.
Kararname, bölge valiliklerinin bir yıl içinde kurulmasını öngörüyordu. Bunu yapamadı. Çünkü kendi ömrü yalnızca sekiz ay olmuştu. Kararnameyi kaldıran yasa çok kısaydı. Diyordu ki, 4 Ekim 1983 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan Bölge Valiliği Hakkında düzenlemeyi tümden yürürlükten kaldırıyoruz.
*
Bu konuda TBMM’deki üç parti Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP), Necdet Calp’in Halkçı Parti’si ve Turgut Sunalp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) anlaşmışlardı. İçişleri Komisyonu ile Plan ve Bütçe Komisyonu’nda, oybirliğiyle, kararnamenin ortadan kaldırılmasına karar vermişlerdi.
*
TBMM Genel Kurulu’nda HP adına konuşan Hüseyin Aydemir, bölge valiliği kurmanın anayasaya; idare hukuku ilkelerine; memleket gerçeklerine aykırı olduğunu söylüyordu. Anayasa devletin il esasına göre kurulmasını emretmişti; dolayısıyla ayrıca bölge kademesi yaratılamazdı. İdare hukuku ilkelerine aykırıydı; ihtiyaç yatırım – hizmet – güvenlikte eşgüdüm ihtiyacıydı, bunun için yetki genişliği ilkesi kullanacak bir kademe yaratmak zorunluluğu yoktu.
Diğer iki parti grup adına konuşma almamıştı.
Kendi adına Sivas Milletvekili Ahmet Turan Soğancıoğlu, hem komisyon değerlendirmelerine hem de HP görüşüne katılıyordu. Bu kararnamenin idare geleneklerimize aykırı olmanın yanısıra kırtasiyeciliği de artıracağını söylüyor ve ekliyordu: “Bölge valiliği, bir nevi federatif sisteme esas teşkil eder, zemin teşkil eder”.
Kendi adına söz alıp konuşan ikinci ve son kişi, Ankara Milletvekili Kamil T. Coşkunoğlu idi. Diyordu ki “bölge valiliği bölücülüğü ihdas etmez, bölücülüğü önler”. Ama ortak bir karara varılmıştı ki, Coşkunluğu bu iddiasını çok uzatmayıp başka bir gerekçe ileri sürüyordu. Ona göre bu kararname MGK’ya aitti ve Anayasa’nın geçici 15. Maddesi MGK kararlarının anayasaya aykırılığı iddia edilemez diyordu. Tamam, kararname kaldırılacaktı; ama bu kararın gerekçesi anayasaya aykırılık olamazdı; bunu hatırlatıyordu.
*
71 Sayılı Kararname, ülkeyi 8 bölgeye ayırmış ve her birinde bir valilik kurmuştu.
Kurduğu şey yönetim ilkesi bakımından “mahalli idare” değil, “merkezi idare” idi. Yani bölge valiliğinde, bölge halkının seçeceği bir bölge meclisi olmayacak, bölge valisi seçilmiş kimse olmayacaktı. Valiyi de bölge idaresinin memurlarını da merkezi idare atamayla görevlendirecekti. Bu devlet için idi. Yatırım ve hizmetlerde verimlilik, güvenlikte etkinlik!
Rasyonalite!
Ama bu sınırları bir kez çizdikten ve kurumlarını yarattıktan sonra, işleyişini meclisli ve seçimli valili bir bölge “mahalli” idaresine dönüştürmenin önündeki engel ne!?... Muhtemelen böyle düşünüp “olmaz” diyenler de devlet için konuşuyorlardı. Onlar bu ‘rasyonalite’nin gerekçesini geçersiz ilan etmişlerdi. Hareket noktaları ‘gerçeklik’ idi; gelenek ve gelecek ekseninde yürüyorlardı.
Tarihsellik!
*

Devlet ve yerel yönetim meselelerinde hep bu iki yaklaşım çarpıştı. 
Bugün şansımız, gelenek ve geleceğe, gerçekliğe odaklanmış tarihsel anlayıştaki isabete çok sayıda örneğimiz olması. 
[Aydınlık, 4 Ekim 2017]

1 Ekim 2017 Pazar

“BÜtÜNŞEHİR” YANLIŞINDA ISRAR ETMEK


Türkiye’yi federasyon tipi devlete sürüklemek isteyenler, hiçbir zaman er meydanına çıkıp konuşmadılar. Kimisi verimlilik adına, kimisi planlama adına konuşmayı, kimisi de ‘çağdaş dünyada en iyiler’den dem vurmayı seçtiler.
*
Bu hedefi uygulamaya geçirmek isteyenler, en uzun adımlarını 12 Eylül 1980’den sonra attılar. Yalnızca “yerel yönetimleri güçlendirmek” lafazanlığıyla yetinmediler. Büyükşehir belediyeleri kurmaları birşey değildi. Ülkeyi sekiz bölge valiliğine ayıran bir kararname çıkarmayı bile başarmışlardı. Bölge valiliği kuran kararname yasalaşamadı; yürürlükten kaldırıldı.
*
1990’lı yıllarda öne atılan fikir, il özel idarelerini güçlendirmek oldu. Ama öyle sıradan bir güçlendiriş değil. Zaten yerel yönetim türlerinden biri olan özel idareleri, illerde valilerin yetkilerini de üstlenecek hale getirmek niyeti.
Öyle ki, kısa bir süre içinde valiliklere gerek kalmasın; illerde valilikler ve kaymakamlıklar kaldırılsın; böylece iller merkezin taşra kuruluşu değil il halkının özyönetimleri olsun… İl özel idareleri böyle bir dönüşümden geçirilirse, merkezce atanan valilerin yerini, elbette ‘seçimli valilik’ alacaktı. Sonuçta, yalnızca Türkiye’nin değil Osmanlı Devleti’nin de üzerinde yükseldiği “il sistemi”, yerini “eyalet sistemi”ne bırakmış olacaktı.
Olmadı; fikir atıldığı yerde kaldı.
*
2000’li yıllarda bölgeselleşme - federasyonlaşma baskısı, Avrupa Birliği serinliğiyle sürdü. Bölge kalkınma ajansları, belediyeleri Anayasa’ya aykırı olarak ‘idari ve mali özerk kuruluşlar’ diye tanımlayan belediye yasaları, belediyelerde etnik-dillerin kullanılması, merkeze ait görev ve yetkilerin belediyelere devredilmesi için “Kamu Yönetimi Temel Kanunu” adlı yasa hazırlıkları, aldı başını gitti.
Temel Kanun düştü. İçindeki parçaların kimileri yürürlüğe girdi. Ama bu işin özü uygulamaya geçirilemedi. Yani, devletin merkeziyetçilik esasına göre kurulmasına son verilemedi. Yeni ilke, ademi merkeziyetçilik esas kılınamadı. Böylece eyaletleşme hedefi yine başka bir sonbahara kaldı.
*
2010’lu yıllarda eyaletçiler başka bir fırsat gördüler. Yapıyı, büyükşehir modeliyle değiştirmek fırsatını…
Denemesini İstanbul ve Kocaeli’nde yapmışlardı. Büyükşehir belediyesinin sınırları, bu illerin sınırlarıyla aynı yapılmıştı. İki ilin alanında 3 idare olmuştu. Merkezi idarenin kendisi olarak valilik; ilin yerel yönetimi olarak il özel idaresi; yine ilin yerel yönetimi olarak büyükşehir belediyesi.
Bir ilde üç idare çok fazla.
Olan özel idareye oldu; tarihe karıştı.
*
2012’de yasayla, 2014’te seçimler sonunda, bu model yayıldı ve 30 ili kapladı. Bu tarihe kadar yalnızca ilin merkezindeki şehirde yetkili olan “Büyükşehir Belediyesi”, ilin tümünde yetkili oldu. Hukuken ayrı bir adları yok. Uygulamada bunlara “BüTünşehir Belediyesi” dedik. “İl-Belediyesi” de diyebilirsiniz.
Toplam 81 ilin 30’unda il özel idareleri kaldırıldı.
Belediyeler o kadar genişlediler ki, belediye olmaktan çıktılar. Öyle ya, belediye ‘şehir/kent’ büyükşehir de “metropolitan şehir/kent’ yönetimidir. Oysa bu değişiklik belediyeciliği “şehir”den aldı, “alan yönetimi” ya da “bölgesel yönetim” haline getirdi. Belediyelerin adı kaldı; özü ortadan kalktı.
*
Şimdi gazetelerde küçük haberler var.
Ülkenin tüm illerinde bu modele geçileceği yazılıyor.
Bu doğruysa, olan şudur:
Büyükşehir belediyesi modeli kullanılarak, Türkiye, merkezi il idaresinden yerel il idaresine evrilecek. Bunun son adımı, merkezi il idaresinin, valilik sisteminin ortadan kaldırılmasıdır; alan-bölge yönetiminin “yerel”lere terk edilmesidir; yani devletin eyaletleştirilmesidir.
*

Türkiye’nin çıkarlarına köklü biçimde aykırı sinsi baskılara karşı duyarlı olmalı…
[Aydınlık, 1 Ekim 2017]

İlgili makale: Büyükşehir belediyeciliği bitmiştir
İlgili makale: BüTünşehircilik kaç sandalye kırar?