27 Mayıs 2018 Pazar

Bağımsızlık: Merkez Bankası İçin mi Türkiye İçin mi?


Son günlerde bağımsızlık isteyenler çoğaldı. Ama şaşılacak şey, çoğu kimse bağımsızlığı Merkez Bankası için istiyor. Türkiye’nin bağımsızlığından söz eden çok az.
*
Politikanın sahibi IMF, Rusya’yı ziyarette olan başkanı Lagarde’ın ağzından, piyasaların sesi televizyon kanalı Bloomberg sunucuları aracılığıyla “siyasetçilerle Merkez Bankası arasında uyumsuzluk” olmaması gerektiğini, merkez bankalarının “bağımsız” olması gerektiğini buyurdu. Buyurma hakkı var; çünkü bu politika öz be öz onun politikası. Türkiye’ye dayatılıp kabul ettirilmesi de 2001’de kendi memurları olan Kemal Derviş eliyle olmuştu.
*
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Merkez Bankası’nın ülkenin devlet yönetimine ve hesap veren siyaset makamlarına duyarsız olamayacağını söylemişti. Doğru söylemişti. Ne var ki, hepimizin gözleri önünde geri adım attı.
Geri adım, gene Bloomberg – Habertürk yazarı Abdullah Yıldırım’ın yorumuyla şöyle ilan edildi: Cumhurbaşkanı Erdoğan “geçen hafta başında Londra’da Bloomberg TV’ye verdiği röportajla yabancı yatırımların çok önem verdiği Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusundaki sözlerine dünkü konuşmasıyla düzeltme de yaptı: ‘Para politikalarında küresel yönetişim biçimlerine bağlı kalacağız” dedi.
*
Küresel yönetişim biçimlerine bağlı kalmak….
Özet budur. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, bu kurumun “küresel yönetişim” mekanizmalarına bağımlı olması demek. Böylece siyasal iktidar, bir zamanlar “piyasalar” denen ve şimdi daha cüretkar biçimde “küresel yönetişim”  diye adlandırılan “şey”i, Türk Milletinin egemenlik hak ve yetkisinin üzerinde olduğunu kabul ediyorum demeye zorlandı.
*
CHP’den Faik Öztrak, Lagarde’ın parmak sallamasından ve Erdoğan’ın açık taahhüdünden bir iki gün önce, “Türkiye Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunda topluma taahhütte bulunmalıdır” diye yazılı bir açıklama yapmıştı.
Hangi “toplum”a? Türk toplumunun, seçmenlerin böyle bir taahhüt beklentisi mi var? Elbette yok. Herkesin malumu. Bu taahhüt talebi, Bloomberg yazarının söylediği gibi “yabancı yatırımcılar”a ait. Hem de yalnızca kredi - borç veren, senet – sepet alarak para satan para-sermayedarı sözde yatırımcıların talebi. “Toplum” dediği bu. “Toplum”, Öztrak’ın da üzücü desteğiyle, Cumhurbaşkanının ağzından “taahhüdü” koparmış oldu.
Aynı köşeden Selin Sayek Böke, 2001 Kemal Derviş zamanından beri duyduğumuz o tuhaf söz dizimini dillendirip Merkez Bankası uygulama araçlarını kullanmada bağımsız olmalıdır türünde laflarla o “toplum”un sözcüsü olduğunu gösterdi.  
Şimdi İYİP’te siyaset yaptığını bildiğimiz, önceden Merkez Bankası’nda başkanlık yapmış Durmuş Yılmaz “ekonomiyle inatlaşmak olmaz, inatlaşırsan böyle olur” diyerek içimizi ezdi. Ekonomi, yani küresel yönetişim mekanizmaları… Onunla inatlaşma, ne gerektiriyorsa onu yap!
*
Küresel yönetişim kuralları denen “şey”, günün emperyalizminin ta kendisi, başka bir şey değil. Paranın küresel egemenleri, 1989’dan başlayarak, merkez bankalarını ülkesinin siyasal iktidarından ve halkının güncel ve gelecek hedeflerine değil küresel iktidarın gereklerine bağlanmasını sağlamak için yapmadıklarını bırakmamışlardı. Türkiye’ye bunu 2001 yılında kabul ettirdiler. O günden bu yana, kazandıkları bu mevziyi korumak için can hıraş kavgadalar.
*
Bizim açımızdan 2001 yılında çıkarılan “bankanın bağımsızlığı” kararı, Merkez Bankası’nın 1927 – 1933 yılları arasında kuruluşundan itibaren milli bir banka olarak geliştirilmesi için verilen uzun savaşı yitirmemiz anlamına gelmişti. O tarihte küreselciler zafer sarhoşuydu. Tek dünya hükümeti kurmaya doğru yürüdüklerini söylüyorlardı. Kolay zafer kazanmışlardı.
Ama şimdi 2018’deyiz. Küreselcilik battı. Dolar – avro sarsılan tahtlarının derdindeler. Küresel yönetişim kuralları’nın her yanı sarkmaya başlamışken… Merkez Bankası’nın bağımsızlığı üzerinden teslimiyet tazelemenin ne anlamı var?
*
Dünyanın çöken kuvvetlerine yaslanmış ‘büyük’ muhalefet ve bunlara teslimiyeti çıkış sayan iktidar... Bizim gerçek sorunumuz, bu durumdan başka bir şey değil.
[Aydınlık, 27 Mayıs 2018]

23 Mayıs 2018 Çarşamba

24 Haziran Ne Kadar Sürer?


7 Haziran 2015 seçiminin siyaset ömrü beş ay olmuştu. 3 Kasım 2015 seçiminin vadesi ise iki buçuk yılda doldu. Bir ay sonra yapacağımız 24 Haziran 2018 erken seçiminin ömrü ne kadar olur? Bu seçimde oluşacak kurumlar da beş yıllık siyaset ömrünü doldurma yeteneğine sahip görünmüyor.
*
Koşu yolu tek olmasına tek. 
Ama koşanlar hiç de aynı yarışın koşucularına benzemiyorlar. 
Dört partili Millet (CHP, İYİP, SP, DP) ile üç partili Cumhur (AKP, MHP, BBP) ittifakları, bunları oluşturan yedi parti için yüzde 10 barajını kuralın etrafından dolanarak geçersiz hale getirdiler. İttifaklar dışında iki parti (Vatan, HDP) kaldı. Bunlar yüzde 10 barajıyla birlikte yarışacaklar. Partilere, bağımsız adaylar gösteren bir platform (Bu Düzen Değişmeli Platformu) eklendi.
Demek ki seçimde, farklı ağırlıklarda toplam dokuz parti ve bir platform olmak üzere on siyaset unsuru var. Oysa Türkiye’de kurulu parti sayısı, Yargıtay’ın internet sitesine göre 86. Süreç boyunca kurulu partilerin yalnızca yüzde 12’sinin sesini duyabileceğiz. Bu elbette görüntünün oranı. Gerçekte 2 ittifak + 2 parti + 1 platform = 5 yarışmacı hesabı yaparsak, duyulabilir sesin oranı ancak yüzde 6.  
*
Yarışa giren aktörlerin her biri öbüründen keskin. Ne var ki ortada beş yıllık planlar da uzun vadeli öngörü ve tasarımlar da yok. Şimdiye kadar parça pinçik söylenen sözlerden sonuca varmak olanak dışı. Belki seçim bildirgelerinde bildireceklerini görünce bazı noktalar açıklığa kavuşabilir.
Ama iki nokta var ki, tavırlar açık.
Bunlardan birincisi iktisadi alanla ilgili. Döviz kuru yangını içinde olmamıza karşın, yarışçılardan “Türk Parasının Kıymetini Koruma” siyasetine ilişkin herhangi bir söz çıkmıyor. 1989’dan kalma para ve döviz siyaseti adeta “tabu” haline gelmiş. Anlaşılan taraflar “dış dünyanın sempatisi”ne halel getirmemek gerektiği görüşündeler.
Yine örneğin, Türkiye’yi yangın yerine çevirmiş 2016 hendekçiliğine, Irak ve Suriye’de ABD silahlarıyla eğitilip donatılan etnikçi/vekaletçi saldırganlığa dönük sınırsız sempati, insanda hayret uyandırıyor. Yarışçıların her biri ayrı büyük strateji-taktik ustası üst kademeleri, taban denen destekçileriyle “gözlerimin içine bak, anlarsın” ilişkisi kurmuş görünüyorlar. Bir taraftakiler birbirlerine “oy için tamam” derken, öbür taraftakiler “oy için devam” diye göz kırpışıyorlar.
Eğer siyaset, temel sözlerin ortaya iddia olarak koyulmasını gerektiren bir alan ise, bu işte kaş göz oynatmayla alınabilecek mesafe, ençok 24 Haziran.
*
Bir şey daha... 
Genel olarak yarışçıların hallerine ve sözlerinin taktikçiliğine bakınca, 24 Haziran 2018’den sonra mevcut siyasal partilerin kendi varlıklarını selametle sürdürmelerinin de kolay olmayacağı söylenebilir.
Henüz herşey henüz kendi ateşinde kavruluyorsa da bazı tarihsel özellikler artık ortada. Türkiye’de Özal’ın ‘dört eğilimli parti’sinden başlayıp 2000’li yılların ‘herkes için parti’sine varan bir dönüşüm süreci yaşadığımız açık ve seçik. Belli ki, Duverger’in kitabını yazdığı 1950 model siyasal parti teorisi artık geçersiz. Siyasal partiler, ideolojilerinden sonra programlarını da yitirerek proje-manipülasyon çatıları haline gelmiş bulunuyorlar.
[BAG, Aydınlık, 23 Mayıs 2018]


20 Mayıs 2018 Pazar

'HİÇBİR PİRE KÖTÜ DEĞİLDİR' ZİHNİYETİ


24 Haziran 2018’de bir cumhurbaşkanı ve 600 milletvekili seçeceğiz.
Cumhurbaşkanı adayları belli. 21 Mayıs akşamüstü milletvekilleri adayları da belli olacak. Ayın sonuna kadar partilerin seçim bildirilerini de öğrenmiş olacağız. Sonra seçim çalışmaları ve seçim günü gelecek. Seçim sonrasında yaşayacaklarımızın büyük bölümü, elbette seçim sonuçlarına bağlı olarak biçim kazanacak. Ancak Anayasa’nın ilgili hükümlerine bakarak, seçim sonrasında bazı olası durumlar üzerine akıl yorabiliriz.
*
Diyelim ki, 24 Haziran günü cumhurbaşkanlığını rakiplerden biri, milletvekili ağırlığını ise diğeri kazandı. Aralarında uzlaşma sağlanmaz da çatışma yaşanırsa ne olur? (İlgili anayasa maddesi, madde 116'nın ilgili kısmı yazının sonunda) 
*
TBMM 600 üyeli olacak. Bu üyelerin beşte üçü, yani 360’ı bir araya gelip ‘seçimi yenileyelim’ diye bir karar alırlarsa, başka hiçbir onaya gerek kalmadan hem kendilerini hem cumhurbaşkanını yeniden seçime götürebilecekler. Meclis üyeleri böyle bir kararla kendi beş yıllık görev sürelerini kesmeyi göze alırlar mı? Pek istekle yapacakları bir iş değil, ama yapabilirler. 1945’ten bu yana darbeyle giden iki meclis hariç, TBMM yedi kez erken seçim kararı alıp kendini feshetmiş.
*
Cumhurbaşkanı da benzer bir yetkiye sahip. 24 Haziran’ın ardından, o da başka bir yerin uygun bulmasına gerek olmadan ‘seçimler yenilensin’ diye karar alabilecek. Cumhurbaşkanı her istediği anda bu kararı alabilir mi? Alabilir; Anayasa ne gerekçe ne zaman sınırı getirmiş bulunuyor. Onun açısından erken seçime gitme kararı vermeyi zorlaştırabilecek hiçbir durum yok mu? Var. Böyle bir karar alırsa, yalnızca TBMM üyelerini değil kendisini de sandığa götürecek.
Ne var ki erken seçim kararı, 360 oy gerektiren TBMM’ye göre, cumhurbaşkanı için daha kolay alınabilir görünüyor. Çünkü eğer cumhurbaşkanı olan kişi ilk dönemindeyse sorun yok, ikinci kez aday olabilir. İkinci dönemiyse de sorun yok; bu durumda iki dönem kuralına takılmayacak, üçüncü kez seçime girecek, ama bu giriş, ikinci kez diye kabul edilecek.
*
Dolayısıyla taraflar hazırlıklarını, yalnızca 24 Haziran’a değil, bir o kadar da sonrasına dönük yapıyorlar. İki büyük bloktan Cumhur İttifakı, cumhurbaşkanlığında ilk turda %51’i bulmak ve TBMM’nde beşte üçü oluşturan 360+ milletvekili çıkarmak gayretinde. Öbürü Millet İttifakı bu çıtaların yanısıra, cumhurbaşkanlığını ikinci tura bıraktırmak ve TBMM’de rakip bloğa 360- koltuk bırakmak hesabında.
*
İşte bu hesaplarla barajı ittifakla dolanan tabela partileriyle Saadet’e ve dışarıdaki HDP ile  HÜDAPAR’a adeta sempati yağmakta. Ümmetçi ve etnikçi küçük kuvvetler, çok-siyaset-bilir stragem ustalarımız sayesinde, adeta son gürlükteler. Seçmene gelince, o zaten kararını çoktan vermiş durumda. Kendi cenahının taktik-ustalarına ‘ilkeyi/uzun vadeyi bırak, maçı almak için ne gerekirse yap’ diye bağırmaktan neredeyse sesi kısılacak.
Bu, cidden zor dönemlerimizden biri.
Ama o ya da bu blokta “bizimkiler”in kazanması bakımından değil. Hesapsızca ilke verip müttefik alan, bunu da ‘şartların gereği’ mazeretinden ibaret savunmalara boğanlar yüzünden zor dönemlerimizden biri.
Gorki’nin bir oyununda ihtiyar Luka’nın ‘hiçbir pire kötü değildir’ zihniyeti her yanımızı sarmış gibi, “hepsi siyah, hepsi sıçrıyor… o kadar”! Gerçek ise şu ki, bu zihniyetin vadesi, hep birlikte kaşıntıdan perişan oluncaya kadar…
[BAG, Aydınlık, 20 Mayıs 2018]


***

Böyle bir durum için Anayasa’nın 116. Maddesi şöyle yazıyor: “H. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanı seçimlerinin yenilenmesi: MADDE 116- Türkiye Büyük Millet Meclisi, üye tamsayısının beşte üç çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesine karar verebilir. Bu halde Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır. Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır. Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir….”

16 Mayıs 2018 Çarşamba

CUMHUR PROTOKOLÜ ÜSTÜNE


Pazar günkü yazımda Cumhur ve Millet ittifaklarının protokollerini karşılaştırdım. Çok söz, az değerlendirme aldım. Cumhur İttifakı'nın Atatürk’ün hedeflerine ve Türk Milleti’ne dayandığını ilan eden protokolüne karşı Millet Protokolü’nün Atatürksüz ve Türksüz haline ilişkin olarak, “biri yazmış, ama yazdıklarında samimi değil; öbürü yazmamış ama yazmadıklarına bağlı” şeklindeki değerlendirme çoktu ve en dikkat çekici olan buydu. Dikkat çekici, ama niyet okumakla sınırlı.
*
Cumhur Protokolü, AKP, MHP ve ekli BBP tarafından imzalanan seçim anlaşması, 4 Mayıs 2018 günü Yüksek Seçim Kurulu’na verilmişti. Bu anlaşma metninde dikkat çeken bir parça daha var. Sayın İsmet Eroğul, katkılarıyla birlikte, Cumhur İttifakı’nın ‘vizyon’u diyebileceğimiz “o cümle üzerinde durmaya değer” dedi. Gerçekten de, herhangi bir ajitasyon metninde olsa üstünde durmaya gerek görmeyebilirdik. Ama bu, tarafları bağlayıcı bir hukuk-siyaset belgesi. Ayrıca ortaklar seçimi kazanacak olurlarsa, kuracakları iktidarın zihniyetini yansıtıyor, es geçilmemeli.
*
Cumhur Protokolü’ndeki o ifade şöyle:
“İttifakımız İ'la-yı Kelimetullah uğruna asırlarca dünya barışının ve adaletinin teminatı, İslam aleminin ve bütün mazlum milletlerin yegane ümidi olan Türkiye'yi küresel bir güç haline getirecek, 2053 ve 2071 vizyonun alt yapısını adım adım inşa edecektir.”
*
2053 vizyonu, Recep Tayyip Erdoğan tarafından 7 Mayıs 2013’te AKP Grup Toplantısı’nda açıklanmış. Bu tarih, İstanbul’un fethinin 600. yılı olduğu için seçilmiş. Zaman zaman dile getirilen bu vizyonun ne olduğunu anlatan bir belge yok.  
2071 vizyonunun durumu da böyle. Yine Erdoğan tarafından 2012 yılında bu kez partisinin kongresinde dile getirilen bu hedefle ilgili olarak da herhangi bir belge, açıklama yok. Erdoğan’ın şu cümlesi vizyonun ne olduğunu tam olarak açıklamıyor, ama belki bir fikir verebilir: “2071’e, bininci yıl dönümüne Allah’ın izniyle o zaman Türkiye Selçuklu’da, Osmanlı’da ulaştığı dereceye yeniden ulaşacak.” Artık bundan kim ne anlıyorsa o…
*
İ’la-yı Kelimetullah, Arapça bilmeyenlerden bazılarına, çoğu zaman yapıldığı gibi, dinî inanç göstergesi sayılıp sorgulanması bile gereksiz bir söz gibi gelebilir. Hatta o kadar gereksiz ki, aralarında “bundan rahatsız mı oldun, seni din düşmanı!” sözlerini savurmaya hazır olanlar bile var. Oysa bu terim, 2018 yılında yapılan bir seçimin hukuk-siyaset belgesine girmiş durumda. Burada kutsallık taşımıyor. Artık saf cinsten siyasal bir terim.
Terimin siyasal mücadele arenasına girişi, 1978 civarına rastlıyor. Taşıyıcısı, o zamana kadar bazı yazarlarca tarihsel inceleme aracı olarak kullanılan Türk-İslam Sentezi deyişine karşı çıkan ve bunun yerine “Türk-İslam Ülküsü demek daha doğru olur” diyen Ahmet Arvasi. Onun siyasallaştırdığı “İ’la-yı Kelimetullah için” ve “Nizam-ı Alem” terimleri, Muhsin Yazıcıoğlu eliyle şimdiki Büyük Birlik Partisi’nin (şimdi Cumhur Protokolü’nde ekli BBP’nin) siyasal programıyla zihniyetinin özeti.
*
Cumhur Protokolü, renksiz-ideolojisiz-siyasetsiz Millet Protokolü’ne göre, tartışmasız olarak renkli-ideolojili-siyasetli. Bu protokoldeki sorun, renklilikteki çokluk. Sorun, daha düne kadar Atatürk’e karşı rahatsız edici sözler sarf edip Türklükten rahatsızlık sergileyenlerin şimdi onlara yaslanmalarından ötede.
Bu protokolde büyük gövde AKP-fikri yok. AKP’nin fikri mi yok? Protokolde, küçük gövde MHP var mı; seçemedim. Ama, kendisi milletvekili adayı çıkaramayan ekli BBP zihniyeti, Arvasi esintisiyle tartışmasız ve baskın biçimde var.
Öyle görünüyor ki, Millet İttifakı gibi Cumhur İttifakı da, Türkiyelilik etiketi altında uzun yıllardır tehdit edilen Türkiye’de Türk Milletinin egemenlik hakkını savunmak için gerekli zihniyet gücünden yoksun.

Niyete sahip olabilirler; ama zihniyetler –bilinçler bulanık.
[BAG, Aydınlık, 16 Nisan 2018]

13 Mayıs 2018 Pazar

İTTİFAK PROTOKOLLERİ ÜSTÜNE


24 Haziran 2018 seçimi için iki ittifak var. Kendi aralarında protokol hazırlayıp imzaladılar ve bunları 4 – 5 Mayıs 2018 günleri ardı ardına Yüksek Seçim Kurulu’na verdiler. Protokollerden biri kendisine Cumhur İttifakı adını veren AKP, MHP, ekli BBP arasında, ikincisi protokollerinde Millet İttifakı adını seçtiklerini belirten CHP, İYİP, SP, ekli DP arasında imzalanmıştı.

BBP ile DP’ye “ekli” dememin nedeni, bunların milletvekili seçimlerinde ayrı liste yapmayıp, adaylarının diğer müttefik partilerin listelerine yerleştirilecek olması.
*
Cumhur Protokolü, ittifakın hedeflerini “Türkiye'nin istiklâlini ve istikbâlini her şeyin üstünde tutan bir anlayışla…” kovalayacağını yazıyor. Güzel anlayış.

Protokol, dördüncü maddesinde ittifakı şöyle tanımlıyor: “Cumhur İttifakı, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ‘muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma’ hedefini yakalama azmi ile milli ve üniter devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve Türk Milletini ilelebet yaşatma iradesidir.” Güzel tanımlama! Atatürk’e sahip çıkıyor, ulusal ve üniter devlet yapımızı temel sayıyor, adını atlamadan Türk Milleti diyor.

İmzacılar, aynı maddede “Türkiye'yi zayıflatarak uluslararası operasyonlara açık hale getirmeye yönelik her türlü faaliyetin karşısında yer almaya kararlı” olduklarını ilan ediyorlar.

*
Cumhur Protokolü’nün beş yıllık başlıca hedefi, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini kurmak ve işletmek. 16 Nisan 2017 anayasa referandumuyla OHAL ortamında getirilen, kılpayı %51 onaylı, hazırlıkları hala eksik, Türkiye’ye yararı çok tartışmalı olan bir hükümet sistemini hedeflemesi sorun. Toplumda geniş uzlaşma gerektiren, bu uzlaşma olmadan oldu-bitti yapılmaya çalışılan bu iş, Cumhur İttifakına yönelmiş haklı eleştirilerin nedeni.

Protokoldeki ifadeyle “ittifakımız İ'la-yı Kelimetullah uğruna asırlarca dünya barışının ve adaletinin teminatı, İslam aleminin ve bütün mazlum milletlerin yegane ümidi olan Türkiye'yi küresel bir güç haline getirecek, 2053 ve 2071 vizyonun alt yapısını adım adım inşa edecektir.” Kuşkusuz bu bir vizyon! Her vizyon gibi açıklanmaya muhtaç. Hükümet sistemi böyle bir ‘vizyon’a dayalı ise, sistemin gerçek bir toplumsal uzlaşmaya dayandırılmadan kurulmaya çalışılması başlı başına sorun.

*
Millet İttifakı protokolü daha değişik. Bir kere protokolde “ittifak”ın neyin iradesi olduğu tanımlanmıyor; aksine imzacılar birbirlerinden farklı olduklarını özenle vurgulamayı önemli saymışlar. Öte yandan kendilerine “ittifak olarak” beş yıllık bir hedef koymuş da değiller. Örneğin “16 Nisan Rejimi’ni kaldıracağız” gibi bir hedef ilanı yok. Bir başka özelliği, protokolde milletin adının hiç geçmemesi. Cumhur İttifakı’nın protokolünde yer verilen Atatürk’ten, ulusal ve üniter devletten söz olmadığı gibi örneğin laiklik, sosyal devlet, kalkınma, egemenlik, bağımsızlık gibi bazı temel kavramlar da yok. Protokol renksiz, ideolojisiz ve siyasetsiz bir siyasal partiler anlaşması özelliği taşıyor.
*

Millet ittifakı protokolü seçim kurallarının adil olmadığını ilan ediyor ve işbirliklerinin “milletin her bir bireyinin temsili”ni sağlamayı amaçladığını söylüyorlar. “Ülke meselelerine farklı bakan, kendi görüşlerine göre farklı çözüm yolları öneren siyasi partilerin seçim işbirliği yapmasının… önemli olduğunu düşünüyoruz” diyorlar.

Millet İttifakı seçim işbirliğini neden önemli sayıyor? Protokol’de dendiğine göre “temsilde adaletin sağlanması ve milletimizin her bir üyesinin iradesinin hiçbir etki ve yönlendirme altında kalmadan Yüce Meclisimizde temsil edilmesi bakımından önemli” olduğunu düşünüyorlar. Bir (1) numaraya yerleştirdikleri hedefleri “huzur, kardeşlik ve güven ortamı içinde adil ve güvenli bir seçim yapılmasını sağlamak”.

Ama bu durumda da insan ister istemez, madem amaç “milletimizin her bir üyesinin iradesini” meclise taşımak, neden BTP, VP ve HDP’yi ittifakın dışında bırakmışlar ki, diye merak ediyor.
*
Biri ömrü net 50 gün olarak biçilmiş siyaset-dışı bir metin; öbürü 5 yıllık misyon yüklenmiş ve 50 yıl sonraya ilmek atmış bir doküman. Yarışa çıkacaklar, ama koşacakları yol bile sanki aynı koşu yolu değil gibi.

[BAG, Aydınlık, 13 Mayıs 2018]

9 Mayıs 2018 Çarşamba

İTTİFAKLI PARTİLER ARASI SEÇİM


24 Haziran 2018 seçimi kendine özgü yönlerle dolu. Aynı gün hem TBMM üyelerini, hem de cumhurbaşkanını seçeceğiz.
*
TBMM için 550 değil, ilk kez 600 kişi seçilecek. Milletvekilleri göreve başladıklarında, toplum ve devlete ilişkin her türlü kararı alma yetkisi olan kimseler olmayacaklar. Bu yetki bakımından artık sınırlılar. TBMM’nin kanunları olacak. Ama işlerinin büyük bölümü artık cumhurbaşkanı kararnamelerine bırakılmış olacak. Hükümet üyeleri kendi içinden çıkmayacak. Hükümeti onaylamak yetkileri de olmayacak. Dolayısıyla hükümeti denetleyip düşürmek gibi yaptırım güçleri de yok.
*
Cumhurbaşkanı da seçilip koltuğuna geçtiğinde, şimdiki koltukta oturmayacak. 16 Nisan 2017’de anayasa öyle değiştirildi ki, yalnızca cumhurbaşkanı değil aynı zamanda başbakan olacak. Bildiğimiz  hükümetin başı, artık başbakan değil cumhurbaşkanı. Aslında başında olacağı hükümet de gerçek anlamıyla hükümet olmayacak. Çünkü bakan adlı kimselerden oluşacak kurulun, kurul olarak karar alma, örneğin ‘bakanlar kurulu kararanamesi’ çıkarma yetkisi kaldırıldı. İşleri görüşecekler, ama karar karşımıza cumhurbaşkanı kararnamesi olarak çıkacak. Bakanlık koltuğunda oturacak olanlar siyasi işler yapacak, ama siyasetçi sorumluluğu taşımayacaklar; daha çok teknik adamlar olacaklar.
*
24 Haziran’da cumhurbaşkanı da milletvekilleri de şimdi olandan başka bir dünyaya doğacaklar. O dünyanın kuralları genel hatlarıyla belli, şimdilik çok büyük bölümü heyecanlı bir ‘arkası yarın’!
*
24 Haziran 2018 seçim süreci de kendine özgü. Bu seçimde yalnızca partiler değil, hem partiler hem ittifaklar yarışacak.
Anayasa dahil, yönetim ve işleyişte en temel kurallar değiştirildi; 12 Eylül’den kalma ve ilan edilen amaçların tam tersine sonuçlar doğuran yüzde 10 baraja, neredeyse 40 yıldır kimse dokunmadı. Bir araya gelip bir saat içinde yüzde 0 baraj kararı alabilecek olanlar, bunun yerine kuralın arkasından dolanmayı yeğlediler. Seçim barajını kendileri ve uygun gördükleri için iş görecek şekilde “ittifak” formülüyle yüzde 0’a çektiler. İttifakların dışında kalanlar, yüzde 10 barajla boğuşmak zorundalar.
*
Şimdi iki seçim ittifakı var. Yedi parti buralarda mevzilendi.
Biri AKP – MHP ve ekli BBP’den oluşan Cumhur İttifakı. Ekli BBP dememin nedeni, bu partinin ayrıca aday listesi çıkarmayacak olması. Adamlarını ilk iki partinin listelerine yerleştirecek.

İkincisi CHP – İYİP – Saadet ve ekli DP’den oluşan Millet İttifakı. İlk üç parti kendi milletvekili listelerini yapacaklar, ekli Demokrat Parti’nin adamları İYİP listesinde yer alacak.
Seçime girme hakkı elde etmiş üç parti ittifakların dışında kaldı. Vatan Partisi (VP), Büyük Türkiye Partisi (BTP) ve Halkın Demokrasi Partisi (HDP). VP ve HDP kendi cumhurbaşkanı adaylarına da sahipler. BTP cumhurbaşkanı yarışında yok. Milletvekili seçiminde olacak mı göreceğiz.
*
24 Haziran Cumhurbaşkanlığı yarışı bir “genel başkanlar” yarışı değil. 
Seçime girme hakkı kazanmış 10 partiden 3’ü, Cumhur İttifakı adıyla cumhurbaşkanlığına Recep Tayyip Erdoğan’ı tek aday olarak gösterdi. Millet İttifakı adıyla 4 parti ise tek değil, 3 farklı aday gösterdi. CHP genel başkanını değil milletvekili Muharrem İnce’yi, İYİP genel başkanı Meral Akşener’i, SP Temel Karamollaoğlu’nu. İttifaklar dışında kalan ve meclis için yüzde 10, cumhurbaşkanı için yüzde 50 barajla baş etmek zorunda kalan BTP’nin cumhurbaşkanı adayı yok. VP genel başkanıyla, HDP eski genel başkanı Selahattin Demirtaş ile aday.
Bu durum siyasi partilerin iç bünyeleri ve gelecekleri üzerinde elbette çok etkili olacak.
*
Milletvekili aday adaylıkları da cumhurbaşkanlığı adaylık süreçleri de henüz tamamlanmadı. 9 Mayıs 2018 Çarşamba, bugün cumhurbaşkanlığı yarışına 100.000 imza ile katılacak adaylar için son gün. Gerekli sayıyı tamamlaması beklenen tek aday VP Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek. 
İttifaklar, partiler ve adaylar şimdiye kadar bölük pörçük konuştular. Bundan sonra sözlerini derli toplu duymaya başlarız. Hele duyalım. Tartışılacak çok şey var.
[BAG, Aydınlık, 9 Mayıs 2018] 
[Not: Perinçek gerekli imzayı aştı, aday oldu.]

3 Mayıs 2018 Perşembe

MİLLETİ DEĞİL, MİLLETİN EGEMENLİĞİNİ İNŞA



Sabah Gazetesi’nde yazan Şükrü Hanioğlu, Cumhuriyet’in “projesi”ni sahiplenmek iyi bir şey değildir, “günümüzde bunu yapmak, liberal demokrasiye dönüşme alanında aşılması gereken bir engeli tahkim etmek anlamına gelmektedir” diyor. Bu sözleri yönelttiği adresi yazmamış. Belli ki, kim Türk Milleti’nden söz ediyorsa ona ve herhalde de en çok iktidar sahiplerine konuşuyor.
*
Şükrü Hanioğlu’nun proje dediği şey, Cumhuriyet’in bir Türk Devrimi olma niteliği. Ona göre böyle bir nitelik yok; çünkü “milletler devlet kurmazlar, devletler millet inşa ederler.” Bu bayat laf, kendini küreselci diye ilan eden kozmopolitizm severlerin ‘teori’si. Hanioğlu bu post-modern Atlantik uydurmasını benimsemiş, bize uygulamış, “Türk milleti yoktur, cumhuriyet devletinin imalatıdır” diyor.
Büyük bir gerçeği, yalnızca bir sözcüğü atlayarak tam tersine çevirme becerisi gerçekten çok ilginç bir pratik. Kozmopolitizm teorisinin ve şimdi liberal demokrasi adına yazan Hanioğlu’nun yaptığı bu. Konunun özünü oluşturan “hakimiyet/egemenlik” kavramını kazımış, mantığın ve tarihin tam tersini savunmayı mümkün hale getirmiş.
Hanioğlu’nun dediğinin tersine, elbette devletleri milletler [toplumlar] kurar. Devletler olmayan milletler inşa edemezler. Devlet, ancak ve ancak, var olan bir toplumun, yaşama ve yönetme iddiası olan bir milletin egemenliğini inşa edebilir. Devlet milletin varolma hakkını savunur, varlığını tescil eder, sahiplenir, topraklarında egemen, dışarıya karşı bağımsız olduğunu ilan eder. Bunların toplamı milletin kendisinin değil, egemenliğinin inşasıdır. 1923 yılında cumhuriyetin yaptığı da budur; Türk milletini yaratmak değil, onun egemenliğinin ilanı ve inşası.
*
Liberal demokrat Hanioğlu, Cumhuriyet’te Türk Milleti yaratma projesinin “milleti fiziki antropoloji temelinde” tanımladığını söylüyor. Belli ki, devrin başbakanı tarafından altı-yedi yıl önce TBMM kürsüsünde yapılan antropoloji kitapları gösterisinden çok hoşlanmış. Cumhuriyete ve Türk Milletinin egemenlik iddiasına karşı “ırkçı” lekesi sürmekte elde ettikleri bu başarıdan başı dönmüş. İkibinli yılların karanlık ilk onbeş yılını hepimiz hatırlıyoruz. Liberal demokratların “işte cumhuriyetin sonu!” çığlıkları attıkları yıllar idi. 1920 ve 1930’lu yıllarda çok-demokrat Avrupa’dan yayılan “Türklerin geri bir ırk olduğu, kendilerini yönetme yetenekleri olmadığı” yolundaki “bilimsel tezleri”ni, bu saldırganların kendi teknikleriyle püskürtme gayretinden ibaret çalışmaları “cumhuriyetin ırkçılığına kanıt” diye yutturabileceklerini sanmışlardı.
Liberal demokratlar, bağlı oldukları Batı medeniyetinin köklerine sadıklar. Sözlerini bu medeniyetin yüksek-bilimsel Yunanca etnos – demos terimlerinin ardına gizleyerek, Türk milletinin egemenlik hak ve yetkisini gayrı-meşru göstermek çabasındalar. Hanioğlu çizgisinin hakkını veriyor ve cumhuriyetin “demos” değil “etnos” temelinde bir millet inşa ettiğini söylüyor.
Bunlar çeşitlilikçi, farklılıkçı, azınlıkçı, yani özet olarak ‘etnos’çular. ‘Demos’ dedikleri şeyi her biri ayrı ayrı duran etnoslar toplamı sanıyorlar. Böylece etnik gruplara egemenlik talep ediyor ve ‘demos’u yok ediyorlar. ‘Demos’u yok edip kendilerini nasıl da “demos”çu diye pazarlıyorlar! Kendi niteliklerini nasıl da ulusal birlik ve egemenlik ilkesinin üzerine yıkıyorlar. Bu beceriye hayret ki ne hayret!
*
Günümüzde kendilerini siyasal İslamcı ya da solcu etiketleriyle değil, liberal demokrat diye piyasaya süren kozmopolit-azınlıkçılığın ne olduğu yeterince ortada.  Türk Milletinin egemenlik hakkını ortadan kaldırıp, ‘demos’un yaşam olanaklarını budamaya kilitlenmişler. Böylece bir yandan ‘etnos’lara iktidar, bir yandan da kozmopolit küreselciliğe sömürü alanı açacaklar.
Ne mutlu ki cumhuriyet, sağlam temelleri üzerinde uzun ve başarılı bir mesafe kaydetmiş bulunuyor. Türk milleti bin türlü saldırı karşısında direniyor; direnirken bir kez daha kendini yeniliyor.  

[BAG, Aydınlık, 2 MAyıs 2018]