28 Mart 2018 Çarşamba

VARNA’DAKİ AVRUPA BİRLİĞİ



Küreselcilik devri kapandı; küreselciler ortadan kayboldu. Açık duran, yalnızca onlardan sorulacak hesapların defteri.
Avrupa Birliği’nin de devri kapandı. Küreselcilerden farklı olarak, bir kısım AB’ci, televizyon ekranlarında yıllar ve yıllardır ezberlenmiş sözleri dile getirmeyi henüz sürdürebiliyorlar.
Oysa Pazartesi günü Varna’daki fotoğraf, Avrupa Birliği projesinin çöküşüne ilişkin son belgelerden biri olarak dosyalara girdi. AB’nin iki sözcüsünden yayılan görüntü ve sözler, çöküş halinin adeta özetiydi. Avrupa Komisyonu Başkanı Junker, Varna’ya daha önce geldiğinde havanın güzel, bu sefer ise kapalı olduğunu ve Karadeniz’i göremediğini söyledi. Gerçekten de öyle görünüyor; AB’nin feri kaçmış gözleri, güzel Karadeniz’i artık çok zor seçiyor. Üstelik bu sefer Başkan’ın siyatiği de azmış. Görüşmeler sırasında sık sık kalkıp salonda dolaşmak zorunda kalmış; hep siyatik ağrısından!
*
Varna’da terörle mücadele deyip bunun şampiyonluğunu yapan AB temsilcileri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’de ve Suriye’de terör örgütlerinin silah depolarından toplanan silahların “stratejik müttefikler”e ait olduğu açıklamasına ilişkin olarak ağızlarını açmadılar. Bu çok açık, ağır ve kanıtlı suçlama, basın toplantısında dünya kamuoyu önünde AB temsilcilerinin yüzlerine okundu, tek söz etmediler.
İnanılması güç. Teröre doğrudan destekte suçüstü olmalarına karşın, Türkiye’den, terörle mücadele yasasını kendilerinin istediği, yani Türkiye’nin elini kolunu bağlayacak şekilde değiştirmesini istemeyi sürdürdüler. Bunu, 2014’ten beri yaptıkları gibi, vize serbestliği uygulamasına geçmek için yine şart olarak dile getirebildiler. Bu “biz terör örgütlerini eğitip donatmayı sürdüreceğiz; terör sizi içerden dışardan vursun, siz direnmeyi mücadeleyi bırakın” türünde bir medeni Avrupa tavrı!
AB, bunun kadar acayip başka bir tavrı, aslında medeni Avrupa tavrına uygun biçimde, Kıbrıs kıyılarında kendi tekellerinin Rum Kesimi adına doğalgaz sondajları yapması konusunda sergiledi. Türkiye’nin bu sondajlara Kıbrıs’ın ve Türkiye’nin haklarını korumak üzere karşı çıkmasını, bu karşı çıkış nedeniyle şirketlerin sondajları durdurmak zorunda kalmasını, Türkiye’nin “yasa dışı” davranışları diyerek kınamıştı. Kınama kararı, Varna toplantısından kısa bir süre önce alınmıştı. AB liderleri bu kararda, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile Yunanistan’ın yanında olduğunu ilan etmişti. Türkiye’yi bu kadar yok saydıktan sonra, AB’nin Türkiye’yle “üyelik müzakereleri”ni sürdürmekten ya da “stratejik ortaklık”tan Türkiye’yi kontrol altında tutmaktan başka bir amaç gütmediğini herhalde herkes anlamıştır.  
AB temsilcileri, göçmenliğe ilişkin olarak Türkiye’nin ne kadar büyük bir yük aldığını, bunun için Türkiye’ye teşekkürlerinin ne kadar çok olduğunu, süslü ve abartılı bir şekilde dile getirdiler. Ama kendilerinin verdikleri destek sözlerini tutmadıkları suçlamasına karşı eveleyip gevelediler. “İşlemler” dediler, “eh ancak işte” dediler. Sözlerinde AB’ci keskinliklerinden eser yoktu.
Bireysel özgürlükler, tutuklu gazeteciler, insan hakları, vb. ezber Avrupa medeniyeti talepleri, yukarıdaki müzakere manzarası içinde gerçek anlamlarıyla ortaya çıktı. Junker’in 15 Temmuzun ne olduğunu tam olarak anlamakta güçlük çektikleri, bu yüzden tepki vermekte geç kaldıkları, iyi tepki veremedikleri, vb. lafları da buna eklenince, samimiyetsizlik tüm renkleriyle ortalığa saçıldı. Dar, bencil, salt maddi çıkarları için dünyanın tepesinde kılıç gibi salladıkları sahte hümanizmanın iki yüzyıllık baskı araçları!
*
26 Mart 2018 günü, Türkiye – AB arasında yapılan Varna görüşmesi, tarihsel öneme sahiptir. Varna’da tarihe geçen şey, Avrupa Birliği’nin yalnızca gücünü değil, artık meşruiyetini de yitirme sürecine girdiğidir.
[BAG, Aydınlık, 28 Mart 2018]

21 Mart 2018 Çarşamba

RUSYADA 2018 SEÇİMİNİN ARDINDAN



Geçtiğimiz Pazar günü, Rusya Federasyonu’nda Başkanlık seçimi yapıldı. Seçim sürecinin “adil değil”liğini ileri sürenler yeterince ikna edici olamayınca, çevreden “sandıkta mutlaka hileler yapılacak” gibi fal açma misali gelecekten haberlerle destek bulmaya gayret ettiler. Seçimlerde katılımın çok düşük olacağı “tahmin”leri havada uçuştu. Bunları “demokrasi adına” söylüyorlardı; hiçbiri tutmadı.
Rusya’nın 2018 seçimi adeta ulusal şölen havasında geçti. Ruslar kendileriyle ve ülkeleriyle gurur duydular.
*
Avrupalı BBC ve Euronews gibigeniş ve güvenilir haber veren kanallar” olarak şöhret yapmış haber şirketleri, saklamaya gerek duymadıkları bir üzüntü ve saklayamadıkları bir hayal kırıklığı içindeydiler. BBC’nin seçim sonuçlarını, İngiliz başbakanı Teresa May’in, bir ajanla kızının İngiltere’de Rusya tarafından sinir gazıyla zehirlendikleri iddiasıyla adeta iç içe vermesi, seçim sonuçlarını bu haberle bastırmak ister gibi davranması, gerçekten tuhaftı.
Bizim memleketin büyük haber şirketlerinde böyle bir ruh yoktu. Daha doğrusu herhangi “bir ruh” yoktu. Çünkü, ABD başkanlık seçimini adeta bir Amerikan eyaletindeymişiz gibi anlık veren kanallarımız, kapı komşumuz olan Rusya’nın seçimlerini neredeyse görmezden geldiler.
*
Son ok, anayasaların Avrupa muhafızı Venedik Komisyonu’ndan atıldı.  
Avrupa’nın 1990’dan bu yana önce eski Sovyet ülkelerine, sonra Arap ülkeleriyle Asya ve Afrika’nın kendilerine göre kritik, dünyanın toplam 40 ülkesine anayasa elbiseleri biçen Venedik Komisyonu, “dünyada başkanlık ve yarı-başkanlık sistemleri uygulayan ülkelerde anti-demokratik şeyler oluyor” dedi. Başkanlık sürelerinin uzatıldığına (4 yıldan beş ya da altı yıla çıkarılması gibi), bunun genel bir eğilime dönüştüğüne dikkat çekti. Bu açıklamada geçtiğimiz günlerde Çin’de yapılan seçimlerden duydukları rahatsızlığın da büyük payı olsa gerek.
Anayasa muhafızının sesi de cılız ve etkisiz kaldı.
Öyle görünüyor ki, “Batı değerleri” nin baştacı demokrasi ve seçim süreci kriterleri, Batı siyasetinin elinden düştü.
*
Rusya’da “çok düşük olacak” denen seçime katılım oranı %68 oldu. Bu, Batı siyasetinin beklediğinden ve Batı’daki seçimlerde görülen katılım oranlarından çok daha yüksek bir oran.
Seçime katılan 8 adayın aldıkları oy oranı, neredeyse bir düzine saat diliminde yaşayan bu geniş toprakların her köşesinde benzer oldu. Adaylara verilen destekte coğrafyaya göre kayda değer oynamalar görülmedi.
Adaylardan üçü yüzde 1’den az, ikisi yüzde 1’den az fazla oy aldı. Üçüncü sıradaki aday Jirinovski yüzde 6, ikinci sıradaki aday Grudinin yüzde 12, ilk sıradaki aday Başkan Putin yüzde 77 ile destek buldu.
Sonuç, iki turlu seçimin ilk turunda alındı. Yüzde 77’lik halk desteği, seçime partisi Birleşik Rusya’dan ayrı bağımsız aday olarak giren Putin için tartışmasız bir zafer oldu.
Seçimler, Rusya’da ayrılıkçılıkları ateşlemeye çalışanların cesaretlerini de kırdı. Kafkas bölgesinde seçime katılım yüzde 90’ı aştı. Putin bölgede yüzde 85-90 civarında destek gördü. Örneğin Tataristan ve Başkurdıstan’da seçime katılım sırasıyla yüzde 77, 75; Putin’e verilen destek ise yüzde 82, 78 oldu. Uzak ülke Caxa cumhuriyeti (Yakutistan) seçmeninin yüzde 71’i sandığa gitti; bölge farklılığını, Putin’e yüzde 64, Komünist Parti adayına yüzde 27 destek vererek gösterdi.
*
Yapılan bir resmî açıklamaya göre seçimleri “1.513'ü yabancı olmak üzere toplam 474.500 gözlemci ve 10.500 gazeteci” izlemiş. Bunlar olumsuz raporlar vermemiş olmalı ki, seçimlerden önce demokrasi kılıcı şakırdatan Batı siyaseti, seçim sonuçları karşısında, BBC’nin haber başlığı yaptığı üzere, dikkat çekecek ölçüde sessiz.
Biz ise, tüm ülkeye düşmanca yüklenen Batı siyasetine karşın, 1990’lı yıllarda yaşadığı büyük çöküşten sonra adeta küllerinden yeniden doğup yükselen kadim komşumuz için sevinçli ve umutluyuz.
[BAG, Aydınlık, 21 Mart 2018]

18 Mart 2018 Pazar

RUSYADA 2018 BİZDE 2019 SEÇİMİ


Bugün komşumuz Rusya’da Başkanlık seçimi var.
Başkanlık yarışına 34 kişi istek göstermiş; 8 aday yarışma yeterliği kazanabilmiş durumda.
Tahminlere göre Başkan Putin, halktan, önceki seçimlerden daha yüksek bir oranla destek bulacak. Büyük bölümünü devlet başkanı, dört yıllık bir bölümünü ise başbakan olarak geçirdiği 18 yıllık hizmet süresine 6 yıllık yeni bir dönem ekleyecek. 
*
Rusya Federasyonu’nda, bizde 2019’da yaşanacak durumdan farklı olarak, başkanla aynı gün meclis yani milletvekilliği seçimi yok; yalnızca başkanlık seçimi var. Rusya Federasyonu meclisinin üst kanadı Federasyon Konseyi ile alt kanadı Devlet Duması, 2016 yılında seçilmiş. Her ikisinin görev süresi beş yıl. Dönemlerinin ortasındalar. Meclisin dönemi bittiğinde Başkan daha iki yılını ancak tamamlamış olacak. Böylece tüm kurumlar aynı anda doldur-boşalt sarsıntısına uğramadan, devlet yönetimi, görece daha sakin yenilenirmiş gibi görünüyor.
*
Rusya’nın Başkanı seçildiğinde, anayasaları gereğince, işbaşındaki Rusya Federasyonu Hükümeti ona gelip istifasını verecek. Seçilen Başkan, mevcut başbakanla devam etmek isteyebilir ya da istemeyebilir. Kimin başbakan olmasına karar verdiyse, o adı meclisin alt kanadı Duma’nın onayına sunacak. Yeni başbakan işe ancak Duma onay verirse başlayabilecek.
Rusya’da, bizde 2019’dan itibaren işlemeye başlayacak sistemden farklı olarak, başbakan ve onun başkanlığında hükümet var. Bizim 2019 sisteminde böyle şeyler yok. Dolayısıyla hükümeti kurma işinde TBMM hiçbir biçimde devrede olmayacak.
*
Rusya’da bugün seçilecek Başkan, kendisine “başkan yardımcıları” atamayacak. Rusya’daki siyasal sistemde böyle makamlar yok. Parlamentonun alt kanadı Duma, Başkan’ın önerdiği başbakana onay verdikten sonra, başbakan bakanlar listesini Başkan’a getirecek, onun onayını alacak, böylece hükümet oluşacak ve tüm yürütme işlerine bunlar bakacaklar. Rusya’da Başkan olan kişi yürütmenin başı değil, devletin başı. Bu nedenle “yardımcı”ları yok. Deyim yerindeyse hükümetin tümü ve tüm üyeleri onun ‘yardımcısı’. Ama bunlar, yani hükümetin kendisi, Duma’nın yıllık denetimine bağlılar.
Bizde 2019’da gelecek sistemde ise, cumhurbaşkanı yürütmenin başı; başbakanlık işleri de onun işi ve doğrudan ve meclis onayına gitmeden kendisinin atayacağı bakanlar, doğrudan onun emrinde olacaklar. Ama bu yeterli görülmemiş durumda; ayrıca bir de yine kendisinin atayacağı “cumhurbaşkanı yardımcılığı” makamları da olacak. Bizde bakanlar da yardımcılar da, TBMM denetiminden azade bırakıldılar.
*
Rusya’nın başkanı normal haller dışı durumlar söz konusu oldu diye sıkıyönetim ya da OHAL ilan etmeyi gerekli gördüğü zaman, bu önerisini meclisin üst kanadı olan Federasyon Konseyi’ne götürmek ve oradan onay almak zorunda. Bu konsey, federal Rusya’nın tüm federe birimlerinden gelen ikişer temsilciden oluşan 170 üyeli bir meclis. Bizde 2019’da uygulanacak sistemde ise, bu olağanüstü yetki doğrudan cumhurbaşkanında.
*
Rusya’da 1993 Anayasasıyla başlayan bugünkü yapının adı “yarı-başkanlık sistemi”. Bugün seçilen Başkan’ın altı yıl sürecek önderliğinde, Rusya Başbakanı ve Hükümeti’nin yürütmesinde, coğrafi idarenin meclisi olarak Federasyon Konseyi ve tüm ülkeden milletvekillerinin oturduğu Devlet Duması kanatlarıyla federal yasama organlarının karar-onay süreçleri temelinde…
Sorunları giderme gücü olan bir sistem görüntüsü; Rusya için ne güzel!
Bizde uygulaması 2019’da başlayacak sistem ise “başkanlık sistemi”. Biz 2019 sonbaharında bir gün, aynı gün, hem bir Başkan hem 600 kişilik bir TBMM seçeceğiz, hem de başbakan ile hükümeti öldüreceğiz. Cumhurbaşkanını hem devletin hem yürütmenin başı yapacak; yasa – kararname sınırlarının bulanıklığı içinde, etkisiz yasama, denetimsiz yürütme çalkantısında, hangi çiviyi hangi tahtaya çaktığımızı anlamaya çalışacağız.
Bizim için ne sıkıntı!
[BAG, Aydınlık, 18 Mart 2018]

11 Mart 2018 Pazar

“BATI DEĞERLERİ” ARTIK GİZLENMEYE YETMEZ



“Batı değerleri” ilginç bir şifre. “Nedir bu değerler” diye bakıyoruz, sürekli yinelenen birkaç şeyle burun burunayız: Demokrasi, insan hakları, piyasa ekonomisi.
Bizim buralardan olup “ben bu değerlere bağlıyım” diyenler, kendileri Batılı değiller. Milliyetleri bakımından Batı ülkelerinin vatandaşları değiller. Din bakımından Katolik ya da Protestan değiller. Çoğu oralarda yaşamamış bile; çoğu oralarda eğitim almak gibi amaçlarla da bulunmamış. Ama herhangi bir Batılıdan daha çok Batıcılar.
*
Coğrafya, tarih, kültür, bireysel yaşam bakımından hiçbir organik ilişkisi olmayan insanların, kendi bulundukları yaşam dairelerinin çok dışındaki bir merkeze bu kadar bağlı olmaları elbette tuhaf bir durum. Hele kendi ulusu ve halkı için bağımsızlık demekten de vazgeçmez görünüp böyle olmak nasıl açıklanabilir?
Batıcılar, içinde bulundukları “Batı değerlerine bağlılık” hallerinden doğan adeta gönüllü kölelik halini, ilginç bir önermeyle örtme alışkanlığına sahipler. Diyorlar ki “Batı değerleri evrenseldir”!
*
Evrensellik öyle emredici ki, onu bir kez kabul edince sorunlara çözüm bulmak için serbestçe düşünmenin sınırları çizilmiş oluyor. Örneğin serbest piyasa ekonomisi yerine planlı ekonomi derseniz, evrensel değerlerin dışındasınız. İşte o anda demokrasinin karşısında ve diktatörlüğün peşindesiniz. Dolayısıyla, insan haklarının karşısında insani varlığa ait ne varsa hepsinin inkarına düşersiniz.
Evrensellik, adeta dinsel sistemler gibi çalışan bir mekanizma. Yalnızca kaynağını açıktan açığa Tanrı’ya dayandırmamış, dünyevi görüntülü, ama işleyişi saf ilahi inanç sistemleri gibi olan bir emredicilik.
*
Batıcı, efendi odakların Batı değerlerini bir kez “evrensellik” katına yerleştirince, saf siyasal ve aslında saf iktisadi egemenlik oyununda çok rahatlıyor. Oyunun iktisadi ve siyasi egemenlik ayağını, yani emperyalizmi bir çırpıda örtüveriyor. Emperyalizmin örneğin Türkiye’de 1950’li yıllarda kulakları sağır eden “demiryolları komünist işidir, karayolları özgürlüktür” sloganıyla sözde serbest piyasanın müridi olup, ülkesini doğru ulaştırma politikasından ve buna dayanarak gerçek kalkınma hedefinden alıkoyabiliyor.
*
 “Evrensel” Batı, “devleti ve toplumu toplam kamu yönetimi anlayışıyla yönetmek gerekir” diyor; bizdeki Batıcı anında dernekleşip vakıflaşıyor, devlet kurumları kendilerini “misyonumuz ve vizyonumuz” diyerek anlatmaya başlıyor. “Evrensel” Batı ‘artık yönetim bitti, yönetişim zamanı’ diyor; bizde Batıcı evrensel’in yılmaz müridi olarak, en önde koşuyor. Evrensel Batı fetvayı veriyor: “Yerli – yabancı ayırımı da neymiş; tüm şirketlere serbestlik! Yabancı şirketlere yerliler gibi haklar verile! Açık ekonomi demek demokrasi demek!” Alın size 1789’dan sonra bir kez de 1989’da yeni tip özgürlük, eşitlik, kardeşlik!
*
“Evrensel” Batı, bir dönem gelip “piyasa ile demokrasi, yerellik olmadan olmaz” dedi ve bunu kabul ettirmekte zorluk mu çekti? Bu dünyevi “evrensel”in yardımına koşan bir “dinsel” ortak var ki, bu kadar açık sözlüsünü bulmak güç: “Etnik azınlıkların var olma koşullarını iyileştirmek için adalete en uygun yol nedir? Kendi yetenekleriyle davranış göstermeleridir. Böylece özellikle dil ve kültür konusunda, kendi ekonomik projelerinin kaynakları konusunda daha isabetli saptamalara ulaşırlar.” Soruyu soran ve kanıta gerek duymadan hükmü veren bu sözler, 1971 yılındaki Papalık Buyrultusu’ndan. Aldığım yer de ilginçtir; 1973 tarihli Milojko Druloviç’in Yugoslavya’yı anlattığı Özyönetim başlıklı kitap. (Bilgi, sf. 182)
*
“Batı değerleri” evrensel değil tarihseldir. Aynı zamanda öyle saf dünyevi/akılcı da değil, ait olduğu topraklara uygun biçimde dinseldir. Öyle bir zaman geldi ki, bu söz artık örtünüp gizlenmeye yetmez. Prof. Dr. Halil İnalcık’ın uyardığı gibi, Batı değerleri denen şey, 1800’lerin başından bu yana, müesses dini-dünyevi Batı’nın dar resmî ideolojisi. Daha fazla bir şey değil.  
[BAG, Aydınlık, 11 Mart 2018]


10 Mart 2018 Cumartesi

ATLANTİK CEPHESİNDE İŞLER KARIŞIK



Doğu – Batı tartışması, eski bir konu.
Önceden Batı demek, Avrupa medeniyeti ve Batı Avrupalı sömürgecilik demekti. Avrupa medeniyeti, Çarlık Rusyası ile Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına vurduğunda sorgu suale açılmıştı. Avrupa sömürgeciliği ise buralarda, ama asıl türlü örnekler sergilediği Asya’nın geri kalan topraklarıyla Afrika’da yaygın ve derin nefret konusu oldu.
Günümüzde ise Batı, artık Atlantik okyanusunun batısındaki Amerika. Bundan yüz yıl önce Avrupa’nın sömürgeciliğini bırakıp medeniyetini aldığı ileri sürülen kuzey Amerika, ABD. Atlantik’in bize doğru olan doğu yakasındaki eski batı, şimdi bunun yardımcı kuvvet durumunda.
Önceden Doğu demek, Çarlık Rusyası ile Osmanlı gelmek üzere, Avrupa medeniyetine ve sömürgeciliğine maruz kalan dünya anlamına geliyordu.
Şimdi Doğu, Avrupa’nın ortasından bize doğru olan kısmı ve Asya’nın bizden doğuya doğru açılan toprakları, yani bütün Avrasya. Ve elbette onunla birlikte Atlantik şiddetine maruz kalan dünyanın tümü.
*
Bugünün Batı’sı Atlantik dünyasında işler karışık.
TTIP ve TPP kısaltmalarıyla anılan ticaret ağı atılımları, durumu güzel açıklıyor. Bu anlaşmaların ikisi de, küreselci ticaret sisteminin çöküşü üzerine, ABD tarafından gündeme getirilmişti. ABD dünyayı TTIP’le Avrupa üzerinden, TPP ile Asya’nın doğu kıyıları üzerinden sarmaya kalkışmıştı.
Bu iki anlaşma da 2017 yılında Trump eliyle atıl hale geldi.
*
TTIP, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Anlaşması’ydı; imzacıları ABD ile AB idi.
Küreselleşme projesinin batışıyla birlikte, Amerika’da Clinton-Obama çizgisi eliyle 2008’den başlayarak 2013’te protestolarla karşılanacak kadar ilerlemişti. Protestoların merkezinde Almanya vardı. Avrupa ülkelerinde bu anlaşma gizli yürütüldüğü için, yalnızca tekellerin yararına ve mutlak olarak yurttaşların zararına olduğu için protesto edilip reddediliyordu. TTIP bir Atlantik bloğu doğuracaktı. Bu blok, ABD – Avrupa tekellerine, dünya ticaretinin geri kalan yarısını, parmak oynatmadan yönetme gücüne kavuşturacaktı.
Trump ile birlikte, 2017’de işler durdu. Trump “Avrupa çeliğine %25 ithalat vergisi koyacağız” deyince, AB de hemen gümrük vergisi koyulacak Amerikan malları listesi hazırlamaya başladı. Yani TTIP olmadı. Aksine Atlantik’in iki yakasında ticaret savaşları boy verdi.
*
Hemen aynı dönemde, 2015’te ilan edilen öbür anlaşmanın kısa adı TPP, açık adı Trans Pasifik Anlaşması’ydı. TTIP ile Atlantik okyanusu üzerinden Avrupa’ya uzanan ABD, TPP ile öbür yanındaki Pasifik Okyanusu üzerinden Asya kıtasının doğu kıyılarına uzanmıştı. Anlaşma’da 12 ülke vardı; Amerikan kıtasından Kanada, Meksika, Şili, Peru; öte kıyıdan Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, Malezya, Brunei Darüsselam, Vietnam, Singapur.
Trump’ın başkan seçilmesinden sonra ABD 2017’de bu anlaşmadan çekildi.
*
Batı, “sömürgeciliği tek dünya hükümetli küresel sömürgeciliğe evireyim” derken beceremedi. O zaman “bari trans-okyanusçulukla bölgeleşeyim” dedi, sözde serbest ticaretçi diktatörlüğün bu biçimini de tutturamadı.
*
Günün egemeninde işler bu kadar zora girmişken, bizim merkez gazete köşelerinden ortalığa “iyi de, Avrasya ne vaat ediyor?” sorularının saçılması hem komik hem trajik. Türkiye’yi gidip sandıkta oy kullanacak seçmen gibi gördüğü için komik. Ona kim hoş bir şey vaat edecekse oyunu ona verecek! Yeni bir dünyanın şafağında, iflah olmaz Batıcılığı – Atlantikçiliği ile Türkiye’yi çöken kuvvetlere mahkum etmeye gayret ettiği için ise trajik.
[BAG, Aydınlık, 7 Mart 2018]

4 Mart 2018 Pazar

DÜNYANIN YENİ RESMİ: AVRASYA ile ATLANTİK


Dünyanın yeniden inşasında, kavramlar gözümüzün önünde, ama daha çok kavram dünyasından değil de yaşamın içinden köklü biçimde değişti.
*
Son yüzyılın biri sol – sağ, diğeri sosyalizm – kapitalizm, öbürü birinci – ikinci – üçüncü dünya adları verilen bölünme eksenleri artık yok.
Sağ dünya, şimdiki varlığını “değerler” üzerinden inşa etme çabasında. Böylece siyasette ve elbette toplumsal yaşamda dinsel emirlere yol açma fırsatı yakalamış, bunu sonuna kadar sömürüyor. Sol dünya geçtiğimiz yüzyılda Avrupa Marksizmi, Avrupa solu gibi adlarla anılanların çizgisinden yürüdü ve küreselciliğin rüzgarıyla kendine göre “karşı” dediği kampın emir eri haline geldi.
Dünyanın kapitalizm – sosyalizm bloklaşması, 1991’de SSCB’nin çöküşüyle birlikte 20. yüzyılda kaldı.
Birinci dünya –kapitalizm ile ikinci dünya -sosyalizm ortadan kalkınca, kaçınılmaz olarak, bunların dışında görülen üçüncü dünya çemberi de hiçbirşey ifade etmez oldu.
*
21. yüzyıla doğru, bu yıkılışların yerini, emperyalizmin “küreselleşme” adını verdiği siyasetin kavramları doldurmaya başlamış gibiydi.  Buna göre dünya artık küresel bir köy idi. Akıllı adamlar, küresel düşünüp yerel davranırlardı. Dünya bir “tek dünya hükümeti”ne doğru uzun yürüyüşe geçmişti. Tek kutuptan ibaret dünya, herkesi değişmeye zorluyordu. Sosyalizm yıkılmış, kapitalizm kazanmıştı. Tek dünya, kapitalizmin ilkelerine göre inşa edilecekti. Piyasa yaşasın, planlama kahrolsun; ulus devletlerin bürokratik diktatörlüğü bir bir çözülsün, 200 devlet yerine 2000 devlet doğsun, yerel-etnik topluluklar yücelsin, uydurmaca uluslar ve devletleri çözülüp gitsin idi. Eski sağ’cı kamp, gelen iktidarın kendisi için olduğunu görüp vaatleri kutsadı, işe koyuldu. Eski sol’cu Avrupa Marksistleri ise bu sözlerde, nasıl becerdilerse, “enternasyonalizm” kokusu aldılar. Küreselciliğin “sol” kanadı nasıl olunabilirdi, bunu gerekçelendirmeye giriştiler.
Uzun söze gerek yok. Küreselcilik çöktü. Geriye, bizde son günlerde görüldüğü üzere, kadrolu IMF’cilerin “sol kanat” adına bildiri ilan etmeleri gibi acayiplikler kaldı.
*
Bu bakış açısından hareket eden bir bölüm küreselci, dünyada artık “Doğu – Batı” zıtlığının bittiğini, bunun yerini “Kuzey – Güney” zıtlığının aldığını söylemişlerdi. Kuzey zenginler cephesi demekti, güney yoksullar. Küreselleşme tutmayınca, bu da tutmadı.
*
Günümüzde yükselen ve dünyaya yeniden biçim veren yaklaşım, dünyada “Doğu – Batı” zıtlığının bitmediğini, devam ettiğini söylüyor. Ama iki farklı yorumu var.
Birincisi, Doğu ile Batı’nın coğrafyalarını daha başka türlü tanımlıyor. Yeni yaklaşım, günümüzde Doğu’ya Avrasya diyor. Batı’ya ise eskiden olduğu gibi Avrupa değil de Atlantik adını veriyor. Önceki yüzyılda “Batı”, Avrupa kıtasıydı. Özellikle de bunun batısı olan Batı Avrupa; İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkeler idi. Yeni yaklaşım “Batı”yı böyle tanımlamıyor. Bugünün Batı’sı, Kuzey Amerika kıtası, yani temelde ABD. Ve onunla birlikte Atlantik okyanusunun bize doğru olan kıyısındaki Avrupa ülkeleri. Ama hepsi de değil, yalnızca ABD ile işbirliği yapanlar.
İkincisi, “Doğu” ile “Batı”yı, eskiden olduğu gibi birbirinden ayrı ve birbirine yabancı – karşıt iki kültür diye tanımlamıyor. Bu eski yöntemi şimdi yalnızca Batı dünyası kullanıyor. Eskisi gibi “değerler”, “insan hakları”, “demokrasi” diye geveleyip duruyor. Oysa yeni yaklaşım öyle bir ayırım yapmış durumda ki, dünyanın tüm kültürlerini dayanışma içinde bu yana, tek kültürlü birkaç merkezi karşı kıyıya bırakmış bulunuyor.
Günümüzün Doğu’su, Avrasya… Asya ve aslında Asya’nın yarımadasından ibaret olan Avrupa. Farklı ulusların, İslamiyet ile Ortodoksluk başta onlarca dinin, binlerce inancın renkli toprağı.
Günümüzün Batı’sı Atlantik… Eski görkemli dünyanın karşısında duran yağmacı bencillik simgesi.
Bu, gelen dünyanın çizilen en ilginç ve heyecan verici resmi. Ülkemizin geleceği bakımından da, Batıcıların lafıyla söyleyelim, büyük “fırsatlar penceresi”.

[BAG, Aydınlık, 4 Mart 2018]