20 Temmuz 2013 Cumartesi

DİN-MEZHEP SAVAŞI DEĞİL BİLİM-TEKNOLOJİ UĞRAŞI GEREK

Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili


Türkiye ve onlarca azgelişmiş ülke, “bağımsızlık” istiyor.

Son yirmi yıldan bu yana, çok bilen liberaller “bağımsızlık isteği saçmalıktır” deyip duruyorlar. Çünkü onlara göre “dünya artık küresel bir köy”dür. [ http://baguler.blogspot.com/2013/01/bagimsizlik-istemek.html ]

Bu söz kimin için olabilir?

Bir yerden kalkıp başka bir yere gitmek, dünyada yaşayan milyarlarca insan için hala hiç kolay değil. Emeğini kiraya verip çalışanların ezici çoğunluğu için de pek zor. Emeğin serbestçe dolaşımı özel yasaklar getirilmiş başlıklardan biri. Çok küçük bir kesim için ise doğru: Para, teknoloji, seçilmiş bilgi ve bunlara sahip çok az sayıda insan için dünya gerçekten de adeta bir “köy” kadar küçük. Para, internet, cep telefonu teknolojisi için dünya pek küçük.

Ne var ki, işin başka bir boyutu daha var. Para sahibi olmadığımız için paradan söz edemesek de, internet üzerinde hepimizin “bedava” yararlanabildiğimiz hazır programlar ve ellerimizde gezdirdiğimiz cep telefonları sayesinde biz 'kullanıcılar' için de dünya adeta “küresel bir köy” ! İşte teknolojinin bu boyutu, “dünya artık küresel küçük bir köy” sözüne herkesi inandırmaya yetti. Tamam, her toplum kesimi için aynı şiddette değil ama herkes için geçerli yeni bir durum! O halde buna inandıysak, ‘bağımsızlık isteği artık saçmalıktır” sözüne de inanmaktan başka çare yok...

İnatta yarar var!

Pek açık seçikmiş gibi görünse de, biraz inatçı olmakta yarar var.

Internet üzerinden herkesin hizmetine, hem de herkesin bireysel kullanımına açılmış olmasına karşın “bedava” sunulmuş programların varlığı ilginç. Herşeyin, tüm kamu hizmetlerinin bile “para” haline geldiği bu “küreselleşmiş dünya”da böyle uygulamaların varlığı adeta açıklanmaya muhtaç.

Şu hemen yandaki görsel, böyle programlardan birinin mekana yerleşimini gösteriyor. Bedava programı kullanan kişi benim; mekanım Türkiye. Koyu yeşille belli… Kuzey Amerika’nın iki parçası da aynı yeşil renge boyalı. Kullandığım internet programının yaratıcı ve yöneticilerinin ülkesi burası. Büyük parça Amerika Birleşik Devletleri, küçük parça da bu devletin Alaska Eyaleti… Kişisel olarak bu mekanlarla hiçbir bağım yok. Bu programı kullandığım için kendilerinden izin almam gerekmedi; herhangi bir ödeme yapmam gerekmedi; yazılarımı yerleştiriyorum ve okuyucularımla buluşuyorum.

Maliyet sıfır, etkinlik yüz! Elbette mutluyum. 

Mutluluğumu zaman zaman kıran şeylerden ikisi şunlar:

O biliyor, ben bilmiyorum! Buraya yerleştirdiğim her sözcük, program sahibi tarafından, artık kendisi nasıl istiyorsa öyle depolanıyor; analize tabi tutulabiliyor… Neyse, zaten yaptığım iş kamuya açık, o hangi amaçla bunu yaparsa yapsın benim için önemi yok! Ama pek rahatsız edici… Bilmediğim kimseler ve şirketler hakkımda her şeyi biliyor; bense kimdirler, nerededirler, ne yaparlar, ne düşünürler, ….. haklarında hiçbir şey bilmiyorum. Ben açığım ya da açıktayım; o ise adeta efsunlu bir bilinmez.

Programı bir anda kaldırırsa? Kaldırabilir, bana sorması da gerekmez, aramızda hiçbir söz, sözleşme yok. Bu küresel köyde elbirlik seçtiğimiz bir muhtarlık da yok. Bu durumda başka bir yere depolamaya gerek görmediğim tüm birikimim havaya uçabilir! Program sahibi, kendi bilgisayarlarında benim yazılarıma her türlü analizi yapabilecek yeteneğe sonsuza kadar sahipken, ben kendi ürünüm olan malzemeye sonsuza kadar erişemeyebilirim. Ne eşitlikçi bir ilişki!

Evet, inatta çok yarar var... 

“Dünya artık küresel bir köy” sözü, mesafeler azaldı ve uzaklıklar aşıldı anlamında doğrudur. Ama hakkını verelim tüm keşif ve buluşların; şimdiki küçük dünya yalnızca internet - cep teknolojisinin değil insanlığın uzun uygarlık koşusunun bir sonucudur. Dünya, tekerleğin icad edildiği günden bu yana küçülüyor. Yelkenli ve buharlı gemilerden bu yana denizlerin iki yakası birbirine kavuşuyor. Telgraf icadından beri iletişim dumandan hızlı ve daha geniş alanlarda mümkün oldu.

Bu söz, benzetmenin bütün diğer anlamları bakımından ise büyük bir aldatmacadır. Şimdi bu küresel köyün adeta görünmezlik peleriniyle gezen bir ağası vardır; ve kendi dışındaki her köylüye karşısında diz çöktürmüştür. 

Teknolojinin toplumsal doğasına tümüyle aykırı olarak, teknolojiye, bir avuç gelişmiş ülke ve tekel tarafından el koyulmuştur. Öte yandan, dünya genelinde ülkeler arasındaki karşılıklı bağlar, bir önceki yüzyılda olduğundan daha da eşitliksiz ve hastalıklı bir hale gelmiştir. Teknolojik sistemleri yaratan, üreten, kuran ve kullanıma açan bir avuç ülkeyle şirket, dünyanın diğer her ülkesine ve kişisine hükmedebilir hale gelmişlerdir. Onlar “mutlak bağımsız” konuma yükselirken, dünyanın çok sayıda ülkesiyle milyarlarca insanı silahsız ve etkisiz kılmışlardır. İşte bu sonucun kolayca yaratılmasına yol açtıkları için, dünyada ve ülkemizde çağımızın en zararlı kımılları,
  • Azgelişmiş ülkelerde internet otoyollarını özelleştiren hükümetler ile,
  • Bilim ve ileri – yüksek teknoloji hedefini din ve mezhep savaşlarına kurban etmiş hükümetlerdir. 
Bu çağda ve 'şu küresel köy’de belki de en acil mücadele konusu, bireylerin eşitliği ve özgürlüğü için öncelikle ülkelerin bilim ve teknoloji bakımından bağımsızlığını sağlama mücadelesidir.

"On yıla kalmaz dünyanın lider ülkesi oluruz" diyen AKP Hükümeti, tüm kaynaklarımızı mezhep ve etnisite kapışmalı OrtaDoğu savaşlarına hasretmişken, bu mücadeleden ne kadar da uzağız!   [BAG, 20 Temmuz 2013]



15 Temmuz 2013 Pazartesi

BARAJLAMA ve SEÇSİS REFORMU İÇİN ÇAĞRI

KAMUOYUNA DUYURU
Birgül Ayman Güler, 15 Temmuz 2013 

BARAJLAMA ve SEÇSİS REFORMU İÇİN ÇAĞRI

Türkiye, ilki 29 Mart 2014’te olmak üzere iki yıl içinde üç seçime ve belki bir anayasa referandumu olmak üzere dört büyük seçime gidecek. Tüm seçimler önemlidir. Ancak doğal olarak, hemen önümüzdeki seçimler, tüm seçimlerden daha önemlidir. Çünkü geçmiş seçimleri konuşabilir, dersler çıkarırız; hemen önümüzdeki seçimlerde ise her konuşmamız ve adımımızla kendi geleceğimizi belirleriz.

İlk seçim 29 Mart 2014’te ülke genelinde yapılacak olan yerel yönetim seçimleri; ardından aynı yıl içinde Cumhurbaşkanlığı seçimi; 2015 Haziran ayında da genel milletvekili seçimleridir. Bu arada dördüncü sandığın anayasa referandumu için koyulma olasılığı var.

Karşımızda böyle bir takvim varken, seçim sistemi kuralları ve sandık işleyişi bakımından büyük sorunlar bulunuyor.

Güvenli ve doğru bir seçim – sandık sistemi kurulması için önümüzdeki engel Hükümet’in ayak diremesidir. Çünkü Hükümet, mevcut yanlışlardan en çok yarar elde eden aktördür. Bu konumunu yitirmemek için elinden geldiğince ayak diremesi şaşırtıcı değildir. Topluma her fırsatta “sandık herşeydir” diyen bir Hükümet’in, “kurallarda ve işleyişte yanlışlar var” itirazını ısrarlı biçimde duymaması, AKP’nin seçim-sandık konusunda ne denli samimiyetsiz olduğunu yeterince açık biçimde göstermektedir. Seçim – sandık, yani kısaca demokrasi, bu iktidar için kendi yöneticilerinin açıkça söyledikleri üzere “uygun istasyona gelindiğinde inilecek bir tren”dir. Bu anlayışı zamanında AKP’nin şimdiki en yetkili ağzından hepimiz duyduk. O nedenle yanlışları ‘kolay yanlışlar’ olarak görmüyoruz. Büyük bir hilekarlıkla karşı karşıya olduğumuz kuşkusu, günden güne iyice yayılmış bulunuyor.

Şimdi, yeterince zaman varken, seçim – sandık kurallarında REFORM TALEP ETMELİYİZ:
1. Seçimde kullanılan %10 barajın düşürülmesi yetmez; baraj kaldırılmalıdır.

2. Oyların sayıldığı SEÇSİS, “idari kütüklere dayalı kapalı tasnif” sistemidir; SEÇSİS şeffaflaştırılmalıdır; yoksa kaldırılmalıdır.
Barajlama sistemi, 2011 seçimlerinde AKP’nin toplam seçmenin %43’ünün oyunu aldığı halde TBMM sandalyelerinin %60’ına oturmasına neden olmuştur. Ulusal irade TBMM’ye yansımamakta; o nedenle meclis görüşmeleriyle çözülebilecek sorunlar toplumsal olaylara dönüşmektedir. Oy gasp ederek gelen iktidar, elde ettiği haksız çoklukla TBMM’ni adeta askıya almış ve parlamenter demokrasiyi fiilen işlemez hale getirmiştir. Ülkemizdeki büyük siyasal – kurumsal çürümenin başlıca kaynaklarından biri, bu barajlamanın kendisidir. Tüm seçimlerde barajlamaya son verilmeli; halkın iradesi özgür bırakılmalıdır.

SEÇSİS sistemi, İçişleri Bakanlığı’nın elindeki nüfus sistemiyle; Adalet Bakanlığı’nın elindeki UYAP sistemiyle birlikte çalışmaktadır. Anayasa gereğince “yargı yönetiminde” olması gereken seçim işleri bu iki kanaldan Hükümet’in doğrudan etki alanındadır. Ölmüş yurttaşlara seçmen kağıdı gönderilmesi gibi şaşılacak işler, Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’nin (ADNKS) ürünüdür. Bu sistem, muhtarlıkları adeta devreden çıkarmıştır. Seçmen kütükleri, kontrolü çok zor biçimlerde düzenlenmektedir. İncelenmesini kolaylaştıracak biçimde düzenlenerek YSK internet sitesinden yayımı ihmal edilmektedir. SEÇSİS, oyların bilgisayara ilçelerden girilmesi, YSK’da bilgisayarla sayılıp birleştirilmesi yoluyla yapılmaktadır. İlçe sonuç girişleri ve birleştirmelerin yapılışı sırasında siyasal partilerin gözlemcileri yoktur. Siyasal parti gözlemcilerinin bu işlemleri, bilgisayar – internet üzerinden izleme yetkileri de yoktur. Bütün bunlara sayım sırasında memleket genelinde “cereyan kesintileri” de eklenince sisteme ve yetkililere karşı kuşkular daha da artmaktadır. İktidar partisi için kimsenin ihtimal vermediği “%50’lik başarı” döngüyü tamamlamaktadır. Türkiye, “SEÇSİS güvenilir değildir” kuşkusu içindedir; bu duygu sonuçtan memnuniyet yaşayan Hükümet taraftarı seçmende dahi vardır.

Barajlama ve SEÇSİS konusunda reform talebimizin muhatabı Hükümet’tir. Reformun sahipleri ise, TBMM çatısı altında olan ve olmayan tüm siyasal partiler; temsili demokrasinin doğru işlemesi gerektiğini düşünen tüm toplumsal kuruluşlar; hilekarlık ve dolandırıcılığın kuşkusuna dahi tahammülü olmayan her siyasal görüşten yurttaşlardır.

Ülkemizin güncel sorusu AKP’nin hegemonyasını kuran “darbelere karşı mısın” sorusu değildir. Bugünün temel sorusu “çirkin sandığa karşı mısın” sorusudur.

Barajlama ve SEÇSİS, ortaya “çirkin sandık” getirmiştir. Anayasal hakkımız ve yurttaşlık görevimiz “GÜZEL SANDIK” istemeyi ve elde etmeyi gerektirir.

Bu çerçevede çalışacağımı, bu yönde yapılacak her çalışmaya aktif destek sunacağımı, kamuoyuna saygıyla sunarım.

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili


İletişim İçin:
TBMM Tel: 0312 420 57 42
TBMM Faks: 0312 420 69 95
birgulayman.guler@tbmm.gov.tr


11 Temmuz 2013 Perşembe

MURSİ’Yİ DESTEKLEYELİM, YOKSA BİZE “DARBECİ” DERLER!

Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili
YURT GAZETESİ, 12.07.2013


TBMM İnsan Hakları Komisyonu, 4 Temmuz 2013 günü bir bildiri yayımladı. Bildiriye dört siyasal parti grubunun temsilcileri topluca onay verdi. Böylece TBMM ve Türkiye, adeta bir dış sorunda ulusal tepki sergiler gibi tüm partilerin ortak çelik irade oluşturduklarını ilan etti.

Bildiride şu deniyordu: Mısır’da iktidarın yetkileri askeri darbe ile gasp edilmiştir; askeri darbe kabul edilemez; iktidar derhal halka geri verilmelidir. Açık sözcüklerle ifade edilirse, söylenen şuydu: Müslüman Kardeşler’in iktidarı olan Mursi yönetimi yeniden iş başına getirilmelidir. Bunun gerekçesi “çünkü askeri darbe ile gönderildi” biçiminde belirlenmişti. Ve imzacılar yalnızca Türkiye’yi değil tüm dünyayı böylesi girişimlere açıkça tavır almaya çağırıyorlardı.

Sorun AKP Zihniyetine Teslimiyettir


Böyle bir bildiride CHP nasıl bir örgütsel kararla yer almış olabilir?

Bu tavır CHP Meclis Grubu’nda ve Parti Meclisi’nde kararlaştırılmamıştır. Diğer yetkili organlardan da böyle bir karar duyurusu yapılmamıştır. Parti karar mekanizmaları bakımından tavır belirleme konusunu şimdilik bir yana bırakalım.

Bildiriyi imzalayanlar, aynı zamanda AKP’nin bizim vergilerimizden 2 milyar dolar bağışladığı Müslüman Kardeşler hareketini desteklemiş; Türkiye Mısır ile ilişkilerini Mısır’a değil de bu ülkedeki bir siyasal harekete bağlamış oluyordu. Bu hareket Mısır halkının yalnızca yüzde 25’ine seslenebilen; iktidar fırsatı bulduğunda halkın büyük bölümü tarafından onaylanmayıp reddedilmiş; kendisi de ordu ve ABD desteğiyle yol almış bir hareketti. Öte yandan bu hareketin ideolojik konumu ve siyasal değerleri, CHP tarafından asla kabul edilemeyecek türdendi.

Peki, CHP için böyle bir tavra esas olan düşünce nasıl bir akıl yürütmenin ürünü olabilir?

Komisyon’da sergilenen bu tavrın zihinsel temeli şudur: “Mısır’da Mursi yönetiminin düşürülmesi konusunda ihtiyatlı olmakta yarar vardır. Ancak Türkiye’deki koşullar bakımından darbeye karşı çıkma noktasında durmak doğrudur. Dolayısıyla bu tavır doğrudur.” Yani CHP, kendi ülkesi dışında bir ülkenin sorununa Türkiye problemleri açısından bakmaya itilmiştir. Ama Türkiye problemlerine de AKP zihniyeti ve politikasına teslim olarak yaklaşmak durumuna düşürülmüştür.

Çözüm İdeolojik Hegemonyayı Kırmaktan Geçer

Mısır’da Mursi sorunu ve bu soruna ilişkin zihinsel harita, ülkemizde hem akademik hem siyasal sol düşüncenin nasıl bir “ideolojik hegemonya” altında ezildiğini gösteren sonuncu açık örnek olmuştur.

Mursi yönetimi Müslüman Kardeşler Hareketi’dir; bu hareket Türkiye’de AKP iktidarının müttefikidir. AKP, bu kararla müttefikini korumaktadır. Korumasını doğrudan değil, uzun zamandır elinde demirden sopaya çevirdiği “darbeci” suçlamasından yararlanarak dolaylı yoldan gerçekleştirmektedir. Balyoz, Ergenekon, Askere Şantaj, vb… düzmece davalara temel oluşturduğu bu sopayla karşısındaki muhalefeti adeta teslim almıştır. “Darbeci” yaftası yapıştırılmasından duyulan korku, muhalefeti AKP’nin zihin haritası içinde eritmektedir.

AKP’nin yaptığı açık ve basittir. Kendisi için tehdit saydığı her şeyi “ırkçılık”, “Türkçülük”, “Alevicilik”, “dinsizlik”, “din düşmanlığı” ve “darbecilik” kalıplarına dökmüştür. Sözlerini iki kaynağa dayandırarak ağır bir ideolojik hegemonya ile yol almaktadır.

Bu partinin ideolojik kaynaklarından biri Kuranı Kerim’in ayetleri, ikincisi evrensel insan hakları jargonudur. İnsana “artık bu kadarı da ayıp günah” dedirtecek ölçüde din istismarı yapmaktadır. Muhalefet, AKP’ye karşı her sözünün ya kutsal kitaba ya da evrensel haklar silsilesine çarptığını görünce şiddetli bir korkuyla geri çekilmektedir. “Bunu söylersek bizi “dinsiz”; şunu söylersek “ırkçı”; diğerini savunursak “darbeci” olmakla suçlayacaklar” düşüncesi, muhalefeti AKP düz mantığına teslim etmiştir.

Günümüzün acil görevi, AKP’nin ideolojik hegemonyasına son vermektir.

“Algı her şeydir” düsturunun yaydığı zehiri söküp atmalıyız. Biz, iktidar ve egemenliklerini algı ve yalan üzerine yükseltenlerin yöntemlerini kullanarak onlarla mücadele edemeyiz. “Gerçek her şeydir”; herkesi gerçeğe davet etmeliyiz.

AKP dinin temsilcisi değil dinin istismarcısıdır. AKP, evrensel insan hakları ve demokrasi jargonunu “işi bittiği”nde terk edeceğini kendisi açıklamış olan bu harekettir. “Algı”yı bu gerçeklerle alaşağı etmeliyiz.

AKP’nin “zihinsel sabit”leriyle bağları tümüyle koparmalıyız. Bunu yapabilmenin anahtarı çok basittir: “Kendi dünya görüşümüz”ün sabitlerine odaklanmak. İşte o zaman “gündem belirleme” gücü bizim elimizde olacaktır. [BAG, 10 Temmuz 2013]


***

“Algı her şeydir” düsturunun yaydığı zehiri söküp atmalıyız. Biz, iktidar ve egemenliklerini algı ve yalan üzerine yükseltenlerin yöntemlerini kullanarak onlarla mücadele edemeyiz. “Gerçek her şeydir”; herkesi gerçeğe davet etmeliyiz.


9 Temmuz 2013 Salı

MURSİ'Yİ DESTEKLEYEMEYİZ DEDİ, 'DARBECİ' OLDU!!

HABER ÖZGÜRCE, Ropörtaj

Parti Meclisinde ne oldu?
PM toplantısı dışarıya kapalıdır, bunu sizinle konuşamam.

Ancak sizinle ilgili söylemler basına sızdı, bu durumda? 
Ne yazık ki öyle oldu, bu sorumsuzluğu yapan kişi, bir kez daha birbirimize güvenimizi sarstı, parti suçu işledi. Sanırım yetkili arkadaşlarımız bunu araştırırlar.

Genel Başkanın size tepki gösterdiği doğru mu?
Genel Başkan PM öncesinde basına konuştu. Benim konuşmam üzerine herhangi bir yorum yapmadı.

Diğer üyeler?
Kimse "arkadaşım nasıl darbeyi savunursun" diye bir soru sormadı; böyle bir tepki göstermedi.  

Sizinle ilgili sözler doğru mu ?
Benim görüşüm şu... Mısır'da Mursi yönetiminin düşmesi, diğer üç parti AKP-MHP-BDP ile ortak tutum almamızı gerektiren bir ulusal sorun değil. Başka bir ülkede yaşanan çok üzücü olaylar var. Adeta bir iç savaş ortamı. Şimdi iktidardan düşen Mursi yönetiminin iktidara gelişi bir şanlı demokrasi örneği değil. Gidişi gibi gelişi de halk hareketleri, Amerikan müdahalesi, Mısır ordusunun etki toplamından oluşuyor. Ortada demokratik seçimle gelip de darbeyle gitmiş bir iktidar yok. Biz neye taraf oluyoruz?

Neye taraf olunuyor?
Diğer partilerle ortak açıklama yapınca, meseleyi "darbeyi tel'in edelim" diye ele alınca, AKP'yi ve AKP'nin müttefiki olan dinci siyaseti desteklemiş oluyoruz. Bir yıldır Mısır'ı kıskaç gibi boğan din istismarcısı uygulamaları nasıl destekleriz? Onu AKP destekler; başkaları destekleyebilir. Ancak CHP Mursi yönetimini destekler konuma düşürülemez.

O zaman askeri darbe iyi olur sonucu mu çıkıyor?
Çıkarana bravo! Bizim karşımızda fikirlerimize ipotek koymuş bir AKP hegemonyası var. Soruyu o soruyor ve parmağını sallayarak ya evet de ya da hayır diyor. Sen ne dersen de, o kazançlı çıkıyor. "Darbeden yana mısın" diye soruyor. Evet diyebilir misin? Hayır diyorsun; o zaman Yaşasın Mursi! Mursi kim? AKP'nin kader arkadaşı; Yaşasın AKP! İyi de, bunların fikrine karşıydım ben; ne olacak şimdi?

Yani bir çıkmaz mı var?
İdeolojik hegemonyaya kapılan çıkmaza düşer. Çıkış, bu körleştirmeye son vermekten geçer. AKP ve liberaller Türkiye'yi "darbe paranoyası"na hapsettiler. Bırakalım onlar paranoyalarıyla yaşasınlar. Biz doğruyu söyleyelim.
Mısır konusunda neyi savunmak gerektiğini düşünüyorsunuz?
Mısır'ın iç savaşa sürüklenmemesini dileyelim. Mısır halkının bağımsız ve aydınlık halk hareketine destek verelim. AKP'den, bizim cebimizden alıp Mısır'da siyasal İslamcılara verdiği 2 milyar doların hesabını soralım. Türkiye'yi, başka ülkelerin içişlerinde hesapsız kitapsız rol alarak nereye sürüklediğini herkese gösterelim. [BAG, 7.7.2013]

8 Temmuz 2013 Pazartesi

10 PLAN: YORGUN-YÖNSÜZ BİR İKTİDAR RESMİ…

Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili

Türkiye’nin 2014-2018 yıllarını kapsayan Onuncu Plan, yasama organının AKP usulü darbeyle askıya alındığını tartışmaya yer bırakmayacak biçimde gözler önüne serdi.[1] Plan’ın sunumunda “Türkiye’nin 2023 hedeflerine dayandığı” belirtilmekle birlikte, bu hedefler belgesini bilen, duyan, bu belgeye erişebilen yok.[2]

Onuncu Plan’da kamu yönetimi için 194-199 sayfaları arasında “kamuda stratejik yönetim”, “insan kaynakları”, “e-devlet uygulamaları” konularına yer verilmiş bulunuyor.

Öyle görünüyor ki, “kamunun küçültülmesi” gündemden çıkmış. AB fonlarının adeta dayattığı ve bu yüzden hükümetin hemen her sözünde geçmesine alıştığımız kapasitenin güçlendirilmesi’ de sözlükten düşmüş. Kurumlar arası eşgüdüm de, kurumsal reform da görülmez hale gelmiş. Ücretlendirme rejimi sorunu kayıp durumda. Kamu yönetiminde kadın görevlilerle engellilerin istihdamı; kamu görevlilerinin merkez – taşra dağılımıyla taşrada bölgesel dağılımı konuları bir yana bırakılmış. Ve elbette ‘yönetime katılma’ iktidarın görüş alanında yine yok.

Peki ne var? Plandaki kamu yönetimiyle ilgili üç başlıkta şunlar var:

1. “Stratejik Yönetim” Olmuyor!

Onuncu planda kamu yönetimi, 2003 yılında ‘Kamu Mali Yönetimi ve Denetimi” adıyla yürürlüğe sokulan 5018 zihniyetinin işlemediğini gösteren durum saptamaları, amaç-hedefler, politikalarla yüklü.

AKP 2003 yılından başlayarak arkasında dış dünya desteği olan bir "Kamu Yönetimi Temel Kanunu" çıkarmak istemiş, yönetim yapısını değiştirmeye girişen bu yasayı halka kabul ettirememişti. Aynı yıl yürürlüğe giren 5018 sayılı yasa bunun parçasıydı; kamu yönetiminin işleyiş tarzını değiştirmeyi amaçlamıştı. Bir yandan Dünya Bankası bir yandan IMF bir yandan da AB’nin bastırdığı bu yasayı çıkarabilmişti. Üzerinden 10 yıl geçti.

Şimdi 10. Plan’da diyor ki, “işlemiyor!”

Plan’da tek amaç ve hedef var. Bu da genel olarak kamuda etkinliğin artırılması değil de Türk yönetim sistemine 2003'te adeta dayatılan yönetim modelinin etkinliğinin artırılmasıdır: Metindeki biçimiyle “kamuda stratejik yönetimin uygulama etkinliğinin artırılması”, "stratejik yönetim döngüsünün uygulamaya geçirilmesi"....

Plan, "parçaları koyduk, ama birbirine bağlayıp işletemedik" demektedir. Devlete hükümet zoruyla “stratejik plan”, “performans programı”, “faaliyet raporu” hazırlatmak becerilmiştir. Ne var ki, (s. 194)
"a) bunlar [plan - program - rapor] arasındaki bağlantılar kurulamamıştır,
b) orta vadeli çerçeve, kamu kurumlarına bir şey ifade etmemektedir,
c) bütçe sisteminde planlama – bütçeleme – uygulama ve izleme/değerlendirme bağları kopuktur,
d) iç denetim kurulamamıştır,
e) dış denetim uygulaması gerçekleştirilememiştir."
Kısacası, devlet yönetimine küresel ekonomi için çalışan yabancı kuruluşların baskısı altında AKP eliyle giydirilen deli gömleği “stratejik yönetim usulü”, bünye tarafından kusulmuş durumdadır. AKP partizanlığına sıkışmış, çeşitli tarikat çıkarları arasından bunalmış kamu yönetimi, gözlemlediğimiz büyük korkulu suskunluğun içinde iflas etmiş durumdadır.

İflas haliyle nasıl başa çıkılacağına gelince, alınacak tavrın pek yorgun ve bıkkın bir ifadeyle, “aynı sistemi aynı araçlarla çalıştırmaya çalışacağız”dan ibaret olduğu görülmektedir.

2. Kamu personeli yönetiminde strateji yok!

Onuncu plan, AB uyum yasaları adı altında dış zorlamalarla yasa hükümlerine dönüştürülen işleri sayıp “kamu görevlilerine toplu sözleşme, sendika hakkı tanındığı”nı belirtirken, bu hakların kullanılmasına ilişkin büyük çöküşlere ilişkin hiçbir söylememektedir. AKP döneminde böyle oldu: Çalışanlara hak verildikçe, hak verişten önce çok canlı olan hak kullanımları sönüp gitti... Üzerinde durulması gereken bir özellik!

Plan'a göre, istihdam türleri (4A, 4B, 4C, 4D) arasındaki farklılıklar giderilememiştir. Liyakate dayalı işe alma-yükseltme, personelin dengeli dağılımı, kariyer planlaması ve hizmet içi eğitim, personel değerleme sisteminin oluşturulması… başlıca sorun alanları olmayı sürdürmektedir. 

Plan’da bunlara ilişkin olarak “düzelteceğiz”den başka söz söylenememiş, hele “nasıl yapacağız” konusunda iki konu hariç başka birşey yazılmamıştır.

Nasıl’ı belli olmayan, ama kamu personel sistemini bir kez daha dağıtacak bir “politika”ya dikkat etmek gerekir: “Kamuda esnek çalışma modeli geliştirilecektir.”

Nasıl’a ilişkin söz söylenmiş iki konudan biri, hizmet içi eğitimi “akredite edilmiş program ve kuruluşlar aracılığıyla’ yapacaklarına ilişkindir. Yani hizmetiçi eğitim özelleştirilecek, ihale edilecektir. Diğer konu ise, personelin dengesiz dağılımında merkez-taşra, kurumlar arası, bölgeler arası dağılım sorunlarına değil, yalnızca bir boyuta ilişkindir; azgelişmiş bölgelerde çalışmayı özendirecek yasal düzenlemeler yapılacaktır. 

3. Kamu hizmeti sunumunda ana eksen E-devlet! ... Peki ya Adalet? 

AKP kamu hizmeti sunumunda dengesizlik, yetersizlik, ihtiyaca uygunluk ve en önemlisi gelir adaleti dağılımını sağlama gibi temel ilkeleri görüş alanı dışında tutmaktadır. İktidar için kamu hizmetlerinin (1) sosyoekonomik kalkınma, (2) insani gelişme, (3) sosyal adalet ilkeleri bakımından herhangi bir anlamı yoktur. AKP hükümeti, günümüzde “sosyal sorumluluk projeleri”yle kendini topluma kabul ettirmeye çalışan şirketlerden bile daha “şirket” haline gelmiştir.

Onuncu planın gösterdiğine göre, AKP için kamu hizmeti istatistik, veri kaydı, vergi ödeme ve bürokratik işlemler… gibi ofis işlerinden ibarettir. Elbette bu işler de çok önemlidir. Ne var ki, toplumun tüm bilgilerini e-devlet üzerinde toplamak ve kimi işleri oradan görmek hedefi, yabancı yazılım – donanım sistemleri ve yabancılara satılmış iletişim otobanı sistemleri dünyasına teslim edilmişken, bu durumdan memnuniyet üretmek pek safça olur.

Özetle; 

Onuncu plan, yorgun – bıkkın – kendi yönünü belirleyemeyen bir iktidar resmidir.

AKP iktidarı kamu yönetimini uluslararası kuruluşların akıllarıyla zorlamalarının ürünü olan “stratejik yönetim” bataklığında kaybetmiş; kamuya ait her türlü bilgiyle bireysel verileri yabancı şirketlerle yabancılarla başa çıkamayacak kadar yalnız bırakılmış bilişim dünyasının tekelindeki BİT (bilgi ve iletişim teknolojileri) sektörüne teslim etmiştir.

[BAG, 6 Temmuz 2013]






[1] AKP usulü darbeyle ilgili: http://baguler.blogspot.com/2013/07/tbmm-akp-usulu-darbeyle-askya-alnmstr.html


[2] 2023 hedeflerini belirleyen belgeyi bulmak mümkün olmayınca, TBMM eliyle Kalkınma Bakanlığı’na “bu belge nedir, nerde bulunur” konulu bir yazılı soru önergesi vermekten başka çıkar yol bulamadım. Yanıtı bekliyorum.

5 Temmuz 2013 Cuma

TBMM, AKP Usulü Darbeyle Askıya Alınmıştır (3)........ TBMM Nasıl Kurtulur?

Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili

Toplam seçmenin yüzde 43’ünün oyunu almış AKP, TBMM sandalyelerinin yüzde 60’ında oturmaktadır.

Meclisteki bu haksız çokluktan yararlanan AKP, TBMM’ni parlamenter rejimin meclisi olmaktan çıkarmış, adeta felç etmiştir. Meclis hükümeti denetleyememekte, yasama süreci bilgi, görüşme, uzlaşmaya kapanarak parmak çokluğunun kabul ve reddine mahkum olmuş bulunmaktadır. 

Günümüzde TBMM, “başbakanlığın onay mercii” konumuna düşürülmüştür. Olağan olmaktan çıkarılmış, iktidar partisinin kendine sakladığı hedeflere hizmet eden bir "olağanüstü meclis"e dönüştürülmüştür.

Bu durum görmezden gelinirse, ana muhalefet partisi CHP milletvekili olarak bizler, AKP usulü darbenin ortakları haline gelmez miyiz? Tarih tarafından böyle bir suçla yargılanmayı elbette istemeyiz.
1. Yüce meclisin “başbakanlık onay mercii” olarak devam etmesine rıza gösteremeyiz.
2. Üyeleri tutuklu ve üyeleri hakkında fezleke düzenlenmesini içine sindiren bir parlamento gerçeğini daha fazla görmezden gelemeyiz.
3. Yasaların “torba yasa” olarak düzenlenmesine ve “temel kanun” olarak görüşülmesine daha fazla onay veremeyiz.
4. Yasama işinin hızlandırılmış, elgördülük çalışma düzeninde sürdürülmesine daha fazla göz yumamayız.
5. Parlamenter rejimi askıya almış bir iktidar partisine “uzlaşma komisyonları” içinde yer alarak meşruiyet sağlayamayız.
6. Halkın meclisi izleme, denetleme ve karar sürecine katılma hakkını sağlayan MECLİSTV yayınlarının iktidar partisince kısıtlanıp budanmasına daha fazla izin veremeyiz. 
O halde parlamenter rejimin işlerlik kazanması için harekete geçmeliyiz.

Haziran Direnişi'nin Saygısını Kazanmalıyız... 

Hem TBMM kürsülerinde hem de toplumsal arenada harekete geçmek zorundayız. Halkın Haziran Direnişi’nde sergilediği güçlü iradenin bir benzerini, yetki kullandığımız TBMM’nde sergilemeliyiz. Direnen halkın CHP’yi siyasal önder olarak kabul etmesi ve bu kurucu partiye saygısıyla bağlılığını tazelemesi, ancak böyle mümkün olabilir.

1. Tutuklu milletvekillerinin ivedilikle özgürleştirilmesi için seferberlik düzenlemeliyiz. İktidar partisinin imzaladığı protokolü ihlal ettiğini, sözünü tutmadığını, ikinci iki yılın bu ayıpla yaşanamayacağını göstermeli ve halkın kitlesel desteğini sağlayarak bu ayıba son vermeliyiz.

2. Seçim barajının tümüyle kaldırılmasını hedeflemeliyiz. Toplumdaki tüm sesler ve renkler, TBMM’nde kendisine yer bulmalıdır. Böylece, en çok oy alan partinin ulusal iradeyi gasp eden ve çarpıtan unsur olma konumundan çıkarılmasını sağlamalıyız.

3. Seçim sistemi ve uygulama işlemlerinin köklü biçimde değiştirilmesini öncelikli hedef olarak belirlemeliyiz. Adil nispi temsil sistemini kurmak, seçmen listelerinin İçişleri Bakanlığı’nın elinden yargıç denetimine devretmek, bilgisayarlı oy sayım sistemi SEÇSİS’in kaldırılmasını sağlamak, oy kullanmada TC numarasının temel alınmasını sağlamak, parmak boyasını geri çağırmak başta olmak üzere gerekli değişikliklerin yapılmasını sağlamak için çalışmalıyız.

4. Tüm "uzlaşma komisyonları"ndan çekilmeliyiz. Parlamenter rejim “başbakanlık rejimi”ne dönüştürüldüğü için, bu yapının ‘uzlaşma’ değil iktidar partisi iradesini dayatma araçları olduğunu ilan etmeliyiz. İçtüzük Uzlaşma Komisyonu, AKP’nin meclise “kendi önerisini getirme” kararıyla AKP tarafından devrilmiştir. Benzer bir tavrın Anayasa Uzlaşma Komisyonu için de gösterileceğini tahmin edebiliriz. Parlamenter demokrasiyi askıya almış bir iktidar partisiyle “uzlaşarak” ülkenin anayasasını yapmanın mümkün olmadığı açığa çıkmıştır. AKP’ye, ülkeye deli gömleği bir anayasa giydirme niyetine destek vermemeliyiz.

5. Uzmanlık komisyonlarının olağan düzende çalışmasını sağlamalıyız. Her komisyonda olağan kuralları gündeme getirmeli, bunların her ihlalinde konuyu tartışmaya açmalı, yanlışlardan dönülünceye kadar direnmeliyiz. Uzmanlık komisyonları, ilgili kurum ve uzman kişilerin geniş katılımıyla toplanmalıdır; bu düzenlemeyi kendimiz yapmalıyız ve komisyon başkanlıklarını bu yönde davranmaya zorlamalıyız.

6. Hızlandırılmış yasama sürecini reddetmeliyiz. "Torba yasa", "temel yasa" acayipliklerini kabul etmemeliyiz. Sağlıklı ve dengeli bir yasama süreci için gerekli süre, yeterli hazırlık süresi, uygun çalışma zamanları uygulamaları üzerinde ısrarcı olmalıyız. Bu talepler reddedildiği sürece dayatmaların kabul edilmeyeceğini açıkça göstermeliyiz.

7. MECLİSTV’nin 24 saat yayın yapmasını sağlamalıyız. MECLİSTV uygulaması, halkın demokratik hakkı, Türkiye’de yasama sürecinin ileri özelliğidir. Altyapısı, personeli, işleyiş kuralları ile bu hizmete hazır olan MECLİSTV’ninkısıtlanmış olması keyfidir; ulusal servetin heba edilmesidir; anti-demokratiktir. Bu ayıbı ortadan kaldırmalıyız.

Güzel Direniş... 

Türkiye Büyük Millet Meclisi, ülkemizin "yüce meclis"idir. Yüce meclisi yani parlamenter demokratik rejimin kendisini korumak, anayasaya sahip çıkmak ve ulusun iradesinin yaralanmasına engel olmak demektir. Bu amaca odaklanmış hareket, güzel direniştir. 

Mevcut sistemle yapılacak seçimler, AKP usulü darbenin sürmesine hizmet edecektir. Bu nedenle, önceliği, halkın iradesini tam ve doğru biçimde yansıtmasını sağlayacak bir seçim sistemi kurulmasına vermemiz gerekir. Bunun için bir çalışma başlatmalı ve seçim sistemi önerimizi masanın üzerine koymalıyız.

Yukarıda sayılan çalışmaların en güçlü yaptırımı, meclisten çekilmektir. Bu seçeneğin kullanılması kendi irademize bağlıdır. Uygun gördüğümüz zamanda kullanmak üzere bu seçenek de aklımızda ve elimizde olmalıdır. [BAG, 5 Temmuz 2013]


4 Temmuz 2013 Perşembe

TBMM, AKP Usulü Darbeyle Askıya Alınmıştır! (2) Olağanüstü Parlamento Nedir?

Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili

Günümüzde TBMM, parlamenter rejimin parlamentosu değildir; askıya alınmıştır. Normal - olağan işlevini yitirmiş, başbakanlığın onay kurumuna dönüşmüştür. Bu yeni işlev nedeniyle konumu da değişmiş, ulusal iradenin değil yürütme organının emrine girmiştir. Bu durumda karşımızdaki bir 'olağanüstü meclis'tir. 

Meclis ve bizde Türkiye Büyük Millet Meclisi, millete ait egemenlik iradesinin mekanda cisimleşmiş hali diye tanımlanır. Bizde siyasal rejim, TBMM'ni yürütme organını -hükümeti- görevlendiren ve denetleyen yüksek makam olarak kabul ettiği için 'parlamenter demokrasi' olarak adlandırılır.

Olağan meclis nasıl bir şeydir?  

Meclislerde yasama görevini üstlenenlerin tümü, milletvekilleri, vekil yani temsilcidir. Temsil ettikleri halkın görüşleri farklı farklı olduğu için, başka partilerden gelirler. Meclis böylece farklı görüşlerin ve başka başka çıkarların karşılıklı görüşme, konuşma, tartışma yeri ve ortadaki konular üzerine bir uzlaşma alanı haline gelir.

Vekiller başka partilerden gelir; ama her biri ulusal iradenin aynı değerde temsilcileridir. İşte bu özellik, kimi partilerin daha çok kimilerinin daha az vekilli olmalarına karşın, en çok vekili olanın dediğinin üstün sayılmasına engel olur. Az vekillilerden olsun çok vekilli olan gruptan olsun, temsilcilerin tümü aynı haklara ve yetkilere sahiptir. Konuşmalarda tüm partilere aynı uzunlukta süre verilir; aynı sayıda kişinin konuşması kural kabul edilir. Yasalar, ulusal iradenin azlık parçasıyla çokluk parçasının karşılıklı, eşit süreli, engelsiz ve korkusuz konuşmalarıyla toplumda çatışmaları ve kopmalar olmasın diye ortaklaşa alınır. Böylece de tüm ulusal iradenin temsiliyetinin doğması sağlanır.

Başka bir ilke, zaman ve süreyle ilgilidir. Birincisi, görüşülecek "tasarı ve teklif" halindeki yasa metinlerinin incelenmesi için tüm taraflara yeterli süre tanınmalıdır. Bu ilke ihlal edilmesin diye, metinlerin görüşülmesine belli bekleme süreleri konulmuştur. İnceleme için yeterli süre ilkesine uyulmaması, yalnızca vekillerin konuyu tam kavramasını engellemez, aynı zamanda konuyla ilgili toplumsal kesimlerin görüşlerinin alınmasını ve yönetilenlerin yasama sürecine açık katılımını da engeller. İkincisi, görüşmeler için uygun zaman ilkesi, toplantıların gün ve başlama-bitiş saatlerinin önceden programlanıp duyurulması anlamına gelir. "Meclis'in yasanın bitimine kadar" çalışması gibi ölçüsüz kararlar, meclis iradesini teslim almaktan başka anlama gelmez. Basit görünen bu tür hızlandırılmış çalıştırmalar, meclisin üzerinde yükseldiği kolonların kırılması demektir. 

Yasa, toplumda "eşitlik ilkesi"ni yaşama geçiren başlıca mekanizmadır. Kolay ve doğru anlaşılması gerekir. Her yerde her kişiyle kuruma aynı hükümlerin uygulanması gerekir. Bu nedenle de yasa dediğimiz metinler, belli bir tipte hazırlanırlar. Her yasa bir konuya ilişkindir ve konunun yapıtaşları "madde"lerdir. Yasaların görüşmeleri de buna göre konunun uzmanı komisyonlardan başlayarak genel kurula kadar maddeler halinde yapılır. Aksi halde iktidarların "eşitlik ilkesi"ni ihlal suçu işlemeleri çok kolaylaşır. Yasaları -olağan yasaları- başka yazılardan ayıran bu özelliğe uymayan düzenlemeleri yaygınlaştırmak, meclisin varlık nedenlerini yitirmesine yol açar. Yasanın konusu bakımından belirsizleşmesi demek olan "torba yasa" uygulaması ve ve yasayı maddeler temelinde değil hızlı bir şekilde ana bölümler halinde görüşme yolunu açan "temel yasa" uygulamalarının yaygınlaştırılması, olağan işleyişi ortadan kaldırır. 

Yasa yapma işinde zaman - süre - konu - yapı üzerinde oynamalar, istisnaları kural haline getirmek ve hızlandırılmış meclis yaratmak demektir. Bu, mecliste parmak sayısı üstünlüğüne sahip olmayı yeterli sayan anlayışın boş cesaretidir. 

Eğer meclislerde sayısı çok olanlar az olanlara, oylamadaki parmak sayısı üstünlüğüne dayanıp yukarıdaki ilkelerle oynayarak “nasılsa benim istediğim şey kanun olur” düşüncesiyle duyarsızlaşırsa, ortaya çıkan sonuç ulusal iradeye değil, onun yalnızca bir parçasına ait olur. Öyle olunca da yapılan yasalar, biçimi bakımından yasal, ama özü bakımından gayrımeşru olarak doğar. 

Bu durumda, biçimi bakımından yasal ama özü bakımından gayrımeşru kararların alındığı meclisler, kendi olağan doğalarına uygun “meclis” ya da “parlamento” olmak niteliklerini yitirirler. Böyle kendi varlık nedenlerini inkar eden kurumlar, kendilerinden beklenen en temel işlevleri yerine getirmekten uzağa savrulurlar. Kendini inkar eden böyle kurumlara ‘normal’, ‘alışılagelmiş’, ‘olağan’ şeyler gözüyle bakılamaz. 

Bizim meclis nasıl 'olağanüstü' hale geldi? 

Şimdi görev süresi ilk iki yılı doldurmuş olan 24. Dönem TBMM, parlamenter rejime dayanan Türkiye Cumhuriyeti’nin normal ya da olağan meclisi olma niteliklerini yitirmiş durumdadır:

1. Buraya seçilen temsilciler, partileri oyların yüzde 10’undan fazlasını aldıkları için buraya gelmişlerdir. Birinci gelen parti olan AKP, hem meclise giremeyenlerden hem de birinci olamayanlardan gasp edilmiş oyların üzerinde oturmaktadır. Yurttaştan toplam seçmenin yüzde 42,64'ünden oy almış, ama meclis sandalyelerinin yüzde 60’ına sahip olmuştur. 12 Eylül 1980’in ürünü olan seçim sisteminden gelen bu yara-bere, 30 yıldır görev yapmış tüm meclisleri olduğu gibi şimdiki meclisi de sakatlamış durumdadır.

2. 12 Haziran 2011 seçimlerinde toplam seçmenin yüzde 43, geçerli oyun yüzde 49,9'unun oyuyla birinci olan partinin zaferi, İçişleri Bakanlığı’nın elinin altındaki seçmen listeleri ve hilekarlığı ABD ve Yunanistan’da kanıtlanmış örnekleri olan bilgisayarlı oy sayım sistemi SEÇSİS uygulaması nedeniyle şaibelidir.

3. 12 Haziran 2011 seçimlerinde en çok oy alan iktidar partisi, seçim propagandasını “bana oy vermezsen istikrar bozulur” şantajıyla yürütmüştür. Bu, kendisinin dış dünyada ve içerideki para tacirleriyle anlaşmalı olduğunun ilanından başka bir şey değildir. Böylece seçmenin özgür iradesine ağır bir ipotek koymuş, borç içindeki köylü, işçi, esnaf, işadamı her kesimden yurttaş kendi malına gelebilecek haczi ulusal egemenliğe ipotek koyulmasına rıza göstererek ertelemeye itilmiştir.

4. AKP, mecliste haksız yere ele geçirdiği çoğunluk sandalyelerini, parmak çokluğu olarak kullanmaktadır. Ulusal iradenin diğer parçalarının hakkı olan konuşma sürelerinden sıkıntı duymaktadır. Komisyonlarda görüş bildirilmesinden, usule ve içeriğe ilişkin konuşmalar yapılmasından, getirilen her türlü öneriden sıkıntı duymaktadır. Bunun için, işleri tek komisyonda bitirmek üzere "torba kanun"cu hale gelmiştir; hemen her yasayı “temel kanun” ilan edip konuşma sayı ve sürelerini kısmaktadır. Komisyon çalışmalarını yeterince hazırlık yapma fırsatı tanımadan, zorunlu süreleri ucu ucuna kullanarak, çalışmaları akşamüstleri başlatıp sabahlara kadar sürdürülmesini zorlayarak apar-topar yürütmektedir. Bu acele, bir an önce “kabul edenler – etmeyenler” noktasına varabilmek içindir: “Yormayın kendinizi, parmak çokluğu bizde, nasılsa geçireceğiz bu tasarıyı!”

5. Komisyonlarda görev alan iktidar milletvekilleri ve hatta özellikle torba tasarılarda ilgili bakanlığın bürokratları, masaya getirilen yasa tasarılarından habersizdirler. 24. Dönem parlamentosunda tasarıları kimlerin hazırladığı bilgisi çoğu zaman boşluktadır. İktidar partisinden gelen değişiklik önergeleri, çoğu zaman Komisyon’da da yer almayan birilerince önlerine koyulmaktadır. Muhalefetin önergelerine ise red” deme emri almışlardır. Çoğu zaman tavırlarının temel güdüsü, “bir an önce oylansın” sabırsızlığından ibarettir. Kısacası bu vekiller, ulusal iradenin temsilcisi olma niteliği bakımından talihsiz bir konumundadırlar.

6. Şimdi görevde olan 24. Dönem TBMM, ulusal iradenin başka başka parçalarının karşılıklı konuşma ve uzlaşma alanı değildir. Meclis'in iradesi çokluk vekillerin parmak iradesi altında, parmaklar da yürütme organının doğrudan ipoteği altındadır. Ne var ki, yürütme organı hükümet de olağan niteliklerini yitirmiş bir yapıdır.
a) Yürütme organının ipoteği, çoğu kararda Bakanlar Kurulu tarafından değil doğrudan Başbakanlık makamı eliyle yaratılmıştır. Bu 'tek adam' durumu, TBMM’nin bir “tiranlık uygulaması” çerçevesi içinde ezildiği anlamına gelir. 
b) Yürütme organının ipoteği, tek adam çevresinde toplanmış “oligarşik bir grup” tarafından üretilen kararlarla uygulanmaktadır. Bu, asıl olarak resmi makamlarda yetki ve sorumluluk üstlenmemiş; kimilerine ‘danışmanlık kurumu’ içinde hareket yeteneği kazandırılmış kapalı ve dar bir gruptur. Dolayısıyla yürütme organı da, çoğu durumda, TBMM tarafından hesaba çekilmesi parlamenter rejimin kurallarından biri olan Bakanlar Kurulu demek değildir.
Bütün bu özellikler nedeniyle, ülkemizdeki siyasal rejim “parlamenter rejim” olmaktan çıkmıştır; TBMM askıya alınarak siyasal sistem TBMM’ni ve Bakanlar Kurulu yapılanmasını boşluğa düşüren bir “başbakanlık rejimi”ne dönüşmüştür. 

Ortaya çıkan durum anayasaya aykırı bir fiili yapılanmadır: TBMM karar süreçleri ve işleyiş kuralları askıya alınmış, başbakanlık rejiminin onay yerine dönüştürülerek ulusal iradenin mekanı olmaktan çıkarılmış bir “olağanüstü parlamento”ya dönüştürülmüştür.

Ortaya çıkan bu kabul edilemez sonuç, TBMM üzerinde AKP usulü darbeden başka bir şey değildir. [4 Temmuz 2013] 









3 Temmuz 2013 Çarşamba

TBMM, AKP Usulü Darbeyle Askıya Alınmıştır! (1)

Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili


Kimse, en başta da iktidar partisinin kendisi ve destekçileri farkında değil, yeni beş yıllık plan olup bitti ve yasalaştı. 

10. Beş Yıllık Kalkınma Planı ‘çalışması’ torba yasalar; hemen her yasanın ‘temel kanun’ sayılarak kestirmeden görüşülmesi; komisyonlarda usule ilişkin verimliliği artıracak önerilerin bile iktidarın komisyon başkanlarınca reddedilmesi; ısrar karşısında fiziksel saldırılarla dediğini yapma pervazsızlığı… gibi uygulamaların son örneği oldu.

“Yasama süreci” bakımından ilginç durumlar ortaya çıktı.

1. Kalkınma Bakanlığı planı Yüksek Planlama Kurulu’na (YPK) hangi tarihte sundu, bilinmiyor. Plan, bu bilgiye yer vermemiş durumda.

2. YPK Raporu 10 Haziran 2013 günü Bakanlar Kurulu’na (BK) sunulmuş; BK aynı gün raporu ‘incelemiş, görüşmüş’ ve kabul etmiş. Demek ki bakanlar Planı toplantıda gördüler.
3. Hükümet, planı 13 Haziran 2013 günü TBMM’ye gönderdiğinde, plan TBMM’de yalnızca 1 (yazıyla bir) komisyona havale edilmiş. Dört günlük bekleme süresi doldurulup, Komisyon 18 Haziran 2013’te çalıştırılmaya başlanarak, iş dört oturumda bitirilmiş.
4. Plan Bütçe Komisyonu (PBK) raporunu 28 Haziran 2013 Cuma akşamı TBMM Başkanlığı’na teslim etmiş. Metin basımı hafta sonunda yapılarak, kitap milletvekillerine 1 Temmuz 2013 Pazartesi günü öğleyin dağıtılabilmiş bulunuyor.
5. Milletvekilleri 1 Temmuz 2013 Pazartesi günü bir saat önce ellerine gelen toplamı 358 sayfa kitap biçimindeki planı görüşmek üzere, aynı gün saat 14.00’te Genel Kurul’a girdiler.
6. Koskoca beş yılın planı, Başbakan’ın, yardımcılarının ve bakanların bulunmadığı Genel Kurul’da “görüşüldü” ve gece yarısından sonra AKP milletvekillerince kabul edilerek “yasa” oldu.
7. Bir ayrıntıyı belirtelim: TBMM’de Cuma ve Pazartesi günleri Genel Kurul çalışması yapılmaz; o nedenle Meclis TV de kısıtlanmış yayınını da yapmaz. Çoğu milletvekili Perşembe akşamından seçim bölgesine gider; Pazartesi akşamı gelir. Dolayısıyla, çoğu milletvekili “olay”dan habersizdir.
Yasama sürecindeki “ilginç durum”lar böyle. Bu durumda açık olan gerçek şudur:
  • AKP, “çoğunluğun despotizmi”ni Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görevini yapmasını engellemek yoluyla uygulamaya koymuş bulunmaktadır. 
  • Yasama organı, yürütme organı olan hükümet tarafından göstermelik hale dönüştürülmüştür. 
  • AKP iktidarı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açıkça ve fiilen askıya almıştır; bu, “AKP usulü darbe”dir. 
Halk bu gerçeği tüm açıklığıyla görmekte, o nedenle “sine-i millet” çağrıları yapmaktadır.

Şimdi, meclisteki ana muhalefet partisi olarak bize, CHP’ye düşen, parlamentoyu askıya alan AKP usulü darbe karşısında ‘olağanüstü parlamento durumu'na uygun bir çalışma süreci başlatmaktır. 

Aksi halde bizler, AKP usulü darbenin ortakları konumuna düşeceğiz. [BAG, 3 Temmuz 2013]