29 Ekim 2014 Çarşamba

Bulanık Suda Balık Avlamak


CHP, 2015 siyaset bildirisi hazırlayacak. Avrupa Konseyi'nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın (AYYÖŞ) vaatler arasında yer alacağı görülüyor.

*
Kimi zaman "iktidara gelince bu Şart'ı kabul edeceğiz"sözü sarf ediliyor.

Ne var ki AYYÖŞ, Türkiye tarafından 1988'de imzalandı; 1991'de TBMM tarafından onaylandı; Nisan 1993'de yürürlüğe girdi. Şart 21 yıldan bu yana yürürlükte bulunuyor. Demek ki ya bu söz yanlışlıkla söyleniyor ya da "Şart'ı kabul edeceğiz" sözünün hukuksal bir anlamı yok, bu bir "siyasal ima". Ama seçim vaadi imada bulunarak yapılmaz. O halde bu söz bir yanlıştan ibaret.

*
Kimi zaman da "iktidara gelince Şart'ın çekincelerinin tümünü kaldıracağız" deniyor.

Türkiye 1993'te Şart'ı onayladı ama 10 paragrafını (hükmünü) uygulama konusunda söz vermedi. Kamuoyu bunları "çekince" diye biliyor. Şart'ın şu hükümlerini uygularım, şu hükümlerini uygulamam deme hakkı, tüm imzacı devletlere tanınmış bir hak. Türkiye de bu hakkı kullanmış durumda.

Biz ülke olarak şunları uygulamayacağız denen paragrafları uygulamaya karar vermek her zaman mümkün. Nitekim bu işlemi yapma yetkisi, Şart'ı onayladığımız yasa tarafından Bakanlar Kurulu'na verilmiş bulunuyor. TBMM gündemine getirilmesine gerek yok. Bakanlar Kurulu herhangi bir toplantısında bu kararı verebilir. Şimdiye kadar böyle bir karar verilmedi.

Verilmedi ama, AKP hükümetleri 2005 yılı civarında çıkardığı yasalarla, aslında sözkonusu 10 hükümden 8'ini uygulamaya koydu. Bunları 5355 sayılı Mahalli İdare Birlikleri Yasası, 5393 sayılı Belediye Yasası, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Yasası gibi yeni yasalarda getirdiği düzenlemelerle gerçekleştirdi. Şu anda bunları Bakanlar Kurulu'na getirmek bir prosedürden ibaret.

Muhalefet olarak "çekincelerin tümünü kaldıracağız" demek yerine AKP iktidarına "çekinceleri yasalarla kaldırdın. Yasa Bakanlar Kurulu'ndan daha üstün olduğu halde, neden şu basit Bakanlar Kurulu kararını çıkarmıyorsun?" diye sormak anlamlı olur.

Ama meraklanmamak mümkün değil. Durum bu iken, AKP'nin de benimsediği ve yüzde 98'ini uygulamaya koyduğu bu Şart'ı seçim vaadi olarak kullanmanın anlamı nedir?


*
AYYÖŞ'ün henüz uygulama dışında ve taahhüdü verilmemiş yalnızca 2 hükmü var. Bunlardan biri yerel yönetimlere "idari federalizm", diğeri "mali federalizm" yetkileri tanımaya kadar açılan hükümler. 

Bunları uygulamak, Anayasa'da çok temel değişiklikler yapmakla mümkün. Anayasa'nın 127. Maddesindeki "idare kuruluşu ve görevleri ile bir bütündür" cümlesi. Sözkonusu iki hükmün uygulanabilmesi için "idarenin bütünlüğü" olarak bilinen bu ilkenin Anayasa'dan çıkarılması gerekiyor. Yerine de, AYYÖŞ'e 1995 yılında bir tavsiye kararıyla getirilen "subsidiarite ilkesi"ne uygun bir ifadenin koyulması isteniyor. "Yerellik ilkesi" ya da "yerindenlik ilkesi"ne göre düzenlenecek bir Anayasa isteniyor.

*
Bu durumda, "tüm çekinceleri kaldıracağız" demek şu anlamlara geliyor:

(1) Yeni Anayasa'ya destek vereceğiz; ve
(2) Üniter devletin madde temeli olan "idarenin bütünlüğü" ilkesini terk edeceğiz.

Bu sözlerin güncel siyasetteki anlamı ise "PKK/HDP cenahının talep ettiği 'demokratik özerklik' formülünü destekleyeceğiz" değildir de nedir?

*
Hadi, siyasette bir kişinin diğer bir kişiye örtülü, yanıltmalı, imalı konuşabileceğini kabul edelim. Ama siyasal kurumların seçim sürecinde halka sözlerini bu tarzlarla söylemesinin kabul edilebilir tarafı yoktur. Yine de buna yeltenen varsa, o zaman sözlerinin "siyasal kodlar" bakımından illa ki çözüleceğini ve halkla gerçeğin paylaşılacağını bilmeleri gerekir.

*
Sözümün özü şudur:

AYYÖŞ, etnikçi siyasetle dinci siyaseti destekleyen sözlerin paravanı olarak kullanılmaktadır. Cumhuriyetçi ve Halkçıların böyle bir tarza onay vermesi, dayandıkları ahlaki temel bakımından mümkün değildir.

Siyaset ilke işidir. Bulanık suda balık avlamak değil.




28 Ekim 2014 Salı

ÖNSEÇİM BEKLENTİSİ ve GERÇEKLER


Son günlerde katıldığım toplantılarda partili arkadaşlarım, 2015 seçimlerinde yargıç denetiminde üyeyle önseçim isteğini büyük bir coşku ve kararlılıkla hep bir ağızdan adeta haykırdılar.

Aralarından bazıları 5-6 Eylül 2014 Olağanüstü Kurultayı'nda önseçimi ve hatta yargıç denetiminde üyeyle önseçimi zorunlu kılan bir değişiklik yapıldığını ileri sürdüler.

Böyle bir değişiklik yoktur.

Milletvekili seçiminde durum şöyledir:

1. Merkez yoklamasıyla atanacak aday sayısı, toplam aday sayısının % 15'ini geçemez. 

Daha önceki tüzükte böyle bir sınırlama olmadığı için, Şubat 2012'de atamalara getirilen bu sınırlama memnuniyetle karşılanmıştı. [madde 58/5]

Ne var ki bu gerçek bir sınırlama değildi; çünkü yüzde 15'lik oran seçilebilecek sayıya değil, TBMM sandalyeleri toplamına göre yapıldığı için rakamda çok yüksek oluyordu.

Buna göre, Yüksek Seçim Kurulu'na verilecek listede yer alan 550 adayın 83'ü Parti Meclisi'nce belirlenebilir.

2. Son genel seçimde Parti'nin % 10'dan daha az oy aldığı illerde merkez yoklamayla gösterilecek adaylar, bu % 15 hesabının dışındadır. 

Son seçim 2011'de idi. CHP 17 ilde yüzde 10'dan az oy almış ve barajın altında kalmıştı. Şimdi 2015 seçimlerinde bu illerin diyelim hepsinde merkez yoklamayla aday atanabilir; ama bunlar 83 sayısı içinde sayılmayacaktır.

2011'de baraj 64 ilde aşılmış ve 135 milletvekilliği kazanılmıştı. Demek ki, önümüzdeki seçimde bu 64 ilin toplam 135 milletvekilinden 83'ü atamayla gelebilir.

Önemli bir ayrıntı da şudur ki, baraj aşılmasına karşın 16 ilden milletvekili çıkarılamamıştı. Toplam 135 milletvekili 48 ilden gelmişti. Bu durumda, merkez yoklamayla atanmak istenen kimselerin seçim başarısı elde edilebilecek bu 48 ilden olacağı tahmin edilebilir.

3. Merkez yoklamasında eğilim yoklama yöntemleri kullanılabilir.

Son Kurultay'da getirilen yeni hüküm yalnızca budur. [madde 58/8]

Getirilen cümle, merkez yoklaması yapılacak yerlerde eğilim yoklaması yöntemleri kullanılabilir cümlesinden ibarettir. Yani telefonla, yüz yüze kamuoyu anketleri, elbette kararda bağlayıcılığı olmayan çeşitli sandık uygulamaları, vb...

Eğilim yoklaması, Tüzük'te yer alan bir aday belirleme yöntemi değildir. Üç aday belirleme yöntemi vardır: (1) Üyeyle yapılan Önseçim, (2) Delegeyle yapılan Aday Yoklaması, (3) Parti Meclisi'nce atama olan Merkez Yoklama. Eğilim yoklaması bu üç tür için de kullanılabilen destek araçlardan biridir; sonucu tayin etmez.

Son Kurultay'da getirilen bu hüküm, tepkileri yumuşatma girişimi olarak, 2015'te merkez yoklaması uygulamasının yaygın biçimde kullanılacağını gösterir.

Sonuç

Örgütte son derece yüksek olan önseçim -yargıç denetiminde üyeyle aday belirleme- isteği ile mevcut yönetimin tercihi arasındaki makasın ağzı çok açılmış durumdadır. 2015 seçimi, aday belirlemede merkez yoklamasına yaslanacak görünmektedir.

İlgili arkadaşlarımın değerlendirmesine, aşağıda son seçimdeki iller tablosuyla birlikte sunulur.

EK ÇİZELGE:

2011'de illerin 17'sinde (kırmızı) baraj aşılamamıştı; 16 ilde baraj aşılmış (mavi) ama milletvekili çıkarılamamıştı.

Aynı seçimde 29 ilde kimilerinde kontenjan da kullanılarak önseçim yapılmıştı. Bunların 19'unda milletvekili (Ön) çıkarılırken, 10'unda sonuç alınamamıştı.

Haziran 2011 Genel Seçimleri Sonunda İller

Seçim Bölgesi CHP Oy (%) Mv
TUNCELİ 26.804 57,53
KIRKLARELİ 119.598 52,53 Ön
EDİRNE 136.532 51,7   Ön
MUĞLA 237.488 45,58 Ön
TEKİRDAĞ 226.824 44,41 Ön
İZMİR 1.097.886 43,69
ÇANAKKALE 129.445 39,46 Ön
HATAY 306.498 38,52
AYDIN 241.062 38,12 Ön
ZONGULDAK 146.342 37,49
ESKİŞEHİR 179.072 35,53
ARTVİN 37.180 35,37 Ön
BALIKESİR 259.104 33,78
ANTALYA 391.400 33,22
YALOVA 40.975 32,7
MERSİN 310.714 31,96
İSTANBUL 2.492.910 31,31
ANKARA 935.688 31,3
DENİZLİ 187.017 31,24 Ön
SİNOP 39.264 30,99
ADANA 361.547 30,85
ARDAHAN 17.476 30,78
ERZİNCAN 38.921 30,34 Ön
UŞAK 66.387 29,77 Ön
MANİSA 249.482 28,77 Ön
BARTIN 34.499 28,76
AMASYA 59.066 27,91 Ön
BURDUR 42.314 25,41
BİLECİK 32.741 25,38 Mv. Yok
BURSA 412.887 24,98
KOCAELİ 235.770 24,63
ÇORUM 82.264 24,01 Ön
GİRESUN 61.579 23,69
TOKAT 85.149 23,51
ORDU 94.353 22,61
KIRŞEHİR 29.534 22,59 Ön Mv. Yok
ISPARTA 55.594 21,72
SAMSUN 162.718 21,66
NİĞDE 39.774 21,5   Ön
BOLU 35.611 20,05 Ön
MALATYA 85.646 19,76
GAZİANTEP 159.961 19,31 Ön
KARABÜK 26.981 19,03 Ön Mv. Yok
KARAMAN 26.511 18,88 Ön Mv. Yok
TRABZON 83.198 18,3   Ön
RİZE 33.408 17,11 Mv. Yok
KARS 24.009 16,7 Mv. Yok
ADIYAMAN 50.768 16,59
AFYONKARAHİSAR 70.203 16,48 Ön
NEVŞEHİR 27.783 16,33 Ön Mv. Yok
SAKARYA 88.043 16,2
SİVAS 56.534 15,27 Ön
KİLİS 9.948 15,2 Mv. Yok
KIRIKKALE 25.620 15,15 Mv. Yok
KASTAMONU 34.168 14,66 Ön Mv. Yok
ELAZIĞ 41.742 13,18 Mv. Yok
KÜTAHYA 46.645 12,44 Ön Mv. Yok
DÜZCE 26.578 12,42 Ön Mv. Yok
KAYSERİ 89.493 12,14
AKSARAY 23.494 11,72 Ön Mv. Yok
OSMANİYE 30.877 11,5   Ön Mv. Yok
KAHRAMANMARAŞ 64.584 11,46
YOZGAT 28.166 10,95 Ön Mv. Yok
KONYA 118.935 10,22
GÜMÜŞHANE 5.401 7,77 Oy -%10
BATMAN 14.754 6,7 Mv. Yok
ÇANKIRI 6.738 6,08 Mv. Yok
ERZURUM 19.847 4,84 Mv. Yok
MUŞ 7.115 4,15 Mv. Yok
BAYBURT 1.676 3,89 Mv. Yok
VAN 16.044 3,76 Mv. Yok
MARDİN 11.953 3,72 Mv. Yok
ŞANLIURFA 21.777 3,21 Mv. Yok
BİNGÖL 3.890 3,07 Mv. Yok
ŞIRNAK 5.155 2,98 Mv. Yok
SİİRT 3.520 2,88 Mv. Yok
DİYARBAKIR 15.882 2,34 Mv. Yok
AĞRI 4.503 2,22 Mv. Yok
BİTLİS 2.511 1,72 Mv. Yok
IĞDIR 1.374 1,7 Mv. Yok
HAKKARİ 1.068 0,9 Mv. Yok










26 Ekim 2014 Pazar

ANLAMAZDAN GELENE DÜZ MEKTUP


Evlerde ve kahvelerde konuşulanlar üç aşağı beş yukarı şöyle:

Anayasada vatandaşın adı “Türk Vatandaşı” olsa ne oluuur, olmasa ne olur! Şimdiye kadar öyleydi de ne faydası oldu? Reddeden reddetti, üstüne bir de 30 yıllık kargaşa oldu! Değiştirsinler gitsin, ne istiyorlar, “TC Vatandaşı” demek mi, desinler! “Türkiye Vatandaşı” mı diyecekler, desinler! Ben neysem yine oyum, anayasada değişmiş diye Türklüğüm mü ortadan kalkacakmış, pöh!
*
Siyasetçiler ise üç aşağı beş yukarı değil, tastamam şöyle diyorlar:

Recep Tayyip ERDOĞAN: Kimse bizim karşımıza … Türklükle çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız.

Ahmet DAVUTOĞLU: Ulusçulukla hesaplaşma zamanı gelmiştir.

Çeşitli PKK/HDP/DTK konuşanları: Eşit vatandaşlık ve ortak vatan isteriz.

CHP’den Rıza TÜRMEN: ‘Türk’ sözcüğü etnik anlam taşır… Etnik bir üst kimliğe dayanan vatandaşlık tanımından vazgeçmemiz gerekiyor. Anayasal vatandaşlık olmalı.

CHP’den Atilla KART: Ne mutlu eşitim diyene! Eşit vatandaşlık anlayışı benimsenmelidir.

*
Yıllardır süren ve habire dolambaçlı yollardan dile getirilen şey, Anayasa’da yer alan 66. Maddeyle ilgili: "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür." Dert olan cümle bu. Değiştirelim, ya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır ya da Türkiye vatandaşıdır diye yazılsın isteniyor.

Ne var! Aynı şey sonuçta, yazılıversin, diye düşünenlerin yine böyle hemencecik sormaları beklenir: O kadar basit de, bu 30 yıllık terör neden? Çözümdü-açılımdı, akil adamdı, çeşitli şahsiyetlerin ‘siyasi yaşamıma mal olsa bile yapacağım’ naraları? Bu kadar basit bir şey de, neden içindekini açıkça göstermeyen bunca teknik suratlı söz? Ve neden bunca küfür havaya savrulmakta?

*

Bu iş, oluversin işlerden değil. Anayasal vatandaşlık demek, vatandaşlık anayasada düzenlensin demek değil. Eşit vatandaşlık, her bireyin bir diğerine eşitliği demek değil. Ortak vatan da, “bu topraklar” hepimizin vatanıdır demek değil.

Anayasal vatandaşlık, ulusal vatandaşlığı, yani Türk vatandaşlığını kaldırmak demek. Eşit vatandaşlık etnik topluluklara ayrılmış sistem demek. Ortak vatan da Türkiye ve Kürdistan demek.

*

İstenen değişikliği yapıvermek, farklı anadillerin resmi dil olması demek. Türkçe’nin ulusal-resmi dil olmaktan çıkması; eğitimde, yargıda, hastanede, şirket muhasebesinde, belediye ve bakanlık işlerinde, TBMM’nde çok resmi-dille iş görmek demek. Tek tek bireylerin, etnik kökenlerine yaslanıp zamanla kendi topluluğuna kapanması demek. Her etnik gruba ayrı siyasal kimlik vermek, siyasette – bürokraside – özel sektörde etnik gruplara ayrılmış kotalarla sonu gelmez bir çekişme girdabına düşmek demek. Irak’ta olduğu gibi cumhurbaşkanı x, başbakan y, yardımcıları w, z, h etniğinden ya da mezhebinden olsun pazarlıklarına düşmek demek. Ulusal devlet ve toplum yaşamının yerini milliyetler devletine, mezhepler toplumuna bırakması demek. Türkiye’yi halkı bakımından yamalı bohçaya dönüştürmek, milleti bakımından bölmek…

Ülkemizde böyle bir sisteme teşne olacak etnik topluluk sayısı çok azdır. Uluslaşma sürecinde eriştiğimiz aşama çok ileri bir noktadadır. Ama bu sistemin yaygınlaşmasını sağlayacak bir unsur daha var. Bunun gizli ve sinsi müşterisi mezhepçiliktir. Lozan’da gayrımüslim topluluklarla sınırlı bırakılmış olan “azınlıklar düzeni”, İslami mezhepler ve tarikatlar arasında “inançlara kimlik” haline dönüşecektir. AKP ve çevresinde toplanmış olan çeşitli unsurlar bu rüyanın peşindedir. Etnikçilik ile mezhepçilik arasındaki ortaklık da başka bir yerden değil, buradan gelir.

Anayasa değil mi bu, yazılıversin! sözünün davetiye çıkardığı şey, günlük yaşamımızın bu hale gelmesidir. Ulusun parçalanmasıyla birlikte, etnikçi ve mezhepçi bir dünyanın kapısını açmaktır.

*
Böyle bir dünya mı istiyoruz? İsteklerimizi yoklamanın alemi yok. Böyle bir dünyanın komşularımızda neye yol açtığına bakmak yeter de artar.

Anlamazdan gelmek iş değil. Sözde insan haklarından, sözde din ve vicdan hürriyetinden, sözde eşitlikten dem vuranların karşısında oluversinci teslimiyet çare değil.

Anayasal vatandaşlık – eşit yurttaşlık diyenlere dikkat! Bizim ilkelerimiz Ulusal Vatandaşlık – Yurttaşların Eşitliği, sözümüz bundan ibaret.

21 Ekim 2014 Salı

BASİT HİLELER



Küreselleşme ideolojisi bir savla başlar: Ülkeler birbirine karşılıklı bağımlıdır. O halde küreselleşme çağında bağımsızlık talebi zamanını doldurmuştur; bu talep tarih dışıdır!

Küreselleşmeci görüşe karşı çıkan bizler, bu savın ateşiyle hızla "içe kapanmacı", "dünyaya sırt dönmek isteyen" kişiler olarak sözde mahkum edildik.

Ortalama insan zekasına hakaret sayılabilecek bir durum. Basit bir hile yapacak ve saldıracaksın!

BAĞLI BAŞKA BAĞIMLI BAŞKA ŞEY

Oysa bağımlılık karşılıklı olmaz; karşılıklı bağlılık olur. Bağımlılık, karşılıklı değil tek yanlı bir durumdur.

Birbirine karşılıklı bağlı olanlar, kendi yaşamlarını kendi iradeleriyle belirleyecekleri biçimde sürdürebilirler. Her biri yönlerini kendileri belirleyebilirler. Karşılıklı bağlarını, birbirleriyle yeniden ve yeniden müzakere ederek değiştirip yeniden kurabilirler.

Bağımlı olanların durumu ise böyle değildir. Taraflardan ikisi de değil, biri bağımlıdır. Bağımlının iradesi, karşısındaki tarafından teslim alınmıştır. Yönünü belirleme gücü yoktur. Bağımlı olanın içinde yer aldığı ilişkiyi kendinden güçlü olanı eşit bir müzakereye davet ederek yeniden kurma yeterliği yoktur. Bağımlılık durumunda iyiye doğru bir değişiklik, genellikle ancak itiraz, reddediş ve isyanla mümkün olur.

Bağımlılık, karşılıklı bağlardaki kötülük halidir. Gerçekten karşılıklı bağların güçlendirilmesi için iyileştirilmesi gereken hastalıklı bağ, çürük liftir.

DÜNYA BARIŞI BAĞIMSIZLIK GEREKTİRİR

Hiç kuşku yok, ülkeler arasındaki karşılıklı bağlılıklar, uygarlık ve dünya barışı için iyi bir şeydir. Bu bağları çoğaltan ticari ve siyasi ilişkilerin güçlendirilmesi yararlıdır. Karşılıklı bağların güçlendirilmesi, bu ilişkilere gösterilebilecek en yüksek özenin gösterilmesi ile mümkündür. Dünya barışı, ancak bu özen sayesinde sağlamlaştırılabilir.

Ama eğer, karşılıklı bağlarda bağımlılık hastalığı varsa, dünya barışı hiç tereddütsüz tehlikede demektir.

AB ülkeleri ile Türkiye arasında karşılıklı bağlılık olduğu bir gerçektir. Dışsatımımızın büyük kısmını AB ülkelerine yaptığımız, yurttaşlarımızdan hatırı sayılır büyüklükte bir kitlenin AB ülkelerinde yaşadığı gerçektir. AB için de Türkiye'nin önemli bir pazar ve dünyanın doğusuna erişme için önemli bir geçiş alanı olduğu gerçektir. Ama bu ilişkilerde AB güçlüdür; Türkiye'ye bağımlı değildir; buna karşın Türkiye bağımlı konumdadır.

ABD ile karşılıklı ticari ve iktisadi bağlarımız, AB'yle olan bağlara göre çok daha sınırlı olmakla birlikte, AB'den daha ağır bir tablo sergiler. Bu ülkeyle olan mali, askeri ve siyasi ilişkilerimizin "karşılıklı bağlılık" olduğunu kim ileri sürebilir? Türkiye'nin mali, askeri, siyasi olarak ABD iradesini yönlendirme gücü yoktur. Ama ABD bu güce kabul edilemeyecek ölçülerde sahip durumdadır. İki ülke arasındaki ilişki "karşılıklı bağlılık" değil, Türkiye'nin ABD'ye bağımlılık durumudur. ABD'nin Türkiye üzerinde ağır vesayeti, açık gerçeklerden biridir.

KARŞILIKLI BAĞLAR İÇİN BAĞIMLILIĞA HAYIR

Küreselleşme ideolojisi, ortadan kaldırılması gereken 'bağımlılık' durumuna ilişkin olarak, yalnızca "yok sayma" tutumu geliştirmiştir. Bunu da, "karşılıklı bağlılık" durumunu "karşılıklı bağımlılık" sözcüğü ile ifade ederek, kısacası 'garp kurnazlığı' sergileyerek kolay yoldan halletmeye çalışmıştır.

Diyelim ki iyi niyetle söylenmiş olsun. Karşılıklı bağımlılık sözünün, ülkeler arasındaki ilişkilerin her zamankinden çok daha güçlü olduğunu ifade etmek amacıyla kullanıldığını varsayalım. Bu durumda, cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşenirmiş sözünü anımsatmak görevimizdir. Ülkeler arasındaki ilişkilerde bir taraf kolonyalist/sömürgeci/emperyalist özelliklere sahipken, karşılıklı bağımlılıktan söz etmek, bu tarafın ekmeğine yağ sürmekten başka sonuç vermez.

Türkiye ve Türkiye'ye benzer konumdaki diğer ülkeler, dünya ülkeleriyle karşılıklı bağları güçlü, yani bağımlılık durumu ortadan kaldırılmış bir konuma yükseltilmelidir. Bu, aynı zamanda dünya barışını güvence altına almanın da en etkili yoludur.

Uygarlığın, bilim ve teknolojinin, insanlığın geldiği bu aşamada emperyalizmin küreselcilik ideolojisinin varlık gösterebilmesi utanç vericidir. Böyle basit hilelerle iş görmeye çalışması da içinde bulunduğu çaresizliğin göstergesi olsa gerektir.

Tık Nefesin 175. Yılı



1980'li yıllarda yine çok sorunumuz vardı. Dertlerin topundan kurtulmak için önümüze dünyaya açılarak dünyayla bütünleşme seçeneği koyuldu. Zenginleşmek için, demokrasi için, özgürlük için ve dahi barış için kapalı ekonominin ateş çemberinden kurtulmak üzere "dünya"ya açıldık. Artık üzerinden epey zaman geçti. Şimdi, 30 yıl sonra açıkça görünüyor ki, kulaç atıp dünya denen enginlere açılan biz olmamışız. Mesele, enginlerdeki yüzücülerin bizim sulara çıkma mecburiyetleri imiş.

ULUSALI YEREL YAPMA YÖNTEMİ

Küresel yüzücüler bizim kıyılara SAL'larla çıktılar. Tarih 1980, dünyada ilk çıkılan kıyı da Türkiye idi. SAL structural adjustment loan, yani yapısal uyarlama kredisi sistemiydi. Basit bir kredi değil, dönüştürücü yapısal uyarlama politikalarının (YUP) bir parçası.

SAL'lar, 1980-1986 arasında toplamı 1,6 milyon dolarlık beş adet krediyle başladı. 1985 – 1990 arasında sektörel uyarlama kredileriyle tarım, enerji, mali sektörlerde derinleştirildi. Hatta proje kredileri eliyle tek tek kamu kurumlarına indirildi. Sonuçta örneğin TZDK-Türkiye Zirai Donatım Kurumu'yla birlikte tohum, yem, gübre, tarımsal makine, ilaç ve elbette tarım kredi sistemi, kooperatifçilik dağıtıldı; yerini piyasa adı altında küresel şirketler aldı. Şimdi tarımın durumuna bakın.

SAL anlaşmalarının koşulları utanç vericidir. Öyle ki, Düyunu Umumiye hatırasını aşan özelliklere sahiptir. Örneğin, ülkenin 1985-1995 arasında on yılını kaplayan Beşinci ve Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planlarında, yetmez, yıllık programlarda hedef ve stratejilerin YUP'a göre belirlenmesi, onlarca koşuldan yalnızca biriydi. Tüm özelleştirmeler, tarım ve sanayide teşviklerin kaldırılması, ticareti serbestleştirme adı altında ulusal pazarın küresel şirketlere engelsiz açılması... Bunların tümü küresel merkezce belirlenmiş, Küresel Türk şirketi haline gelen Türkiye hükümetlerince yalnızca hamallığı yapılarak uygulanmış olan işlerdi.

YERELLERİ KÜRESELE BAĞLAMAK


Küreselci istilanın hükümetleri kendi şubesine dönüştürmesi gerekli ama yeterli değildir. Tam şubeleştirme ancak merkeziyetçilik çözülürse olurdu. Bunun için valilik – kaymakamlık sistemleri bastırıldı. Sözde hükümetlerin partizanlığı işleri kolaylaştırdı. Ulusal devletin ayaklarını toprağa bastığı bu bacaklar yetkisiz, beceriksiz, partizan, elbette gereksiz hale geldi. Nihayet 30 ilde belediyeler tüm ilin belediyesi olunca, mülki sistemin yok oluş süreci tescillendi.

Belediyeler küresel piyasalara doğrudan bağlandı. Daha 1985'te, belediyelerin tüm kredileri kamu borcu veren İller Bankası'ndan gelirken, 1995'te buradan alınan kredi yüzde 10'a kadar düştü. Belediyeler, küresel/yabancı kredi-banka piyasasının yeni müşterileri oldu. Para geri dönmezse kuşkusu, Hazine garantisiyle giderildi. Ama bu ehvenişer yol. Küreselciler karşılarında özgür iradeli müşteri ister. Belediyelerin kendilerine tam müşteri olmaları için, belediye mallarına haciz koymadaki sınırlamalar kalksın diye az ter dökmediler! Borcun bu türünü çevirmeye haciz de yetmez, belediyelerin kendi kaynakları ve vergi koyma yetkisi olmalı ki geri ödeme baş ağrıtmasın, garantiye alınsın. Yani yaşasın daha ve daha çok özerk yerel yönetim!

Henüz murada erilemedi. Şimdi küreselciler nöbeti etnikçiliğe bıraktı. Arada bir eski muhabbet de zaman zaman ses veriyor, mahalle çeşmesi için Ankara kapılarına mı gidilsin? Hepimiz özerkçiyiz, hepimiz demokratız, hepimiz!

KİM KİME AÇILDI?

3 Kasım 1839 tarihli İyi Düzenlemeler –Tanzimatı Hayriyye- reformumuz, çoğu kimseye göre demokratikleşme adımıydı. Bu adım sayesinde modernleşip dünyayla bütünleşmiştik. Öyle bütünleşmiştik ki, İngiltere'nin liberal başbakanı Lord Palmerstone Osmanlı'nın bütünlüğünü koruma politikasının baş savunucusu, İstanbul'daki büyükelçi David Urquhart, en az Sadrazam Mustafa Reşit Paşa kadar etkin ve etkiliydi. Sürecin ufak ayrıntısı şuradaydı ki, Manchester'li İngiliz tekstilcinin ürettiği gömleklere yepyeni müşteriler doğmuştu. Öbür tacirlere de elbette.

Küreselleşme çağındaki işler de buna benziyor. Küresele uyarlanıp dünyaya açıldık, İyi Yönetişim yaparak yine demokratikleştik, 1988'de Dünya Bankası ile IMF'ye Türkiye Ofisleri açtık, yine ufak bir ayrıntı olarak, küresel piyasaların ve ticaretin AVM - ATM uygarlığına derin bir nefes aldırdık.

İyi Düzenlemeler zamanında Kırım ile Mısır'dan doğru başlayıp Osmanlı dağılmıştı. Şimdi de uyarlamacı İyi Yönetişim bizi tık nefes bıraktı. 175 yıllık dersten sonra sormak ayıp ama yazık ki soru aynı: Tıkanan nefesimizi nasıl açarız?

15 Ekim 2014 Çarşamba

Koyuna Kurt Gelince...


Zamane işleri göze karışık görününce, üstüne konuşulması gereken konular yüreğe ağır gelince, yapılması gereken işin muktedirin hoşuna gitmeyeceği akla düşünce, söylenmesi gerekeni söylemek ve doğru olan yapmak zor işlerden oluyor.

İşte böyle zamanda insanın kaçası geliyor. Kaçkınlar çoğalıyor. O anda bulunulması gereken yerden firar, söylenmesi gereken sözden firar, fikirden yani aslında yaşamdan firar! Eskiler demişler, koyuna kurt gelince köpeğin gezesi gelir, öyle bir durum.

Biz kaçkınlardan olmayalım.

*

Ortadoğu’daki yangın sorumluluğunun topu topu beş küresel petrol şirkette olduğunu görmezden gelmeyelim. Bu yangının Ortadoğu’dan 8800 kilometre uzaktaki ülkelerin ulusal çıkarları için alazlanması gerektiğine karar verdiklerini atlamayalım. Orta yerde yanıp duranların da yangını söndürmek için kundakçılara koştuklarını, onlardan su da köpük de değil körük istediklerini görmezden gelmeyelim.

Ortadoğu ülkeleri geçen yüzyıl emperyalizme karşı mücadele etmek azmiyle önce “kavmiyye esası”yla Arap Milli Birliği’ni aradılar, olmadı. 1970’lerde her Arap ülkesi “vataniyye esası”yla kendi ülkesi için kurtuluşa yöneldi, olmadı. 1980’lerden başlayarak “diniyye esası”nda kurtuluş arayanların gayretleri geldi, olmadı. Nihayet bu yüzyılın başında elde kalan “mezhebiyye” oldu. Mezhepçilik parçalanması, milyonlarca insanın üzerlerinden elini hiç çekmemiş enerji şirketleriyle uzak ülkelerin zaferini ve Ortadoğu’nun yangın yerine dönmesini kolaylaştıran son suçlu oldu.

Çok ortağı olan bu büyük suçun temelinde, bir avuç enerji tekeline söylenmesi gereken sözü söyleyememek var. “Ateşi söndürmek için sizin buralardan çekilmeniz gerek” diyememek var.

*
Suçun özünde bir avuç enerji tekeliyle uzaktaki ülkelere “yeter artık, siz karışmayın” demek yerine, “bana silah verin; havadan bombalamanız yetmez buralara kara harekatı yapın” çağrıları yapmak var. Emperyalizmin yaratıklarına karşı, emperyalizmi yalvar yakar kendi yurdunu bombalamaya çağırmak var. Sonra da bunun insanlık adına çağrı olduğunu söylemeye kalkışmak, emperyalizmin ateşi kendi yurdunu daha da çok yakıp yıksın diye Türkiye’yi de bu suça bulaştırma histerisi var.

PKK/PYD ve HDP yöneticilerinin emperyalizmin başkentlerinde yankılanan yalvarışları, çocuklar için de Ortadoğu halkları için de değil, emperyalizmin doğrudan kendisi için güvenli bir “petrol koridoru” açma amacına destek içindir. Güvenli petrol koridoru içinde, kendi yurduna “özerk”, ama böyle davrandıktan sonra nasıl kaçınılabilir ki, emperyalizme bağlı bir eyalet olabilmek içindir.

*

Bu uğurda yıkılan her Atatürk büstü, bu uğurda yakılan her Türk bayrağı, bu uğurda saldırıya uğrayan her okul ve bina, PKK/PYD ve HDP eliyle emperyalizmin saldırısına uğramıştır. Saldırıya uğrayan her noktamız, direnişçi varlığımızın simgesi olarak tarihe geçmiş durumdadır.

Kobani adına savrulan molotofların durduğu yer neresi ise, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kobani’ye girip orayı “sahipleri”ne teslim ederek geri çekilmesini öneren CHP Genel Başkanlığı tezkeresi de aynı yerde durmaktadır. Irak – Suriye tezkeresine “bizim için komşularımızın toprak bütünlüğü esastır” gerekçesiyle karşı çıkmış bir partinin, böyle bir öneride bulunmasını kabul etmek hiçbir şekilde mümkün değildir.

Koyuna kurt geldiyse köpeğin de çobanın da köylünün de üstüne düşeni yapması gerekir. Yine ataların dediği gibi, yurdun otlusundan kutlusu yeğdir.

14 Ekim 2014 Salı

Yurtsever Desek?



Adid DAVİŞA adlı yazarın Arap Milliyetçiliği başlıklı kitabı, dilimize 2004 yılında çevrilmiş. Çevirmen Lütfü Yalçın gerçekten başarılı bir iş çıkarmış. Emeğine ve kalemine sağlık demek zevkli bir borç. Kitabın değerlendirmeye alınabilecek çeşitli özellikleri var. Bugünlerde üzerine çok konuştuğumuz kavramları değişik boyutlarıyla yeniden düşünmemize yardımcı niteliklere de sahip.

Kitap, bir dostumun şu sorusu üzerine düşünmeye de yardımcı…

“Kendimize ulusalcı deyince, tuhaf saldırılarla karşı karşıya kalıp hem zaman hem enerji tüketiyoruz; kendimize ulusalcı değil de yurtsever deyip yürüyüversek?...” Gerçekten, ulusalcı olmakla yurtsever olmak arasında nasıl bir fark var?

Kavmiyye mi Vataniyye mi?

Geçtiğimiz yüzyılda Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyası, herhalde bugünkünden de ağır zamanlar yaşıyordu. Elbette şimdi olduğu gibi, ötesiyle berisiyle Atlantik’in iki yakasındaki ülkeler yine devredeydi. Suriye’de Fransız, Irak’ta İngiliz mandası iş başındaydı. Tüm bu karmaşa içinde Arap milliyetçiliği düşüncesi yükseliyordu. Ulusal Arap Birliği arayışı Irak’tan Suriye’ye ve Nasır öncülüğünde Mısır’a yerleşiyordu. Aynı dilin sahipleri, birlikte bir siyasal yaşam için eğitim ve tarih çalışmalarına hız vermişler ve laik esaslara dayanan kavmiyye (milliyetçilik/ulusçuluk) düşüncesi yükselişe geçmişti.

Mısır’ın önderliği üstlendiği bu ulusal birlik düşüncesi, 1967 Mısır – İsrail savaşında Mısır’ın yenilgisiyle başlayan bir düşüş sürecine girmişti. Kavmiyye kavramını gerileten, vataniyye idi.

Mısır’da uygarlık tarihinin Firavunlar devrine dek gittiğini ve bunun tüm diğer Arap ülkelerinin uygarlıklarından daha eski ve güçlü olduğunu ileri sürenlerin yükselişi başlamış, Ürdün ile Lübnan’ı da içine aldığı varsayılan Büyük Suriye, elbette Mezopotamya’nın parçası Irak, kendi topraklarıyla ilgili haşmetli geçmişler bulup ilan etmekte hiç güçlük çekmemişlerdi.

O zaman denmişti ki, ‘öncelik kavmiyyet değil vataniyye fikrine verilmeli’. Bizi birleştirecek ve geleceğe taşıyacak fikir tüm Arapların ‘ulusal birliği’ değil, ‘yurtseverlik’!

Diniyye mi Mezhebiyye mi?

Bu bölgede şimdi kavmiyye ile vataniyye, gündemi belirleyen iki siyasal yol değil. Daha yükselişte oldukları zamanlarda itiraza uğramışlardı. İkisi de bize uymaz diyen siyasal akım, İslamiyet diyordu; büyük birliğimizi ancak ‘diniyye’ yaklaşımı sağlayabilir!

Kavmiyyeciler bu kesimi esnek bir yaklaşımla ‘tamam, ama önce Arap ulusal birliğini sağlayalım, sonra diğer Müslüman uluslarla birleşmeye bakarız, neden Arap birliğine karşı çıkıyorsunuz?’ diye sıkıştırmışlardı. İşe yaramamış görünüyor. Nedeni, kavmiyye diyenlerin, ulusal birlikle yaratılacak siyasal düzeni laiklik esaslarına dayandırma istekleri olsa gerek.

Bu tartışma elbette pek geniş. Öyle görünüyor ki arada pragmatik orta yollar bulunmuş, örneğin İslam Kalkınma Birliği gibi yapılar ortaya çıkmış. Ama Arap coğrafyasında ‘diniyye’ ekseninde bir siyasal birlik kurulamamış. Günümüzde başka bir yol öne çıkmış durumda. Şimdi bu bölge ‘mezhebiyye’nin ateşiyle yaşamaya gayret ediyor. Mezhepçilik temelinde var olma arayışı, tarihe yeni ve acıklı sayfalar ekliyor.

Kavramların bizimkinden başka bir coğrafyadan taşan hallerinin öyküsü kısaca böyle.

Yurtsever, Ulusçu, Ulusalcı

Bizim için ulusal birlik, kurtuluş savaşıyla birlikte Türkiye toplumunun siyasal birliği anlamına geldi. Türkiye’nin Azerbaycan, Türkmenistan gibi diğer ulusal devletlerle birliği düşüncesini Enver Paşa’da bıraktık. Bizde kavmiyye ile vataniyye arasında, Arap deneyimindeki gibi bir farklılaşma olmadı. İkisinin aynı şeymiş gibi göründüğü bir deneyime sahibiz.

Öyle ama bu ikisi ayrı kavramlar: Yurtseverlik (vataniyye) insan tarafından doğulan, doyulan, yaşam sürdürülen siyasal toprakla kurulan bağ. Ulusçuluk (kavmiyye), yurt toprağında yaşayan insanlarla onun tarihsel – kültürel varlığıyla kurulan bağ. Bir coğrafyayı yurt yapan, üzerinde kurulmuş bu ilişkilerin kendisi. Atasözleri bu gerçeği pek güzel anlatıyor: İl ilden ayruksu olmaz, töresi ayruksu olur; yurtlar arasında fark yok, fark törelerdedir. Ve yurdun kutlusu, otlusundan yeğdir; öyle ya yurdun dirliğiyle birliği, toplumsal-siyasal düzeninden gelir; toprağın kendisinden gelmez ki!

Ulusalcılık (millicilik), yurdun yerelcilik ve küreselcilik gericiliklerine karşı ulusçu çözümlerle savunulmasını ve gönenmesini amaçlayan ideoloji. ‘Kendimize ulusalcı demesek’ önerisine yine atalardan bir sözle demek isterim ki, koyuna kurt dalınca köpeğin gezesi gelirmiş! Bize düşen kurda dalmak, fikirden firar değil.


9 Ekim 2014 Perşembe

LAİK TEYZELER, SİZ HAKLIYDINIZ!


“Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye!.. Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek!.. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Hem laik ve Müslüman olunmaz.. Ya Müslüman olacaksın ya laik! …. Ben Müslümanım diyenin tekrar yanıma gelip bir de aynı zamanda laikim, demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslümanın yaratıcısı Allah kesin hâkimiyet sahibidir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ lafı koskoca bir yalan!.. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.”
Bu sözler şimdi Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’a ait. Belediye başkanı iken 1994 yılında, o zamanki Refah Partisi’nin Ümraniye ilçesinde söylemişti. Son yirmi yılda milliyetçiliği –kavmiyetçiliği ayaklarının altına alırken, TV’deki “Ulusa Sesleniş” programının adını değiştirip “Millete Hizmet Yolunda” yapması anlamlı. Bu süre boyunca adını koymamak koşuluyla hep ‘millet’ dedi; bununla ‘ümmet’ demek istediği de artık apaçık.

*
AKP yönetimi, laik devlet ilkesine bu kadar açıktan saldırıp iktidar yolunda yükselirken, ilerici ve Cumhuriyetçi güçler en çok da kendi içlerinden kıskaca alındı. “Tutturduk bir laiklik! İnsanların umurunda değil, yolsuzluk yoksulluk diz boyu, işten aştan söz etmeliyiz, ekonomiden..” Bu itiraz zamanla haklı görüldü. “Tehlikenin farkında mısınız” uyarısı, yerini “laiklik tehlikede değil” saptamasına ve laiklik için mücadeleden vazgeçişe vardı.

*
Şimdi okullarda eğitim – öğretim düzeni değiştiriliyor. Okullu öğretimden açık öğretime, genelden mesleki-teknik öğretime, müfredat değişikliğinden ilkokulda kızların örtünmesine, kızlı-erkekli karma sistemden ayrı sisteme gidiş yaşanıyor. Bir kamu hizmeti olarak olan eğitimin geleceği tehlikeye giriyor. İşyerlerinde ibadet yeri açılması, mesai saatlerinde ibadet için çalışmanın ve toplu ulaşımda ibadet saati geldi diye seyahatin kesilmesi baskıları, kamu hizmetlerinin ülke genelinde aynı kurala bağlı, eşit ve eşgüdümlü sunumunu sınırlandırmaya başlamıştır. Süreç, CHP’nin kendi genel merkezinde mescit açarak kendisinin dini siyasete alet etmeye başladığı bir noktaya gelmiştir.

Adliyelerde kadın görevlilerinin görev başında türbanla bulunmaları başlangıç oldu. Bu adım, ‘kendi dini-göreneksel inançlarına göre yargılanmak’ politikasının kapısını açmıştır. Nitekim bu, yine Erdoğan eliyle Cumhurbaşkanlığı Vizyonu’ndaki paragraflarla gündeme girişini yapmıştır. “Yargı teşkilatı milletin tüm farklılıklarının yansıyacağı, hukuka ve adalet idealine uygun yargılamayı sağlayacak bir şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.” Temmuz 2014 tarihli bu “vizyon”, 1994 tarihli sözlerin murada erdirilmesidir. Hastanelerde kadın doktora muayene olmayı reddedişleri ya da kadın doktorun erkek hastaya bakmayı reddetmesini, kamu hizmetlerinde kadın-erkek ayrı otobüs, plaj tahsisi zorlamalarını, hapishanelerde günlük yaşamın dini-göreneksel inanca göre düzenlenmesi yönünde baskıya dönüşen tutumları, artık ‘münferit’ saymak olanak dışıdır.

Yani, laiklik mücadelesini terk edenler öğrenciyle veliyi, sağlık personeliyle hastayı, davalıyla davacıyı, işverenle işçiyi, şoförle yolcuyu terk ettiler. Onları yalnız bıraktılar. Yaşamdan çekildiler. Demek ki neymiş? Laikliği savunmak, yaşamın dışında şeylerle değil yaşamın ta kendisiyle ilgilenmek demekmiş.
*

Yaşadığımız gericileşme sürecinde en önemli kırılma noktası, “laiklik meselesini bırakın, ekonomik meselelere bakın!” telkini oldu. Bu telkinin anlamı, ülkenin yarıldığı ana ekseni bırakalım, hep birlikte ekonomizme batalım’ idi. Öyle oldu. Bağımsız siyasal duruşumuzu yitirip gericiliğin kuyruğunda takılı kaldık. İdeolojik bulanıklık ve teslimiyetçilik, liberal gericilerin “laikçiler” ve “laikçi teyzeler” alaylarına omuz verdi. Oysa doğru olan, ideolojik ve siyasal mücadelemizle “laikçi teyzeler”i onurlandırmaktı. Ulusal birlik içinde çeşitlilikle yaşamamızı sağlayan laiklik anlayışını, Cumhuriyet ve yaşam savunmamızın merkezine oturtarak “karşıdevrime geçit yok” demekti.

*
Geçmişten ve kendi deneyimimizden almamız gereken derslerden biri şu olsa gerek: Ekonomizm aldanmasına karşı kapsamlı bir ideolojik mücadele vermeli ve siyasal uyanıklık göstermeliyiz.


8 Ekim 2014 Çarşamba

Partilerde Meşru(t)iyet



Meşruiyet ile meşrutiyet. Dilimize Arapça’dan gelme ve yazımları birbirine çok yakın iki sözcük. Aralarında tek harf farkı var; ama iki farklı dünyayı anlatıyorlar.

Meşrutiyet, (t)’li olan, hükümdarla yönetilen ülke demek. Hükümdarın yetkilerinin seçilmiş bir meclis eliyle kısıtlandığı saltanat yönetimi. Osmanlı’da 1876’da ve 1908’de açılan iki siyasal döneme 1 ve 2. Meşrutiyet Dönemi denirdi. Kısıtlanmış da olsa, rejimin bir aileye ait olan hanedanlık – saltanat başkanlığa dayanması, cumhuriyetten farklı olmasına neden oluyor. Soya bağlı yönetme hakkı, bu rejimi ‘halk egemenliği’ demek olan demokrasiden uzağa savuruyor.

Meşruiyet, (t)’siz olan, kurala uygun işlem demek. Töreye, yasaya, usule uygun ve herkesçe kabul edilmiş geçerli uygulama. Herhangi bir kurumun, bir siyasal partinin başındaki kişilerin yönetme yetkilerini haklı biçimde sürdürmeleri, meşruiyetçi olmalarına bağlıdır. Bunun uzak ucu geleneklere, en yakın ucu da yasa, tüzük gibi hukuksal kurallara uzanır. Bunlara uygun olmayan her tutum, meşruiyetini – yasallığını – geçerliğini yitirmiş sayılır.

Siyasal partilerde meşruiyetçilik, günümüzde parti-içi demokrasi adı verilen değer.

MEŞRUİYET KIRILIRSA...

Demokratik kurum ve çağdaş siyasal partilerde meşruiyet –yasallık kırılırsa ortaya iki sonuç çıkar.

Birincisi, karar ve uygulamalarda meşruiyeti –yasallığı ihmal eden yöneticilerin yönetme hakkı düşer. Çünkü çağdaş demokratik örgütlenmelerde yönetme hak ve yetkisi aşağıdan yukarıya işler. Her karar ve uygulama süreci kurallara bağlanmıştır. Partilerde üyeleri temsil eden seçilmiş delegelerin bir araya geldikleri kurultaylar, bunların seçerek belirledikleri parti meclisleri, yetkilendirilmiş denetim kurulları, vb… aracılığıyla ortaklaşa belirlenmiş kurallar vardır. Her kişinin bu yapıların işleyişine ve karar yoluyla ortaya çıkardıkları kurallara uyması gerekir. Büyük mekanizmaları bir arada tutmanın da, amaç doğrultusunda etkili biçimde çalıştırmanın da şimdiye kadar bulunabilmiş biricik yolu budur. Herhangi birileri, özellikle de yöneticiler karar ve uygulamalarında meşruiyetçi davranmazlarsa, örgütün dağılmasına ve amaçtan uzaklaşmaya yol açacakları için yönetme hakkını yitirirler.

İkincisi, meşruiyetçiliğe aykırı davranan yöneticiler sayesinde o kurumda, demokratik yönetim tarzı terk edilmiş ve meşrutiyetçi yönetim tarzı başlamış olur. Bu, söz konusu örgütte keyfilik dönemi başlamış demektir. Meşruti rejimlerden farkı, burada sürecin tersine işlemiş olmasıdır. Meşruti rejimler, mutlak rejimlerden sonra gelir. O nedenle meclisler ve kurullar hükümdarı sınırlandırmak işlevi görürler. Böylece rejimi eksik de olsa demokrasiye doğru iterler. Bizim örneğimizde ise, meclislerle kurullar mevzi yitirmiş ve yöneticiler tarafından ikincil duruma düşürülmüşlerdir. Bundan böyle kendileri asıl değildir; karar ve yürütme güçlerini yöneticilerin gasp etmeleri nedeniyle yapıdaki ağırlıkları azalmıştır. Yönetici, karar ve yürütme yetkisine sahip olan kurulları sınırlandırmıştır.

MEŞRUİYETÇİLİĞİ GERİ ÇAĞIRMALI

Kuruluşu ülkemizle birlikte olan CHP tarihi, parti yönetiminde meşruiyetçiliğe –yasallığa verilen önemin öğretici örnekleriyle dolu. Geçen haftaki yazımda teşekkür için söz ettiğim Kamil Kırıkoğlu’nun anılarında dikkat çekici örnekler var.

Günümüzde, yazık ki meşruiyet geleneğini kırmış karar ve uygulamalar üst üste bindi. Örneğin, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde belediye başkanlığına, meclis üyeliğine, il genel meclisi üyeliğine başvurmak isteyenlerin parti görevlerinden istifa etmeleri, belli tarihe kadar başvurmaları, ücret yatırmaları, eğitime katılmaları, bunlarda eksik olanların aday olamayacakları yönündeki merkez kararı, hemen her yerde yine merkez yönetim tarafından ezildi. Yine örneğin, 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gösterilen aday, öneri kaynağının kim, ne olduğu da saklanarak ve PM – MYK – TBMM Grubunun bilgisi ve onayı dışında kamuoyuna sunuldu. Ve örneğin, 5-6 Eylül 2014 Kurultayı’nda cümle alemin kadınlar için getirildiğini bildiği cinsiyet kotası erkekler için kullanıldı; bu yolla Kurultay’ca reddedilenler seçilmiş sayıldı. Üstelik bu işler doğrudan genel başkana ait 12 kişilik Bilim Kurulu listesinde oldu. Ortaya, meşruiyetçilik sorununu da aşan bir keyfilik ve Tüzük ile Kurultay’a karşı hile sorunu çıktı. Şimdilerde de karşımıza, iki Parti Meclisi üyesini istifa ettirerek, Kurultay’ın seçmeyi reddettiği bir kişiyi PM üyesi yapmak için girişilmiş zorlamalar var.

Parti-içi demokrasinin kırılması “ben yaparım, olur” keyfiliğiyle başlıyor. “Ben yaptım, siz de tıpış tıpış...” aşağılamasına varıyor. Demokrasi, yerini meşruti yönetme tarzına terk ediyor. Oysa meşruiyet –parti-içi demokrasi duyarlığı “tutarlığımızı yitirmeyelim”, “parti zedelenmesin”, “güvensizlik uç vermesin”, “mekanizma dağılmasın”, “amaçlar kaybolmasın” kaygılarının ilacı.

Son uygulamalara bakınca insanın aklına ağır bir soru gelip yerleşiyor: Yoksa sorun, bu tür kaygıların olmaması mı?

*
Sağlıkla, tüm sevdiklerinizle ve ulusça, komşularla savaşsız nice aydınlık yıllarda güzel bayramlar dilerim.