20 Nisan 2015 Pazartesi

VATANDAŞLIK KAVGASI


Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER
İzmir Bağımsız Milletvekili


2015 genel seçimlerinin bir numaralı konusu, vatandaşlık tanımımız olacak.

AKP Seçim Bildirgesi açıklandı. Bu bildirgenin 34. sayfasında aynen şu ifade yer alıyor:
“Yeni anayasa, milletimizin kültürel ve toplumsal çeşitliliğini tanıyan, herhangi bir etnik veya dini kimliğe referans yapmayan bir vatandaşlık tanımını esas alacaktır.”

Cümlenin anlamı pek açık. Onlara göre Türk milleti demek çeşitlilikleri tanımamak demektir; onlara göre Türk, etnik bir kimliktir; bu nedenle anayasadan çıkarılması gerekir.

Yerine ne getirmeyi düşünüyorlar?

Bunu da, Başbakan Davutoğlu’nun kaleminden çıkma 100 maddelik kısa Bildiri’de buluyoruz. Diyor ki, “İnsan onuru ile taçlandırılan Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı kimliği taşıyan...”

Hem uzunu, hem kısasıyla AKP Seçim Bildirgeleri’nde bol miktarda “eşit vatandaşlık” sözüne rastlayabilirsiniz.

Artık biliyoruz, eşit vatandaşlık, etnik gruplara siyasi kimlik veren sistemin adı. Oysa biz, 1923 Cumhuriyet rejimini bireylerin/yurttaşların eşitliği üzerine kurduk. Etnisiteler temelinde Osmanlı tipi “milletler sistemi”ni tarihin çöplüğüne gömdük. Ve orda kalması gerektiğini düşünüyoruz. Şimdi 2015 genel seçimleri, tarihin çöplüğünü yaşam kuralı yapmaya gayret ediyor.

AKP Seçim Bildirgesi, Türk ulus devletine düşmanlığın, gözler önüne serilmiş son resmi metnidir.

Bu düşmanlık, başkanlık rejimi adı altında eyaletler sistemine kapı açmış durumdadır. Bildirgenin 37. sayfasında söylüyor:
“... Yeni anayasa ile... ademi merkeziyetçi bir idare sisteminin güçlendirildiği... yeni bir siyasal sisteme...”
AKP, Türk vatandaşlığını silerek Millet'i ümmete dönüştürmeyi ve ümmeti de etnik gruplar temelinde bölge-bölge iktidara bulamayı hedeflediğini, artık açıktan açığa dile getirmektedir.

HDP, etnik gruplara iktidar koparmak ve bu yolda Türk Ulusu’nu ve ulus-devleti yok etmek amacı için, AKP ile şer nikahı kıymış, siyasetteki PKK’dır.

Medyanın, HDP’ye baraj aştırma gayreti, Cumhuriyet’ten intikam almaya yemin etmiş bu ortaklığı desteklemekten ibarettir. Cumhuriyetçiler bu gerçeği hiç unutmayacaklardır.

Bizim yerimiz bellidir.

Bakacağız:
Ulusal devleti, yani Türk vatandaşlığını kim savunuyor?
Hangi parti “Andımız okullara dönecek” diyor!

[Yeni Adana, 21 Nisan 2015]

13 Nisan 2015 Pazartesi

FİLM İÇİNDE FİLM VAR


Büyük romancıların büyük romanlarını okuduk. Romanların filmleri çekilmeden olmazdı; öyle ki o filmler "unutulmayanlar" arasında baş sıraları alıyor. Büyük romanların unutulmaz filmlerini birden çok kez izlemişizdir. Filmler ve fikirleri kuşaktan kuşağa aktarılıp duruyor.

Ama bu "büyük" işlerde pek büyük sürprizler var.

Ölümü Gösterip Sıtmaya Razı Etmek

Bunlardan biri, 1984 adlı roman ve romanın filmi.

1984'ün yazarı George Orwell. Asıl adı Eric Blair. Hiçbir yerde sözü geçmediğine göre, İngilizlerin eski başbakanı Tony Blair ile akrabalığı olmasa gerek. Bu ünlü roman 1949 yılında yayımlanmış. Yazarı da bir yıl sonra yaşama veda etmiş.

Kendisi solcu; faşizme karşı mücadele için İspanya İç Savaşı'na katılmış. Adı geçen romanında "Big Brother" (Büyük Abi) tarafından yönetilen, düşünce polisliği üzerinde yükselen, insanların birey olarak varoluşlarına zinhar izin vermeyen,parti esaslı bir korku imparatorluğu resmediyor. Sistemde esaret var, özgürlük yok; kuşku var, güven yok; nefret var, sevgi yok; tek-tip var çeşitlilik yok. Hep kötüyü anlatıyor. Diktatörlüğü, otoriterliği, totaliterliği. Öyle anlatıyor ki, romanı okumayı ya da filmi izlemeyi bitirdiğinizde, en temel evrensel - ahlaki sorunlar karşısında neyi reddedeceğinizi ve bunun sonucu olarak neyi kabul etmek zorunda olduğunuzu görmemeniz mümkün değil.

Ve öyle etkiliyor ki, 1949 yılında üretilmiş bir kitaptaki el hareketlerinin --hoşa gitmeyen konuşma karşısında kollarını yukarıya kaldırıp bilekten çapraz yapan işaret-- Türkiye'de 2013 yılının Haziran forumlarında canlanmasına tanık olabiliyorsunuz.

Meğer Fişlemeciymiş!

Ne var ki, bu yazar ve kitaplarıyla ilgili olarak 2003 yılında ortaya bambaşka bir gerçek çıktı. Meğer yazar bir fişlemeci, ihbarcı, İngiliz gizli servis elemanıymış. 1940'ların ortalarından başlayarak zamanın önemli yazar, düşünür, sanatçılarını defterine işlemiş. İşlediği isimler, İngiliz ve Amerikan hükümetlerince yürütülen anti-komünist mücadele için yararsız ve zararlı, dikkat edilmesi gereken kimseler. Bunları İngiliz Dışişleri Bakanlığı bünyesinde kurulmuş olan soğuk savaş propaganda birimine, yani İngiliz gizli servisine vermiş. Bir "aydın"ın aydınları ihbarı!

Ortaya çıkan resmi belgelerden, en önemli sayılan iki romanının, basılmadan önce hizmet verdiği gizli servislerin incelemesinden geçtiği anlaşıldı. Belki bu inceleme sonunda gizli servislerin romanlara katkıları da olmuştur.

Ve hem 1984 adlı romanı hem de Hayvanlar Çiftliği adlı başka bir romanı CIA tarafından Rusça'ya da çevrilip SSCB'ye sokularak soğuk savaş propagandası malzemesi olarak kullanılmış. Buradan anlaşılıyor ki, romanlar 1950 yılına kadar yaşanan SSCB, sosyalizm, Stalin rejimine dönük birer kötüleme ve bu sistemi yıkma amacıyla kaleme alınmış metinler olmaktan ibaret.

Diktatörizasyon İşlemi Yap İşgal Et!

George Orwell'lar, 1984'ler, karşımıza "edebi deha"lar ve "unutulmaz filmler" diye sürülen şeyler, bize topluca bir şey anlatıyorlar. Bunlar otoriterlik, diktatörlük, esaret üzerine konuşarak bir "korku imparatorluğu" resmi çiziyor, kendilerinin işaret ettikleri yolu başka alternatif yok diyerek dayatma becerisi gösteriyorlar.

Zihinlere bir kez diktatörlük resmi çizmek yeterli. Özgürlük ve demokrasi beşiği Batı ülkeleri, herhangi bir ülke için, o ülkeyi özgürleştirmeye ve demokrasiye kavuşturmaya karar verdiklerinde yapacakları iş basit. Seçilen kişiye diktatörizasyon işlemi" uygulamak. Yani "orada bir diktatör var!" demek. Örneğin yakın geçmişte olduğu gibi Irak'ta Saddam Hüseyin'e, Libya'da Kaddafi'ye, şimdi Rusya'da Putin'e yapıldığı gibi "diktatör" yaftası asmak.

Sonrası belli: Sözde "demokrasi" adına sözde diktatörlüğe son vererek, kurtarıcı edasıyla o ülke halkını "özgürleştirmek" için savaş açıp işgallere girişmek. Dünyaya Reagan - Bush adaleti dağıtmak...

*
Kıssadan hisse denir ya, bu konuda şöyle bir şey:

Bir roman okumak, bir film izlemek deyip geçmeyin. Roman içinde oyun, film içinde film var!

[Yeni Adana, 13 Nisan 2015]

6 Nisan 2015 Pazartesi

ULUSALCILIK NEDİR?



Siyasal mücadelenin bir kanadında küresel-liberallik, din-mezhepçilik, etnik bölücülük bloğu var. Bu blokla mücadele eden kanadın adı ise ulusalcılık.

Mücadelenin ilk adımı, gerçek muhalefetin ve direnişin adı üzerine. Üçlü blok, el birlik saldırıyor. Saldırısı şiddetli. Öyle ki, kimi ulusalcıları bile etkiliyor. Onlara “kendimize ulusalcı demesek!” dedirtiyor. Saldırgan blok cesaretleniyor; haksız değil, durum onun lehine, dakka bir gol bir!

Ama o kadar da kolay değil. Ulusalcılık tarihe ve toplum bilincine dayanıyor. Şimdiki sözcüsü kolay yollar arasa ya da vazgeçse bile, kendi sözcülerini sabırla yetiştirecek.

Bir ulusalcı olarak, düşüncemin temel taşlarını dört maddede şöyle özetleyebilirim:

Ulusalcılık, küreselciliğin karşı kutbudur.

Küreselcilik, emperyalizmin çağımızdaki adıdır; önceki yüzyılda olduğu gibi, bu yüzyılda da dünya genelindeki eşitsizlik, adaletsizlik, savaşların baş sorumlusudur.

Geçen yüzyılda emperyalizme karşı savaşanlar, ulusal kurtuluş ve bağımsızlık savaşları verenler ile sosyalistlerdi. Büyük ilerlemeler kaydettiler; emperyalizmin ülkelerini bile ‘refah devleti’ni keşfetmeye zorladılar. Ancak yüzyılın sonunda kazandıkları mevzileri genişletemediler ve yenilgiye uğradılar. Yaralı emperyalizm, kendisini küreselleşme adı altında onardı ve yeniden saldırıya geçti.

Ulusalcılık, işte bu yeniden saldırıya geçmiş eski hasıma karşı yükselen yeni toplumsal ve siyasal duruşun adıdır. Ulusalcılık, anti-emperyalizmdir.

Ulusalcılık, yurttaşlığa dayanan siyasal rejim istemektir.

Ulusalcılık, insanın bireysel var oluş, özgürlük, eşitlik haklarını ortadan kaldıran inanç-kan bağı prangalarının yeniden diriltilmesini reddeder. Bilir ki bu gerici girişim, yalnızca küresel sömürgecinin işine yarayacaktır.

İnanç – kan bağı gruplarına göre ayrışmış toplumlar birbirlerini boğazlayacak, yaşam alanları küresel tekellerin doymak bilmeyen kar hırslarına av sahası olacaktır. Eski yüzyıllarda kalmış “cemaatler – milliyetler devleti” diriltilemez; dünyanın hiçbir yerinde barış ve refah getirecek bir gelecek hayaline temel olamaz. Din ve mezhepler dünya iktidarına talip olduklarında yaşanan savaşların, hiçbir savaşta görülmemiş ölçülerde vahşet sergilediğini bütün dünya bilir.

İnsanlar birbirlerini ana-babadan taşınan kan bağlarına göre ölçüp tarttıklarında aralarında hiyerarşiden başka bir ilişki kuramazlar; etnikçilik, ırkçılıktan başka bir şey değildir. Bunlar, hem insanın doğası hem içinde bulunduğumuz yüzyıl bakımından, içine sığamayacağımız kadar dar elbiselerdir.

Ulusalcılık, devletin kuruluşunda dini-etnik kimliklerin esas sayılmasını reddeder; insanı özgürleştiren bireye dayalı yurttaşlık rejimi için mücadele eder.

Ulusalcılık, dünyada serbest değil, adil ticaret düzeni isteyen siyasettir.

Küreselciliğin Tanrısı piyasadır. Adeta ezel – ebed (öncesiz ve sonrasız) saydıkları ve illa ki “serbest” diye sıfatladıkları piyasa, onların yarattıkları bir şey, tam bir yanılsamadır. İnsanların ilk çağlardan bu yana kurdukları takas pazarlarını, bugünkü kendi piyasalarının başlangıcı saymaları da, şimdi kurulmuş piyasalarının serbestliği de uydurmadır.

Küreselciliğin “serbest ticaret”i, dünyanın doğal ve toplumsal kaynaklarını talandan, milyarlarca insanın yoksulluk ve açlıktan kırılmasından ibarettir. Ulusalcılık, pek acar liboşların ileri sürdüğü gibi, şu kocaman ülkeyi “içine kapama”yı değil, dünya düzenini serbest ticaretten adil ticarete doğru değiştirmeyi talep eder.

Ulusalcılık, planlı ekonomiden yana olmak demektir.

Planlama ve plancılığı “komünistlik” ilan edenler, 1945 sonrasında azgelişmiş ülkeler için kalkınma plancılığını ve 1980 sonrasında da stratejik planlamayı kendileri kurup ördüler. Ama kendi ülkelerinde dev tekellerin ofisleri sektörel planlamadan hiç geri durmadılar; hükümetleri de beş – yedi yıllık planlamalardan hiç vazgeçmediler.

Küreselciler dünyanın geri kalanına “plan değil piyasa” ilkesini dayatıp talanlarını planlı biçimde sürdürdüler. Ulusalcılık, pek büyük bir gücün karşısında pek düşük bir zekanın ya da belki daha doğrusu işbirlikçiliğin reddini isteyen düşüncedir.

Ne piyasaya ne devlete tapınmak! Bugünü ve geleceği planlama iradesini yükseltmek.

Çıkış yolu ideolojik örgütlülük…

Ulusalcı duruşun eksiği, ideolojik bir örgütlülük yaratamamış olmasındadır. Ulusalcılık şimdiye dek kendini ortaya bir “düşünce” olarak koymadı. Farklı siyasal çevrelerde daha çok bir “tepki” ve bir “duygu” olarak varlığını gösterdi. Mevcut siyasal partiler bu “duygu”yu alabildiğine kullanıp sömürdüler. Artık zaman, ulusalcı düşüncenin ideolojik düzlemde işlenmesi, siyasal düzlemde örgütlenmesinin zamanı.

[Yeni Adana, 6 Nisan 2015]