27 Haziran 2016 Pazartesi

KURULACAK YENİ DÜNYADA YERİNİ SEN SEÇ


İngiltere halkoylaması yaptı, AB’den çıkmaya karar verdi.

Çeşitli ülkeler ivedilikle durum değerlendirmesi yaptılar ve görüşlerini hem kendi ülkelerinin hem de dünyanın kamuoyuyla paylaştılar. Dikkat çekici olan şey, her ciddi devletin değerlendirmesinin kendi ülkeleri bakımından yapılmasıydı. Bu karar kendi ülkelerini nasıl etkileyebilir? Bu soruyu sormuşlardı ve ulaştıkları sonuca göre durumu ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye değerlendirmişlerdi. Hiçbiri “İngiltere için iyi/kötü oldu” ya da “AB için iyi/kötü oldu” gibi, tribünde oturmuş izleyici tadında tepkiler vermediler.

Bizim ülkemizdeki siyasal iktidar ve muhalefet yetkilileri ise tam tribün yerleşikleri gibi davrandılar. Durumu “İngiltere” ya da “AB açısından” değerlendirdiler. Bu, içinde bulunduğumuz vahim durumun göstergesi ve hatta kanıtı sayılmalı. “Bağımsız Türkiye” özlemimizin nasıl teslimiyetçi bir zihin yapısı tarafından tutsak edildiğini, bu duruşlara bakarak anlayabiliriz.

*

TÜSİAD’ın açıklaması akıllara zarar oldu: ‘Türkiye AB üyeliği ısrarını sürdürmelidir.’ Bunu gerçekten anlamıyorum, siz anlıyor musunuz? Bu kesimin, ne olduğunu kendilerinin bildiği, ama halka efsunlu dile getirişlerle anlattıkları ‘reformların sürmesi hedefi’nin AB sopasıyla olabileceğini düşündüğünü çok duymuştuk. Aynı şekilde “Türkiye’nin demokratikleştirilmesi için AB çıpası”nı vazgeçilmez saydıklarını da söylemişlerdi. Aslında AB üyeliğinin olmayacağını onlar da biliyordu; ama “reformlar ve demokratikleşme” dedikleri o acayip şeyleri yapabilmek için sırtlarını böyle bir yere dayamayı zorunlu görüyorlardı. Buna öyle bel bağlamışlar ki, şimdi ‘yok bir şey yok, siz aldırmayın’ diyerek son saygınlık kırıntılarını da ortadan kaldırdılar. Ülkemizin sanayici ve işadamları dünyasının üç maymun oyunu, ülkemiz için gerçekten çok ama çok can sıkıcı.

*

İşçi ve memur sendikalarının açıklaması… diyeceğim ama, herhangi bir açıklamaya rastlamadım. Elbette herhangi bir değerlendirme yapılmamış olması, kendi başına anlamlı. İşçi dünyası bu işlerle ilgili değil. Büyük bölümü iktidardaki etnikçi siyaset ile din istismarı siyasetinin yedeği oldular. Bundan uzak durayım diyenler ise varlık – yoklu kavgası içindeler.

*

Bretix, “Britanya kaçar” kararı, 1980’li yıllarda uygulamaya sokulan “küreselleşme politikası”nın çöküşüne ilişkin son duvar ilanıdır. Transnasyonel denen, ulusötesi dev şirketlerin dünya yönetimi oyunu, hem ulusal devletleri hem de ülkelerin halklarını bezdirdi. Gelişmiş dünyanın ülkelerinde ulusötesi şirket – ulusal devlet – emekçi kitleler arasında yeni bir çarpışma devri açıldı.

Bu, kendi başına, Türkiye için iyi bir durumdur. 

Yüz yıldan bu yana tekellerle işbirliği yapan emperyalist devlet merkezleri arasında artık kavga var. Küreselleşme çöktü. Bunu büyük bölgesel birliklerle kurtarma çabaları sonuca varmadı. “Yeni dünya düzeni” bundan sonra biçimlenecek.

*

Bizim “yeni bir dünya kurulur, Türkiye onun içinde yerini alır” sözündeki pasif, sürüklenen zihniyetten arınmamız gerekir.

Türkiye, nasıl bir yeni dünya düzeni istiyorsa, o doğrultuda müttefiklerini şimdiden belirlemeye odaklanmalı; kurulan yeni dünyadaki yerini kendisi belirlemek üzere harekete geçmelidir. Bu, ancak, kendini gelişmelerin rüzgarına salma zihniyetinden kurtulmakla başarılabilir.

Dünyada rüzgar döndü.

Sen de elindeki o yeni-anayasayı bırak!

(BAG, Yeni Adana, 27 Haziran 2016)


25 Haziran 2016 Cumartesi

Brexit fiilen Trexit oldu



23 Haziran 2016 günü İngiltere’de halkoylaması yapıldı. Konu Avrupa Birliği üyeliği idi. Halk AB’de kalalım mı yoksa çıkalım mı sorusuna yanıt verdi. Katılım yüzde 72 oldu, sonucun katılım oranı bakımından tartışmaya açılması olanağı ortadan kalktı.

Sonuç Britanya exit -Brexit, yani “Britanya gider” oldu.

Halkın yüzde 52’si AB bu kadar yeter dedi. Ülkeden ayrılma referandumları yapan İskoçya, Londra, Kuzey İrlanda’da bu irade %38-44 arasında kaldı; ülkenin bütün diğer bölgeleri %52 – 60 oranlarıyla sonucu belirledi. Ülke adeta ortadan ikiye yarıldı; ama yönü yarıdan bir fazla oy oranı belirleyecekti; yön “çıkış”a doğruldu.

*

Çeşitli devletler hızla açıklamalar yaptılar.

Hindistan “büyük belirsizlik devri geliyor, tedirginiz” dedi. İngiltere’nin en ünlü sömürgesi ve şimdi de İngiliz ekonomisiyle sarmaş dolaş Hindistan’ın böyle hissetmesi doğal. Avusturalya “etkileri hemen ortaya çıkmaz, sonuçlarını orta vadede görürüz” dedi. Besbelli ki, onun da değerlendirmesi iri dünya meseleleri değil, kendi ülkesi bakımındandı. Çin “hem İngiltere hem AB ile işbirliğine hazırız” dedi; sonucu kendisi için pek de önemli görmediğini ilan etti.

Bölge gücü, dünya gücü olduğu iddialarını savurup duranların bol olduğu ülkemizde, bu yazıyı kaleme aldığım şu saate kadar, bizim iktidar da muhalefet de söyleyecek sözleri yokmuş gibi suskun kaldılar. Yalnızca, aynı zamanda İngiliz vatandaşı olduğu söylenen bakan Mehmet Şimşek bir twit attı; ‘pandoranın kutusunu açtınız’ gibi bir şey yazdı; sonuçları ürkütücü bulduğu anlaşıldı.

*

Fransa’dan bize de Frexit, Hollanda’dan bize de Nexit gerek gibi sesler yükselirken, Brüksel oligarşisi siyasetçisi ve bürokratıyla feveran etti. Biri ’27 ülke olarak devam edeceğiz’ derken, birden fazlası ‘AB’yi yeniden tanımlamak gerekecek’ gibi şeyler söylediler. Almanya Başbakanı Merkel “Avrupa dayanışması ve değerleri”nden dem vurdu. Amerikan yapımı anayasası ve Transatlantik Ticaret ve Yatırım Anlaşması (TTIP) müzakerelerinde Amerikancı – Avrupacı diye ikiye bölünmüş iş dünyası gerçeği orta yerde dururken “Avrupa değerleri”nden dem vurması pek “güçlü” bulunmadı.

ABD’den ise, başkan adayı Donald Trump “bravo İngiltere’ye” dedi ve “inşallah biz de İngiltere gibi bağımsızlığımızı kazanacağız” dileğinde bulundu. Bizim için pek şaşırtıcı! ABD de bağımsızlık mücadelesi verecek! Ne demek istediğini konuşmasının devamından öğrendik. ABD’nin ipleri “küresel elit”e kaptırdığını, buna son vermenin egemenliği yeniden kazanmak olacağını söylüyordu. Trump’ın sözü biz ve bizim gibi ülkeler bakımından harika!

*

Dünyada rüzgar döndü.

Türkiye, Türk ulusunun egemenlik hakkına el koymaya uğraşanlar karşısında büyük bir nefes alma zamanı yakaladı.

Brüksel’in kibirli bürokrasisinden gelen müfettişlik hevesi, temsiliyet kaynakları ve gücü tartışmalı Avrupa Parlamentosu’nun hazırladığı rapor ve aldığı kararlarla Türkiye’yi dövme arzusu, kendi içlerine gömüldü. Ülkemizin içinde “AB’ye gireceksen egemenliğini devredeceksin kardeşim!” diyen bilgiçler de böylece sahipsiz kaldı.

ABD’den, Trump’ın ağzından duyduğumuz ‘biz de bağımsızlık isteriz’ sesleri ise, emperyalizmin kanatları arasındaki büyük kavganın ilanı oldu. Belli oldu ki, emperyalizmin küresel şirket – ulusal devlet kanatları birbirlerine düşmüşler. Yüz yıldan bu yana elele kolkola dünyayı talan eden “küresel elit” ile emperyalizmin devlet merkezleri arasındaki kavga büyüyecek. Mazlum milletlerin anti-emperyalist direniş olanaklarını artıracak.

Çok uzun zamandır, “ulusal egemenlik ne Brüksel’e, ne Vaşington’a, ne de etnik gruplara devredilebilir” diyoruz. Bunu yapmaya çalışan AB’ciler derslerini aldılar. Bunun hizmetinde olan küreselciler yenilgiye uğradılar. Şimdi AB-ABD-küresel elit kavgasını seyre ve bu kanatların tümüne karşı Türkiye’nin ulusal çıkışını sağlama mücadelesini yükseltmeye koyulalım.

Yeni-anayasayı bırak!

(BAG, Aydınlık, 25 Haziran 2016)

22 Haziran 2016 Çarşamba

İLHAMINI GÜNEY AFRİKA'DAN ALAN UTANMAZLIK



Cumhurbaşkanı başdanışmanlarından yeni-anayasa yapma görevlisi Mehmet Uçum adlı kişi, Türkiye için Güney Afrika'dan ilham aldıklarını söylüyor. İlham kaynağı, Cumhurbaşkanı başdanışmanının Türkiye'ye bakışını yeterince ortaya koyuyor. Bu bakış Türkiye düşmanı bir bakıştan başka birşey değil. 

Güney Afrika, dünya için, daha düne kadar Apartheid denen yüzkarası ırkçılığın "yasal" olduğu tek ülke. 1996'da yeni-anayasa yapılmış ve "yasal ırkçılık" dönemi bitmiş; o anayasayla "ırkçı anayasa"ya son verilmiş. 

Güney Afrika'nın 1996 Anayasası, "parçalanmış bir toplumda yeni bir kimlik arayışı" sloganıyla satışa çıkarıldı. Ayrımcılık ve ırklar-etnikler arası çatışmalara son veren anayasa diye propaganda ediliyor. 

*

Etnik bölücüler, yetmez ama evetçiler cephesi, uzun zamandır Türkiye'yi bu ülkeyle bir tutma densizliği sergiliyordu. Türkiye'yi, sömürgecilerin ırkçılığın kitabını yazdıkları bu ülkeyle bir tutarak, Öcalan'ı Mandelayla eşleyerek mesafe almaya çalışıyorlardı. Şimdi Cumhurbaşkanı başdanışmanı, bu bölücülerin ağzıyla konuşuyor.

Bu sömürgeci ırkçıların yeni egemenlik operasyonunu Türkiye'ye örnek göstermek ilk kez yapılmıyor. Bu örneği dünyaya propaganda eden, ABD Barış Enstitüsü adlı kuruluş. 1984'ten beri, kendilerinin "yeni egemenlik alanı yaratmak" misyonu doğrultusunda çalışıyorlar. Bunların yayınlarını alıp tercüme eden ve kendi yazıları imiş gibi yayınlayan çokça Türkçe "müellif" oldu. Cumhurbaşkanı başdanışmanlığının utancına epeyce bölücü ve liberal ortak var. 
*

Sömürgeciler, Güney Afrika'da yeni-egemenliklerini başkanlık ve federatif cumhuriyet olarak kurdular. 

Cumhurbaşkanı başdanışmanı herşeyi ele veriyor. Türkiye'yi yalnızca "yeni bir kimlik" ile boyamakla yetinmeyecek. Bir de eyaletli başkanlık rejimine itecek. 

*
Güney Afrika'da "yeni kimlik arayışı", sömürgecilerin arayışıdır; Güney Afrika halkının değil. Güney Afrika'nın "yeni kimlik anayasası"nın 300 yıllık Hollanda, Fransız, İngiliz, Alman sömürgecilerinin bu ülkede "yeniden egemenlik arayışı" olduğunu bilmeyen mi var? Bu anayasanın, bu ülkeler tarafından organize edilmediğini bilmeyen mi var? Bu işe artık sürdüremedikleri "yasal ırkçılık" yerine yeni bir egemenlik rejimi kurmak için giriştiklerini bilmeyen mi var? 

*

Türkiye'ye, Güney Afrika sömürgecilerinin "yeni anayasa"sını örnek göstermek, bunu yapanlar için alınlarından hiç silinmeyecek tarihsel bir utanç olacak.

Atatürksüz anayasa diyorlar; yapamayacaklar. Bu, Türkiye'nin "kimliğini yırtmak" ve Türk Milletini anayasadan silmek demek; silemeyecekler.

Yeni-anayasa ihanetine geçit yok!

(BAG, Yeni Adana, 20 Haziran 2016) 





16 Haziran 2016 Perşembe

YENİ-DEMOKRASİNİN İÇ DÜNYASI -Toplam Kalite Yönetimi


1990’lı yıllarda bir “TKY Salgını” yaşamıştık. TKY, Toplam Kalite Yönetimi. Önce özel sektör, ardından askeri ve sivil, tüm kamu kurumları TKY ile çağ atlayacaktı! Anımsarsınız, herkes ‘misyon’ diyor, ‘vizyon’ yazıyordu. Bu atağın doğuşu, zirveye varışı ve yok oluşu, yirmi yıl içinde oldubitti. TKY fiyakası, memleketteki özelleştirmecilikle içiçeydi. Sayelerinde demokratikleşecektik.

*

TKY mucidi Amerikalı Dr. Deming adlı bir kişi idi. Anlatılan hikayeye göre, Japonlar farklı insanlardı, nitekim yönetim teknikleriyle ilgilenen Dr. Deming’i herkesten önce onlar fark etmişler ve ülkelerine davet etmişlerdi. Müthiş bir ortaklık yapmışlardı, işte bu büyük öngörü, TKY mucizesinin doğmasını sağlamıştı.

Oysa gerçek bambaşkaydı. Japonya, davet yapıldığı söylenen zaman, Amerikalı General Mac Arthur komutasındaki Müttefik Kuvvetlerin işgali altındaydı. 1945-1951 arasında süren fiili işgal, 350 bin civarında Amerikalının görevlendirilmesiyle başlamıştı. Dr. Deming, işte bu militarist güruh içinden, işgal ordusunun üst düzey danışmanlarından biriydi. Japonya’da 1947-1955 diliminde iş görmüş, 1965’e dek ülkeye gidip gelmişti. 1960’lı yıllarda da yine kendi hükümetinin görev vermesiyle Arjantin, Hindistan, Meksika, Tayvan, Türkiye’de de “işler” yapmıştı.

*

Dr. Deming’in TKY’sinde ilk adım “zihniyet değişikliği” talep etmesiydi. Kafa yapınızı, düşünme biçiminizi, anlayış tarzınızı değiştirmeden ve “yeni zihniyet”e geçiş yapmadan hiçbirşey olmazdı. 1980’li yılların ikinci yarısında ‘eskimiş çoraplarınızı atın, jill geliyor!” diyen reklamla birlikte, biz de Özal hükümetlerinin önderliğinde bir “zihniyet değişimi” girdabında çalkalanmaya başlamıştık.

*

Yeni zihniyet, devletlere ve büyük şirketlere misyon ve vizyon tayin ettirerek harekete geçti. Bizim bütün bakanlıkların ve belediyelerin internet sayfaları, elbette yukarıdan verilen emir gereğince, misyon-vizyon bölümleriyle dolmuştu.

Vizyon en temel olan şeydi.

Vizyon’un sözlük anlamı rüya, kendinden geçme, esrime halinde iken görülen şey. Hayal edilen şey. Vahiy... TKY ve benzeri yeni teoriler, vizyon kavramını Yahudi-Hristiyan geleneğinden almışlardı. Pattison adlı bir yazar, “vizyonlar yaratıcıdan Tanrı’dan gelir” diyordu, “özellikle seçilmiş karizmatik şahsiyetlere –peygamberlere verilerek, insanlara davranışlarını değiştirmeyi öğretmeleri sağlanır.” Bunlar sorgulanmaz, peşinen kabul edilen fikirlerdir. Böylece mevcudu sorgulamanın elverişli araçları olarak iş görür; “vizyonlar, alışkanlık ve kurulu davranış formlarını sorgulamakta kullanılır”. Küreselcilerin statükoya karşı pek 'devrimci' halleri buradan gelmişti. Hallerine devrimcilik demediler ama ‘değişimcilik’, ‘yenicilik’ dedikleri malum!

Misyon görev, hizmet, memuriyet; belli bir görev nedeniyle bir yere gönderilmiş kimseler, heyet anlamlarına geliyor. “... misyonun öncelikli anlamlarından biri Hz. İsa’nın İncilini dünyanın her köşesine taşımak ve insanları Hristiyan yapmaktır.” Misyon aynı zamanda “bir kişinin daha üst bir otorite tarafından bütün insanların özel bir konuya inanmasını sağlamakla görevlendirilmesi ve bütün engellemelere rağmen tek bir bakış açısıyla bu misyonu gerçekleştirmesi anlamına kullanılmaktadır.” Değişim "devrimciliği" için, kendilerini sorgulanamaz bir ‘vizyon’a adamış, Hasan Sabbah’ın Alamut askerleri gibi iş gören, esir insanlar!

*

Çağımızın yeni-demokrasisi, böyle kasvetli bir esaret dünyası.

Şimdi kendi üzerine yıkılışını seyrediyoruz.

Türkiye’deki TKY’ciler ise artık o kadar suskunlar ki, sanki hiç var olmadılar!



(BAG, Aydınlık, 15 Haziran 2016)

13 Haziran 2016 Pazartesi

SAAT ULUSTAN YANA İŞLİYOR


AKP yeni-anayasa istedi.

Yeni-anayasa, küreselcilerin 8. Dalga Anayasacılık dedikleri şey, ulusal devletin ortadan kaldırmayı amaçlayan ve egemenliği ırk-etnisite temelinde bölerek din-inanç-mezheplerin iktidar kavgaları devrini açan bir perişanlık.

AKP bu trenin lokomotifi oldu. Atatürksüz anayasa diye başladı, Türksüz olacak noktasına vardı. Başlangıcı da vardığı nokta da, olmayacak iki duaya peşin peşin amin demekti. Bu düşüncelere karşı toplumdan aldığı derin tepki, AKP’yi fena sarstı.

CHP – MHP bu trene vagon olmak için AKP ve HDP ile anayasa uzlaşma masalarına oturdu. Türk ulusunun “n’oluyor orda?” diye sorması bile yetti. Masalar darmadağın oldu, CHP ile MHP sarsıntılardan payını fazlasıyla aldı.

Türkiye’nin yeni-anayasa saldırısını püskürtmesi, dünyanın mazlum ülkeleri için de yeni bir nefes olacak. Küresel sömürgeciler, Libya’dan Mısır’a, Irak’tan Suriye’ye yarattıkları vahşetin hesabını vermek zorunda kalacaklar. Bunun için, yeni-anayasa saldırganlığını püskürtmek yetmez, tarihin çöplüğüne göndermeyi başarmamız gerek. Daha epeyce işimiz var.

*

AKP şimdi bir adım geri çekildi, “partili cumhurbaşkanlığı”ndan söz ediyor.

Onlara söyleyelim, uğraşmasınlar.

Cumhurbaşkanı bir “siyaset”ten gelebilir; ama cumhurbaşkanı olan kişinin partililiğini sürdürmesi “devletin ve milletin temsilcisi olmak”la bağdaşmaz. Bu sıfat belediye başkanlığında bile “seçilen belediye başkanı seçildikten sonra partili olsa da artık tüm kasabanın/kentin belediye başkanı olmalıdır” kabulüyle fiilen düşen bir sıfattır. Ülke yönetimi söz konusu olunca o sıfatın fiilen düşmesi yetmez, hukuken de söze konu edilmemesi gerekir. Bizim, devlet yaşamında siyasal bölünmüşlüklerin üstünde seyredecek bir makama ihtiyacımız var; o makam cumhurbaşkanlığından başka hangisi olabilir ki?

Bırakın, memleketin yatırım ve hizmet işlerini başbakan ile bakanlar, hükümet yapsın. Bırakın, farklı siyasal programlar, en iyi yolu mecliste görüşüp tartışarak sürdürsün. Bir makam da, ülkenin yüksek çıkarını, her siyasal görüşün içinde illa ki var olan doğru olan parçaları alıp birleştirecek bilgeliği harekete geçirsin. Bırakın, her siyasal görüşün içinde illa ki var olan yanlışlara karşı ses verecek dirençli bir bent olsun. Cumhurbaşkanlığı çıpasını, şu ya da bu partinin programına değil, ülkenin uzun vadeli yararına atsın. En temel ilkeler bakımından bu kadar büyük yarılmalar yaşayan bu ülkede başka türlüsü, ülkemize kötülükten başka bir şey getirmez.

*

CHP genel başkanı, yüzlerce asker, sivil aydın Silivri’de duymaz-görmez mahkemelerde perişan edilirken gömüldüğü suskunluğu bozmuş, şimdi “bizi de hapse atsınlar” gibi tuhaf bir tepkiyle haykırıyor. Böyle yapıyor, ama aynı anda da televizyon ekranında “yeni-anayasada ABD tipi başkanlık getirsinler, görüşelim” diyor. Bu sözlerle 8. Dalga Anayasası’na teşne olduğunu açığa vurduğu yetmiyor, üstüne bir de kuvvetler ayrılığının değil federalizmin örneği olan ABD başkanlık rejimini görüşebileceğini söylüyor. Türk ulusu o niyeti tarihe gömmeye başladı, bundan bile habersiz görünüyor ve AKP’nin yolunu açıyor.

MHP temsilcileri, “biz anayasa uzlaşma masasından kalkmayız” sözleriyle akıllarımızı zorlayan tavırlarının nedenini hala açıklamadılar. Son zamanlarda “Başbuğ Türkeş başkanlık rejimi istiyordu” diye yüklenen AKP sözcüleri karşısında sessizlikleri de dikkat çekiyor. Ama onlar şimdi kendi parti-içi dertleri içine gömülmüş, Türkiye’nin sorunlarına ilişkin sözleri yokmuş gibi görünüyorlar.

*

Evet, yeni-anayasacılığa karşı verdiğimiz mücadele, gericiliğe ve bölücülüğe karşıdır; ama asıl küresel emperyalizme karşı mücadeledir. Memleket içinde bunların partisi şu ya da bu imiş, fark etmez. Parlamentodaki muhalefetin durumu şöyleymiş ya da böyleymiş, fark etmez. Bu lokomotif şişti, vagonlarda da iş yok. Biz çabalarımızı yoğunlaştıracağız. Gayrımilli anayasacılığa karşı ulusal egemenlik hakkımıza el koyulmasına niyet etmişler hangi partide ve kimler ise, onlara karşı direnişimizi sürdüreceğiz.

Farkındayız, zaman Türk ulusundan yana işliyor.

(BAG, Aydınlık, 12 Haziran 2016)


10 Haziran 2016 Cuma

DEVLET, HADİ ARTIK!


Belki yanılan olur, en baştan söyleyeyim, yazının başlığı Sayın Bahçeli’yle ilgili değil. Türkiye Cumhuriyeti devletiyle ilgili. Sözümüz siyaset ve bürokrasi dünyasına yönelik…

*

Davutoğlu’yla özdeşleşen ‘proaktif (atak) dış politika’nın teslimiyet politikası olduğu, ağır maliyetlerle gözler önüne serildi. Bu politika, ortadoğu konfederasyonu düşleri içinde gezinirken, soykırım iftiralarını da “kabul ediver gitsin açılımı”na bağlamıştı. Daha 1920’lerde başlatılan karaçalmaları kabul eden bu siyaset, doğal olarak devletin ve toplumun direnişini kırmaya yönelmişti.

*

Soykırım iftiracıları dünyada parlamentoları gezip kendi lehlerine kararlar çıkarma çalışmaları yaparken, TBMM baktı durdu. Diğer parlamentolar nezdinde karşı çalışmalar yapacak komisyonları ve bir merkezi olmalıydı; bu bir yana bir zamanlar kurulduğu söylenen zayıf komisyon bile dağıtıldı.

Bu konuda çalışmalar yapmakla görevli Türk Tarih Kurumu, yıllardır sürdürülmüş pekçok değerli çalışmanın meyveleri toplanacağı sırada, adeta ipe un serdi.

Yurtdışından gelen karaçalmalara karşı ana bend olması gereken Dışişleri Bakanlığı, bu “hırs ve kin saldırıları” karşısında konuyu Türk – Ermeni Uyuşmazlığı başlıklı tuhaf bir broşürle karşılayabileceğini sanır hale geldi. Öyle anlaşılıyor ki, sorunu tarihsel ve siyasal değil, müfterilerin istediği gibi, insani sorun olarak görme hatasına sürüklenmişti.

Kültür ve Milli Eğitim bakanlıkları besbelli ki, üstüne düşen işleri yerine getirmeyi, “Türkün Türke propagandasını mı yapacağız?” ve “önemsemeyin, bırakın konuşsunlar, nolacak ki!” diyenleri beğenip bir yana bırakmışlardı. Sayelerinde, Almanya’da Türk kökenlilerin oylarıyla Alman meclisine seçilenler, yitik kuşak temsilcileri, onlarla birlikte ülkemizdeki yeni kuşaklar da iftiracıların dinleyicileri haline geldiler.

Üzerine görev düşen başka kurum ve kuruluşlar da var elbette… Ama saymak faydasız. Çünkü yukarıdaki temel kurumlarda çıplak gözle görülen sendelemenin nedeni, bu işleri eşgüdümleyip yönetecek olan Başbakanlık’taki zihniyetin kendisi oldu.

*
Son gelişmeler, bir gerçeği daha iyi anlamamızı sağladı. 

Terör, bu iftira saldırılarıyla elele yürüyor. Biri imdada çağırdığında, diğeri yardıma koşuyor. İşte son örnek! AB vize serbestliği vermek için Türkiye’ye “terörle mücadeleden vazgeç” dedi; bu isteğine Türkiye’den olumsuz yanıt aldı; Alman meclisi ortalığa soykırım kararını sallamadı mı? Son on yılda PKK ile “çözüm süreci” yaşanırken, Ermeni soykırımı iftiralarını neredeyse kabul etmeye yönelmiş “açılım süreci” aynı anda yaşanmadı mı?

Bu önemli gerçeği es geçmemek gerekir.

Çünkü doğru ve etkili politika oluşturup uygulamanın sırrı, bu gerçeğin farkında olmaya bağlıdır. Terörle mücadele ve iftirayla mücadele, birbiriyle iç ilişkisi bilinerek, birlikte yürütülmelidir.

*

İftirayla Mücadele Politikası’nın anlatımı (formülasyonu), 1920 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından belirlenmişti:
“Bir uydurma Ermeni kırımı meselesi ve bütün dünyayı aldatmak için yaratılan bu kin ve hırs ürünü propagandaların niteliği hakkında uygarlık ve insanlık dünyasının bir kere daha aydınlatılması ve bu suretle haksızlığa uğramış Türk ulusunun iğrenç ve alçakça bir suçlamadan arındırılması…”
En temel kurum ve kuruluşlar teslimiyetçi açılım politikalarıyla gevşeyip dağılırken, bu görevi anlayıp üstlenmiş bir avuç kişi direndi. Siyaset dünyası ve kamu kurumları, bu ödünsüz insanların güçlü iradesine yaslanmalı. Kamu kurumlarında birikmiş zengin çalışmaları derleyip toplamalı. Doğru ve gerçek bir mücadele politikasının gerektirdiği örgütlenmeyi gerçekleştirmeli. Devlet, devletliğinin gereğini artık yerine getirmeli.

Terör ile İftira el eledir. Bunlarla mücadele de öyle verilebilir. Bu gerçeği unutmamak gerek.  


8 Haziran 2016 Çarşamba

AÇILIM MODELİ TESLİMİYETE SON VERME ZAMANI


Kamu politikası, iktidarlara ait irade anlamına gelir. İktidar bir konuda “kamu politikası” geliştirir, böylece o konuya yön ve biçim veren güç kendisi olur. En açık halinde bir kamu politikasını bir ‘bildiri’, ‘karar’, ‘strateji’, ‘eylem planı’ biçimlerinde elinize alıp okuyabilirsiniz.

Ama işiniz her zaman ve hatta çoğu zaman böyle kolay olmaz. Ortada böyle bir metin bulamayabilirsiniz. Bu durumda kimilerinin yaptığı gibi ‘devletin politikası yok’ deme hatasına düşmemek, biraz zahmete girmek gerekir. Politika çeşitli yasalara, yönetmeliklere, idari uygulamalara, hatta toplumun bağrında ortaya çıkan sonuçlara gömülmüştür. Tutarlı bir yöntem izleyip ‘belgesi’ne dökülmemiş iradeyi kendiniz bulup çıkarmalısınız. Yaşama gömülmüş olan iradenin anlatımını sizin yapmanız ve politikayı görülür hale getirmeniz gerekir.

Bu işleme giriştiğinizde, sahipleri eğer ortaya çıkardığınız iradeyi sahiplenmek istemiyorlarsa, size en hafifinden “niyet okuyor!” diyerek yüklenirler. Bir anlamda doğru; analiz yapıyor ve sahiplerince dile dökülmemiş iradeyi gözler önüne seriyorsunuz.

*

Ülkemizin karşı karşıya bırakıldığı soykırım iftiraları karşısında Türkiye’nin kamu politikası nedir diye sorsak, nasıl bir görüntüyle karşılaşırız?

İlk adımı, soruna verilen ad nedir diye sorarak atabiliriz ve daha ilk adımda dört kamu politikası dönemi olduğunu söyleyebiliriz.

İlk dönemde Türkiye, Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren kendisine yöneltilen bu suçlamaları “iftira” olarak nitelemiş, gerçeğin tam tersine Türklerin ve diğer komşu halkların adeta kırıma uğradığı bir “Ermeni Mezalimi” olduğunu ilan etmiştir.

İkinci dönemde (1960 ve sonrası?) iftiracılığa karşı politikanın ad değişikliğine uğradığı, soruna ilişkin saptamanın renksiz bir hale getirilip Ermeni Meselesi haline dönüştürüldüğü görülmektedir.

Üçüncü dönemde, ASALA cinayetlerinin ardından, 1980’li yıllarda iftiracılığın vurgulandığını, hatta bunun politikanın adına taşındığını, soruna “Sözde Soykırım” denmeye başlandığını görüyoruz.

Dördüncü dönemde, 2000’li yıllarda ise konunun, iftiracıların pek hoşlanacağı üzere, “tehcir kararı”na sıkıştırılıp “1915 Olayları” haline dönüştürüldüğü dikkat çekmektedir. Bu dönemde konu 1915 Olayları haline gelirken, sorun da “Türk – Ermeni Uyuşmazlığı” gibi hafif ağırlıklı bir uzlaşma ve diyalog alanı olarak tanımlanmıştır.

*

İftiralara karşı kamu politikamız, zaman içinde alan boşaltarak geri çekilme özelliği sergilemiş görünüyor. Nitekim, bu konunun yurt içinde işlenmesi kimi çevrelerce “Türkün Türke propagandası” sayılıp gereksiz sayılmış, bu yolla tarih bilinci kırılmıştır. Kimileri, “önemsemeyin, bırakın konuşsunlar, nolacak ki!” siyaseti önermişler ve böylece toplum tavırsızlığa sürüklenmiştir.

Boşaltılan alan da, Davutoğlu ekibinin yeni-osmanlıcı “proaktif dış politika”sına yaramış görünüyor. Buna hizmet eden SDE (Stratejik Düşünce Enstitüsü) adlı düşünce kuruluşunun raporlarından biri ilginç. Nisan 2010 tarihli Prof. Dr. Birol Akgün ve Doç. Dr. Murat Çemrek imzalı bir rapora göre, iftiralara karşı mücadele politikası, ‘yeni güzergah için Aşil’in Topuğu’… Bunlara göre Türkiye bu sorunu tarihi, hukuki, siyasi değil insani bir sorun olarak kabul etmeli

Kısacası diyorlar ki, iftirayı kabul edin gitsin! İşte açılım modeli teslimiyet…

*

Aynı PKK sorunu gibi bu da sonuçları insani, ama kendisi tarihi, hukuki, siyasi bir sorundur. Ucuna da emperyalizm sorunu yerleşmiş durumdadır. Geç bile kaldık. Artık, “açılımcı” ve “çözümcü” teslimiyet politikalarını, hesabını çıkararak bir yana koymak ve iftirayla çok yönlü mücadele politikasına geçiş yapmamız gerekir.

Akılla, bilimle ve kararlılık, inatla…


(BAG, Aydınlık, 8 Haziran 2016)



6 Haziran 2016 Pazartesi

MÜFTERİLER KARŞISINDA TÜRKİYECİ POLİTİKA


Alman federal meclisi, Türk Ulusuna soykırım iftirası attı. Bunu neden yaptığı önemli bir soru. Ama daha önemli bir soru bunu nasıl yapabildikleri.

Yabancı devlet meclislerinin, en son Alman meclisinin hakkımızda iftira kararları alabilmeleri, herşeyden önce, Türkiye’nin sergilediği zayıf tutumdan kaynaklanıyor.

*

Uzun yıllardır süren bu iftira kampanyası karşısında Türkiye, kendisine çalınmak istenen karaya karşı kısır bir politika izledi. Yapılan şeye “sözde soykırım” dedi. Sonra, son on yıl içinde bunu bile ağır buldu; bu sözü kaldırıp sorunu “Türk – Ermeni Uyuşmazlığı” diye adlandırmaya başladı.

“Sözde" Soykırım Politikası döneminde, pek kimsenin uğramadığı internet sitelerinin bir köşesine, kimselerin kullanmadığı içeriksiz metinler yerleştirmeyi iş yapmak saydı. Belli oldu ki, bu “politika”nın içi boştu. Tam yetkili bir makamı ve kurumu yoktu. Politikanın uygulama planları yoktu. Hepsi kendini sorumlu sayan kişilerin girişimleriyle başlayan mücadele atakları hep kesintiye uğradı, sonuca varmadı.

“Uyuşmazlık" Politikası, AB’nin Türkiye’ye “vize serbestliği istiyorsanız terörle mücadeleyi bırakın” dediği sırada Alman meclisinden çıkarılan iftira kararıyla birlikte şimdi iflas etti.

*

Aradaki mesele uyuşmazlıktan ibaret diyen yeni politika, 2005’te başladı.

Kamuoyunun bildiği ve bilmediği neler yapılmamıştı ki!

Nisan 2005’te Başbakan Erdoğan Ermenistan Devlet Başkanı Koçaryan’a “ortak tarih komisyonu kuralım” demişti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 2008’de Erivan’ı ziyaret etti, iade-i ziyaret olmadı. Arabulucu İsviçre idi. 10 Ekim 2009’da dışişleri bakanları Ahmet Davutoğlu ile Edvard Nalbandyan “Zürih Protokolleri” imzaladılar. İki protokol vardı. Biri “diplomatik ilişkilerin tesisi”ni, öbürü ikili ilişkileri geliştirme”yi amaçlıyordu. Türkiye protokolü onaylasın diye TBMM’ye gönderdi, ama Ermenistan bir yıl sonra, elbette yine Nisan ayında “dondurduk, protokolleri geri çektik” dedi.

*

Bütün dünya gördü.

Uyuşmazlığı çözmek isteyen Türkiye, istemeyen Ermenistan idi.

Peki, bu gerçek, dünyanın gözüne sokuldu mu?

Hayır!

Dünya bir yana, yurtiçi kamuoyu olarak biz bile bu durumun farkına varmadık. Bu altın fırsat neden kullanılmadı? Yoksa "uzlaşmaz olan biz değiliz"i cümle aleme göstermek, bu “politika”nın bir parçası bile değil miydi?

*

Uyuşmazlık çözme siyaseti, muhatabın reddi karşısında 2010'da başarısız oldu. Ama ilginç, Türkiye’nin belli başlı siyaset odakları vazgeçmedi.

AKP Ermeni kökenli Etyen Mahçupyan’ı resmi yüksek danışman etti. Seçimlerde AKP ve CHP, Ermeni cemaatini temsil eder diye görülen adaylar gösterdi. Gelin görün ki, ortaya acayip bir durum çıktı. Adaylar Ermeni kökenliydi, ama bu topluluğun temsilcileri değil, iftiracı cephenin temsilcileriydi. Çünkü “soykırımı kabul edin!” diyenlerden seçilmişlerdi. CHP yönetimi daha da yüksek atladı; “soykırımla yüzleş” diyerek yürüyüş yapan genel başkan yardımcılarını ödüllendirdi. Örneğin bunlardan biri olan Şafak Pavey’i, yürüyüşünden altı ay sonra, TBMM Başkanvekili koltuğuna oturttu.

*

Alman meclisinin müfteri hali, Türkiye’nin zayıf tutumundan kaynaklanıyor. Besbelli, yıllar boyunca uygulanan sinik siyaset de son on yılın uzlaşma siyaseti de, Türkiye’nin haklı davasını savunmak yerine Türkiye’yi savunmasız bırakmakla sonuçlanmış bulunuyor.

Şimdi büyük soru şu: 

Türkiye’nin sergilediği zafiyet nereden kaynaklanıyor? Bu sorunun üzerinde özenle durmalıyız.

Şimdiden söyleyebileceğimiz şey ise, bizim, müfteriler cephesine karşı Türkiyeci yeni ve gerçek bir politika oluşturulmasına ihtiyacımız var.

İftirayla Mücadele Politikası’na…


(BAG, Yeni Adana, 6 Haziran 2016)



5 Haziran 2016 Pazar

İFTİRA İLE MÜCADELE POLİTİKASI



Bu can sıkıcı iftira kampanyalarına çoktan bir son vermek gerekirken, tersine kampanyalar alıp başını gitti. Türkiye’yi soykırım suçlusu ilan etmek, ülkemizin “dost ve müttefik”lerinin alışkanlığı haline geldi. Aynı ülkenin meclisi bir kez karar almakla doymuyor, birden çok kez karar alıyor. Meclisinin karar almasıyla da tatmin olmuyor, belediye meclislerine bu yönde kararlar aldırıyor. Bu arsız sürece çoktan bir son vermiş olmamız gerekirken, aksine, aynı oyun sürüp gidiyor.

*
Neden?

“Millet duyarsız kardeşim!” diyerek, sorumluluğu en olmadık omuzlara atmak iş değil. “Millet”, kurum ve kurallar yaratmış. Sorumluluk, milletin egemenlik hak ve yetkisini kullanan bu kurumların koltuklarını işgal edenlerin omuzlarında. Doğru olan, sorunu o omuzlara yüklemek ve hesabı onlardan sormaktır.

*

Soruna verilen ad, hastalığın tanısı (teşhisi) demektir.

Tanı temeldir, çünkü tedavi ya da çözüm ona göredir.

Türkiye’ye karşı nefret suçu işleyen dost ve müttefik ülkeler hastalığa Soykırım Sorunu adını vermişler. Tedavileri, soykırım suçu işlendiğinin kabul edilmesi ve bunu Türkiye’ye kabul ettirmekle başlıyor. Cezasız suç olmaz; elbette yaptırım içeren bir dizi ‘tedbir’ isteyecekler. Öyle ya, hakkı yenenlere hakkı verilmeli, etnik topluluklar egemenliğe ortak olmalı. ‘Tedbirler’ sır değil. Bunun ne anlama geldiği, yırtılıp atılmış Sevr hükümlerinde mevcut.

*

Ya biz, bu konuya biz ne ad verdik?

Şimdiye dek iki ad verildiğini duyduk: Biri ‘Sözde Soykırım’, öbürü ‘Türk-Ermeni Uyuşmazlığı’.

Uzun yıllar boyunca karşı tarafın sözü, başına ‘sözde’ sözcüğü eklenip yinelendi. Yani “o değil” dendi, ama ne olduğu söylenmedi. Tanıyı sil baştan kendin koymayınca, sorunların hallini sağlayacak doğurgan politika da geliştiremiyorsun. Öyle de oldu.

AKP iktidarlarıyla birlikte sorunun adı “Türk - Ermeni Uyuşmazlığı”na dönüştürüldü. Hafif mesele! Uyuşmazlık dediğin diyalogla çözülür. Nitekim bazı Avrupa devletleri kendi ülke sınırları içinde ‘soykırım yoktur’ diyene ceza keserken, Türkiye ‘soykırım vardır, yüzleş!’ diyenlere yalnızca üniversite kürsülerini değil, vekillik kontenjanlarıyla caddelerini de açtı. Düveli muazzama başkanlarının gözetiminde Ermenistan - Türkiye protokolleri imzalandı. Ne yani, seksen milyonluk Türkiye 3,5 milyonluk Ermenistan’dan mı korkacak! Ortak komisyonlar kuralım, bakalım belgeler ne imiş! gibi sözler gevelendi. Gerekirse özür de dileriz!

*

Bu arada ‘resmi yetkili’ olmayanlar, neredeyse canhıraş biçimde çalıştılar. Yani söylenenin aksine “millet duyarlı”! Makamların ayak sürümelerine karşın yerli-yabancı devlet arşivlerine girdiler, belgeleri gün ışığına çıkardılar. Perinçek Davası Avrupa’ya düşünce özgürlüğünü anlattı. Talat Paşa ve Berlin komiteleri ‘resmi sessizliği’ kırıp attı.

Gösterdiler ki, bu konu bir İftira Sorunu’dur. 

Müfteriler için mesele, düpedüz “Türk ve Türkiye Sorunu”dur. Güttükleri amaç onur – gurur kırmak değil, ülkenin ve ulusun kendisini ortadan kaldırmaktır. İftiranın sahibi ise, Ermenistan devleti ya da diasporasından daha çok, AB’sinden ABD’sine dost ve müttefik diye bilinen ülkelerin, emperyalist siyasetin ta kendisidir.

Hem konu hem fail bakımından doğru tanı budur.

*

İftira dağdan taştan ağırdır, denir. Üstelik bu, sıradan değil, ulusun varlığını hedeflemiş bir siyasal karaçalmadır. Konuyu ‘uzlaşmazlık’ diye tanımlayanların yaptığı gibi bu yükle yol almaya gayret etmek, meseleyi tırnak kadar anlamamak demektir.

Türkiye bu yükle yol alamaz. Kendisine yöneltilmiş tehdidi daha fazla görmezden gelemez.

Sorunun adını doğru koymalı, yaşadığımız iç kuşatmayı yarmalı, adımları çoktan belli hale gelmiş olan İftirayla Mücadele Politikası’nın uygulanmasını sağlamalıyız.


(BAG, Aydınlık Gazetesi, 5 Haziran 2016)


1 Haziran 2016 Çarşamba

ORTAMDAN DERTLİ YENİ-ANAYASACILAR


Geçtiğimiz günlerde, Mayıs 2016 sonlarında, 237 kişi “bu ortamda anayasa yapılamaz” başlıklı bir bildiriye imza attılar. (Bildiri ve imzacılar listesi)

Başlıktan belli olduğu gibi, imzacılar “yeni-anayasa yapılamaz” demiyorlar. İtirazları yeni-anayasaya değil, yalnızca mevcut ortama. Ortamı, iktidarın tek taraflı belirleyiciliğinde ve baskıcı buluyorlar. Yoksa kendileri de yeni-anayasacı. Nitekim bildirilerinde “anayasa kürsüleri” oluşturma çağrısı var.

*

Bildiride muradın ne olduğu anlaşılamayan üç ifade var:

(1) Anayasasızlaştırma. (2) Hukuksuz alanlar yaratılması. (3) Haklar toplumu inşası.

Karşı çıktıkları durumlar beş noktada toplanabilir:

(1) Uluslararası sözleşmelerin yok sayılması. (2) Din ve mezhep bakışı. (3) Yurtiçinde savaş ortamı. (4) Yurt dışında savaş ortamı. (5) Başkanlık rejimi zorlaması.

İstedikleri şeyler ise altı maddede toplanarak görülür hale getirilebilir:

(1) Evrensel hak ve özgürlükler. (2) Toplumsal barışın sağlanması (3) Kalıcı ve adil barış. (4) Antidemokratik yasaların ayıklanması. (5) Kapsayıcı bir yurttaşlık. (6) Tüm azınlıkların eşit özgürlükleri.

*

Bildiricilerin kavramlarına bakınca, yeni-anayasacılıktaki konumları açık biçimde ortaya çıkıyor.

Birinci olarak, kendilerini ulusal gereklilik ve değerlere değil, ‘uluslararası sözleşmeler’e ve ‘evrensel değerler’e bağlamış bir grupla karşı karşıyayız. Bu sözleşmelerin Avrupa Konseyi ile Birleşmiş Milletler sözleşmeleri olduğu, evrensel değerlerin ise kapitalist Batı uygarlığı [ve asıl olarak Katoliklik] değerleri olduğunu biliyoruz.

İkinci olarak, PKK’ya karşı verilen mücadeleyi “terörle mücadele” olarak değil, “yurtiçinde savaş” olarak nitelendiriyorlar. İstedikleri şey bu “savaş”a son verilmesi ve PKK ile yapılan müzakerelerden bildiğimiz üzere bu kesimin taleplerini kabul edecek bir yeni-anayasa yapılarak ‘kalıcı barış’ sağlanması.

Üçüncü olarak bu grup, Türklüğün dışlayıcı olduğunu düşünen ve bunun yerine ‘kapsayıcı’ olacağı varsayılan Türkiyelilik ya da TC’lik temelli bir yurttaşlık kurumu isteyenler dünyasına dahildirler.

Dördüncüsü, sahip oldukları yurttaşlık anlayışının doğal sonucu ya da nedeni olarak, karşımızdaki bildiriciler toplumcu değil ‘toplulukçu’dur. Azınlıklara istedikleri ‘eşit özgürlükler’ sözü, etnik ve dini-mezhebi gruplara anayasal statü verilmesinden yana olduklarını göstermektedir.

*

Bu düşünce çerçevesine sahip olan kesim, ‘çözüm süreci’ adı verilen PKK ile müzakere döneminde AKP’nin doğrudan ya da dolaylı ortakları idiler. Öyle anlaşılıyor ki onlar için asıl sorun, müzakereciliğin terk edilmesinden ibaret. ‘Başkanlık’ konusundaki hafif itirazlarını akılda tutarak, diğer bütün konularda anlaşmaya ve AKP ile birlikte çalışmaya hazır haldeler. Zaten kendileri de yeni-anayasa yapımına değil, bugünkü ortama itiraz ettiklerini açık bir dille söylemiş bulunuyorlar.

*

Önemli bir nokta, bildiride, şimdi CHP’de genel başkan yardımcısı unvanı taşıyan kimselerin imzasının bulunması. Bu “yetmez ama evet”çi liberal tavır, CHP’nin yeni-anayasacılıkta güven vermeyen haline kanıt oluşturuyor. Bunların etnikçi HDP’lilerle aynı listeye girmiş olmaları başka bir sorun. Ve kamuoyunca “C” tipi eleman olarak bilinenlerin de sıraya girmiş olması, durumu daha kaygı verici boyutlara taşımış bulunuyor.

*

Sonuç, yeni-anayasacılığa karşı mücadelede saf belirleme sürecinin artık büyük ölçüde tamamına erdiğidir. Yıkıcı yeni-anayasacılık için kendilerine uygun ortam arayanlar, bu mücadelede yerlerini, yeni-anayasacılık tarafında belirlemiş bulunuyorlar.

Bizler ise aynı sözü söylemeyi sürdürüyoruz. Türkiye’de bir yeni-anayasaya gerek yoktur. İhtiyacımız olan şey, mevcut anayasaya uygun işler yapılmasından ibarettir.

Yeni-anayasaya gerek de geçit yok!

(BAG, Egeekspress.com, 30 Mayıs 2016; Aydınlık Gazetesi, 1 Haziran 2016)