8 Haziran 2016 Çarşamba

AÇILIM MODELİ TESLİMİYETE SON VERME ZAMANI


Kamu politikası, iktidarlara ait irade anlamına gelir. İktidar bir konuda “kamu politikası” geliştirir, böylece o konuya yön ve biçim veren güç kendisi olur. En açık halinde bir kamu politikasını bir ‘bildiri’, ‘karar’, ‘strateji’, ‘eylem planı’ biçimlerinde elinize alıp okuyabilirsiniz.

Ama işiniz her zaman ve hatta çoğu zaman böyle kolay olmaz. Ortada böyle bir metin bulamayabilirsiniz. Bu durumda kimilerinin yaptığı gibi ‘devletin politikası yok’ deme hatasına düşmemek, biraz zahmete girmek gerekir. Politika çeşitli yasalara, yönetmeliklere, idari uygulamalara, hatta toplumun bağrında ortaya çıkan sonuçlara gömülmüştür. Tutarlı bir yöntem izleyip ‘belgesi’ne dökülmemiş iradeyi kendiniz bulup çıkarmalısınız. Yaşama gömülmüş olan iradenin anlatımını sizin yapmanız ve politikayı görülür hale getirmeniz gerekir.

Bu işleme giriştiğinizde, sahipleri eğer ortaya çıkardığınız iradeyi sahiplenmek istemiyorlarsa, size en hafifinden “niyet okuyor!” diyerek yüklenirler. Bir anlamda doğru; analiz yapıyor ve sahiplerince dile dökülmemiş iradeyi gözler önüne seriyorsunuz.

*

Ülkemizin karşı karşıya bırakıldığı soykırım iftiraları karşısında Türkiye’nin kamu politikası nedir diye sorsak, nasıl bir görüntüyle karşılaşırız?

İlk adımı, soruna verilen ad nedir diye sorarak atabiliriz ve daha ilk adımda dört kamu politikası dönemi olduğunu söyleyebiliriz.

İlk dönemde Türkiye, Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren kendisine yöneltilen bu suçlamaları “iftira” olarak nitelemiş, gerçeğin tam tersine Türklerin ve diğer komşu halkların adeta kırıma uğradığı bir “Ermeni Mezalimi” olduğunu ilan etmiştir.

İkinci dönemde (1960 ve sonrası?) iftiracılığa karşı politikanın ad değişikliğine uğradığı, soruna ilişkin saptamanın renksiz bir hale getirilip Ermeni Meselesi haline dönüştürüldüğü görülmektedir.

Üçüncü dönemde, ASALA cinayetlerinin ardından, 1980’li yıllarda iftiracılığın vurgulandığını, hatta bunun politikanın adına taşındığını, soruna “Sözde Soykırım” denmeye başlandığını görüyoruz.

Dördüncü dönemde, 2000’li yıllarda ise konunun, iftiracıların pek hoşlanacağı üzere, “tehcir kararı”na sıkıştırılıp “1915 Olayları” haline dönüştürüldüğü dikkat çekmektedir. Bu dönemde konu 1915 Olayları haline gelirken, sorun da “Türk – Ermeni Uyuşmazlığı” gibi hafif ağırlıklı bir uzlaşma ve diyalog alanı olarak tanımlanmıştır.

*

İftiralara karşı kamu politikamız, zaman içinde alan boşaltarak geri çekilme özelliği sergilemiş görünüyor. Nitekim, bu konunun yurt içinde işlenmesi kimi çevrelerce “Türkün Türke propagandası” sayılıp gereksiz sayılmış, bu yolla tarih bilinci kırılmıştır. Kimileri, “önemsemeyin, bırakın konuşsunlar, nolacak ki!” siyaseti önermişler ve böylece toplum tavırsızlığa sürüklenmiştir.

Boşaltılan alan da, Davutoğlu ekibinin yeni-osmanlıcı “proaktif dış politika”sına yaramış görünüyor. Buna hizmet eden SDE (Stratejik Düşünce Enstitüsü) adlı düşünce kuruluşunun raporlarından biri ilginç. Nisan 2010 tarihli Prof. Dr. Birol Akgün ve Doç. Dr. Murat Çemrek imzalı bir rapora göre, iftiralara karşı mücadele politikası, ‘yeni güzergah için Aşil’in Topuğu’… Bunlara göre Türkiye bu sorunu tarihi, hukuki, siyasi değil insani bir sorun olarak kabul etmeli

Kısacası diyorlar ki, iftirayı kabul edin gitsin! İşte açılım modeli teslimiyet…

*

Aynı PKK sorunu gibi bu da sonuçları insani, ama kendisi tarihi, hukuki, siyasi bir sorundur. Ucuna da emperyalizm sorunu yerleşmiş durumdadır. Geç bile kaldık. Artık, “açılımcı” ve “çözümcü” teslimiyet politikalarını, hesabını çıkararak bir yana koymak ve iftirayla çok yönlü mücadele politikasına geçiş yapmamız gerekir.

Akılla, bilimle ve kararlılık, inatla…


(BAG, Aydınlık, 8 Haziran 2016)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder