Belki yanılan olur, en baştan söyleyeyim, yazının başlığı Sayın Bahçeli’yle ilgili değil. Türkiye Cumhuriyeti devletiyle ilgili. Sözümüz siyaset ve bürokrasi dünyasına yönelik…
*
Davutoğlu’yla özdeşleşen ‘proaktif (atak) dış politika’nın teslimiyet politikası olduğu, ağır maliyetlerle gözler önüne serildi. Bu politika, ortadoğu konfederasyonu düşleri içinde gezinirken, soykırım iftiralarını da “kabul ediver gitsin açılımı”na bağlamıştı. Daha 1920’lerde başlatılan karaçalmaları kabul eden bu siyaset, doğal olarak devletin ve toplumun direnişini kırmaya yönelmişti.
*
Soykırım iftiracıları dünyada parlamentoları gezip kendi lehlerine kararlar çıkarma çalışmaları yaparken, TBMM baktı durdu. Diğer parlamentolar nezdinde karşı çalışmalar yapacak komisyonları ve bir merkezi olmalıydı; bu bir yana bir zamanlar kurulduğu söylenen zayıf komisyon bile dağıtıldı.
Bu konuda çalışmalar yapmakla görevli Türk Tarih Kurumu, yıllardır sürdürülmüş pekçok değerli çalışmanın meyveleri toplanacağı sırada, adeta ipe un serdi.
Yurtdışından gelen karaçalmalara karşı ana bend olması gereken Dışişleri Bakanlığı, bu “hırs ve kin saldırıları” karşısında konuyu Türk – Ermeni Uyuşmazlığı başlıklı tuhaf bir broşürle karşılayabileceğini sanır hale geldi. Öyle anlaşılıyor ki, sorunu tarihsel ve siyasal değil, müfterilerin istediği gibi, insani sorun olarak görme hatasına sürüklenmişti.
Kültür ve Milli Eğitim bakanlıkları besbelli ki, üstüne düşen işleri yerine getirmeyi, “Türkün Türke propagandasını mı yapacağız?” ve “önemsemeyin, bırakın konuşsunlar, nolacak ki!” diyenleri beğenip bir yana bırakmışlardı. Sayelerinde, Almanya’da Türk kökenlilerin oylarıyla Alman meclisine seçilenler, yitik kuşak temsilcileri, onlarla birlikte ülkemizdeki yeni kuşaklar da iftiracıların dinleyicileri haline geldiler.
Üzerine görev düşen başka kurum ve kuruluşlar da var elbette… Ama saymak faydasız. Çünkü yukarıdaki temel kurumlarda çıplak gözle görülen sendelemenin nedeni, bu işleri eşgüdümleyip yönetecek olan Başbakanlık’taki zihniyetin kendisi oldu.
Bu konuda çalışmalar yapmakla görevli Türk Tarih Kurumu, yıllardır sürdürülmüş pekçok değerli çalışmanın meyveleri toplanacağı sırada, adeta ipe un serdi.
Yurtdışından gelen karaçalmalara karşı ana bend olması gereken Dışişleri Bakanlığı, bu “hırs ve kin saldırıları” karşısında konuyu Türk – Ermeni Uyuşmazlığı başlıklı tuhaf bir broşürle karşılayabileceğini sanır hale geldi. Öyle anlaşılıyor ki, sorunu tarihsel ve siyasal değil, müfterilerin istediği gibi, insani sorun olarak görme hatasına sürüklenmişti.
Kültür ve Milli Eğitim bakanlıkları besbelli ki, üstüne düşen işleri yerine getirmeyi, “Türkün Türke propagandasını mı yapacağız?” ve “önemsemeyin, bırakın konuşsunlar, nolacak ki!” diyenleri beğenip bir yana bırakmışlardı. Sayelerinde, Almanya’da Türk kökenlilerin oylarıyla Alman meclisine seçilenler, yitik kuşak temsilcileri, onlarla birlikte ülkemizdeki yeni kuşaklar da iftiracıların dinleyicileri haline geldiler.
Üzerine görev düşen başka kurum ve kuruluşlar da var elbette… Ama saymak faydasız. Çünkü yukarıdaki temel kurumlarda çıplak gözle görülen sendelemenin nedeni, bu işleri eşgüdümleyip yönetecek olan Başbakanlık’taki zihniyetin kendisi oldu.
*
Son gelişmeler, bir gerçeği daha iyi anlamamızı sağladı.
Terör, bu iftira saldırılarıyla elele yürüyor. Biri imdada çağırdığında, diğeri yardıma koşuyor. İşte son örnek! AB vize serbestliği vermek için Türkiye’ye “terörle mücadeleden vazgeç” dedi; bu isteğine Türkiye’den olumsuz yanıt aldı; Alman meclisi ortalığa soykırım kararını sallamadı mı? Son on yılda PKK ile “çözüm süreci” yaşanırken, Ermeni soykırımı iftiralarını neredeyse kabul etmeye yönelmiş “açılım süreci” aynı anda yaşanmadı mı?
Bu önemli gerçeği es geçmemek gerekir.
Çünkü doğru ve etkili politika oluşturup uygulamanın sırrı, bu gerçeğin farkında olmaya bağlıdır. Terörle mücadele ve iftirayla mücadele, birbiriyle iç ilişkisi bilinerek, birlikte yürütülmelidir.
İftirayla Mücadele Politikası’nın anlatımı (formülasyonu), 1920 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından belirlenmişti:
Terör ile İftira el eledir. Bunlarla mücadele de öyle verilebilir. Bu gerçeği unutmamak gerek.
Bu önemli gerçeği es geçmemek gerekir.
Çünkü doğru ve etkili politika oluşturup uygulamanın sırrı, bu gerçeğin farkında olmaya bağlıdır. Terörle mücadele ve iftirayla mücadele, birbiriyle iç ilişkisi bilinerek, birlikte yürütülmelidir.
*
İftirayla Mücadele Politikası’nın anlatımı (formülasyonu), 1920 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından belirlenmişti:
“Bir uydurma Ermeni kırımı meselesi ve bütün dünyayı aldatmak için yaratılan bu kin ve hırs ürünü propagandaların niteliği hakkında uygarlık ve insanlık dünyasının bir kere daha aydınlatılması ve bu suretle haksızlığa uğramış Türk ulusunun iğrenç ve alçakça bir suçlamadan arındırılması…”En temel kurum ve kuruluşlar teslimiyetçi açılım politikalarıyla gevşeyip dağılırken, bu görevi anlayıp üstlenmiş bir avuç kişi direndi. Siyaset dünyası ve kamu kurumları, bu ödünsüz insanların güçlü iradesine yaslanmalı. Kamu kurumlarında birikmiş zengin çalışmaları derleyip toplamalı. Doğru ve gerçek bir mücadele politikasının gerektirdiği örgütlenmeyi gerçekleştirmeli. Devlet, devletliğinin gereğini artık yerine getirmeli.
Terör ile İftira el eledir. Bunlarla mücadele de öyle verilebilir. Bu gerçeği unutmamak gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder