Bölgeciler
toprakta eyaletleşme, etnikçiler
toplumda çok-milletlilik isterler. Liberaller, bunların hamileridir. Aferin, işte böyle, parçalanın ve
dünyaya/küresele bağlanın derler. Bizim buralardan bakılınca
muhafazakar/neo-muhafazakar denen Reagan-Bush-Thatcher’lar ile demokrat denen
Clinton – Obama – Blair’ler hep aynı torbada yer alırlar. Liberal torba…
*
Liberaller,
yani tüm fraksiyonlarıyla Atlantikçiler, yaklaşık kırk yıldır konuşuyorlar.
Bizde aynı sürede girişmedikleri operasyon kalmadı. Türkiye’de oyunları 24 Ocak
1980 kararlarıyla başladı. Bu kararları uygulamaya geçirmek uğruna, oğlanları 12
Eylül darbesini becerdi. İktidarlar geldi gitti, her bir iktidarla birlikte
siyaset dünyamızın serbest piyasaya –Atlantik merkezine- bağlılığı adeta imana
dönüştü. Önce devletçilik tu kaka edildi, sonra karma ekonomi kötülendi,
ardından sosyal piyasa ekonomisi diyenler korkak ilan edildi, nihayet murada
erişildi. Şimdi Türk siyasetinde dağ taş “serbest
piyasa ekonomisine bağlıyız” diye inliyor. Demokrasiye bağlıyız,
hürriyetçiyiz, iyi yönetim diyoruz –yani artık herşeyimizle bu dünyanın liberallerindeniz!
Sağından soluna, buna biat etmeyen yok gibi…
*
Liberaller,
ilk adımı 1980’li yılların hemen başında bizim ülkede atılan yapısal uyarlama reformu siyasetinin sahipleridir.
Yapısal reformlara Türkiye’de
başlayıp Güney Amerika, Afrika, Asya ülkelerinde devam ettiler. Yapısal reform
darbelerini, ta 2008 yılına kadar, çerçeveyi de hedefleri de değiştirmeden
sürdürdüler.
Sonuç
acı oldu.
Biz
ve bizim gibi ülkeler, ithal ikameciliği bırakıp ihracata dönük sanayileşmeye
geçerek, sınırları-gümrükleri kaldırıp ülkeyi açık pazara dönüştürerek, yani o
meşhur deyişle “dünyayla bütünleşerek”
zenginliğe kavuşacaktık.
Zenginleşmekle
de kalmayacaktık. Aynı zamanda demokrasiye ve barışa da kavuşacaktık. Adeta
çifte kavrulmuş lokum! Çünkü biz ve bizim gibi ülkeler kendi başlarına
bırakılınca hep diktatörlük üretiyorduk. Oysa “dünya”ya açılınca “dünya” bizi
denetimi altına alacak ve otoriter-totaliter-diktatörlük üreten damarlarımızı
hareketsiz kılacak, demokrasi üstümüze boca edilecekti. Hele var ya, bir de
AB’ye üye olursak… AB üyeliği “kendi
başımıza beceremediğimiz artık iyice ortaya çıkmış olan demokrasiye kavuşmanın
garantili sistemi” idi. Hepimizin bildiği hikayeler…
*
Gelin
görün ki üretken gücümüz çöktü. Kısır tohumlama, kimyevi gübreleme, üretime
kotalamalar sonunda tarımda bile... Eşitsizlik artışı öyle hızlandı ki, bizi
bırakın, yapısal reformcular durumdan kendileri korktular.
Liberallerin
ürettiği demokrasi BOP, Arap Baharı,
Renkli Devrimler, Libya’nın, Irak’ın
açık işgali, Somali, Sudan, ve daha nerelerin parçalanışı oldu. Irak’ta El Garip Hapishanesi, Guantanamo’da liberal işkencehane,
belki de herşeyin özeti…
Hikayenin
berbat sonu da hepimizin bildiği şeyler.
*
Asıl
söylemek istediğim şu…
Liberaller,
2008’den beri meşruiyetlerini yitirdiler. En güçlüyü koruyan, zayıfı ezen sözde
çok-taraflı ticaret anlaşmaları da, ardından örmeye çalıştıkları TTIP’leri de
battı. Ulusların çöküşü geldi çattı! diye
attıkları naralar gök kubbede asılı kaldı. Yoksullaşma, katlanan eşitsizlik,
parçalanan ülkeler, söndürülmesin diye uğraştıkları yerel ve bölgesel savaş
ateşleri, nihayet güzelim Akdeniz’i Ege’yi mülteci bebeklere mezar eden kibirli
yapısal reformlar siyasetini savunacak halleri yok artık.
Bugünlerde
dikkatimizi çeken şu ki, meşruiyet yoksunu liberaller, Atlantik merkezlerinin
gücünü tazeleyebilmek, kendilerini yeniden var edebilmek için epeyce
gayretteler. Bu cenahtan kimilerinin Atatürk’ten dem vurmaya başlamış olmaları,
gerçekten tuhaf. Tuhaf, çünkü Atatürk Türk
Öğün, Çalış, Güven diyen bir ulusal önder; küreselci liberaller ise bırakınız yapsınlar, bırakınız yönetsinler
diyen küresel aktör ve işbirlikçiler…
Bakalım
neo-liberaller Atatürk’le aldatmayı başarabilecekler mi? Hiç sanmıyorum ama izleyip
görelim.
[BAG, Aydınlık, 24 Ekim 2018]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder