1 Kasım 2016 Salı

TBMM 15 TEMMUZ ARAŞTIRMA KOMİSYONUNA YAZILI GÖRÜŞ

19 Ekim 2016


Türkiye Büyük Millet Meclisi
Fetullahçı Terör Örgütünün (Fetö/Pdy) 15 Temmuz 2016 Tarihli Darbe Girişimi İle Bu Terör Örgütünün Faaliyetlerinin Tüm Yönleriyle Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Başkanlığına

İlgi: 14.10.2016 gün ve 89131878-130.02- 61173 sayılı yazınız

Komisyona davet edilmemi, dar particilik kaygılarının bir yansıması olarak değerlendiriyorum.
Komisyon, kamu görevlilerimizle yurttaşlarımızın meslek yaşamlarına, özgürlüklerine ve hatta canına mal olan faaliyetlerde bulunmuş ve 15 Temmuz 2016 günü kanlı bir işgal denemesi yapma cüreti göstermiş yasa-dışı bir yapının araştırılmasıyla görevlidir. Bu görev, hiçbir kısır tartışmanın, özellikle particilik kısırlığının içine sürüklenmemelidir.
Bu nedenle, ilgi yazıda belirtilen günde Komisyon toplantısına gelmeyi uygun görmediğimi bilgilerinize, bununla birlikte TBMM’nin manevi şahsına olan bağlılığım gereğince, ilgi yazıda talep edilen “15 Temmuz Darbe Girişiminde bulunan Fetullahçı Terör Örgütü hakkında bilgi, gözlem ve görüşler”imi Komisyona katılmama gerekçemi de açıklayacak biçimde yazılı olarak ekte değerlendirmenize sunuyorum.  

Saygılarımla


Prof. Dr. Birgül Ayman Güler
24. Dönem İzmir Milletvekili

 ***

TALEP ÜZERİNE FETULLAHÇI TERÖR ÖRGÜTÜ ÜZERİNE 

GÖZLEM VE GÖRÜŞLERİMDİR

Basın-yayın organları, FETÖ adı verilen yapı hakkında idari işlemlerin istihbarat raporlarının bundan 55 yıl öncesine uzandığı bilgisi vermektedir.

Adli işlemlerin, Fetullah Gülen’in 1980’li yıllarda uğradığı çeşitli soruşturmalardan başlayarak, örgüt yapılanması suçlamasıyla 1999 yılında Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde davalı olduğu kamuoyunun bilgisi dahilindedir.

25 Ağustos 2004 günlü Milli Güvenlik Kurulu, bu yapıya karşı mücadele edilmesi yönünde bir karar almış, böylece konu en üst düzeyde siyasal – idari işlem başlığı haline getirilmiştir. Bu çerçevede Dışişleri Bakanlığının “okullara destek verilmesi”ni isteyen genelgeleri geri çekmesi ve Başbakanlık müsteşarlığı nezdinde izleme kurulu kurulması kararı verilmiştir.

Kararlara karşın uygulamada durum FETÖ/PDY lehine ilerlemiştir. Kurulun görevlerini yerine getirmediği, MGK kararının geçerli olduğu aynı süreçte, 2000 tarihli DGM davasının Haziran 2008’de Yargıtay’ın Gülen ve oluşumuna beraat veren kararıyla açığa çıkmıştır.

İdari, adli, siyasal makamların konuya ilişkin olarak sürekli ama sonuçları bakımından etkisiz çalışmaları bir yanda dururken, söz konusu yapı 1983’te okullaşma ve dershanecilik; 1992’de yabancı ülkelerde okullaşma, 1994’te televizyon, haber ajansı, vakıflar kurma; 2004’te insani yardım dernekleşmesi yapma adımlarıyla kesintisiz genişleme yaşamıştır. Açılmış olan davanın Gülen’in beraati ile sonuçlanması, bu yapıyı 2008 – 2013 arasında siyasetin tümüyle serbest ve makbul aktörlerinden biri haline getirmiştir.

Cemaat/terör örgütünün çok sayıda idari, adli, siyasal karar ve işlem yapılmasına karşın tanık olduğumuz büyümeyi kendi başına becermesi mucize olurdu. Bu “beceri”nin sergilenmesinde, Türkiye dışında ABD kurumlarının rolü, Türkiye içinde ise yerli siyasi liderlikler ile bürokratik üst yönetim makamlarının destek ve işbirlikleri kritik öneme sahiptir.

Önceki yıllarda Tarikat/Cemaat/Hareket olarak adlandırılan yapı, 17 Aralık 2013’ten sonra “paralel” diye adlandırılmış; bu sıfat 30 Ekim 2014 Milli Güvenlik Kurulu kararında, oluşumu suç örgütü statüsünde sayan Paralel Devlet Yapılanması (PDY) ifadesiyle resmi hale getirilmiştir.

PDY’nin Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) olarak nitelendirilmesi ve yapının 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına alınması, resmi olarak ilk kez, 21 Şubat 2015 tarihli İstanbul Emniyet Müdürlüğü fezlekesiyle gerçekleşmiştir. 15 Temmuz 2016 kanlı işgal girişimi, bu niteliği pekiştirmiştir.

Söz konusu yapının tarikat/Cemaat/PDY/FETÖ olarak adlandırıldığı farklı evrelerinin herhangi birinde, ne tür bir yapılanmaya sahip olduğu ve hangi faaliyetlerde bulunduğu hakkında uzmanlık bilgisine sahip değilim. Komisyona ancak bu yapının siyaset dünyasında sergilediği varlığa ilişkin bazı gözlem ve görüşlerimi sunabilirim.

*
Siyasal arenaya isteyerek ya da istemeden kendi kimlikleriyle çık(a)mayan etnik, dini, sektörel, mafyöz, vb. çıkar grupları, yasal siyasetin kurucu unsuru olan siyasal partilerde muktedirleri yönlendirme fırsatı peşinde koşarlar. Siyaset biliminde bu tür etkinlikleri olanlara baskı grubu, çıkar grubu gibi adlar verilmiş, yaptıkları işlere lobicilik, savunmanlık (advocacy) gibi etiketler bulunmuştur. Bunlar elbette gizli olmayan, siyasal sistemin kabul ettiği, bilinen, sistemde meşru görülen yapılar ve etkinliklerdir. Ancak güç ve iktidar mücadelesi demek olan siyasette biri görünen diğeri gizlenen iki-kimlikli (kripto) yapılar eksik olmaz. Bunlar yasal görüntülerle ortaya çıksa da, gizledikleri gerçek amaçlarıyla kimlik ve etkinlikleri, yasa-dışı olmanın ötesinde gayrı-meşru görülür. Herhalde devlet yapısının kurumsallık ve siyaset dünyasının sağlamlık bakımından en ciddi sınavları da burada başlar.

Cemaat örgütlenmesi, görünür birinci basamakta, yasal çerçevede kurulmuş bulunan şirketlerinden (özel sektör) vakıf, dernek, sendikalarına (sivil toplum örgütü) kadar çeşitli formlarda yasal tüzelkişilikler toplamıdır. Kuruluşlar yasal kurallara uygun oldukça sorunsuz bir görüntü.

İkinci basamaktaki gerçek, bu kuruluşların ve faaliyetlerin aslında dini ve merkezi kuruluşa sahip tek bir cemaat grubuna ait olduklarıdır. Bu özellik, yıllar boyunca toplumda herkes tarafından bilinen “sır”lardan biri olmuştur. Cumhuriyetçi kişi ve kurumların çoğunluğu başından beri bu özelliği suç sayarken, siyasette etkili bir kesim bu gerçeği ‘ılımlı İslam’, ‘inançlara saygılı laiklik’, ‘laiklik yerine sekülerlik’ savunması yaparak uygun bulmuştur. Cumhuriyete karşı mücadele içindeki kesimler ise, söz konusu yapıyı açıkça ‘kendilerinden’ saymış; faaliyetlerini kendi ideolojik amaçları ve siyasal çıkarları bakımından yararlı bulmuşlardır.

Üçüncü basamaktaki yüzüyle Cemaat, devlet yönetimini ele geçirmek isteyen bir kuvvettir. Bunu ancak devlet yönetiminde yer almanın tek kanalı olan siyasal partiler ve siyaset sistemi içinde ittifaklarla, bundan yararlanarak askeri ve sivil bürokrasiye sızma ve yerleşmelerle, yeterince güç topladığında darbeler yoluyla yapar. Bu bakımdan tüm yöntemleri, terör suçu dahil olmak üzere suç oluşturur. Bu nitelik, resmi olarak önce Paralel Devlet Yapılanması (PDY) ve daha sonra Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) sıfatlarıyla tescillenmiştir.

Dördüncü basamakta ise bu kuvvet, yalnızca yerli değil aynı zamanda yabancı devletlerin destek, koruma ve güdümündedir; bu durumda özel sektör, sivil toplum, dini topluluk görüntülü olan örgüt, casusluk suçlusu bir yapıdır. Bu sıfat, kimi devletlerce kendi ülkelerinde açılmış okulların kapatılma gerekçesi olarak ilan edilerek resmileştirilmiştir. Ancak Türkiye’de resmi olarak ifade edilmemiştir.

Devletin çeşitli istihbarat ve güvenlik kurumları, Cemaat yapılanmasının 3. ve 4. yüzlerini oldukça erken zamanlarda saptamış, çeşitli kamu görevlileri ve bağımsız uzmanlar, yapının faaliyetlerini kitaplaştırarak ilan etmişlerdir. Bu uyarılara karşın farklı dönemlerin siyasal kadroları, kendi ideolojik tutumlarına göre davranarak 1. ve 2. yüzleri görmekte ısrarcı olmuş ve gerekli önlemleri almak bir yana bu oluşumdan yarar sağlamak üzere yapıyı çeşitli desteklerle beslemişlerdir.

Farklı dönemlerde yetki kullanmış iktidar ve devlet görevlilerinin uzun yıllar boyunca üstlerine düşen görevleri yerine getirmemiş olmaları, karşımızda önemli bir sorun olarak durmaktadır. Bazı çevrelerde bunların da geçmişe dönük “suçlu kişiler” oldukları dile getirilse de, bu kesim için doğru tanımlama “sorumlu kişiler” olduklarıdır.

Bazılarının sorumluluğu artık tarihe mal olmuş durumdadır; yaptırımı tarihsel değerlendirmelerden ibarettir. Bazılarının sorumlulukları ideolojik, siyasal, idari niteliktedir. Ancak bunları birer PDY/FETÖ elemanı ayarında ‘suçlu’ görmenin gerçekçi bir yönü de dayanağı da yoktur. Elbette ilgili kimsenin çift kimlikli bir sızıntı, adli anlamda bir işbirlikçi, yaptıklarında kasıt sahibi olduğu saptanırsa durum farklı olur.

Dikkatlerin asıl toplanması gereken yer, bu örgütün en ağır olandan başlamak üzere sıralanırsa casusluk, darbe girişimi, terör, devlette yapılanma suçlarıdır. Bunlar ideolojik ve siyasal değil, doğrudan doğruya kriminal/adli soruşturma, kovuşturma ve ceza davalarının konusu olan faaliyetlerdir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, “yay yaydır ilkesi”, bizdeki bürokratik gelenekte bir işi yapar gibi görünüp yapmamanın iyi bilinen, oldukça da etkili kullanılan usullerinden biridir. Herkesi ‘suçlu’ ilan ederek yol almaya çalışmak, suçlamayı suç olmayan eylemlere yayıp yaygınlaştırmak, sonuçta örgütün kollanmasından başka birşeye yaramaz.

*

Cemaat, uzun yıllar boyunca deniz kabuklusu gibi davranmış bir yapıdır. İktidarlara ve iktidara yakın olan kurumlara yapışarak yaşamak, bu yapının yaşam tarzıdır. Aynı, deniz kabuklularının balinalara yapışarak yaşaması, balinaların bunlardan kurtulmak için kendini sığ sulara vurması, kabuklunun kendine başka bir balina arayıp bulması gibi bir yaşam döngüsü.

Değişik zamanların siyasal iktidarları ile partiler, bu yapıya, sahip olduğunu varsaydıkları maddi, ilişkisel ve seçmen gücünden yararlanmak amacıyla kendi yanlarında ve hatta içlerinde yer açmışlardır. Siyaset biliminde parti-içi koalisyon anlamına gelen, çoğu zaman yazılı olmadığı için ‘örtülü ittifak’ olarak adlandırılan zemin, bu ve benzeri oluşumlar için mümbit bir arazi olmuştur.

Siyasal partilerin bu yapıyla ilişkileri, toplumda 1980’li yıllardan beri tartışma ve eleştiri konusudur. Farklı partilerin mensup ve seçmenleri, sahip oldukları bakış açısına göre çeşitli nedenlerle hoşlanmadıkları, tedirgin oldukları, düşmanca buldukları ya da ideolojik olarak içlerine sindiremedikleri bu oluşumu partilerinin şu ya da bu makam ve mekanında görmek istemediklerini dile getirmişlerdir. Parti yönetimleri ise, çoğu zaman siyasal oportünizmin sığlığında bu seslere kulak tıkamışlar, iktidar yarışında her yol mubah anlayışıyla çeşitli ilişkiler geliştirmekten geri durmamışlardır.

Herhalde bu durumun, yaşandığı için en açıklayıcı örneği, FETÖ/PDY soruşturmaları nedeniyle kaçak ya da tutuklu durumuna düşen AKP 24. Dönem milletvekillerinin varlığıdır. Parti-içi koalisyon, örtülü ittifak, kendini seçim listelerinde ele veren bir iştir. Bir liste ortaklığı olmasa, bu kişilerin AKP’de ne işi olurdu?

Bir başka örnek de, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde tanık olduğumuz harekattır. Örgütün henüz PDY diye de FETÖ diye de resmen tescillenmiş olmadığı o tarihte, “Cemaat oyunu güçlü olana verecek; MHP güçlüyse ona, CHP güçlüyse ona, bağımsız güçlüyse bağımsıza” şeklinde dile getirilen bir harekat yaşadık. Cemaat, dünya görüşü bakımından bir arada olamayacağı siyasal yapılara “oyları”nı ve televizyonlarıyla gazetelerinde propaganda olanaklarını sundu. Karşılığında bu çevrenin zihniyet çürüklüğünü, doku uyuşmazlığını, Amerikancı suratını, herşeyini görmezden gelen siyasi oportünizm adeta şaha kalktı. Seçim işbirlikleri olmasa, bu ortam nasıl mümkün olurdu?

*

Elli yıldır var olduğu bilinen Cemaat’in üç yıl önce bir suç ve terör örgütü olarak resmen tescillenmesi, siyaset dünyası için bir açmaz yaratmıştır. Şimdi siyasal yaşamda var olsun olmasın, tüm siyasal iktidarlara ve partilerin üzerine bir ‘sorumluluk’ ve sorumluluktan doğan ‘suçluluk gölgesi’ çökmüştür.

Ezeli rakip siyasal partiler de, birbirlerini bu gölgeyle vurmaya çalışmakta, ele geçen her türlü fırsatı değerlendirmektedirler. Ne var ki bundan en büyük yararı, resmi olarak FETÖ/PYD sıfatı verilen oluşum elde etmektedir.

Bu açmazı çözmemiz gerekir.
Karşımızdaki suç ve terör yapısı siyasal partilerin Cemaat/PDY/FETÖ yapısına nasıl yaklaştıkları gibi herkesin bildiği “sırlar”dan hareketle çökertilemez. Böyle hareket edenin niyetinden kuşku duymak uygun olur. Çünkü bu hareket noktası, konuyu kısır parti çıkarları çekişmesine kurban etmekten başka yere varmaz.

Açık ki, iktidarların ve partilerin destek ve işbirlikleri, bu örgütün eskiden beri gizlice güttüğü amaç ve hedefleri bilip benimsedikleri, paylaştıkları, dolayısıyla terör elemanlığı, teröre yardım ve yataklık, ortaklık yaptıkları anlamına gelmez. Siyasal partilerin bu berbat süreçteki rollerini FETÖ/PYD elemanlarının faaliyetleri gibi değerlendirmek olanağı yoktur.

Eğer gerçekten anlamlı bir sonuç elde etmek istiyorsak sapla samanı sağlamca birbirinden ayırmamız gerekir.

Tüzelkişilik olarak siyasal partilerin suç-terör örgütüne dönüşmüş bu yapıyla ilgili tutumları hukuksal/adli değil, ideolojik ve siyasal sorumluluk kapsamındadır; bunun hesabını siyasal olarak vermelidirler. İşin doğası gereği bundan kaçamayacakları da açıktır.

Eğer orduya ve bakanlıklara olduğu gibi, siyasal partilere de yerleştirilmiş FETÖ/PDY üye/unsurları varsa, bunları yürütülmekte olan adli soruşturmalar ortaya çıkarmalıdır.

*

Piyasa ve sivil toplum kuruluşlarında, askeri ve sivil devlet kurumlarında saçaklanmış olan habis urların, başta iktidar partisi olmak üzere parlamentodaki partiler ile diğerlerine hiç değmeden geçmiş olduğunu ileri sürmek, gülünç olur.

Tüm toplumun bir suç-terör örgütüyle karşı karşıya kaldığımızı kabul ettiği bu aşamada, orduda, okulda, basında, bankada…, tüm kurum ve kuruluşlarda olduğu gibi, her siyasal partide de yanlışların hesabını çıkarıp arınma sürecinin başlatılması gerekir.

İktidarda olduğu için öncelikle AKP’nin, anamuhalefet partisi olduğu için aynı kuvvetle CHP’nin, bu bakımdan üzerlerine düşeni yerine getirmeleri, siyaset kurumuna karşı sarsılan güvenimizi onarabilmemiz için büyük öneme sahiptir.

Aksi halde, yurttaşlarımızın canına mal olmuş ve ülkemizin işgaline aracılık etmiş bu yapının tüm boyutlarıyla ortaya çıkarılması çok güç hale gelebilecektir.

TBMM’nin manevi şahsına derin saygılarımla bilgilerinize sunarım.

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler
24. Dönem İzmir Milletvekili


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder