İvo Andric, öykü ve romanları Türkçe’ye çevrilmiş, en ünlü romanı olan Drina Köprüsü çok baskı yapmış olan uluslararası üne sahip bir yazar. Türkçeden okuyanların tanışması 1960’lı yılların başında olmuştu. Tanışma, yazarın 1961 yılında İsveç Kraliyet Akademisi Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık bulunmasıyla mümkün olmuştu. O zaman ve uzun yıllar boyunca, hem Türkiye’de hem de tanındığı her ülkede hümanist diye nitelendirilmişti. Bir diğer unvanı büyük Yugoslav yazar idi.
SORULAR ve TARTIŞMALAR
İşte bu “hümanist Yugoslav yazar”, 1892’de başlayıp 1975’te seksenüç yaşında tamamladığı ömründen çeyrek yüzyıl sonra, bambaşka tartışmaların ortasında kaldı.
İvo Andric Sırp mı -Ortodoks yoksa Hırvat mı -Katolik?
Adı İvo mu yoksa İvan mı?[1]
O daha iki yaşındayken tüberkülozdan ölen babası “resmi” babası mı? “Gerçek” babası bir fransisken –katolik rahip miydi?
Belgrad, ikinci dünya savaşı boyunca Nazilerin sıkı kontrolü altındaydı ve Andric tam dört yılı bu kentte bir apartman dairesinde hiçbirşeye bulaşmadan “inziva”da geçirebilmişti. Bu nasıl oldu?
Pek bilindik bir yazar değilken, 1961 Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilip bu ödülle taçlandırılması nasıl mümkün olmuştu?
Öyküleriyle romanlarında, hümanizma görüntüsü altında Boşnakları “dehümanize” ettiğini düşünenlerin dedikleri gibi, Andric yaşanan büyük bunalımlara zemin kurmuş biri olabilir mi?
TARTIŞMALARIN GENEL GÖRÜNÜMÜ
Son on yıldan beri bu sorularla tartışılan kişi İvo Andric, öykü ve romanlarında Yugoslavya coğrafyasının parçalanma, işgal, savaş ve iç savaşlarla bezenmiş tarihini ele alıyor; etnik-dinsel parçaların her birinde aynı insani özellikleri ve çok benzer yönetim usluplarını bulup bunları etkileyici bir biçimde anlatıyordu.
1892’den 1975 yılına kadar gençliğinde Slav birliği yanlısı; gençliğinden orta yaşlarına krallığın diplomatı; yarım yüzyılı devirince ikinci dünya savaşı yıllarında yalnızca romanlarını yazan bir münzevi, sonra uluslararası ünlü ve suskun bir yazar olarak yaşamış. Bir de, bir arkadaşıyla evli olan sevdiği kadını otuz yıl bekleyip kadın dul kalıncaya kadar sabredebilmiş bir aşık.
Son yıllarda, romanına konu ettiği Vişegrad’taki Drina Köprüsü’nün yanıbaşına onun adıyla bir film şehri inşa ediliyor; şehrin adı Andricgrad. Bölge, şimdi, Bosna Hersek topraklarında “entite” diye anılan Sırp Cumhuriyeti sınırları içinde yer alıyor. Bu işi, zamanın Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın önderliğinde protesto edilip Antalya Film Festivali’ne jüri üyesi olarak katılması önlenmiş olan yönetmen Emir Kusturica yapıyor.
Avrupalılar için Balkan insanını anlamanın aracı, Sırplar için bir milli kahraman, Hırvatlar için aslen Hırvat-Katolik kökünden olduğu inancıyla bir oğul, Boşnaklar için kendilerine pek uzak olan bir yazar… Hümanizma ve Yugoslavlıktan, kalem gücü ve yazınsal özelliklerden söz eden varsa da, onların sesleri diğerlerinin gürültüsünde boğulmuş bulunuyor.
TÜRKÇEYE ÇEVİRİLERDE SUNULUŞU
“Gerçekten de İvo Andric’in eserlerinin değil her sayfasında, her satırında bile derin bir insan sevgisini görmek mümkündür. … romanında gerçekçi ve tarafsız kalmayı bilmiştir… Eserde, Saraybosna’daki çeşitli ulusların, din ve ırk ayrılıklarına bakmadan, dışarıdan ya da içeriden bir kışkırtma olmadıkça, nasıl kardeş gibi geçindiklerini anlatan çok canlı bölümler vardır… Drina Köprüsü, bir yandan dört yüz küsur yıl kader birliği ettiğimiz Bosna’yı ve Bosnalıları, öte yandan bugünkü Yugoslavya’nın en büyük yazarlarından biri olan İvo Andric’i tanımamıza yardım ederse, ne mutlu!”Tahir Alangu, 1963 yılında, diğeri gibi yine Altın Kitaplar Yayınevi’nce basılmış, yine kapitano ama bu kez mavi ciltli olan Travnik Kronikası -Gün Batarken- adlı romanın Türkçe önsözünde şu satırları yazmıştı:
“[Türk okuyucular] Konuları ve kişilerinin davranışları ve yaşamalarile bizim dünyamıza ne ölçüde yakın olduklarını, bu eserleri bir Türk yazarının eserleriymiş gibi kabul edebileceğini artık anlamış bulunuyor. … Batı Avrupanın aydın ve sanatçı çevreleri ve araştırmaları, Andric’i Bosna’ya daha sağlam bağlarla bağlamış, batı kültürünün üstünlüğü ise onu kendi öz varlığına itelemişti. Bunu belki de Yahya Kemal’,in Paris’ten Osmanlı dünyasına bağlanarak dönüşü ile karşılaştırabiliriz. Yahya Kemal’in Osmanlı tarihindeki canlı sohbetlerini hatırlayanların ve bu zevki tadanların Andricin bu kitabından çok hoşlanacaklarını sanıyorum.”Yaşar Nabi, 1965 yılında, Varlık Yayınları arasında çıkan Bosna Hikayeleri başlığı altındaki üç öyküyü, yazdığı önsözde şöyle sunmuştu:[3]
“Çoğu hikayelerinde Bosna’da Osmanlı egemenliğinin son yıllarını dile getirir. Müslüman idaresinin ve cemaatinin gerilemesi ve çöküşünü, hiçbir düşmanlık eseri göstermeden ve hatta denilebilir ki adeta acırcasına bir duyguyla inceler. Anlattığı olayların kahramanları ister Müslüman, ister Hristiyan olsunlar, aynı Slav ırkından kişilerdir. Aynı dili konuşurlar, aynı din taassubu ile gereksiz yere birbirlerine düşman olur, eziyet ederler….. Balkan edebiyatlarını ne yazık ki hiç tanımıyoruz, bize kendimiz hakkında da çok şeyler öğretecek nitelikte olan bu edebiyatları daha yakından tanımamızın gerekliliğini…”Aydın Emeç, 1964 yılında Ağaoğlu Yayınevi tarafından Uğursuz Avlu başlığı altında toplanıp yayımlanan başka bir grup öykünün kitabına yazdığı önsözde, İvo Andric’in 1960’lı yıllarda da kimi tartışmaların hedefi olduğuna ilişkin iki küçük ipucu veriyordu.[4]
“26 Ekim 1961 günü İsveç Kraliyet Akademisi Nobel Edebiyat Armağanını yazar İvo Andric’e veriyordu. Haber Yugoslavya’da bomba gibi patladı ve büyük sevinç uyandırdı. Yugoslavya bir gün içinde, sanki büyük devletler arasına katılıvermişti. Kıskanç ve tarafsız olamayan birkaç eleştirmenle yazar bir yana, her Yugoslav, bu mutlu olay karşısında büyük gurur duyuyordu….. Onun suya sabuna dokunmayan, herşeye fotoğraf makinesi gibi aynı gözle bakan tarafsız hali, kendi ülkesinde pek çok kötü niyetli kişi tarafından yerilmesine yol açmıştır. ….. “Çevirmen, Andric’e ilişkin olumsuz görüşlerin “kıskanç; tarafgir; kötü niyetli kişiler”e ait olduğu düşüncesinde olunca, doğal olarak bunların neler olduğu üzerine hiçbir şey söylememiş ve bizi merakta bırakmıştır. Merakımızı gidermek için yarım yüzyıl öncesine gitmek ve bir tür arşiv çalışması yapmak gerekecek.
ALİYA İZZETBEGOVİÇ'İN GÖRÜŞÜ
“[Yabancıların] Çoğunluğu, kafalarındaki Bosna fikrini, Avrupa’da popüler olan Andric’in romanlarından edinmişti: bu romanlarda Bosna imajı da şöyleydi: ‘Üç dine ait olanlar, akılsız ve derin bir biçimde, doğumdan ölüme kadar, birbirinden nefret eder ve bu nefret ölümden sonraki hayata akseder. (…) Bu nefretle doğarlar, büyürler ve ölürler.’ Andric’in Müslümanlara kini de iyi bilinir. Bu önyargı duvarını yıkmak zor.”[6]İzzetbegoviç, yazarın “Müslümanlara kini de iyi bilinir” sözüne dayanak olacak bir gönderme yapmamıştır; ifadesinden de anlaşıldığı üzere, bu yargının en azından kendi düşünce çevresi için tartışmasız sayılan genel bir yargı olduğunu göstermektedir.
Bu durumda Türkçe çevirilerin sunuş ve tanıtım yazılarında kağıda düşmüş değerlendirmelerle, Bosna’da müslüman kesim arasında geçerli olan yargılar arasında ciddi bir uzaklık, hatta karşıtlık olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.
DİNSEL BÖLÜNMELERE İTİRAZ
Gerçekten de İvo Andric, dinsel taassupla açıkça çatışmaktadır.
İzzetbegoviç’in, yabancılarda Bosnalılara ilişkin olarak yerleşmiş algıyla ilgili olarak söylediklerine en net örneklerden biri, Travnik Kronikası adlı kitabında, sayfa 218-219’da Fransız diplomat des Fosses ile keşiş Fra Julian arasında geçen konuşma olsa gerek:
Peki ama, İzzetbegoviç’in kaleme döktüğü “Andric’in Müslümanlara kini iyi bilinir” yargısı için ne diyebiliriz? Yargı sahibi genel bir “bilinirlik”ten söz ediyor, ancak üzerinde durabileceğimiz başka bir gönderme yapmıyor. Türkçe’ye çevrilmiş ve en çok bilinir hale gelmiş kitapları okunduğunda, nüfusun belli bir kesimine yönelik böylesine biriktirilmiş keskin bir olumsuz duygu görülmüyor.
Bu yargıyı tam olarak kavrayabilmek için, buna temel oluşturan durumların neler olduğunu, İzzetbegoviç gibi bizzat yaşamın içinde yer almış olanlardan sorup soruşturmaktan başka çare kalmıyor.
Böyle bir noktada, Andric’in Belgrad Locasına bağlı bir mason olduğu; “gerçek” babasının bir rahip olduğu ve bu kanaldan Cizvit eğitimi ve koruması altında olduğu; bu korumanın savaş yıllarında inzivaya çekilebilmesinde ve uluslararası üne kavuşmasında etkili unsur olarak iş gördüğü… biçimindeki dedikodu-iddialar işe yarayabilir mi?
İvo Andric’in içinde, ülkesinin insanlarından bir bölümüne “iyi bilinen bir kin” var idiyse, bir insanın içinde böyle ağır bir duygu taşırken elimizdeki öykü ve romanları nasıl yazabildiği hayret edilecek işlerdendir.
Kitaplarındaki tarih bilgisi, devletlerin -bunlar arasında Osmanlı kayıtları yoktur- ya da kiliselerin -bunlar asıl olarak Katolik kurumlardır- resmi kayıtları üzerinde besbelli ki özenli ve sabırlı incelemeleri, insanların kişiliklerine ve görünüşleriyle tavırlarına ilişkin gözlem gücü, bütün bunları birbirinin içinden çıkan olaylara bağlayıp kağıda dökme yeteneği hiç de sıradan sayılamaz.
Ve evet, anlattığı öyküler yalnızca genel olarak insanlık durumları bakımından değil, aynı zamanda bizimle doğrudan ilgili olduğu için okunmaya değer.
İvo Andric’in kitapları arasından genel olarak Drina Köprüsü öne çıkarılır. Benim önerim, öncelikle, Türkçe’ye Gün Batarken başlığıyla çevrilmiş olan Travnik Kronikası.
İstanbul’da III. Selim’in tahttan indirilişiyle başkent Travnik’teki Osmanlı yönetiminin durumunu, Napolyon Fransasının konsolosluğuyla Avusturya Monarşisi konsolosluğunun buralara ilk kez adım atışlarını ve gitgelli kapışmalarını, bunların arasında katolik kilisesinin konumunu, yerel beylerle bütün bunlar arasındaki güç oyununu, bürokrasileri ve insanları, tarihin 1807-1814 arasındaki bütünlüklü anlatımını başka hiçbir “tarih kitabı”nda bu berraklıkta görmek pek mümkün değil.
Ortada dolaşan dedikodu-iddialar mı?
“- Halkın, Avrupa'nın hiçbir memleketinde görülmedik ölçüde öylesine parçalanmışken, bu memleketi barışa ve düzene kavuşturmak, hiç olmazsa en yakın komşularının medeniyet basamağına ulaştırmak nasıl mümkün olacaktır? diye des Fosses soruyordu. Dünyanın bu en fakir, dar ve dağlık toprak parçasında dört ayrı din var. Her biri kendi adına imtiyazlar peşinde koşuyor, diğer üçünden şiddetle ayrılık davaları görüyor, burada hep birlikte ve aynı gökyüzünün altında yaşıyorlar, aynı topraktan besleniyorlar, her dört dini cemaatin de ruhi hayatları uzak, yabancı memleketlerde bulunan yabancı merkezlere bağlı oluyor: Roma'da, Moskova'da, İstanbul’da, Mekke'de, Kudüs'te, Allah bilir kimbilir nerede? Fakat ne olursa olsun dünyaya geldikleri ve bir gün üstünde ölecekleri yerde değil. Ve dördünden her biri de, kendi iyilikleri ve gelişmelerinin, diğer üçünün çökmesi ve yıkılması pahasına kabil olacağı görüşünde ayak giriyor ve onların ilerlemelerinin de ancak kendi gelişmelerine yük olabileceğinden gayrısını düşünmüyor. Her dördü de müsamahasızlıklarını en yüksek bir fazilet haline getiriyor ve hepsi de birbirine karşı yönlerden gelecek bir dış kurtuluşa bel bağlamış bulunuyorlar.”
….
Muhafazakar görüşlerini savunmaya yatkın insanlarda görüldüğü gibi Fra Julia bir koket tavrıyla cevap veriyordu:
-Ah sayın bayım, maddi ilerlemenin zorluğundan, sağlam tesirlerden ve Çinli gelenekçiliğinden kolayca bahsediyorsunuz. Fakat sizin istediğiniz kadar da değil, ancak pek az ölçüde bile gelenekçiliğimizi gevşetseydik ve kapılarımızı sizin sözünü ettiğiniz çeşitli “sağlam tesirler”e açsaydık, şimdi benim keşiş kardeşlerimin adları Anto ve Pero olacağı yerde iyice müslümanlaşır ve Muyo ile Huso olurdu.
-Müsade ediniz hemen işi aşırılığa ve kalın kafalılığa düşürmeye lüzum yok.
-Ne yapalım? Biz Bosnalılar kalın kafalı insanlarız. Dünya bizi böyle tanımıştır ve biz bununla ün kazandık.
…… Genç Fransız ve keşiş birbirlerinden aşikar bir teessüfle ayrıldılar.”Aliya İzzetbegoviç, medeniyetin temelinde dinleri bulan bir devlet adamıdır. Bunların içinde de önceliği İslamiyet’e vermiştir. Andric’in dinlere dönük bu toplum ve siyaset anlayışını kabule değer bulmamasını olağan karşılayabiliriz.
"HRİSTİYANİ HÜMANİST"LİK Mİ?
Peki ama, İzzetbegoviç’in kaleme döktüğü “Andric’in Müslümanlara kini iyi bilinir” yargısı için ne diyebiliriz? Yargı sahibi genel bir “bilinirlik”ten söz ediyor, ancak üzerinde durabileceğimiz başka bir gönderme yapmıyor. Türkçe’ye çevrilmiş ve en çok bilinir hale gelmiş kitapları okunduğunda, nüfusun belli bir kesimine yönelik böylesine biriktirilmiş keskin bir olumsuz duygu görülmüyor.
Bu yargıyı tam olarak kavrayabilmek için, buna temel oluşturan durumların neler olduğunu, İzzetbegoviç gibi bizzat yaşamın içinde yer almış olanlardan sorup soruşturmaktan başka çare kalmıyor.
Böyle bir noktada, Andric’in Belgrad Locasına bağlı bir mason olduğu; “gerçek” babasının bir rahip olduğu ve bu kanaldan Cizvit eğitimi ve koruması altında olduğu; bu korumanın savaş yıllarında inzivaya çekilebilmesinde ve uluslararası üne kavuşmasında etkili unsur olarak iş gördüğü… biçimindeki dedikodu-iddialar işe yarayabilir mi?
İLK SONUÇLAR
Kitaplarındaki tarih bilgisi, devletlerin -bunlar arasında Osmanlı kayıtları yoktur- ya da kiliselerin -bunlar asıl olarak Katolik kurumlardır- resmi kayıtları üzerinde besbelli ki özenli ve sabırlı incelemeleri, insanların kişiliklerine ve görünüşleriyle tavırlarına ilişkin gözlem gücü, bütün bunları birbirinin içinden çıkan olaylara bağlayıp kağıda dökme yeteneği hiç de sıradan sayılamaz.
Ve evet, anlattığı öyküler yalnızca genel olarak insanlık durumları bakımından değil, aynı zamanda bizimle doğrudan ilgili olduğu için okunmaya değer.
İvo Andric’in kitapları arasından genel olarak Drina Köprüsü öne çıkarılır. Benim önerim, öncelikle, Türkçe’ye Gün Batarken başlığıyla çevrilmiş olan Travnik Kronikası.
İstanbul’da III. Selim’in tahttan indirilişiyle başkent Travnik’teki Osmanlı yönetiminin durumunu, Napolyon Fransasının konsolosluğuyla Avusturya Monarşisi konsolosluğunun buralara ilk kez adım atışlarını ve gitgelli kapışmalarını, bunların arasında katolik kilisesinin konumunu, yerel beylerle bütün bunlar arasındaki güç oyununu, bürokrasileri ve insanları, tarihin 1807-1814 arasındaki bütünlüklü anlatımını başka hiçbir “tarih kitabı”nda bu berraklıkta görmek pek mümkün değil.
Ortada dolaşan dedikodu-iddialar mı?
İşin heyecanla köpüren kısmı. Onları izlemeden ve mümkün olursa bir sonuca ulaşmadan olmaz.
[1] İvo
Cermen ve Çek kökenli, Katolik azizlerden Saint Yves adına gönderme yapan,
Hırvatlar arasında yaygın kullanılan bir isim. İvan ise eski Yunancada “ionnes”
adından türeyen ve Rusya, Bulgaristan gibi Ortodoks kültür çevresinde yaygın
olan bir isim. Bazı kaynaklarda “ivo”nun “ivan” adının kısaltması olduğu
belirtilse de, bunun uygulamada rastlanan yanlış bilgi olduğu belirtiliyor.
[2] İvo Andric,
Drina Köprüsü (Çev. Nuriye
Müstakimoğlu-Hasan Ali Ediz), Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1963.
[3] İvo Andric,
Bosna Hikayeleri (Çev. Zeyyat
Selimoğlu), Varlık Yayınevi, İstanbul Haziran 1965.Yazarın başka dört öyküsü: Irgat Siman (Çev. Adnan Özyalçıner – İlhami
Emin), Cem Yayınevi, İstanbul 1976.
[4] İvo Andric,
Uğursuz Avlu (Çev. Aydın Emeç),
Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul Nisan 1964.
[5] Aliya
İzzetbegoviç, Tarihe Tanıklığım (Çev.
Alev Erkilet, Ahmet Demirhan, Hanife Öz), Klasik Yayınları, İstanbul 2003, Dokuzuncu
basım 2011, s. 470.
[6]
İzzetbegoviç buradaki alıntıyı, Andric’in Gospodica
adlı kitabından yapıyor. Başka bazı dillere Saraybosnalı Kadın adıyla çevrilmiş
olan bu kitaptan Türkçe’de ‘Küçük Hanım’, ‘Matmazel’ diye söz edilmişse de,
Türkçe’ye çevirisi yapılmamış. Bu kitap yazarı tarafından Drina Köprüsü ve
Travnik Kronikası ile birlikte üçlemenin parçası olarak 1945 yılında
tamamlanmış.
* İvo Andric, "Travnik Kronika" Gün Batarken (Çev. Tahir Alangu), Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1963.
* İvo Andric, "Travnik Kronika" Gün Batarken (Çev. Tahir Alangu), Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1963.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder