19 Kasım 2015 Perşembe

EMPERYALİZMDE YENİ DÖNEME DOĞRU


Türkiye’nin IMF karşısında borç alan ülke konumu, Mayıs 2008’de sona erdi. Toplam 62 yıl süren ve 19 standby anlaşmasıyla biçimlenen IMF Bağımlılığı tarih oldu.
1980 – 1995 yıllarının küreselleşme rüzgarı, yapısal uyum politikalarıyla estirilmiş, Asya Mucizesi bunun övünç kaynağı olmuştu. Türkiye’de dönemin küreselcileri şahlanmış, “bu uyum dediğiniz şey yıkımdır” diyenlere esip gürlemişlerdi. Batıcı borazanlar kısa bir zaman sonra bozguna uğradılar. Çünkü 1997 yılında mucizenin adı değişti, Asya Krizi oldu. Asyalılar ise bu krize IMF Krizi adını verdiler. Küreselciliğe “yapısal uyum” için reform şampiyonu sayılan ülkelerde 1997-1998 yıllarında IMF İntiharları baş gösterdi. Güney Kore, günde 25 IMF intiharıyla tüm dünyanın dikkatini çekti. 1998 yılının ortalarında, Endonezya Başkanı Yusuf Habibi, halkını haftada iki gün oruç tutmaya, böylece paralarının değer yitiminden ötürü dışalımını yapamadıkları için ellerinde çok az kalmış olan pirinç stoklarını idareli kullanmaya çağırmıştı. Hem Asya’da hem Afrika’da malnutrition -beslenme bozukluğu sorununun yaygınlaştığı haberleri doğrulandı. Açlık ve yiyecek kıtlığı sorunu, unutulmaya yüz tutmuş tüberküloz gibi hastalıkların hortlaması, azgelişmiş ülkeleri küresele uyarlamacı politikaların yaldızlarını dökmeye başladı.
Bu gelişmeler karşısında IMF ve bununla ortak çalışan kurumlar, yaklaşımlarını değiştirmek zorunda oldukları değerlendirmesi yaptılar. IMF, 1999 yılının sonunda, bundan sonra yapısal uyarlama anlayışıyla değil, PRGF Anlayışı ile çalışmaya karar verdiğini ilan etti. PRGF, Poverty Reduction and Growth Facility, yani Yoksulluğu Azaltma ve Büyüme Yaklaşımı. Dünya Bankası da aynı biçimde davrandı. 1998 yılında bir karar alarak, çalışma düzenini bundan sonra CAS, Country Assistance Strategy yani Ülke Yardım Stratejisi anlayışı çerçevesinde yürüteceğini ilan etti. Onun yeni anlayışında da yoksulluk sorunu baş köşeye çekilmişti.
Elbette yapısal uyarlamacılıktan, yapısal reformlar lafından vazgeçmemişlerdi. Yaptıkları şey, bunu “yoksulluk” ve bir de “yolsuzluk” odaklı olarak yürütmekti. İşte bu kontrollü yıkım aşamasında daha on yıl bitmeden, küreselciliğin ikinci büyük bunalımı patladı. 2008 Amerikan Krizi. Onlar Amerikan Krizi değil, küresel kriz demeyi sevseler de, bunalım ABD’nin konut krediciliğinde başlamıştı ve asıl olarak müttefiki İngiltere gibi ülkelerin bankacılık sistemini vurdu. Elbette dünya ticareti üzerinde de etkileri oldu. Küreselciler bu bunalımın Türkiye’yi “teğet geçti”ğine sevinmişlerdi.
Amerikan bunalımının ardından IMF düzeninde bir değişiklik daha oldu. IMF, yoksulluk yönetimi –PRGF- Anlayışı’nı terk etmeye karar verdi. 2009 yılının sonunda ECF -Extended Credit Facility yani Genişletilmiş Kredi Verme Anlayışı ile yürüyeceğini ilan etti. Bundan böyle kredi verirken her ülkenin gerekliliklerini göz önünde bulundurma esasına dayanacaktı. Her ülke için ayrı elbise! Böylece IMF dünyayı kurtaracak müjde gibi ilan ettiği genel, tek, kapsayıcı stratejiler ilan etme kibrinden vazgeçerek kurumsal eriyişini de belgeledi.
Türkiye, 2008 yılında borçlarının son taksidini ödeyip, IMF’nin özel olarak dikeceği elbiseleri giyme derdinden kurtulmuştu. Bunun ikizi Dünya Bankası ise, dili paslı dişi kırık olsa da hala kapımızda. Üç yıllık CAS’larını hazırlamayı sürdürüyor ve ülkenin içinden yükselen papağanvari “yapısal reform şart!” bağırışlarının ardında sırıtıp duruyor.
1945 doğumlu IMF ile Dünya Bankası, yetmiş yaşında devirlerini tamamlıyorlar. Küreselleşmenin kurumları olmaya gayret edip tazelenmeye kalkıştılar, ne çare ki küreselleşme 35 yaşını bulmadan kırılıp döküldü. Şimdi hep birlikte, ansiklopedilerdeki emperyalizm başlığının “tarihçe” bölümüne taşınıyorlar.
Emperyalizm, küresel sömürgecilik aşamasında bir dönemi kapatıyor. Yaşlı IMF – Dünya Bankası’na 1995 yılında taze kan olsun diye Dünya Ticaret Örgütü’nü katmıştı; dünya hükümeti olacak dediği bu kurum daha onuncu yılı biter bitmez dondu kaldı. Şimdi ABD bir elini Atlantik Okyanusu’na, öbür elini Pasifik Okyanusu’na daldırmış, trans-atlantik (TTIP) ve trans-pasifik (TPP) bölgeci serbest ticaret ve yatırım anlaşmaları peşinde koşuyor.
Küresel sömürgeciliğin ‘küreselci’liği, yerini ‘bölgesel blokçuluk’a bırakıyor. 

[BAG, Aydınlık, 15 Kasım 2015]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder