Dünyanın
şurasından burasından, yakın gelecekte yapay
zeka temelli yeni bir teknik dalgayla burun buruna gelineceği sesleri
duyuluyor. Çeşitli devletlerin yöneticileri, kendi ülkeleri için yeni
eğilimleri yönetmek zorunluluğu doğduğunu dile getiriyorlar. Bunun aracı herkes
için aynı. Bütünleşik ve işler bir Bilim,
Teknik ve Yenilik Politikası.
*
Bizde
de bu işe kafa yoran ve hatta yaşamını bu alana adamış çok değerli insanlar
var. Bu alanda devletin hatırı sayılır bir birikimi de var. Ama aynı zamanda
ulusal bir politika oluşturma çabalarına karşı, herşeyimizi Amerikan ya da
Avrupa devletleriyle tekellerine doğru akıtmaya çalışanlar da hiç eksik değil.
*
Bugünkü
sorunu sona bırakmadan hemen belirtmek gerekirse, geleceği de doğrudan
etkileyecek büyük sorunumuz, Türk bilim
ve teknoloji politikasının 2000 başından bu yana Avrupa Birliği bürokrasisinin
isteklerine sıkıştırılmış olması. Sorun, bilim politikamızın “katılım
müzakereleri”ne dahil edilmiş olması. Bunun resmi adı, Fasıl 25.
*
Avrupa
Birliği, Türkiye’nin bilim ve araştırma politikasını elbette kendine göre
ölçtü. Özünde de iki ölçütü oldu: (1) AB’nin Çerçeve Program dediği araştırma programlarına katılımı, (2)
Türkiye’nin Avrupa Araştırma Alanı
dediği araştırma gündemine entegrasyonu.
Birincisi, Türkiye’nin üstüne bir de para verdiği uygulama dünyasıdır. İkincisi
ise Türkiye’nin ulusal araştırma gereklerinden vazgeçip hedeflerini kısa adı
ERA olan Avrupa’nınkilere bağlaması.
Durum,
somut olarak 2004’ten beri böyle.
Bizim
kısa adı TARAL olan Türkiye Araştırma
Alanı’mızın belirlenişi de, bu tarihten sonra üretilen onlarca strateji
belgemiz de, AB’nin darmadağınık ve çıkar çatışmalarıyla eşgüdüm sorunlarından
muzdarip “model”ine göre oldu. İşbirlikçiler için söylenecek söz yok. Ama
ulusal aklın bu sürece “Avrupa’dan
öğrenebiliriz” diyerek kapı açması üzerine konuşacak çok şey var.
Neyse,
şimdi neredeyse yirmi yıl geçti.
AB
ile ilişkiler malum. Bu sahte üyelik koşuşturmacasından bize kalan çok masraf, çok
belge, dünyayı yönetişimlik ve
müşterilerden ibaret gören karmakarışık bir kamu politikası.
*
Oysa
sahip olduğumuz birikim gerçekten hiç de sıradan değil.
Bu
alanda Birinci Beş Yıllık Plan’la doğan kamu politikası ve TÜBİTAK, ulusal
kalkınma mücadelesinde adet birer arenadır.
1983
yılında kabul edilen Türk Bilim
Politikası: 1983 – 1993 belgesi ile Bilim
ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) düzeneğinin ortaya çıkışı ve serüveni,
1993 tarihli Türk Bilim ve Teknoloji
Politikası: 1993-2003 belgesinin 2000 yılına kadar tasarlanan ‘atılım
projesi’ de öyle.
Bu
sürecin değil, mücadelelerin ürünlerinden biri olan 1997 tarihli Türkiye’nin Bilim ve Teknoloji Politikası
belgesi de…
*
2000’li
yılların bol sayıdaki ‘strateji belgeleri’ bunlardan farklı. Dilleri de,
öncelikleri de farklı. Bunlardan insan ve araştırmacı ile ilgili olanlar,
1990’ların “uzmanların serbest dolaşımı”na
odaklanmış hizmet ticareti anlaşmasının (GATS) adeta ekleri gibi. Bu metinlerde
AB var, küreselciliğin burcu GATS var, patentçilik var, yani işin ticarileşmesi
ve küreselleşmesi var; ama ulusal zekâ yok.
*
Dünyada
“üretici ekonomi” dendiği zaman,
çoktandır bilim ve teknoloji alanındaki üretim anlaşılıyor; tarım ve sanayideki
üretimin artık bunlarla mümkün olduğunu kabul etmeyen kalmadı. Ama daha
önemlisi bilim, teknik, yenilik bakımından dünya yeni bir döneme yürüyor.
Türkiye’nin
uluslararası ilişkileri bakımından da başka bir döneme giriyoruz.
Böyle
bir dönemde geleceği AB’ci-küreselci
bilim politikalarıyla karşılamanın bize yararı olacağını kim ileri
sürebilir?
[Aydınlık, 27 Eylül 2017]