27 Eylül 2017 Çarşamba

AB’den Bize Kalan Nedir?


Dünyanın şurasından burasından, yakın gelecekte yapay zeka temelli yeni bir teknik dalgayla burun buruna gelineceği sesleri duyuluyor. Çeşitli devletlerin yöneticileri, kendi ülkeleri için yeni eğilimleri yönetmek zorunluluğu doğduğunu dile getiriyorlar. Bunun aracı herkes için aynı. Bütünleşik ve işler bir Bilim, Teknik ve Yenilik Politikası.
*
Bizde de bu işe kafa yoran ve hatta yaşamını bu alana adamış çok değerli insanlar var. Bu alanda devletin hatırı sayılır bir birikimi de var. Ama aynı zamanda ulusal bir politika oluşturma çabalarına karşı, herşeyimizi Amerikan ya da Avrupa devletleriyle tekellerine doğru akıtmaya çalışanlar da hiç eksik değil.
*
Bugünkü sorunu sona bırakmadan hemen belirtmek gerekirse, geleceği de doğrudan etkileyecek büyük sorunumuz, Türk bilim ve teknoloji politikasının 2000 başından bu yana Avrupa Birliği bürokrasisinin isteklerine sıkıştırılmış olması. Sorun, bilim politikamızın “katılım müzakereleri”ne dahil edilmiş olması. Bunun resmi adı, Fasıl 25.
*
Avrupa Birliği, Türkiye’nin bilim ve araştırma politikasını elbette kendine göre ölçtü. Özünde de iki ölçütü oldu: (1) AB’nin Çerçeve Program dediği araştırma programlarına katılımı, (2) Türkiye’nin Avrupa Araştırma Alanı dediği araştırma gündemine entegrasyonu. Birincisi, Türkiye’nin üstüne bir de para verdiği uygulama dünyasıdır. İkincisi ise Türkiye’nin ulusal araştırma gereklerinden vazgeçip hedeflerini kısa adı ERA olan Avrupa’nınkilere bağlaması.
Durum, somut olarak 2004’ten beri böyle.
Bizim kısa adı TARAL olan Türkiye Araştırma Alanı’mızın belirlenişi de, bu tarihten sonra üretilen onlarca strateji belgemiz de, AB’nin darmadağınık ve çıkar çatışmalarıyla eşgüdüm sorunlarından muzdarip “model”ine göre oldu. İşbirlikçiler için söylenecek söz yok. Ama ulusal aklın bu sürece “Avrupa’dan öğrenebiliriz” diyerek kapı açması üzerine konuşacak çok şey var.
Neyse, şimdi neredeyse yirmi yıl geçti.
AB ile ilişkiler malum. Bu sahte üyelik koşuşturmacasından bize kalan çok masraf, çok belge, dünyayı yönetişimlik ve müşterilerden ibaret gören karmakarışık bir kamu politikası.
*
Oysa sahip olduğumuz birikim gerçekten hiç de sıradan değil.
Bu alanda Birinci Beş Yıllık Plan’la doğan kamu politikası ve TÜBİTAK, ulusal kalkınma mücadelesinde adet birer arenadır.
1983 yılında kabul edilen Türk Bilim Politikası: 1983 – 1993 belgesi ile Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) düzeneğinin ortaya çıkışı ve serüveni, 1993 tarihli Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003 belgesinin 2000 yılına kadar tasarlanan ‘atılım projesi’ de öyle.
Bu sürecin değil, mücadelelerin ürünlerinden biri olan 1997 tarihli Türkiye’nin Bilim ve Teknoloji Politikası belgesi de…
*
2000’li yılların bol sayıdaki ‘strateji belgeleri’ bunlardan farklı. Dilleri de, öncelikleri de farklı. Bunlardan insan ve araştırmacı ile ilgili olanlar, 1990’ların “uzmanların serbest dolaşımı”na odaklanmış hizmet ticareti anlaşmasının (GATS) adeta ekleri gibi. Bu metinlerde AB var, küreselciliğin burcu GATS var, patentçilik var, yani işin ticarileşmesi ve küreselleşmesi var; ama ulusal zekâ yok.
*
Dünyada “üretici ekonomi” dendiği zaman, çoktandır bilim ve teknoloji alanındaki üretim anlaşılıyor; tarım ve sanayideki üretimin artık bunlarla mümkün olduğunu kabul etmeyen kalmadı. Ama daha önemlisi bilim, teknik, yenilik bakımından dünya yeni bir döneme yürüyor.
Türkiye’nin uluslararası ilişkileri bakımından da başka bir döneme giriyoruz.

Böyle bir dönemde geleceği AB’ci-küreselci bilim politikalarıyla karşılamanın bize yararı olacağını kim ileri sürebilir? 
[Aydınlık, 27 Eylül 2017]

24 Eylül 2017 Pazar

DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZÜ KUŞANMAK


Küreselcilik, 1989’da gürültüyle zirve yapan son hakim ideoloji, çöktü.
Zirveye, Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’un “glasnost – perestroyka” kavramlarıyla birlikte tırmanmıştı. Sosyalist dünya dışında kullandığı en temel araç ise, hiç kuşku yok, “özelleştirme” idi. Bunlar soyut kavramlar değildi. Geliştirilen politikaların adlarıydı. Somut kavramlardı.
Yeni Dünya Düzeni’nin “yeni bakışı” bir anda yayıldı. ABD’den Avrupa’dan Fukuyama, Habermas, Huntington gibi birkaç ‘dünyaca ünlü filozof’ konuştu. Ne hikmetse genellikle Peter ve Thomas adlı, adları İncil’den bilgileri askeriyelerinden gelen yönetim ‘guru’ları fetvalar verdi. Dünyaya şebeke gibi yayılan belli başlı yayıncılar harıl harıl kitap bastı. Üniversiteye ‘burs’ adıyla mali kaynak sunan şirketlerin ve en ünlüsü Soros olan ‘kimse’lerin dernekleri, akademilerin araştırma gündemini belirledi. Elbette bütün çark, belli başlı devletlerin doğrudan ya da yönlendirdikleri uluslararası kuruluşların desteğiyle döndü.
*
Türkiye, dünyanın pekçok ülkesi gibi, bu saldırının muhatabaydı. Ama ülkenin müesses kurumları, hızla, küreselleşmenin ortağıymış gibi davrandı.
*
1990’ların başında akademik-bürokrat bir çevre, küreselcilerin “governance” lafına Türkçe “yönetişim” dediler; hemen militanlık devrine geçtiler. Bu lafla “devlet bitti” diyorlardı. Devlet tek başına yönetmesindi; kamu gücü, özel sektör ve gönüllü (üçüncü) sektörle paylaşılsındı. Serbestleştir! Özgürleştir!
Yani bizi bundan böyle resmi olarak devlet + yerli şirket-yabancı tekeller + cemaatler yönetsindi. Öyle adımlar atıldı; cemaatler Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında sivil toplum örgütü sayıldı vb… Kuralsızlaştırma (deregüslasyon), şeffaflık, hesapverebilirlik, toplam kalitecilik, esnek istihdamcılık, vb… kavramlar, sahiplerinin deyişiyle Yönetim’in bitmesi, Yönetişim’in doğurulması içindi.
Yeni-zihniyeti uyguladılar. Sonuç, üretemeyen ülke ve cemaatler savaşı yaşanan devlet aygıtı oldu.
*
1990’ların başında Prens Sabahattinci ‘ademi merkeziyetçilik’, Avrupa Konseyi’nin Yerel Yönetim Özerklik Şartı’na getirdiği yeni yorumla ‘subsidiarite’cilik oldu. Geçmişten Hürriyet ve İtilafçılık sağcılığı, güncelden etnikçilik-bölgecilik solculuğuyla elele tutuştu. Ümmetçilik bunların çevresine konuşlandı.
*
Küreselcilik, entelektüel-humaniter - son moda sever olanların ellerini de boş bırakmadı. Bu gibiler çok bilmiş halleriyle farklılık, çeşitlilik, ötekilik, yüzleşme, kimlik… derken, işler Türkiye’yi soykırımla suçlamaya ve kültürel özerklik diye çok-etnikli bir devlete yelken açmaya vardı. Ulusal devleti yıkıp çok-etnikli hale getirme hedefi, önce anayasal vatandaşlık ve sonra eşit vatandaşlık etiketleriyle, hem iktidar partisi AKP’nin hem anamuhalefet partisi CHP’nin resmi belgelerine kadar sokuşturuldu.
Bu laflar şimdi o belgelerden temizlenmeyi bekliyor.
Entelektüel – hümaniter - son moda sever’lere gelince, onlar önlerine yeni-kavramlar atılıncaya kadar geri çekildiler.
Ama en önemlisi, daha 1980’lerde başlamış olan büyük tarihsel mücadele, tüm acımasızlığıyla gözler önüne serildi.
*
Çeyrek yüzyıl boyunca caka satan entelektüele bakın, şimdi şaşkın ve pek dalgın. Daha dün militanlığını yaptığı kavramları bile hatırlayamaz halde. Bozguna uğrayıp çekildiler.
Küreselciliği püskürten akıl, önceki yüzyıllardaki milliyetçiliğin yeni bir türü olan ulusalcılık oldu. Şimdi yaşam, dünyada da Türkiye’de de ulusalcı konumu güçlendirerek ilerliyor.
Bu elbette çok iyi.

Ne var ki, yaşam, zihinsel inşadan önde ve daha hızlı gidiyor. O halde bizim, düşünsel kuruluşa daha sistemli biçimde ve daha fazla odaklanmamız gerekiyor.
[Aydınlık, 24 Eylül 2017]

20 Eylül 2017 Çarşamba

RUSYA İLE DÜŞÜNSEL İLİŞKİLERİMİZ


Ruslar, Türkiye üzerine kendi dillerinde çevrilmiş ya da yazılmış yayınların neler olduğunu tam sayım halinde biliyorlar. Kaynakça çalışmalarını çoktan yapmışlar. Ellerindeki ciltlerde Rusçada bizimle ilgili olan yayınlarını taramışlar. Kaynakçaları 1713 yılından başlamış, bugünlere kadar gelmiş.

Rusça’da Türkiye üzerine yazılmış 1713 – 1917 yılları arasında 5116 adet, 1917 -1975 arasında 15797 adet yapıtın bilgisine sahibiz, diyebiliyorlar.

Biz ise, Türkçede Rusya’ya ilişkin çevirdiğimiz ya da kaleme aldığımız yayınların neler olduğunu bilmiyoruz. Rusya hakkında neleri bildiğimizi ve neyi, ne zaman, nereden, nasıl öğrendiğimizi ölçebileceğimiz bir “kaynakça”mız yok.

Oysa “kaynakça”, Batı dilinden söyleyişle bibliyografik çalışma, hangi alan söz konusu ise o alanda, elgördülük değil ciddi işler yapıldığının işareti sayılır. İşe başlamanın “a”sı!

Bizde yok!
*

Rus akademisyenlerden S. N. Uturgauri, Ankara’da 1992 yılında yapılan 500. Yıl Sempozyumu’na sunduğu bildirisinde, Rusya ile birbirimizi öğrenmeye başlama tarzımıza ilişkin olarak ilginç bilgiler veriyor.

Diyor ki, ülkelerimiz birbirini, doğrudan kendi dillerinde kendi yaptıkları incelemelerle değil, büyük bölümü Fransızcadan yapılan çeviri kitaplarla tanımaya başladı.

Rusya’da bizimle ilgili ilk kitap, “Osmanlı İmparatorluğunun yükselmesi, çökmesi ile askeri durumu” başlıklı, Kont Marsilye adlı yazar tarafından kaleme alınmış Fransızca bir kitabın 1737 tarihli çevirisi. Bizde Rusya hakkındaki ilk kitap ise, Edirne Barışı’ndan sonra yine Fransızcadan çevrilerek 1829 yılında yayımlanan J. H. Castera’nın “Katerina Tarihi” olmuş.

İlk diplomatik-ticari ilişkilerin 1492 yılında başladığı düşünülürse, ortada hem geç hem dolaylı bir kültürel temas gerçeği var.

*

Rusya – Türkiye arasındaki kültürel ilişkilerin Batı coğrafyası üzerinden değil, iki tarafın birbirinin kültürünü aracısız doğrudan öğrenme dönemi, Rusya’da 1781’de bizde ise 1886 yılında başlamış.

Onlar Şair Nâbi’nin Hayriyye’sini 1781’de [Fransızcadan çevirip] Rusça okurken, biz onların diplomat-yazarı Griboyedov’un Akıldan Bela oyununu -Mizancı Murat Rusçadan çevirmiş- Osmanlıca/Türkçe olarak 1886’da okumuşuz.

*

Tarihlere dikkat ederseniz, bir de şöyle bir durum var: Birbirini Batılıların süzgecinden okumakta Rusya 1737 - biz 1829; birbirinden doğrudan çeviri yaparak öğrenmede Rusya 1781 – biz 1886 doğumluyuz. Aramızda yüz yıllık, hiç de az olmayan bir fark var. Bugün, “karşımdaki hakkında ne biliyorum” sorusunu açıklığa kavuşturacak bibliyografik çalışma eksiğimizi göz önüne alırsak, kültürel ilişkilerde bizim daha ‘geriden gelme’ özelliğimiz halen sürüyor demektir.

Herkes önce kendinden sorumludur. Artık, yetersiz bilgi ve eksik gayret sorunumuzun üstesinden gelmemiz gerekir.

*

Elbette bir de sorularımızı yeniden düzenleme işi var…

Alanın uzmanlarınca masaya koyulmuş, ne var ki üzerinde durulmamış, ama öne çıkarılmaları heyecan verici çok soru var.

Örneğin, Türk – Rus ilişkilerinin son 500 yılında yaşanan 12 savaşın toplamı 50 yıl. Peki kalan 450 yılda ne var ne yok?...

Örneğin, bu kapışmalarda başka devletlerin rolü ne kadar?...

Örneğin, bu iki ülkenin hem imparatorluk hem modernleşme tarihi neden bu kadar çok birbirine benzer? …

Örneğin, Batı zihninde dünyanın Batı/Doğu sınırı kâh Hristiyanlık/İslam kâh Katolik/Ortodoks ayırımına göre çizilir; bu durumda ‘kim kimle daha çok kültürel ortak’? …

*

Kendi gerçekliğimize ve başkalarıyla ilişkilerimize taşıma süzgeçlerden değil de doğrudan bakabilirsek, ezbere aldığımız sorulara farklı ve yeni sorular ekleyebilirsek, hiç kuşkusuz gözlerimizin önünde başka bir dünya görüntüsü belirecek.

[Aydınlık, 20 Eylül 2017]

10 Eylül 2017 Pazar

ULUSLARIN YENİDEN YÜKSELİŞİ


Avrupa ülkeleri artık tek tek bir şey değil. Avrupa Birliği olarak var olamayacakları da belli oldu. Doğru, Avrupa buluşlarıyla hayranlık topladı, sanayisiyle göz kamaştırdı. Ama yüzyıllar süren acımasız sömürgeciliğiyle de tarihe parmak ısırttı. Avrupa’nın ‘insana değer veren’ refah devletleri, son çeyrekte liberal-özgürlükçü kazma darbeleriyle yıkıldı. Uygar Avrupa, şimdi mazlum milletlerden aldığı ah’ların ağırlığı altında eziliyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya egemenliği ise, Avrupa ülkelerininkinden de kısa sürdü. Onun öyle büyük buluşları olmadı. Dünyaya ‘Amerikan tarzı yaşam’ denen buzdolabı, otomobil, twist-again,  ekmek arası köfte ayarı şeyler sunarak yükseldi ve inişe geçti. Hepsi bir yüz yıl içinde olup bitti. Amerikan ‘fırsatlar denizi’ kurudu. Şimdi başka ülkelerin yanı sıra kendi topraklarındaki göçmen çocuklara sopa sallıyor.
*
Toplum ve sistem mühendisleri, hesabına oturdukları küreselleşmeci yeni dünya düzenini doğurtamadılar. Sözde akademik yayınları, film sanayileri, özendirme ve korkutmacaları, rüşvetçi özgürlükçülükleri işe yaramadı. ‘Kimyasal silah, bomba üretimi var’ yalanlarıyla yaptıkları askeri işgallerle vekalet savaşları, geriye kendilerine dönük koyu bir öfke bıraktı.
Petrol, gaz, su için organize ettikleri saldırganlıklarını din-mezhep örtülerine sarıp sarmalayıp satma oyunu, bundan böyle zor tutar. Dünyanın doğu denizlerinde yürüttükleri arsız kavgalarını Kore’de, Arakan’da, Yemen’de, Somali’de bulayıp satacakları şekerleri kalmadı.
*
İnsanlık kendisi şimdi gerçek bir yeni dünya düzeni doğuruyor. Bu doğuma ise, gözle görülür ve elle tutulur biçimde ulusal devletler ebelik ediyor.
*
Küreselleşmeciliğin din ve vicdan özgürlüğü adına parlattığı, karşılığında ondan ulus/millet yerine ümmetçiliği yükseltmesini ve ümmetler arası diyalog yaratmasını istediği dincilik, küreselleşmeciliğin çöküşüyle birlikte telaşa kapıldı. Bugünkü parlaklığı, sönmüş yıldızların zamanı şaşmış ışığı gibi. Kurumlaşmış dincilik, artık, dünyevi iktidarın bir yerlerine tutunmak için ulusal devletlerle ilişkilerini yeniden düşünmek zorunda. Elbette ulusal devletler de…
Küreselleşmeciliğin kolektif haklar adına kışkırttığı ırkçı etnikçiliğin durumu da ümmetçiliğin durumuna benziyor. Farklılıklar, çeşitlilikler kutsaması yapıp ‘öteki’ için ulusal bütünleri tu kaka eden karanlık merkezli ideoloji geriledikçe, ırkçı-etnikçilikten geriye saldırganlıktan başka bir şey kalmadı. Bizde, Suriye’de, Irak’ta PKK-YPG-Barzanilerin emperyalizmin silahlarını açıktan açığa kuşanmaları gibi, benzerleri her nerede iseler, aynı tüfeklerle aynı tankların üzerinde boy verir oldular. Bunların ulusal devletlerle ilişkilerini yeniden düşünmek gibi bir fırsat ve olanakları artık yok. Elbette ulusal devlerin de…
*
Şimdi zaman, ulusal devletlerin ırkçı-etnikçilikle yani emperyalizmin kendisiyle son hesapları görme zamanı. Gelecekte var olma iddiasının gereğini yerine getirerek ulusal bünyeyi onarma ve toplumunu kendine güvenli, çalışkan, insanlığın bir üyesi olarak kendiyle övünen sağlam, parlak bir bütün haline getirme zamanı.
*
Ulusların yeniden yükselişi, yeni koşullarda yaşanıyor.
Eski doğuşları batı-merkezli idi. Yükselişleri kapitalizm ve sömürgecilikle el eleydi. Sosyalizm ve ulusal kurtuluş savaşları buna ikinci ve üçüncü yolları kattı, rengi değiştirdi. Bu deneyimlerin hepsi parladı ve söndü. Elde kalan rengarenk ve devasa bir deneyim alanı.
Şimdi ulusların yeniden yükselişi, sosyalizm ve ulusal kurtuluş savaşları yaşamış olan taraftan, sömürgeciliği ve emperyalizmi büyük acılarla yaşamış olan topraklardan geliyor.
*
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ‘Sen Mişel’de koyuvermiş sakalı, neylesin bizim köyü’ dediği ‘herifçioğulları’nın bu yeni durumu anlamalarını beklemek faydasız. “Uygar”lık deyip Batı emperyalizminin eteklerine yapışanlarla daha fazla zaman yitirmemeli.
Kulakları başka seslere, doğan yeni dünyanın gürlemelerine açmanın vaktidir.

Türk ulusunun yeni dünyada alacağı yere karar vermemiz ve akılla yetenekleri bu amaca sabitlememiz gerek.
[Aydınlık, 10 Eylül 2017]